Uzun durgunluğun ekonomi politiği

Joseph Choonara
“Uzun durgunluk”1 döneminin başlangıcı olan finansal kargaşadan bu yana tam on yıl geçti. Wall Street bankası Lehman Brothers’ın 2008 sonbaharında çökmesiyle başlayan küresel ekonomik daralma bir yıl sonra bitti.2 Ancak ekonomik daralma teknik olarak uzun zaman önce sona ermiş olmasına rağmen, o zamandan beri dünya öncekinden önemli ölçüde farklı bir gelişim evresine sıkışıp kalmış durumda.

Wells Fargo halen dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD ekonomisine ilişkin yakın tarihli bir analizinde, sabit sermaye yatırımlarında 2008-15 döneminde kriz nedeniyle yıllık ortalama yüzde 20’lik bir açık olduğunu hesapladı. Bu durumun gayri safi yurtiçi hasılaya (GSYH) olumsuz etkisi ortalama yüzde 10’du.3 İşte bu bağlamda eski ABD Başkanı Bill Clinton’ın Hazine Sekreteri Larry Summers gibi kişiler, “uzun süreli bir iktisadi durgunluk çağı”na girmekten ve Uluslararası Para Fonu Başkanı Christine Lagarde kapitalist sistem için “yeni bir vasatlık”tan bahsediyor.4

Dünya ekonomisi yalnızca yatırımlarda ve üretimde yavaşlama ile değil, aynı zamanda Yunanistan’ın borcunu ödeyememe olasılığının devam etmesi, Brexit’in belirsiz etkisi veya Suriye ya da Kuzey Kore üzerinden emperyalist çatışmalar gibi bir dizi politik şokla da karşı karşıya kalıyor. Üstelik bu son tehdit Donald Trump’ın siyaset sahnesine girmesiyle daha da arttı. ABD başkanı sadece yurtdışındaki gerginliği tırmandırmakla kalmadı, ayrıca ABD şirketlerini savunmak için yeni koruyucu önlemler alacağını söyledi ve ayrıca Meksika sınırına duvar örmek gibi planları onaylamadığı taktirde ABD hükümetini devre dışı bırakmakla tehdit etti.5 Şimdiye kadar Trump’ın Beyaz Saray’ından zenginlerden alınan vergileri azaltmak ve kamu harcamalarında kesinti yapmak konusunda kararlı olmak dışında tutarlı bir politika önerisi gelmedi. Fakat ABD’nin yerleşik kurumlarının merkezindeki bu hoppalığın derecesi sistem için önemli bir tehlike kaynağı olmaya devam ediyor.

Dünya ekonomisi sekiz yıl süren toparlanma döneminden sonra neden hâlâ perişan durumda? 2010 yılında, bu toparlanmanın “zayıf, kırılgan ve belirsiz” olacağını yazmıştım.6 Bu zayıflık, 2008-9 döneminde yaşanan durgunluğun, kârların yeniden güçlü bir şekilde yükselmesi için, yeteri kadar kâr etmeyen sermayeyi yok etme ya da devalüe etme ya da yeteri kadar borcun geri ödenmesini sağlama konusundaki başarısızlığının sonucuydu. Kırılganlık, yeni bir krizin genelleşmesi tehdidini getiren şişmiş finans sektöründen kaynaklanıyordu. Belirsizlik, kapitalizmin kendisi için yarattığı daha temel sorunları çözmeden krize zemin hazırlayan devlet müdahalelerinin ürünüydü.

Bu öngörüm, dünya ekonomisinin gelişimini anlamak için faydalı bir rehber olmaya devam ediyor ve iyileşmenin bu üç yönü buradaki analizin çerçevesini çiziyor.

Kârlılık ve iyileşmenin zayıflığı

Önce iyileşmenin zayıflığı üzerine düşünelim. Artık dünyanın hiçbir bölgesi, 2008 öncesinde olduğu gibi büyümüyor. Küresel Güney’de krizden önce hızla gelişen bazı başarılı büyük ekonomiler bile beklentilerini azaltmak zorunda kaldı.7 Küresel Kuzey’deki büyük sanayi ülkeleri için, 1960-80 döneminde gerçekleşen yüzde 3’ün üzerindeki ortalama büyüme oranı giderek uzaklaşan bir hayale benziyor.8 2016 yılında büyüme tahminleri ABD’de yüzde 1,6, Avro Bölgesi’nde yüzde 1,8, Japonya’da ise yüzde 1,1 idi.9

İyileşmenin zayıf olmasının temelinde, kapitalist sistemin merkezinde yer alan düşük kârlılık problemi yatıyor. 1950-1982 yılları arasında kârlarda uzun bir düşüş dönemi yaşandı. Kapitalist sistem 1980’lerin başından bu yana göreli düşük kârlılık döneminde sıkışıp kaldı. Marksist ekonomist Andrew Kliman’ın hesaplarına göre ABD ekonomisinde, özel sektörün 1950’de yüzde 20 olan kâr oranı 1982’de yüzde 8’e düştü ve o zamandan bu yana bu düzeyde salındı.10 Bu düşüş, küresel ortalama kâr oranının hareketine de yansımaktadır.11

