Yaşanabilir Bir Gezegen için Yol Haritası: Söndür Ateşi

Tuna Emren

Söndür Ateşi | Yeşil Yeni Düzen ve Küresel İklim İstihdamı,
Jonathan Neale, Z Yayınları, 2022

 

İklim çöküşünün dehşeti yalnızca iklim felaketlerinden ibaret olmayacak. Her zaman kapitalizmin ve egemenlerin kirli ellerinden damlayan kanlarla gelecek.[1]

Krizler çağında yaşıyoruz. Küresel ölçekli, iflah olmaz bir ekonomik krizle birlikte etkisi tüm dünyada hissedilen aşırı yoksullaşmaya bir de bundan iki yıl kadar önce – bu satırlar yazılırken henüz sonlandırılamamış olan – bir pandemi krizi eklendi. Salgın, toplumlarımızdaki eşitsizliğin, zulmün ve sistemik suistimalin boyutlarını sarih bir şekilde gözler önüne serdiğinde, insanlık için bir sağkalım mücadelesi anlamına gelen iklim krizinin yıkıcı sonuçlarını da tecrübe etmeye başlamıştık. Ve gemi azıya almışçasına birbirlerinin peşi sıra dizilerek geldi iklim afetleri.

2021 yılı iklim afetlerinden mütevellit bir yıl olarak yaşandı. Japonya’da Ocak ayında başlayan kar fırtınasında 70 kişi hayatını kaybetti, aynı günlerde Mozambik kıyıları 18 bin kişiyi yerinden eden Eloise kasırgasıyla savrulup atıldı. Kasırga Madagaskar, Zimbabve, Botsvana ve Güney Afrika’yı da ele geçirdi, onlarca kişinin ölümüne neden oldu, 250 bin kişinin yaşamını yıkıma uğrattı. Aynı ay Endonezya’da yaşanan sel felaketinde yüzlerce ev sular altında kaldı, binlerce kişi evinden oldu. Ülkede bundan sadece bir ay kadar sonra bir kez daha sel felaketi yaşandı, nehirler taştı ve yine binlerce kişi evsiz kaldı. Kenya’yı çekirgeler bastı. Çekirge istilası milyonlarca Kenyalıyı gıda ve beslenme güvensizliği riskiyle karşı karşıya bıraktı. Japonya’daki kar fırtınaları bir ay sonra çok güçlü bir kutup girdabıyla birleşerek Amerika kıtasını ele geçirdi – ve aynı günlerde Avustralya sular altındaydı. Meksika’dan ABD’ye 9 milyondan fazla insanı dondurucu soğukta elektriksiz bıraktığında tarihteki en ölümcül kar fırtınalarından birine tanık olduğumuz söyleniyordu. Aşırı yağışları hortum felaketleri izledi, onları da kum fırtınaları takip etti. Çin’de yaşanan kum fırtınası şehirleri yuttu, gökyüzünü turuncuya boyadı. İnsanlar günlerce zehirli hava soludular. Çok geçmeden yakıcı sıcaklar da geldi. Üstelik art arda kırılan sıcaklık rekorlarıyla… Dünya genelinde binlerce kişi benzeri görülmemiş sıcak hava dalgaları nedeniyle yaşamını yitirdi. Neredeyse tüm dünya kontrol altına alınamayan yangınlara sahne oldu. Avrupa kıtasında 1,5 milyon hektar orman arazisi kaybedildi.[2] Rusya’nın kuzeyindeki yangınlar Kuzey Kutbu’na kadar ulaştı. Sibirya’nın yangınları tek başına, dünyanın geri kalanında yaşanan tüm yangınların toplamından çok daha endişe verici bir hal almıştı. Zombi alevler adı verilen fenomen, turba yangınlarını kar örtüsünün altında için için yanar halde tuttu, hiç beklenmedik zamanlarda alevlenip 18,8 milyon hektardan fazla araziye yayıldılar. ABD’de kontrol altına alınamayan yangınların sayısı 58.733’ü buldu, 2,9 milyon hektar arazi kül oldu. Türkiye’de ise daha ilk iki gününde bile 21 ilde 63 orman yangınına şahit olunmuştu ki alevler kısa süre içinde 47 şehre yayıldı, yangınların sayısı 225’e ulaştı. Ağustos’a gelindiğinde 136.000 hektar orman arazisi kaybedilmiş, asırlık zeytinlikler ve tarım arazileri telef olmuştu.[3] Aynı günlerde Avrupa kentlerinde yaşanan şiddetli sellerde 100’den fazla kişi öldü. Seller yılın sonunda Asya’yı ele geçirdiğinde, insanların sular altındaki metro trenlerinde mahsur kaldığını gösteren fotoğraflara bakıyorduk. Japonya, Endonezya ve Hindistan’da milyonlarca iklim göçmeni yaratıldı. 2021 yılının Asya Pasifik halkları için bilançosu dehşet vericiydi: İklim afetleri 57 milyon insanın yaşamına çok ağır bir darbe vurdu.[4]

