1

İklim Değişikliği: Kapitalizm Gezegeni Öldürürken

Erkin Erdoğan

Küresel iklim değişikliği bugüne dek insanlığın karşısına çıkan en can alıcı ve zorlu sorunların başında geliyor. Eğer içinde yaşadığımız küresel ekonomik sistemi hemen ve şimdi kapsamlı bir dönüşüme tabi tutmazsak hâlihazırda iklim değişimi nedeniyle başımıza gelen felaketlerin şiddetlenerek süreceği aşikâr. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’nin yayınladığı raporlar sera gazı emisyonlarının artmaya devam etmesi durumunda dünya yüzeyindeki ortalama sıcaklığın 2°C’nin üzerinde artacağını, sıcak dalgalarının çok muhtemelen (yani yüzde 90 ila yüzde 100 arasında bir olasılıkla) daha sık ve uzun sürelerle yaşanacağını, aşırı yağışların birçok bölgede şiddetleneceğini, küresel su çevrimindeki değişim nedeniyle sulak ve kurak alanlar arasındaki eşitsizliğin artacağını, buzullardaki erimeyle birlikte denizlerdeki su seviyesinin yükseleceğini, bir başka ifadeyle dünyadaki doğal sistemlerin ve canlı yaşamının büyük bir risk altına gireceğini gösteriyor.1

Dünya Bankası’nın Nobel ödüllü eski baş ekonomisti Nicholas Stern, İngiltere hükümeti için hazırladığı raporda iklim değişikliğinin yaratacağı tahribatın iki dünya savaşının ve 1929 Büyük Buhranı’nın toplamına yaklaşacağını öngörmüş ve bu sorunu serbest pazar ekonomisinin ortaya çıkardığı en büyük arıza olarak tespit etmişti.2 İklim bilimcilerinin yaptığı çalışmalar, hızla önlem alınmazsa yaşanacak yıkımın boyutlarının çok daha korkutucu bir hal alabileceğini ortaya koyar nitelikte. Büyük ölçüde son iki yüzyıl boyunca fosil yakıtların kontrolsüz biçimde tüketilerek atmosfere salınması nedeniyle ortaya çıkan ve kapitalist pazar ekonomilerinin elinde vahameti giderek artan bu krizin nedenleri ve çözüm yolları üzerine kafa yormak, dünyayı değiştirmek isteyen aktivistlerin ve geniş anlamda tüm politik aktörlerin yapması gereken en önemli işlerden biri.

İklim krizi 1992 yılında imzaya açılan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nden ve devamında üzerinde anlaşılan Kyoto Protokolü’nden bu yana uluslar arası devletler sisteminin üzerinde durduğu bir olgu. Ancak çarpıcı olan gerçek şu ki bugüne dek yapılan sayısız zirvenin ve devletlerarası görüşmenin sonucu hemen hemen koca bir sıfır. Hükümetler, politikacılar ve bir bütün olarak içinde yaşadığımız kapitalist ekonomik yapı iklim değişikliğinin bir vaka olarak görülmeye başlandığı 1990’lı yıllardan bu yana konuya gerçekçi bir çözüm getirmek şöyle dursun, adım adım krizi şiddetlendirdi. Bilim insanlarının yaptığı bunca uyarıya ve aktivistlerin çığlığına rağmen bir avuç kapitalistin kısa vadeli çıkarı uğruna içinde yaşadığımız doğal sistemler büyük bir yıkımın eşiğine kadar getirildi.

Sorunun büyük bir bölümü, çıkarlarından vazgeçmek istemeyen bir avuç kapitalist ve fosil yakıt endüstrisinin milyonların hayatı uğruna oynadığı kumar olarak ifade edilebilir, fakat mesele bununla bitmiyor. İklim krizi karşısında insanlığın elini kolunu bağlayan bir dizi sistematik olgu var. Ancak içinde yaşadığımız ekonomik ve toplumsal yapıdaki bu mekanizmaları analiz edip gerekli sonuçları çıkarabilirsek, bugüne kadar yapılan hataları tekrarlamadan dünyanın ihtiyaç duyduğu adil ve büyük dönüşümü başlatabiliriz.

 

Kapitalizm ve İklim Krizi

İklim krizini kapitalist ekonomiler için görece karmaşık ve baş edilemez hale getiren birkaç faktörden bahsetmek mümkün. Bunların başında iklim sistemlerinin kendi doğal yapısı geliyor. Dünyadaki canlı yaşamının temel yapıtaşlarından olan karbonun atmosfer-biyosfer-hidrosfer ve litosfer halkaları arasındaki yolculuğu yüz milyonlarca yılı bulabilen bir süreç. Karbon döngüsü ve buna bağlı geri besleme mekanizmalarının zincirleme etkisi, iklim sistemlerini kendi kompleks yapısı içinde anlamayı zorunlu hale getiriyor. Bu yapıya ekonomik faaliyetlerimizle yaptığımız etki doğrudan bir tepki yaratmadığı veya bu tepki karmaşık bir sürecin sonunda ve beklenmedik biçimlerde gerçekleştiği için kapitalizmin rekabete dayalı mekanizmaları iklim krizi karşısında büyük ölçüde işlevsiz.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nun Green Jobs raporunda altını çizdiği şu dört temel etmen, küresel kapitalizmin bugüne dek iklim değişikliği konusunda neden adım atamadığına dair önemli ipuçları içeriyor:

Bu türden bir dışsallığın yani CO2 emisyonlarının üstesinden gelmek verili dinamik yapı nedeniyle oldukça karmaşık bir iştir. Birincisi, kirleticiler günümüzde veya geçmişte kirletmekte, ancak tahribatın büyük bölümü gelecekte ortaya çıkmaktadır. İkincisi, mağdur edilen taraf büyük ölçüde henüz doğmamış kuşaklardır. Üçüncüsü, gelecekte ortaya çıkacak tahribatın boyutu, iklim sistemlerinin kapsamı tam olarak anlaşılamadığı için büyük ölçüde belirsizdir. Başka bir ifadeyle, dışsallığın maliyetini ölçmek zordur. Son olarak, sera etkisi küresel bir meseledir ve kirleticiler ile mağdurlar dünyanın farklı bölgelerine ve farklı milli sınırlara dağılmıştır.3