Tüm bunlar tek bir yıl içinde yaşandı. Daha da kötüsü, 2021, iklim çöküşüyle gelen felaketlerin neye benzeyeceğine dair bir fragmandı sadece. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) geçtiğimiz günlerde yayımlanan son raporu çöküşün hızlandığını, yakın gelecekte karşılaşacağımız iklim afetlerinin çok daha şiddetli olacağını gösteriyor.[5] “İnsanlık için kırmızı alarm” veren bir önceki raporun üstüne, BM Genel Sekreteri António Guterres’in dile getirildiği şekliyle, şu ana kadar karşılaştığımız en dehşet verici rapora bakmaktaydık; “Hayatım boyunca birçok bilimsel rapor okudum, ancak böylesini hiç görmedim.”[6]

IPCC’ye göre, insanlığın yarısı daha şimdiden, kendisini seller, kuraklıklar, gıda krizi, biyoçeşitlilik krizi, yakıcı sıcaklar, kasırga ve tayfunlar gibi çeşitli şekillerde gösterecek afetlerin beklendiği ‘tehlikeli bölgelerde’ yaşıyor ve pek çok ekosistem geri dönüşü olmayan bir yok oluşa sürüklenmeye başladı. IPCC, sıcak hava dalgaları ve sellerin şiddeti için, yeryüzü yaşamının, yani bitkiler ve hayvanların dayanabileceği sınırları aştığını söylüyor. Artık fiilen kendini göstermeye başlayan bu iklim felaketlerinden kaçış olmadığı, yakın gelecekte şedit bir gıda ve su krizi yaşanacağı, iklim değişimi kaynaklı felaketlerin ülke ekonomilerinde muazzam kayıplara yol açacağı da gösterilmiş. Ayrıca Türkiye’nin, aşırı hava olaylarına karşı, Avrupa’nın en kırılgan ülkesi olacağını da söylüyor.

2021’de binlerce kişi iklim çöküşüne bağlı afetler yüzünden yaşamını yitirdi, milyonlarcasının yaşamı altüst oldu. Rapor, ölümlerin katlanarak artacağını öngörüyor; 2050’ye yaklaşılırken yılda 30 bin ölüme tanıklık etmek zorunda kalabiliriz.

İklim hareketi için rehber niteliğinde bir çalışma

Dünya, henüz karşılaşmaya başladığı iklim felaketlerinin birinden diğerine olağanüstü bir hızla savrulurken bizler de Z Yayınları olarak, iklim hareketi için benzersiz bir rehber, hatta bir başucu kitabı olacağını düşündüğümüz bir çalışmayı Türkçe baskısına hazırlıyorduk. 2009’da Doğan Tarkan’ın çevirisiyle yayımlanmış olan Küresel Isınmayı Durduralım, Dünyayı Değiştirelim! adlı kitabıyla bilinen, sonraki beş yılını İngiltere’de İklim Değişikliğine Karşı Kampanya’ya (CCC: The Campaign Against Climate Change) adayan ve sendikaları bir araya getiren ilk iklim istihdamı tasarısı olan Bir Milyon İklim İşi’nin hayata geçirilmesi için çalışan yazar ve aktivist Jonathan Neale’nin merakla beklenen son kitabı Söndür Ateşi nihayet okurlarıyla buluşmaya hazır.

Kendisini böyle bir kitabı yazmaya iten süreci münhasıran dile getirdiği satırlarında bu olağanüstü çalışmanın bir özetini sunuyor adeta;

2009’dan bu yana zamanımın çoğunu ‘adil geçiş’ ve iklim işleri kampanyaları için sendikalarla çalışarak geçirdim. 2016 yılına dek birçok ülkenin sendikaları ve iklim kampanyaları için epeyce ayrıntılı raporlar hazırladım, düzenledim veya yazılmasına yardımcı oldum. Yaptığım işi seviyordum. Veriler, gerçekler ve ayrıntılarla uğraşmayı her zaman sevmişimdir zaten. Sendikalarla çalışmayı da severim. Onlarla birlikteyken evimdeymiş gibi hisseder ve davranırım. Neticede iki konuda uzmanlaşmış oldum. İlki, iklim istihdamı tasarıları ve iklim çöküşünü durdurmak için yapmamız gerekenlerdi. İkincisi ise tüm bunların sendikalara nasıl anlatılacağı kısmıydı.

Ve bu süreç beni 2015’te düzenlenen Paris iklim müzakerelerine götürdü. Tam bir felaketti! Bir yıl sonra gerçekleşen ABD seçimlerinde Trump’ın kazanmış olması da üstüne eklenince, küresel iklim hareketi o güne kadar koruduğu coşkusunu iyice yitirip yılgınlığa düşmeye başladı. Ama sonra beklenmedik üç gelişme yaşandı.

İlki, Greta Thunberg’in 2018’de başlattığı öğrenci grevleriydi. Önce televizyonda, sonra sokakta izledim bu gençleri. Greta tüm liderlerin bizi hayal kırıklığına uğrattıklarını, düpedüz çuvalladıklarını, bu aşamadan itibaren hareketin en ufak bir taviz vermemesi gerektiğini söylüyordu. ‘İşte bu!’ diye düşündüm; ‘Evet, kesinlikle haklısın!’ Öğrenciler inanılmazdı. Grevleri severim, dünyayı daha önce de defalarca değiştirdiler. Sokakları yine yepyeni bir nesil ele geçirmişti. Onların sayesinde artık geleceği de görebiliyordum.

Bir diğer beklenmedik gelişme, ABD’de Temsilciler Meclisine seçilmeyi başaran Alexandria Ocasio-Cortez’in tüm dünyayı Yeşil Yeni Düzen hakkında konuşturmaya başlatacak olan ısrarcı tutumuydu. Bu kitap üzerinde çalışmaya başlamam tam olarak o zamanlara denk geldi. Sokaklardaki yeni nesle iklim işlerinin, Yeşil Yeni Düzen’in nasıl işleyebileceğinin ve üstümüze düşenler konusunda öğrendiklerimin açıklanması gerektiğini düşündüm.

Son sürpriz de küresel bir salgının başlamasıydı elbette – ki bu da kitlesel işsizlikle sonuçlanan bir çevre felaketiydi özünde. Dolayısıyla artık iklim işlerinden bahsetmenin zamanı gelmiş çatmıştı. . .

Küresel antikapitalist hareketin önemli figürlerinden biri olan Neale, “Hemen harekete geçersek, hız kazanan iklim çöküşünü yavaşlatabileceğimiz o tarihi sınırda duruyoruz” diyerek yazmaya başladığı kitabında okuyucusunu önce iklim değişikliği bilimini tümüyle anlayabileceği bir süreçten geçiriyor; “Ne de olsa çözümlerimizi tasarlamaya başlamak için önce soruna net bir kavrayışla yaklaştığımızı bilmek gerekir.”

Küresel ısınmanın kimyası, fosil yakıtların ve sera gazlarının yapısı, emisyonların kaynakları ve yoğunlukları, aşılmaması gereken kritik eşikler, iklim çöküşünü hızlandıracak devrilme noktaları ve bir kez devreye girdiklerinde birbirlerini tetikleyecekleri bilinen geribildirim döngüleri derken, içine daldığımız bu krizin gerçek boyutlarını tüm netliğiyle görmeye başlıyoruz. Ardından yine kimsenin yapmadığı bir işe girişip, ileri derecede matematik bilgisine sahip olsun ya da olmasın tüm okuyucularının iklim kriziyle ilgili bilimsel çalışmaları incelerken karşılaşabileceği verileri kolayca anlayıp yorumlayabilmesi için bir pekiştirme sürecinden geçiriyor ki paylaştığı “sayıların gerçekte ne anlama geldiğine dair bir fikir geliştirmek” de mümkün olabilsin.

Ya yaşam ya kapitalizm: Biri için diğerinden vazgeçmek zorundayız

Emisyonların nasıl azaltılabileceğine dair bir yol haritası sunan kitap, kapitalizmin iklim krizine çözüm olacakmış gibi pazarladığı karbon fiyatlandırma mekanizmasını gerçek veriler ve bilimsel çalışmaların ışığında inceleyip kirli içyüzünü ortaya seriyor, hedefi şaşırtıp krizi daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmekten başka bir şey yapmadıklarını gösteriyor.