Dolayısıyla ILO da iklim değişikliğinin yol açtığı yıkımın gecikmeli olarak ortaya çıkması ve sorumlular ile mağdurlar arasındaki mekânsal-zamansal mesafe karşısında küresel kapitalizmin ve serbest piyasa mekanizmalarının ellerinin büyük ölçüde bağlı olduğunu kabul etmiş durumda. IPCC iklim değişikliğini aynı zamanda bir “küresel müşterekler” problemi olarak tanımlıyor.4 Bu anlamda belirli konularda küresel işbirliğinin yerel, ulusal ve bölgesel politikalarla peş peşe bir gereklilik olduğunu belirtiyor. Bu noktada ise karşımıza kapitalizmin küresel ölçekteki bir müşterek için harekete geçmeyi neredeyse imkânsız kılan ekonomi politik yapısı çıkıyor. Harvard Üniversitesi’nden Joseph E.Aldy’nin de belirttiği gibi,5 emisyonların azaltılması küresel bir fayda sağlayacak, ancak hiçbir birey, şirket veya devlet bunu tek başına hayata geçirmeye muktedir değil. Dolayısıyla tam bir küresel işbirliğine ihtiyacımız var. Birbiriyle rekabet halindeki blokların, devletlerin, endüstrilerin ve şirketlerin bu işbirliğini nasıl sağlayacağı tam bir muamma.

Bir başka paradoks ise düşük karbon ekonomisine geçişin (on yıllarla ifade edilebilecek uzun vadede ekonomik fayda sağlasa bile) kısa vadede maliyetli oluşu. Neredeyse geride bıraktığımız otuz yılı bulan iklim müzakereleri özünde bu maliyeti kimin nasıl karşılayacağı konusuna ve buna dair mekanizmalar yaratmaya odaklandı, ancak henüz ortaya çıkartılabilmiş gerçekçi bir çözüm yok. İklim krizinin tam olarak öngörülemez yapısı, yeni koşullarda ortaya çıkacak küresel rekabetin şirketlere etkisi hakkındaki belirsizlikler ve pazar ekonomilerinin plansız, kaotik kompozisyonu dönüşümün maliyetinin üstlenilmesindeki temel zorluklar olarak karşımıza çıkıyor. Ana akım iktisadın bize sağladığı araçlarla oluşturacağımız iklim politikalarının ihtiyaç duyduğumuz ekonomik dönüşümü başarıya ulaştırabileceğini düşünmek, krizin ciddiyetini ve derinliğini göz önüne getirirsek en hafif deyimle naiflik. Şimdi kapitalizmin bize sağladığı dönüşüm mekanizmalarının neler olduğuna bakalım ve buradan nasıl bir iklim politikasına doğru yol almamız gerektiğiyle ilgili ipuçları çıkarmaya çalışalım.

 

Karbon Vergisi

Ekonomideki ana akım eğilim, iklim krizini ortaya çıkaran temel faktörün karbon emisyonlarının fiyat mekanizması tarafından içerilmemesi olduğu tezinden yola çıkıyor. Bu görüşe göre, belirli bir ekonomik faaliyet eğer doğa ve insanlar üzerinde negatif bir etki yaratıyorsa, piyasalar hâlihazırda dışsal olan bu faktörü fiyat mekanizmasına dahil ederek sorunun üstesinden gelebilir. Bu mantığın iklim değişikliğine uyarlanması ise şu şekilde vuku buluyor: Eğer atmosfere karbon salmanın hemen olmasa bile zaman içerisinde doğa ve ekonomik sistemler üzerinde negatif bir etki yarattığını biliyorsak, atmosfere sera gazı salmanın bedava olduğu durum değiştirilmelidir. Yani kirleten bunun parasını ödemeli, zaman içerisinde iklim değişikliğine sebep olan ürünler diğerleri karşısında fiyat dezavantajı kazanmalı ve bu yolla da tercih edilmez hale gelmelidir. Bu doğrultuda oluşturulmuş iki temel mekanizmadan bahsedilebiliriz, karbon vergisi ve karbon piyasaları. Bir üçüncü iklim politikası aracı ise doğrudan düzenlemeler ve kanun koyucu tarafından oluşturulmuş standartlar olarak ifade edilebilir. Bu üçüncü yol oldukça etkin ve hızlı sonuç alma potansiyeline sahip, ancak hükümetler doğrudan düzenleme getiren mekanizmalar kullanmanın ekonomilere yük getireceği kaygısı ile genelde ilk iki seçeneğe odaklanıyor.

Karbon vergisi yaklaşımının ekonomik kökeni Arthur Cecil Pigou’unun 1920’de yazdığı Refahın Ekonomisi kitabında ortaya attığı görüşlere dayanıyor. Pigou toplumsal refah üzerine yazarken, çevreye ve insanlara zarar veya yarar getiren ekonomik faaliyetlerin oluşturduğu dışsallık üzerine de fikirler öne sürdü. Cambridge’de Alfred Marshall’ın ardından politik ekonomi dalında profesör olan ve kendisi de bir ana akım iktisatçı olan Pigou, bu dışsallığın bir marjinal sosyal maliyet veya sosyal fayda yaratacağını düşünüyordu. Dolayısıyla devlet eğer toplumsal refahı yükseltmek istiyorsa negatif dışsallık yaratan faaliyetlere ek bir vergi uygulamalı, pozitif dışsallık yaratan faaliyetlere ise teşvik vermelidir. Yani fiyatların göreceli olarak ayarlanması, toplumsal refaha etki eden bir dizi dışsal faktörün pazar mekanizması tarafından içerilmesini sağlar.