Erkin Erdoğan, Enternasyonal Sosyalizm’in beşinci sayısında yer alan “İklim Değişikliği: Kapitalizm Gezegeni Öldürürken” başlıklı harikulade makalesinde karbon bütçeleri ve karbon vergilendirmesinin mantığını şöyle özetliyordu:

Ekonomideki ana akım eğilim, iklim krizini ortaya çıkaran temel faktörün karbon emisyonlarının fiyat mekanizması tarafından içerilmemesi olduğu tezinden yola çıkıyor. Bu görüşe göre, belirli bir ekonomik faaliyet eğer doğa ve insanlar üzerinde negatif bir etki yaratıyorsa, piyasalar hâlihazırda dışsal olan bu faktörü fiyat mekanizmasına dahil ederek sorunun üstesinden gelebilir. Bu mantığın iklim değişikliğine uyarlanması ise şu şekilde vuku buluyor: Eğer atmosfere karbon salmanın hemen olmasa bile zaman içerisinde doğa ve ekonomik sistemler üzerinde negatif bir etki yarattığını biliyorsak, atmosfere sera gazı salmanın bedava olduğu durum değiştirilmelidir. Yani kirleten bunun parasını ödemeli, zaman içerisinde iklim değişikliğine sebep olan ürünler diğerleri karşısında fiyat dezavantajı kazanmalı ve bu yolla da tercih edilmez hale gelmelidir. Bu doğrultuda oluşturulmuş iki temel mekanizmadan bahsedilebiliriz, karbon vergisi ve karbon piyasaları. Bir üçüncü iklim politikası aracı ise doğrudan düzenlemeler ve kanun koyucu tarafından oluşturulmuş standartlar olarak ifade edilebilir. Bu üçüncü yol oldukça etkin ve hızlı sonuç alma potansiyeline sahip, ancak hükümetler doğrudan düzenleme getiren mekanizmalar kullanmanın ekonomilere yük getireceği kaygısı ile genelde ilk iki seçeneğe odaklanıyor.

IPCC bilim insanları, Jonathan Neale’nin kaleme aldığı şekliyle, aşağı yukarı şöyle bir nedensellikle ilerliyor:

Diyelim ki 1 Ocak 2021’den itibaren atmosfere 290 milyar ton CO2 saldık. O halde 1900’den bu yana gerçekleşmekte olan küresel ortalama sıcaklık artışının 1,5C’nin üzerine çıkma olasılığı yüzde 33’tür. Bu, her yıl 290 milyar ton salım yapabileceğimiz anlamına gelmez. Önümüzdeki yüzyıl boyunca – hatta belki de daha uzunca bir süre – geçerli olan toplam 290 milyar tonluk emisyon hakkımızı çoktan doldurduğumuz anlamına gelir.

CO2 emisyonlarımız 450 milyar ton olursa, bu kez 1,5C’yi aşma olasılığımız yüzde 50’ye yükselir. Olur da 750 milyar tonluk emisyon yoğunluğuna ulaşırsak o zaman da 1,5 derecelik sınırın üzerine çıkılma ihtimali yüzde 67’ye yükselir.

. . .

Güncel CO2 ve diğer uzun ömürlü gaz emisyonlarının yılda 45,5 milyar ton seviyesinde olduğunu hatırlayalım. Bu oranda salım yapmaya devam edersek önümüzdeki beş yıl içinde 1,5 derece sınırını aşma ihtimalimiz bulunuyor. On yıllık süreçteki şansımız ise yüzde elliden fazla değildir. Ve 15 yıl içinde bu sınırın geçilmiş olacağını söyleyebiliriz.

Öyleyse, bu çöküşü nasıl durduracağız? İşte bu soruya gerçek bir çözüm önerisiyle yanıt veriyor Neale; Küresel ölçekli bir iklim istihdamı başlatarak: “Sınırda duruyoruz ve bir süre daha burada kalmamız mümkün. Yenilenebilir enerjiye geçiş yapar ve metan emisyonlarını keserken yeniden ormanlaştırma çalışmalarına başlarsak 20 yıl boyunca 1,5 derece sınırında kalmayı başarabiliriz.”

Söndür Ateşi, sunduğu çözümün hangi koşullarda ve ne ölçüde işe yarayabileceği sorusuna da açıklama getiriyor:

Ancak o zamana dek iklim istihdamı planlarını dünya geneline yayma konusunda başarıya ulaşamazsak, işte o zaman bunun üzücü sonuçlarını tecrübe etmek zorunda kalırız. Yapabilirsek sorun yok, büyük ihtimalle toparlayabiliriz – elbette geribildirimlerde büyük bir patlama yaşanmaz ve treni raydan çıkaracak bir devrilme noktasına denk gelmezsek. Bu tahmini, IPCC hesaplamalarının (bilhassa sıcaklığı artıracak CO2 seviyeleri hakkındaki) tutarlı olduğunu varsayarak sunduğumu da hatırlatmalıyım. Tüm değişkenler lehimize işlerse, ısınmayı durdurmak için bir şans yakalamış olacağız.

“İklim Değişikliği: Kapitalizm Gezegeni Öldürürken” adlı makalesinde Erdoğan krizlerin, kapitalizmin doğasından kaynaklandığını, dolayısıyla kriz yaratmadan ilerlemesinin ya da yaratmış olduğu krizlere çözüm sunmasının beklenemeyeceğini söylüyordu; “İklim değişikliği doğrudan kapitalizmin bir ürünü. Sorun sadece şu veya bu patronun iklim değişikliğini umursamamasından veya siyasetçilerin duyarsızlığından değil, içinde yaşadığımız sisteme içkin olan mekanizmalardan kaynaklanıyor.” Küresel sermayenin gerçek bir çözüm üretemiyor olmasının sebebi de bu:

Kapitalist sistemde geçerli olan temel prensip üretimin ihtiyaçlar için değil, sermaye birikimi için yapılması. Düzenin ekonomik öğretisi diyebileceğimiz klasik iktisat akımı serbest piyasa koşullarında kendi çıkarlarını maksimize etmek isteyen şirketlerin ve bireylerin otomatik olarak üretim faktörlerinin etkin dağılımını sağlayacağı varsayımından hareket ediyor ve bu şekilde isteyen herkesin çalışabileceği bir tam istihdam çarkı kurulabileceğini iddia ediyor. Oysa gerçekte olan şey bunun tam tersi.[7]

Erkin Erdoğan’ın ifadesiyle; “Kapitalizmin iklim değişikliği konusundaki ufku, atmosfer gibi bir bakıma küresel müştereğimiz olan bir varlığı karbon piyasaları yoluyla metalaştırılmaktan ve ticarete açmaktan öteye gitmiyor.” Jonathan Neale de bu gerçekten yola çıkarak, kitap boyunca “O zaman, emisyonları nasıl azaltacağız?” sorusuna odaklı kaldığı bir yol izliyor. Doğru olan yaklaşım, işe elbette fosil yakıt emisyonlarından başlamak ve salım yoğunluğu en fazla olan dilimi hedeflemektir: Elektriği yenilenebilir enerjiyle elde etmek suretiyle, fosil yakıt emisyonlarında asgari yüzde 90’lık bir kesintiye gitmemiz mümkün görünüyor.

İşte bu her şeyi değiştirir! Fakat bir dakika… Aynı zamanda, tüm elektrikli araçları ve taşıtları çalıştırmak, istisnasız her bir binayı ısıtmak için ve sanayideki süreçlerin hemen hepsinde yenilenebilir enerjiyi kullanmak zorunda olacağımız anlamına da gelmiyor mu? Bu ölçekte bir dönüşümü nasıl gerçekleştireceğiz? Dahası, bunu başarma şansımız var mı?

“Mevcut piyasa, bizzat teknolojinin doğasından kaynaklı sebeplerden, bu ölçekte bir yenilenebilir enerji ağını hayata geçiremez,” diye yanıt veriyor Neale; “Böyle bir dönüşümün gerçekleştirilebilmesi için kurulu enerji gücünün ve elektrik dağıtım şirketlerinin kamu mülkiyetine alınması gerekir.”

“Küresel ölçekte her yıl 55 milyar ton sera gazı emisyonu üretiyoruz. Bunun 36 milyar tonu kömür, petrol ve gaz yakmaya devam ettiğimiz için salınan CO2’dir.” 2018 yılı verilerine bakıldığında, fosil yakıtlardan kaynaklı enerji emisyonlarının yıllık dağılımı şöyle görünüyordu; elektrik üretimi için 15 milyar ton, ulaşım kaynaklı 10 milyar ton, sanayide 8 milyar ton, ısıtma için ise 3 milyar ton emisyon üretiyoruz. Yani toplamda yıllık 36 milyar tona ulaşmış oluyoruz. Görülebileceği üzere, buradaki en yoğun salım elektrik üretiminde gerçekleşiyor. Fakat ulaşım, sanayi ve ısıtma için gereken enerji de elektrikten sağlanacaksa, yılda 36 milyar ton yoğunluğundaki emisyonun yenilenebilir kaynaklardan elde edilmesiyle bu miktarda bir kesintiye gitmiş oluruz. Bunun için elbette tüm binaları, otomobilleri, kamyonları, otobüsleri ve trenleri yenilenebilir kaynaklarla üretilen elektriği kullanabilecekleri şekilde dönüştürmemiz gerek:

İster konut olsun ister işyeri, binalardaki ısıtma sistemleri de büyük ölçüde kömür, petrol ve doğal gaza dayalı sistemler olur. Yoksul toplulukların yaşadığı kırsal bölgelerde ise genellikle bir biyokütle türü olan odun kullanılıyor. Bunların da tümü yenilenebilir kaynaklardan sağlanan elektriği kullanacak şekilde dönüştürülürse, fosil yakıtların ve biyokütlenin temiz enerji kaynaklarıyla değiştirilmesi başarılabilir.

Küresel elektrik ihtiyacının bir bölümü petrolden, büyük bir kısmı ise kömür ve gazdan karşılanıyor. Neale’nin hesaplamalarına göre, “Elektrik üretimi, sanayi ve ısıtma sistemleri ile ulaşım araçlarını yenilenebilir elektrikle çalışacak şekilde dönüştürdüğümüzde” küresel CO2 emisyonları aşağıdaki gibi görünecek [Bkz. Tablo 1.]

Bu tablo, fosil yakıtlardan kaynaklı küresel emisyonların yüzde 87’sinden kurtulabileceğimizi gösteriyor ki bu, tüm emisyonların yüzde 60’ına tekabül eden muazzam bir paydır. Ve aynı zamanda çok büyük ölçekli bir dönüşüm planı olacağı da ortada:

Öyle ki birçok ülke için, talebin karşılanabilmesi adına mevcut elektrik üretim kapasitesinin üç ya da dört kat artırılması gerekeceği anlamına geliyor. Ve bu ölçekte bir dönüşüm yeni bir akıllı şebeke sistemi kurmayı da gerektirir. Buna ek olarak, küresel nüfusun büyük bölümünün yaşadığı yoksul ülkelerde daha fazla elektrik ihtiyacı duyulmaya başlanacaktır, çünkü Küresel Güney’in önemli kısmında bir türlü karşılanamayan ısıtma, soğutma, yaşanabilir konut ve aydınlatma ihtiyacına da yanıt verilmesi gerekir. Çok daha fazla ve daha gelişmiş ulaşım sistemlerine de ihtiyaçları var. Keza ekonomilerini geliştirmeyi başardığımız takdirde, sanayideki enerji talebinde hızlı bir artış yaşanması da kaçınılmazdır.

Bu talep artışı lüks değil, karşılanması gereken bir ihtiyaç. Öncesinde tartıştığımız gibi, iklim değişikliğini, yoksul ülkelerdeki emekçilerin desteğini almadan durdurabilmemiz pek mümkün olmaz. Ve bu meselenin kalbinde enerji dönüşümü var.

Kalkınmış ülkelerin enerji ihtiyacında bir değişiklik beklenmiyor, çünkü bu ülkelerdeki enerji arz ve talebi dengelenmiş durumda. Bunlar dışındaki ülkelerde ise enerji arzının asgari iki ya da üç katına çıkarılmasına ihtiyaç duyulacak gibi görünüyor. Bu artışın neredeyse tamamı yenilenebilir enerji üretimiyle karşılanabilir. Ancak elektriğin ulaşım, ısınma ve sanayi için de kullanılmaya başlanacağı gerçeğini göz ardı etmeyelim. Bunu da hesaba katınca, küresel elektrik üretimini en az altı kat artırmamız gerekeceği anlaşılıyor.

Karşı karşıya olduğumuz görevin ölçeği yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Böyle bir dönüşümü gerçekleştirebilmemiz için, siyasi iktidarların harekete geçip kapsamlı tasarılar sunmaları beklenir. Bu kadar büyük ölçekli planlar piyasaya devredilirse 15 ya da 20 yıl gibi bir sürede başarılması imkânsız hale gelir. Dolayısıyla hem ülkeler ölçeğinde hem de uluslararası bağlamda bu tasarıların birbiriyle tutarlı hale getirilip yürürlüğe konabilmesi için uluslararası koordinasyona da ihtiyaç vardır.