Karbon vergisi Avrupa’da 1990’lı yıllardan beri var olan bir uygulama. Çevre Vergi Reformu adı altında bu düzenleme ilk olarak Danimarka, Finlandiya ve İsveç’te, ardından Almanya, Hollanda ve İngiltere’de hayata geçirildi.6 Birçok ülke aynı zamanda bu vergiden topladığı geliri istihdamı ve düşük karbon emisyonuna sahip sektörleri teşvik etmek için kullandı. Vergi politikasının avantajı hem esnek bir enstrüman olarak farklı biçimlerde hedeflenebilmesi (örneğin karbon vergisi enerjinin belli bir türüne, tüketime veya üretime dönük uygulanabilir), hem de doğrudan bir fiyat sinyali verdiği için etkin bir araç olması.7 Vergilendirme büyük bir idari maliyet getirmediği için de tercih ediliyor. Ancak bu politikanın uygulandığı ülkelerde ne düzeyde bir dönüşüme yol açtığı bir soru işareti. Küresel bir iklim politikasının geçerli olmadığı durumda tek tek ülkelerde ve olması gerekenden düşük seviyede belirlenen ekolojik vergiler ihtiyacımız olan dönüşümü sağlamanın oldukça uzağındalar.

Almanya bu açıdan çarpıcı bir örnek olarak değerlendirilebilir. Çevre ile ilgili vergiler ülkede 2014 yılında toplanan toplam verginin yüzde 8,9’una kadar ulaştı. 2002-2014 yılları arasında Almanya’da toplanan çevre vergileri yıllık olarak 55-60 milyar avro gibi rakama tekabül ediyordu. Gelişmekte olan ülkelerle kıyaslarsak bu çok büyük bir rakam. Lakin piyasa mekanizmaları dediğimiz şeyin ülke sınırları içinde düzenlemelere tabi olduğunu, piyasaların ise küresel ölçekte çalıştığını unutmamak gerekiyor. Firmaların sadece belirli ülkelerde uygulanan bir karbon vergisinden kaçması günümüz koşullarında zor değil. Avrupa’da bir çok şirketin karbon emisyonu yoğun olan ekonomik faaliyetlerini, ki bu genellikle imalatın gerçekleştirildiği fabrikalar oluyor, böylesi ekolojik vergilerinin uygulanmadığı yerlere kaydırması bir vaka olarak karşımızda. Türkiye gibi karbon vergisi uygulamayan yerler bu anlamda Avrupalı şirketlerin en çok tercih ettiği ülkeler arasında yer alıyor.

Karbon vergisinin gelişmekte olan ekonomilerde de uygulanabileceği son dönemde literatürde daha sık tartışılmaya başlandı. Sonuç itibariyle küresel ısınmayı durdurmak için gelişmiş ülkelerin karbon emisyonlarını azaltması, gelişmekte olan ülkelerin ise yüksek karbon emisyonuna sahip bir büyüme patikası izlememesi gerektiği açık bir gerçek. Bu noktada hükümetler tarafından karşımıza konan en önemli karşı argüman rekabet edebilirlik oluyor. Gelişmekte olan ülkeler yoksulluk ve yüksek işsizlikle mücadele etmek için yatırım maliyetlerini olabildiğince düşük tutma eğilimindeler. Dolayısıyla karbon vergisi gibi uygulamaların büyümeye ve toplumsal refaha zarar vereceği algısı yaygın. Oysa bu gerçeği yansıtmıyor. Aksine karbon vergisi gelişmekte olan ülkeler için muadillerine göre daha etkin bir iklim politikası aracı.8 Ayrıca emisyondan elde edilecek vergi gelirinin doğru şekilde kullanılması ile hem düşük karbon ekonomisine geçişi sağlamak hem de istihdama destek olmak mümkün.

Hamburg Üniversitesi’nde yürüttüğüm doktora çalışması kapsamında oluşturduğum bir makro-ekonometrik model ile Türkiye’de olası bir karbon vergisinin büyümeye ve istihdama etkisini araştırıyorum. 1988- 2012 yılları verilerine dayanarak otoregresif vektör analizi yöntemiyle yaptığım çalışmada karbon vergisini ve eş zamanlı olarak vergiden elde edilecek gelirin farklı iklim politikası varyasyonlarında kullanılmasını analiz ettim. Ulaştığım sonuç, karbon vergisinden elde edilecek gelirin düşük karbon emisyonu olan sektörlerdeki istihdamı desteklemek için kullanılmasını durumunda bu politikanın kısa vadede hem düşük karbon ekonomisine geçiş yönünde gerçekçi bir yapısal dönüşümü başlatacağı, hem de toplamda büyümenin ve istihdamın bu dönüşümden negatif etkilenmeyeceği yönünde. Benzer bir çalışmayı ILO 2009 yılında sanayileşmiş 9 ülke için yayınlamış, karbon vergisi ve istihdamın desteklenmesi programıyla ekonomilerin küçülmeyeceği, aksine hafif bir iyileşme görüleceği bulgusuna ulaşmıştı.9

 

Karbon Piyasaları

Bir diğer yaygın uygulama alanı olan politika ise emisyon ticareti sistemi. Bu yaklaşım özünde karbon vergilerinin yeterince etkin olmadığı tezinden yola çıkıyor. Şöyle ki, çevre vergileri topluma zarar veren bir ekonomik faaliyetin yarattığı dışsallığı düzeltmeyi hedefleyen ve doğrudan hükümet eliyle, çoğunlukla sektör bazında uygulanan bir enstrüman. Ancak ana akım iktisat düşüncesinden türemiş bu öneri bile, 1960’lı yıllardan itibaren akademi dünyasında egemen hale gelmeye başlayan neoliberal yazın tarafından aşırı merkezi ve etkin olmayan bir yöntem olarak eleştirilmeye başlandı. Bu eleştiriyi 1960’da kaleme aldığı “Sosyal Maliyet Problemi” isimli makalede dile getiren Nobel ödüllü ekonomist Ronald Coase, Pigou’nun sorunu yanlış koyduğunu, bu nedenle de yanlış bir sonuca ulaştığını iddia ediyordu. Coase’a göre sorun A’nın B’ye zarar vermesi, dolayısıyla A’nın faaliyetlerinin engellenmesi olarak konmamalıdır. Aslında mesele karşılıklıdır ve amaç en ciddi olan zarardan korunmaktır. Dolayısıyla karar vermek gereken şey A’nın mı B’ye, yoksa B’nin mi A’ya zarar vermesine müsaade edileceğidir. Coase’un bunu açıklamak için verdiği örneklerden biri üretim tesisi nedeniyle kirlenen bir nehir. Eğer üretim nehirdeki balıkların ölümüne sebep oluyorsa, karar verme kriteri ölen balıkların ekonomik değeri ile üretimin yarattığı değerin karşılaştırılması olmalıdır.10 Karar toplam ve marjinal fayda seviyelerine bakarak alınacaktır. Bir diğer örnek ise konfeksiyon atölyesindeki makinelerin gürültüsü nedeniyle rahatsız olan bir komşu doktor muayenehanesi. Konfeksiyon atölyesi o kadar gürültülü çalışmaktadır ki, doktor hastalarını stetoskop ile dinlemekte zorlanıyor. Eğer bu durumda doktoru korumak ister isek, konfeksiyon atölyesinin üretimini azaltacak önlemler alacağız, veya tam tersi bir durum yaşanacak. Coase bu tür durumlarda sosyal optimumu bulmak için tarafların birbiriyle müzakere etmesini sağlayacak bir sorumluluk paylaşımı ve mülkiyet hakları tesisi metodu önerir. Coase teoremi olarak ifade edilen bu yaklaşım, ancak şu dört temel varsayım altında geçerlidir: Mülkiyet hakları net olarak tanımlanmalı, işlem masrafları sıfır veya sıfıra yakın olmalı, etkilenen tarafların sayısı sınırlı olmalı ve son olarak tarafların zenginliğinden bağımsız olarak aynı etkin sonuca ulaşılabilmeli, yani bir servet etkisi olmamalıdır.

Coase teoreminin iklim politikasına uygulanması bir anlamda havanın devletlerin mülkiyeti temelinde tanımlanmasına ve sera gazı emisyonlarına belirli sınırlar ve kotalar getirilmesine dayanıyor. Buna göre oluşturulan karbon piyasalarında devletler kabul edilebilir buldukları emisyon oranlarını belirliyor, devamında bu izinleri ticareti yapılabilir küçük sertifikalar haline getirip satıyor veya dağıtıyor. Her bir şirket sistemde kirletici olarak değerlendirildiği ve ancak belirli bir miktara kadar emisyon yapma hakkına sahip olduğu için, firma düzeyinde ek emisyon hakkı alımı yoluyla atmosferi kirletme veya düşük karbon sistemlerine yatırım yapma arasında tercih gerçekleştiriliyor. Ana akım iktisat düşüncesi bu yolla firma düzeyinde en etkin kaynak dağılımı kararlarının alınacağını iddia ediyor. Kyoto Protokolü’nde bu yaklaşımdan yola çıkılarak gönüllü ve zorunlu karbon piyasaları tanımlandı. Zorunlu karbon piyasaları içinde ise Ortak Uygulama, Temiz Kalkınma Mekanizması ve Emisyon Ticareti mekanizmaları oluşturuldu.

Avrupa Birliği 1995 yılında yayınladığı İklim Stratejisi içerisinde karbonun vergilendirilmesini ve maliyet etkinliği olan politikalar ile sera gazı emisyonlarını azaltmayı hedefliyordu. Büyük şirketler 1990’lı yılların ortalarından itibaren küresel iklim değişikliğini kabul etmeye ve yeşil ekonomi odaklı işlere odaklanmaya başlamıştı. Fakat aslında şirketlerin yaptığı şey yeni koşullara uyum sağlamaktan ve iklim değişikliğini geriletmek için aktif politikaların uygulanmaya başlandığı bir döneme kendi çıkarları ekseninde müdahale etmekten ibaretti.11 Böylelikle büyük oyuncular bu süreçte iklim politikasının oluşturulmasında söz sahibi oldular ve hükümetlere neoliberal, piyasa temelli çözümleri dayattılar. Emisyon ticaret sistemlerinin popülerleşmesi de bu sürece denk geliyor. ABD’de ve Avrupa’da Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’nın (OECD), Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD)’ın ve Uluslararası Enerji Ajansı’nın da desteklediği karbon ticaret sistemleri 1990’lı yılların ikinci yarısında iklim politikasının ana enstrümanlarından biri haline geldi.12 İşverenlerin stratejisi bu yeni süreçte sadece kapasitelerini geliştirmeye ve kendileri açısından daha zahmetli olan etkin iklim politikalarını işlevsizleştirmeye değil, aynı zamanda iklim değişikliği çerçevesinde yeni bir ticari söylem oluşturmaya ve kendi ürünlerini piyasaya ‘yeşil’ ürünler olarak sunmaya odaklanıyordu. Kyoto Protokolü 1997 yılında böylesi bir arka planda, ABD’nin ve AB’nin istediği gibi esnek mekanizmaları ve karbon ticaret sistemini içerecek şekilde düzenlendi.

 

Temiz Kalkınma Mekanizması

Türkiye’yi de yakından ilgilendiren bir çerçeve olan Temiz Kalkınma Mekanizması (TKM), görünürde endüstrileşmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelerde düşük karbonlu bir kalkınma patikası izlenmesine katkı sağlaması amacını güdüyor. TKM sayesinde endüstrileşmiş ülkeler arzu ederlerse kendi ekonomik faaliyetlerini düşük karbon emisyonu yapacak şekilde düzenlemek yerine, gelişmekte olan ülkelerin düşük karbon emisyonlu kalkınma programlarına maddi katkı sağlayarak geleneksel üretim patikalarına devam edebiliyorlar. Bu da TKM yoluyla sağlanan karbon emisyon düşüşünü, fona katkı sağlayan ülkelerin karbon ticaret sistemindeki sorumluluklarını azaltarak yapılıyor.