Dünyayı yeniden tasarlamak

Aynı meseleye odaklanan birçok makale, kitap ya da raporun aksine okuyucusunun zihninde tek bir soru işareti bile bırakmamaya kararlı bir biçimde yazmaya devam Neale, kitap boyunca şüpheleri giderip safsataları gün ışığına çıkararak işin aslını gösterme konusunda hiç taviz vermeden ilerliyor, “yenilenebilir enerjiye geçiş yapabilmek için piyasaların mevcut kurallarını” nasıl terk edebileceğimiz sorusuna yöneliyor. Enerji piyasalarına dair gerçekleri gözler önüne seren yazar günümüz dünyasında yenilenebilir enerjinin “ancak ve ancak kömür, petrol ve gazdan ucuz olduğu sürece kabul edilebilir” olduğunu gösterdikten sonra tek tek tüm mitleri çürüterek güneş, rüzgar ve gelgit (ya da dalga) enerjilerinin nasıl çalıştığını, geniş ölçekli bir kurulumda bunların hangisine ne kadar ağırlık vermemiz gerekeceğini gösterdiği ayrıntılı bir çalışma sunuyor bizlere.

Bu satırlarda bir gerçeğin daha üzerindeki tülleri tek tek sıyırıp atarak iyiden iyiye görünür olmaya başladığına tanık oluyoruz: Böyle bir dönüşüm muazzam ölçekli bir iklim istihdamı fırsatı sunacak. Lakin iklim istihdamı tasarılarının hayata geçirebilmesi için de işçi sınıfının kitlesel desteğine ihtiyaç duyulacağı çok açık.

Söndür Ateşi, bilimsel çalışmalar ve iklim işi kampanyaları deneyimlerinin ışığında, bu küresel istihdamın hangi alanlarda, kaç kişiye iş imkanı sunabileceğine dair net bir tablo sunuyor. Örneğin, ABD’nin tüm elektrik ihtiyacını karşılamaya yetecek ölçekte bir yenilenebilir enerji geçiş tasarısı uygulamaya geçirilebilirse ilk yılın sonunda, imalatta 614 bin, kurulumda 154 bin ve işletme sürecinde 41 bin kişinin istihdam edilebileceğini anlıyoruz. Toplam 800 bin kişinin istihdam edilmesiyle başlanan dönüşümde, her geçen yıl kurulması gereken yenilenebilir enerji gücü de artacağı için, beş yılın sonunda 150 bin kişi daha iklim meslekleri edinmiş oluyor. Kamu sektöründe yürütülecek bu tasarılarda her ülke kendi üretim tesislerine de sahipse ve bunları kendisi işletiyorsa sürecin devamında çok daha büyük bir istihdam olanağı doğuyor.

Peki, iklim istihdamı ya da nam-ı diğer Yeşil Yeni Düzen tasarılarının, yani küresel ölçekli bir yenilenebilir enerji dönüşümünün beraberinde milyonlarca kişiye iş fırsatı yaratacak bir dünyanın maliyeti ne olacak? Ve daha da önemlisi, nasıl ve nereden karşılanacak? Yazar, dönüşüm maliyetinin aslında rahatlıkla karşılanabileceğini göstermekle kalmıyor, meseleyi tüm detaylarıyla inceleyerek, ülkelerin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’sının yaklaşık olarak yüzde kaçına denk geleceğini de görmemizi istiyor. Üstelik bu harcamaların kısa süre içinde, bizatihi iklim işleri aracılığıyla geri ödenebileceği de çıkıyor ortaya. Bunun bir anlamı da tasarıların fiili yıllık giderinin ilk başta görünen maliyete kıyasla çok daha makul (üçte birinden daha az) olacağıdır:

Özetle – ülkeden ülkeye değişiklik gösterecek şekilde – bu işin maliyetinin yüzde 40 ila 90’ı çeşitli şekillerde geri kazanılabiliyor. Küresel ölçekte bakarsak, iklim istihdamlarının maliyetinden kamu gelirlerine düşen payın yalnızca yüzde 40 civarında olacağını tahmin ediyorum. Ve bunun büyük kısmı vergilerden karşılanabilir gibi görünüyor.

Yukarıda, iklim istihdamının küresel ölçekte yıllık 4 trilyon dolar gibi bir maliyeti olacağını belirmiştim. Ancak siyasi iktidarlar bu toplamın yüzde 40’ını karşılayacağına göre (1,6 trilyon dolar), aslında yapmaları gereken ödeme bundan ibaret olacak. Öyleyse gerçekte yıllık toplam küresel gelirin yüzde 2’sinden bahsediyor oluruz.