İklim değişikliğinden büyük ölçüde endüstrileşmiş ülkelerin sorumlu olduğu gerçeğinden yola çıkan gelişmekte ülkeler, kalkınmanın yoksulluğu önlemek ve refahı sağlamak için bir zorunluluk olduğunu iklim müzakerelerinde sıklıkla ifade ettiler. Buradan yola çıkarak iklim politikalarının küresel adaletsizliği önleme gibi bir sorumluluğu olduğu dile getirildi. TKM asıl olarak gelişmekte olan ülkelere teknoloji transferi sağlaması ve maliyet etkinliği olan karbon azaltım politikalarını teşvik etmesi açısından önemseniyordu.

Ancak uygulamaya baktığımızda başka bir gerçekle karşılaşıyoruz: Bu mekanizma her ne kadar iklim krizine bir çözüm yaratmak için ortaya atıldıysa da, bugüne dek daha çok sorunun bir parçası oldu. Birleşmiş Milletler raporlarına göre (Türkiye’de de uygulama sahası bulan) TKM’nin dengeleme yaklaşımı karbon emisyonlarını azaltmak yerine artırdı.13 Türkiye ölçeğinde söylersek TKM ile çok sayıda hidroelektrik santral (HES) projesine destek sağlandı. Yani ekonomik olarak zaten kârlı olan HES gibi enerji yatırımları daha da düşük maliyetlerle hayata geçirilmiş oldu. Bir çok gelişmekte olan ülkede TKM ile mega projeler fonlandı. Fakat bu, kapitalist mekanizmaları akla getirdiğimizde çok da garipsenemeyecek bir durum. Maksimum düzeyde sermaye hareketi yaratmak isteyen fon yöneticileri ister istemez en kârlı yatırımlara yönelmek, işe ‘ağacın yere en yakın meyvelerini toplayarak’ başlamak zorunda.

2008 yılında 63 milyar dolarlık bir değerle dünyanın en büyüğü haline gelen Avrupa Birliği Karbon Ticaret Sistemi’ne baktığımızda da karbonun ticari bir meta haline getirilmesinin doğa için olumlu sonuç yaratmadığını, aksine iklim sistemlerine zarar veren şirketlerin ve endüstrilerin bu mekanizmalar sayesinde korunduğunu görüyoruz. İşveren lobileri devletleri ve Avrupa Birliği’ni etkileyip bu süreç içinde çıkarlarını maksimize etmekte başarı sağladılar ve böylelikle karbon emisyon sertifika fiyatları zaman içinde düştü. Çeşitli manevralarla durumu geçiştirmek ve iklim krizini derinleştirmek daha ucuz bir iş haline gelince de sistem anlamsız bir mekanizma haline geldi. 2008 ekonomik krizinin ardından popüler hale gelen yeşil büyüme perspektifinin de asıl amacının iklim krizini çözmek değil, düşük karbon emisyonlu teknolojik inovasyonlar yoluyla kapitalist büyüme paradigmasına yeni soluklanma alanları açmak olduğu aşikâr.

 

İklim Politikaları, Küresel Adaletsizlik ve Antikapitalist Mücadele

Newell ve Paterson böylesi mekanizmaları iklim kapitalizmi olarak değerlendiriyor ve bunların sınırlılıklarına dikkat çekiyor. Karbon ekonomisi denilen şeyin bir sahtekârlıktan ibaret olup olmadığını inceledikleri kitapta ifade ettikleri şu nokta önemli: “Birçok eleştiri size karbon ticaretinin, dengelemenin ve TKM çerçevesinde hayata geçirilen projelerin bir bütün olarak kurnazca planlanmış muhasebeye, kanıtlanamaz varsayımlara ve para kazanma güdüsüyle kendi ülkesindeki sorumluluklardan kaçmanın yeni ve özenli yollarına dayandığını söyleyecektir.”14 Tüm tekil örneklerde bunun izlerini görebiliyoruz, çünkü iklim kapitalizminin asıl amacı küresel ısınma vesilesiyle kâr sağlamak. Ayrıca TKM içerisinde bir küresel denge mekanizması da yok, dolayısıyla yatırımcılar en kârlı gördükleri gelişmekte ülke pazarlarına yöneliyorlar. Böylelikle toplam TKM destekli projelerinin yüzde 60’ı Çin, Hindistan ve Brezilya gibi üç ülkeye yönelirken, Afrika kıtası toplamda projelerin yüzde 1,86’sını alabildi.15

TKM projeleriyle ilgili kararın, yani fonun hangi ülkeye ve hangi projelere aktarılacağının tek taraflı olarak endüstrileşmiş ülkeler tarafından belirleniyor olması karbon kolonyalizmi eleştirisini de beraberinde getirdi. Newell ve Paterson, ‘Kyoto Protololü’nün babası’ olarak bilinen büyükelçi Raul Estrada-Oyuela’nın anlaşma ile ilgili tek rezervinin müşterek uygulama içinde değerlendirilse de TKM’nin tek taraflı tasarlanmış yapısı olduğunu aktarıyorlar. “Böylesi bir eşitsizlik Antik Yunan döneminden beri gördüğümüz tüm kolonileştirme örneklerinin kökeninde yatıyor.”16 Bu sömürü mekanizmasını açıklayan en iyi kavramın kolonyalizm olup olmadığı tartışmasını şimdilik bir kenarda tutalım. Vahşi kapitalizmin nasıl bir iştahla saldırıya geçtiğini Norveçli bir şirketin Uganda’da hayata geçirdiği 13 köyde yaşayan 8000 kişiyi yerinden eden bir karbon depolama projesinde görebiliyoruz. 17 Dünyanın yoksul ve gelişmemiş bölgelerinin iklim değişikliği gerekçesiyle yatırım alanına çevrilmesi kime ne kadar yarar ne kadar zarar getirir, bu şekilde iklim adaleti sağlanabilir mi soruları bütün çıplaklığıyla ortada duruyor.

Küresel kapitalizmin bugüne dek ortaya attığı araçlar ile iklim sistemlerine verilen zararı durduracak köklü bir toplumsal dönüşüme öncülük etme potansiyelimizin olmadığı açık. Var olan mekanizmalarda çok sayıda boşluk bulunuyor ve kâr etmek isteyen şirketler bu boşluklardan kolaylıkla sızabiliyor. Ancak yine de altını çizerek belirtmeliyiz ki, içinde yaşadığımız bu akıl dışı koşullarda bile sistemin sınırları zorlanabilir ve birçok iyileştirme (en azından teorik olarak) yapılabilir. Örneğin küresel çapta bir karbon vergisi uygulanabilir ve böylelikle tüm sektörlerin ihtiyacımız olan zaman dilimi içerisinde dönüşümü sağlanabilir; adil ve etkin bir geçiş sürecini garanti altına almak için ekonomi planlı hale getirilebilir; iklim dostu yeni standartlar belirlenebilir; düşük karbon teknolojilerini geliştirmek için daha büyük araştırma bütçeleri ayrılabilir… Yerel ve küresel düzlemde uygulamaya konabilecek daha birçok şey sayabiliriz. Can alıcı nokta şu ki bu adımlar ancak içinde yaşadığımız sistemi bu politikaları uygulamak zorunda bıraktığımız koşulda hayata geçirilebilir. Dolayısıyla bir yandan böylesi bir hareketi inşa etmeye odaklanmamız, bir yandan da bu hareket içinde kapitalist mekanizmaların insanlığı neden iklim krizinin ucundan alabilecek politikaları hayata geçiremediğini tartışmamız gerekiyor. Bu tartışma ister istemez bizi karbon ticareti gibi boş çözümlerin ötesine götürecek ve radikal bir toplumsal dönüşümün temellerini atmamızı sağlayacaktır.

İklim değişikliği doğrudan kapitalizmin bir ürünü. Sorun sadece şu veya bu patronun iklim değişikliğini umursamamasından veya siyasetçilerin duyarsızlığından değil, içinde yaşadığımız sisteme içkin olan mekanizmalardan kaynaklanıyor. Küresel sermaye ve devletler tam da bu nedenle iklim krizi söz konusu olduğunda tökezleyip duruyorlar. Kapitalist sistemde geçerli olan temel prensip üretimin ihtiyaçlar için değil, sermaye birikimi için yapılması. Düzenin ekonomik öğretisi diyebileceğimiz klasik iktisat akımı serbest piyasa koşullarında kendi çıkarlarını maksimize etmek isteyen şirketlerin ve bireylerin otomatik olarak üretim faktörlerinin etkin dağılımını sağlayacağı varsayımından hareket ediyor ve bu şekilde isteyen herkesin çalışabileceği bir tam istihdam çarkı kurulabileceğini iddia ediyor. Oysa gerçekte olan şey bunun tam tersi. Kârlarını maksimize etmek

bir seviyenin altına indirilmiyor. ‘Talebi düşürmemek’ için kartellerin 1900’lü yılların başından beri adına ‘planlı eskitme’ denilen bir yöntemle fazla sağlam mal üretmemek üzerine mühendislik çalışması yaptırdığı, yani ürünleri belli bir zaman içinde bozulacak şekilde tasarladığı; satılmayan fazla ürünlerin piyasa fiyatlarını düşürmemek için parçalanarak yok edildiği bir sistem kapitalizm. Chris Harman’ın dediği gibi tam bir tımarhane ekonomisi.

 

Kapitalizm Altında Küçülme Mümkün mü?

Bununla beraber büyümeye odaklı olan endüstriyel kapitalizmin doğal kaynakları sınırlı olan bir dünyada sonsuza kadar bu büyüme oranlarını sürdüremeyeceğini sezgisel olarak kolaylıkla söyleyebiliriz. 1972’de yayınlanan ‘Büyümenin Sınırları’18 raporuyla başlayan bu tartışma günümüz iklim adaleti hareketi içerisinde çeşitli boyutlarıyla devam ediyor. Herman Daly ve Robert Constanza gibi ekolojik iktisat çerçevesinden konuya yaklaşan yazarlar sürdürülebilir bir gezegenin ancak ekonomik büyümenin durdurulmasıyla mümkün olabileceğini ileri sürüyorlar. Daly’den aktarırsak: “Durgunluk ekonomisini sabit bir nüfusa sahip, sabit bir sermaye stoğu olan, ekolojik sistemlerin absorbe edip dönüştürebileceği kadar az üretim yapan bir ekonomi olarak tanımlayabiliriz.”19 Küçülme ekonomisi önemli ölçüde doğal sermayenin sistem içerisinde tam ve doğru olarak tanımlanmasına ve kapitalizmin sıkı bir regülasyona tabi tutulmasına dayanıyor.20 Bir başka deyişle yeni büyüme konsepti Gayri Safi Milli Hasıla’nın artması ve daha çok ürün imal etmek ile değil, insan hayatındaki ve ürünlerdeki niteliksel gelişmeyle ifade ediliyor. Daly’nin böyle düşünmesinin sebebi artık ‘ekonomik olmayan büyüme’ döneminde olmamız, yani doğal sermayedeki yıkımın tüketimdeki artışın yarattığı faydayı geçmiş olması.21 Doğal sermaye sistem içinde tanımlandığında var olan büyüme ekonomisinin optimal olmadığı ortaya çıkacak ve kapitalizm küçülme veya durgunluk noktasında bir dengeye gelecek.