Jonathan Neale’nin, bir iklim kaosunun ortasında çözümsüzlüğe terk edilen insanlığa önerdiği bu yol haritası gerçekten de gidişatı değiştirebilecek güçte. Kaldı ki bir değil birçok krize çözüm getirdiği de ortada. Her şeyden önce, işsizlik sorununu sonlandıracak alternatif bir ekonomi yaratma fırsatıyla birlikte geliyor ve fosil yakıtlara bağımlılığı bitirirken küresel dayanışmayı harekete geçiriyor. Dev ölçekli yenilenebilir enerji üretim platformlarının başka avantajları da var. Örneğin, “petrolü olmayan yoksul ülkeler için büyük bir fark yaratma gücüne sahiptir. Düşük maliyetli ve kolayca erişilebilir olması sayesinde, Mısır, Yemen ve Afganistan’da geliştirilecek yeni endüstriler için gereken gücü sağlar, yatırımcıları buraya çeker.”

İklim değişikliğini durdurabilmek için küresel emisyonları – küresel ölçekte – yüzde 90’a yakın bir oranda azaltmak zorundayız. Ve bunu en kısa zamanda yapmamız gerekiyor. Başarabilmek için küresel ölçekli bir enerji dönüşümüne ihtiyaç duyduğumuza hiç şüphe yok: “Isı, aydınlatma, enerji, yakıt, ticari mallar, gıda, ulaşım araç ve hizmetlerine dair ihtiyaçları temin etme şeklimizi de değiştirmemiz gerekecek. Tüm bu değişimler de neticede toplumların yapısını, toplumsal süreçlerin işleyiş şeklini değişime uğratır.”

“İklim istihdam tasarıları üzerine yürütülecek çalışmalar bir kez başladığında, artık birilerinin geleceğe dair sözler vermesine gerek yoktur,” diyor Neale; “Tek yapmamız gereken, başlattığımız işi devam ettirmek olacak.”

Açıkta ortada olduğu üzere, krizlerden başka bir şey sunamayan, yol açtığı krizlere çözüm getirmek şöyle dursun günbegün daha da büyüten kapitalist bir dünyayı yeniden tasarlamamız gerekiyor. Zor bir görevle karşı karşıyayız, velhasıl bir kez daha hayatlarımız için mücadele veriyoruz. Damarlarındaki fosil yakıtlar ve ellerinden damlayan kanla, hiçbirimizi umursamadan zulümlere ve eşitsizliklere dayalı bir “gelişim” yolu izleyen kapitalizm tüm insanlığa septik şok yaşatıyor. Bağışıklık sisteminin bir an önce devreye girip bu hastalığı sonlandırması gerek. İklim işleri, var olan tüm diğer mücadelelerimizi kazanabilmek için ihtiyaç duyduğumuz o muazzam kitle hareketini başlatacak girişimin ta kendisi olabilir.

 

Evimiz yanıyor. Bunu söylemek için buradayım: Evimiz yanıyor.

. . .

İklim krizini çözmek Homo sapiens’in şimdiye kadar karşılaştığı en büyük ve en karmaşık mesele olacak. Buna karşılık, aslında çözümü de o kadar basit ki küçücük bir çocuk bile bunu kavrayabilir: Sera gazı emisyonlarını durdurmak zorundayız.

Bunu ya yaparız ya yapmayız.

– Greta Thunberg, Davos Dünya Ekonomi Konferansı

Dipnotlar:

[1]     Jonathan Neale, Söndür Ateşi, çev. Tuna Emren, Z Yayınları, İstanbul.

 

[2]     Bkz. Copernicus Uydu Gözlem Sistemi verileri; https://effis.jrc.ec.europa.eu/applications/data-and-services

 

[3]     Bkz. https://earthobservatory.nasa.gov/images/148650/fires-rage-in-turkey

 

[4]     Bkz. https://www.ifrc.org/press-release/over-57-million-affected-climate-disasters-across-asia-pacific-2021

 

[5]     Bkz. https://www.ipcc.ch/report/ar6/wg2/

 

[6]     Bkz. https://turkey.un.org/tr/173484-hukumetlerarasi-iklim-degisikligi-paneli-uzun-suredir-beklenen-degerlendirme-raporunu-bugun

 

[7]     Bkz. https://www.enternasyonalsosyalizm.org/iklim-degisikligi-kapitalizm-gezegeni-oldururken.html

 

sosyalizm