Hollandalı sosyalist Frederik Blauwhof az önce referans verdiğim Ecological Economics dergisindeki makalesinde Richard Smith ve Philip Lawn arasındaki tartışma üzerinden küçülen bir kapitalizmin gerçekleşme olasılığını tartışıyor. İfade etmek istediklerimi çok iyi özetlediği için o yazıdan aktaracağım. Smith “Büyümenin mi, kapitalizmin mi ötesinde?” başlıklı makalesinde “kapitalizm üretici güçleri geliştirmeden, daha çok pazar elde etmeden ve daha çok kaynak tüketmeden var olamaz” diye yazıyor.22 Marx’ın kapitalist üretim modelini analiz ederken vardığı sonuç da buydu. Smith bu argümana üç gerekçe öne sürüyor. Birincisi, üretim sürecinde emeğin giderek daha fazla uzmanlaşması. Bu süreç ister istemez üretkenliği ve üretim bantlarındaki ürün sayısı artırıyor. Bir diğer faktör teknolojiye ve inovasyona daha çok yatırım yapmak için daha fazla pazar payı mücadelesine girme zorunluluğu. Üçüncüsü ise belirli bir büyüklüğün üzerindeki tüm şirketlerde yatırımcıların ve ortakların şirket yöneticileri üzerinde uyguladıkları daha fazla kâr baskısı. Eğer kazara büyük bir şirketin kârlarında düşüş olursa, başta üst düzey yöneticiler olmak üzere geniş bir çalışan kesim işlerinden oluyor. Şirketlerde kimse bu sonuçla karşılaşmak istemediği için büyümenin sınırları zorlanıyor.

Smith’e göre 2008 krizi bir anlamda küçülme ekonomisinin test edildiği bir süreçti. Ortaya çıkan şey şu oldu ki büyümenin olmadığı bir ortamda kapitalizm kendisi açısından işlevsel olmayan üretici güçleri tasfiye yoluna gidiyor. Ayrıca Daly’nin iddia ettiği gibi üretimin giderek niteliksel bir görünüm kazandığını doğrulayan bir verimiz yok. Kaynakları daha az kullanma yoluna gittiğimizde bunun sonucu fiziksel üründeki azalma olacak. Dolayısıyla işsizlik artacak ve sistem tekrar krize yuvarlanacak.

Lawn bu makaleye verdiği cevapta kapitalizmin kutsal parolasının “ya büyü, ya öl” değil, “ya kâr et, ya öl” olduğunu yazıyor. Öyleyse rekabetin şiddetlendiği bir ortamda büyümeden de kâr edilebileceğine göre Smith’in eleştirisi Daly’yi haksız çıkarmaz. İş bölümü ve uzmanlaşma konusunda ölçeğe göre getirilerin olduğu piyasalarda firmaların büyümelerinin bir aşamada kendiliğinden duracağı savını ifade eden Lawn, son olarak da firma yöneticilerinin kârlılığı artırmak için üç yol izleyebileceğini söylüyor. “Şirket (1) daha fazla üretmeyi ve satmayı seçebilir; (2) daha kaliteli ürünler ortaya koyarak aynı miktarda ürünü daha yüksek bir fiyata satabilir (ciro artarken maliyet sabit kalır); ve (3) aynı miktar üretimi daha verimli yapabilir.”23 Yani izlenebilecek üç yoldan ikisinde büyüme olmadan kârlılığı artırmak mümkündür. Eğer şirketler bazında bu mümkünse toplam büyümeyi artırmadan aynı yol makro ekonomik ölçekte de izlenebilir. İşsizlikle ilgili ise Lawn’ın argümanı, küçülen kapitalizm zaten regüle edilen bir sistem olacağı için onlara devletin iş garantisi verilebileceği.

Blauwhof ’a göre Lawn’ın öne sürdüğü birinci senaryoda milli hasılada büyüme yaşanırken, üçüncü senaryoda büyüme olmayacağı açıkça görülüyor. Ancak üçüncü senaryoyu makro ölçekte düşündüğümüzde verimlilik artışı daha az işgücü anlamına geleceği için, bu durum toplam talepte bir azalma yaratacak, yani üretilen malların bir kısmının depolarda kalması pahasına küçülme yaşanacaktır. Lawn’ın öne sürdüğü ikinci senaryo ilk bakışta üretimi artırmadan milli hasılayı artıracak gibi görünse de, ücretlerin sabit kaldığı makro ekonomik tabloda daha pahalılaşan ürünlerin nasıl satın alınacağı sorusu açıkta kalıyor. Blauwhof böylesi bir ekonomide ya ücretleri fiyatlar düzeyinde artırıp birikim yapmama yoluna gidilebileceğini, ya da elde edilen birikimin yatırım yerine tüketime yönlendirilmesiyle dengenin korunabileceğini vurguluyor.

Blauwhof ’un ileri sürdüğü argümanlara bir de uluslar arası rekabet faktörünü eklersek, aynı ürün için uzun süre fiyatları sabit tutmanın veya daha kaliteli bir ürünü daha pahalıya satmaya çalışmanın firmalar ve ülke ekonomileri için ölümcül bir risk olduğunu daha iyi görürüz. Bu nedenle küçülme argümanı açgözlü üretim ve tüketim çılgınlığına karşı radikal bir itiraz olsa da, kapitalist birikim ve rekabet mekanizmaları içerisinde kaldığı sürece gerçekçi bir alternatif değil. Ancak işçi sınıfının kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderdiği bir alternatif içerisinde üretimi ve tüketimi ihtiyaçlar ve gezegenin limitleri temelinde planlayabiliriz.

İklim adaleti hareketi olarak eğer gezegeni gerçekten kurtarmak istiyorsak kapsama alanımızı genişletmek, devletlerin ve şirketlerin –mış gibi yapan politikalarını ve politikacılarını radikal alternatiflerle değiştirmek, bunun için de toplumsal değişimin aktörleriyle uzun vadeli işbirliği zeminleri kurmak zorundayız. Kapitalizmin iklim değişikliği konusundaki ufku atmosfer gibi bir bakıma küresel müştereğimiz olan bir varlığı karbon piyasaları yoluyla metalaştırılmaktan ve ticarete açmaktan öteye gitmiyor. Nasıl ki suyun, doğanın ve yaşam alanlarının özel sermayeye açılması bir felaket getirdiyse, kapitalist iklim politikaları da kaçınılmaz olarak bizi aynı yere götürecek.

Küresel iklim değişikliğini doğuran ve şiddetlendiren şeyin kapitalizme içkin olan birikim ve rekabet mekanizmaları olduğu tespitini yapmak, bizi, iklim krizini durdurmak için yürütülen mücadelenin aynı zamanda bu mekanizmaların yıkılması için verilen mücadeleyle bir arada gitmesi gerektiği sonucuna götürüyor. İklim krizini aşabilmek için bir an önce varmak istediğimiz düşük karbon yoğunluklu toplumun dayanması gereken ekonomik, siyasal ve kültürel temeller tartışması ile devrimci Marksist literatürün 150 yıllık deneyimden süzüp bugüne getirdiği sınıfsız, sınırsız ve paylaşımcı toplum tahayyülü arasındaki benzerlikler görünenden çok daha fazla. İşçi sınıfının ve iklim hareketinin giderek gelişen birlikteliği dünyayı aşağıdan yukarı bambaşka bir gezegen haline getirmeye muktedir.

 

Dipnotlar:

3 EC-IILS Joint Discussion Paper Series, 2011b, s.4

4 Edenhofer vd., 2014, s. 38

5 Aldy, 2016.

6 EC-IILS Joint Discussion Paper Series, 2011b, g.e.

7 EC-IILS Joint Discussion Paper Series, s. 10.

8 Pegels,

9 “Green Policies and jobs: A double dividend?” World of Work Report 2009: The Global Jobs Crisis and International Labour Organization (ILO)

10 Coase, 1960.

11 Matt, 215, s. 119.

12 a.g.e., s. 120.

13 Reyes, 2011.

14 Newell, Peter and Paterson, 2010. s. 129 15 a. g. e., s. 130

16 R. Estrada-Oyuela, 1998.

17 Bachram, 2006, s. 12.

18 Meadows, Meadows and Randers,2004.

19 Daly, 2008.

20 Blauwhof,

21 Blauwhof,

22   Smith, 2010.

23  Lawn, 2011.

 

Kaynakça

Aldy, Joseph E., 2016, “Mobilizing Political Action on Behalf of Future Generations”, Future of Children, v26 n1 s. 157-178. https://eric.ed.gov/?id=EJ1101430

Bachram, H., 2006, “Climate fraud and carbon colonialism: the new trade in greenhouse gases”, Capitalism Nature Socialism, 15(4).

Blauwhof, Frederik, 2010, The limits to capital accumulation – Radical analysis and strategy., https://www.degrowth.info/wp-content/ uploads/2016/06/Blauwhof.pdf

Blauwhof, Frederik, 2012, “Overcoming accumulation: Is a capitalist steady-state economy possible?”, Ecological Economics Volume 84, s.254-261. https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/ S0921800912001267

Coase, Ronald, 1960, “The Problem of Social Cost”, Journal of Law and Economics, Vol. 3 s. 1-44. http://www2.econ.iastate.edu/ classes/tsc220/hallam/Coase.pdf

Daly, H. E., 2008, A Steady-State Economy. Sustainable Development Commission, United Kingdom.

EC-IILS Joint Discussion Paper Series No. 12, 2011a, The Policy options and instruments for a green economy. s. 10. https://www. ilo.org/wcmsp5/groups/public/—dgreports/—inst/documents/ publication/wcms_194182.pdf

EC-IILS Joint Discussion Paper Series No. 13, 2011b, The double dividend and environmental tax reforms in Europe,

International Institute for Labour Studies.

Edenhofer vd., 2014, Climate Change 2014: Mitigation of Climate Change. Contribution of Working Group III to the Fifth Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate Change, Der.

Edenhofer vd. Cambridge University Press, Cambridge, United Kingdom and New York.

IPCC, 2014, Climate Change 2014 Synthesis Report – Summary for Policymakers. https://www.ipcc.ch/site/assets/uploads/2018/02/ AR5_SYR_FINAL_SPM.pdf

Lawn, P., 2011, “Is steady-state capitalism viable?”, A review of the issues and an answer in the affirmative. Der. Costanza, R., v.d. Ecological Economics Reviews, 1219. Annals of the New York Academy of Sciences, New York, 2011. s. 1–25.

Matt, Elah. Okereke Chukwumerije, 2015, “A neo-Gramscian account of carbon markets”. The politics of carbon markets , Der. Benjamin Stephan and Richard Lane. Routledge.

Meadows, D. H., Meadows, D. L. and Randers, J., 2004, Limits to Growth, the 30-year Update, Chelsea Green Publishing, White RiverJunction.

Newell, Peter and Paterson, Matthew, 2010, Climate Capitalism— Global Warming and the Transformation of the Global Economy . Cambridge, UK : Cambridge University Press.

Pegels, Anna, 2016, “Taxing Carbon as an Instrument of Green Industrial Policy in Developing Countries”, Discussion Paper

/ Deutsches Institut für Entwicklungspolitik. 2016. s. 7 https:// www.die-gdi.de/uploads/media/DP 23.2016.neu.pdf

  1. Estrada-Oyuela, 1998, “First approaches and unanswered questions”, Der. J. Goldemberg, Issues and Options: The Clean Development Mechanism , s. 23–9.

Reyes, O. 2011, “Zombie carbon and sectoral market mechanisms”,

Capitalism Nature Socialism, 22 (4), s. 117–135.

Smith, R., “Beyond growth or beyond capitalism?”, Real-World Economics Review

53, 2010. 28–42.

Stern, Nicolas, 2006, Stern Review: The Economics of Climate Change.

World of Work Report 2009: The Global Jobs Crisis and Beyond. International Labour Organization (ILO) “Green Policies and jobs: A double dividend?”.

sosyalizm