Kârlılıktaki bu düşüş, ana akım ekonomistlerin fikirlerine de zaman zaman nüfuz ediveriyor. Financial Times’da 2010’da yayınlanan bir köşe yazısında, savaş sonrası dönemde yaklaşık yüzde 15 olan “yatırım getirisi”nin 1980’lerin sonunda yüzde 10’a kadar düşüşüne ağıt yakılıyordu. Yazar, 1990’ların sonunda, getirinin sadece “yüzde 5 olduğunu ve bu ödül için çok az kişinin risk alacağını” belirtiyordu.12

Ancak bunun nedenini anlamak için Karl Marx’ın başta üçüncü cilt olmak üzere Kapital’de geliştirdiği kriz açıklamalarına dönmemiz gerekiyor. Marx’ın argümanı, kapitalizmin değer kaynağının, malların ve hizmetlerin üretilmesi sürecinde çalışan işçilerin canlı emeği olduğu düşüncesine dayanır. Sermayenin erişebileceği artı-değerin (kârın kaynağının) bütünü, canlı emeğin bir işgünü içinde yarattığı değer miktarı ile işçilerin aldığı ücret arasındaki farktır. İkisi arasında zorunlu bir ilişki yoktur: Bir işçi çalıştıran kapitalist, işçiye ertesi gün işe geri dönmesini sağlayacak kadar değeri, ücret biçiminde vermek zorundadır. Bu ücretin, işçinin yarattığı değerin altında olması durumunda ortaya çıkan artı-değere kapitalist tarafından el konulur.13

Marx, kapitalistin yalnızca canlı emeğe değil, aynı zamanda “ölü emeğe” yani üretim sürecinde kullanılan tesis ve teçhizata da giderek daha fazla yatırım yapacağını söyler. Ölü emek, kapitalist için bir kayıp ya da kazanç değildir. Ölü emek geçmiş canlı emeğin ürünüdür ve bu nedenle değer taşır, ancak üretim sürecinde tüketildikçe değeri bitmiş ürüne geçer ve bu değer kapitalist için kazanç olur.14 Ölü emek yatırımları canlı emek yatırımından daha fazla olursa, aynı miktarda artı-değer elde etmek için daha büyük bir yatırım değeri gerekli olacağından bütün sistemde kâr oranları düşme eğilimine girecektir.

Dahası, ölü emeğe yapılan yatırım uzun vadede kârlılığın azalmasına neden olmasına rağmen kapitalist rekabetin kaçınılmaz bir özelliğidir, çünkü bu yatırım tekil malların maliyetini azaltmak için gereklidir. Kapitalistler sermayeyi ve özellikle de ölü emeği biriktirerek çoğaltmaya mecburdur, çünkü bunu başaramamak rekabet edememek demektir. 1960’ların teknolojisini kullanan ve rakiplerini küresel pazarda geçmeye çalışan bir araba üreticisi düşünün!

Birikim süreci, geçmiş kârlarla (veya gelecekteki kârlar ile ödenecek olan krediyle) finanse edilir ve dolayısıyla kâr oranı birikim oranının limitini belirler.15 Kâr oranı yüksek olduğunda, birikim 1950’lerde ve 1960’larda olduğu gibi daha hızlı gerçekleşebilir ve bu da kârlılığın göreli hızlı şekilde düşmesine neden olur. Kapitalizmin bu tür aşamalardaki dinamizmi gelecek birikimini zayıflatmaya başlar. Marx’ın yazdığı gibi:

“Kâr oranındaki düşüş ve hızlı birikim, aynı sürecin iki farklı şekilde dışavurumudur çünkü her ikisi de üretkenliğin gelişimini ifade eder. Birikim de kâr oranının düşmesini hızlandırır… Kapitalist üretimi teşvik eden şeyin kâr oranı olduğunu… göz önünde bulundurursak… bu oranın düşmesi… kapitalist üretim sürecinin gelişimi için bir tehdittir çünkü aşırı üretime, spekülasyona ve krize yol açar. [Kapitalist düşünürleri] düşen kâr oranı karşısında dehşete düşüren en önemli nokta, kapitalist üretim tarzının üretici güçlerin gelişimine engel olan bir unsur olarak ortaya çıktığı hissidir. Bu özgün engel… kapitalist üretim tarzının kısıtlılığını ve sadece tarihsel ve geçici olma özelliğini kanıtlar”.16

Kâr oranlarındaki düşüşe, Marx’ın da sözünü etmiş olduğu karşıt eğilimler vardır. Bu eğilimlerin en önemlileri, canlı emeğin sömürülme oranındaki artış ve ölü emeğin maliyetindeki azalmadır. Bu iki eğilim, kâra göre giderek artan yatırım maliyetini azaltır. Bazı yazarlar, ilk eğilimin (emeğin sömürülme oranının artması) neo-liberal dönem boyunca devam ettiğini ve kâr oranlarının kısmen yeniden artmasına yardımcı olduğunu savunuyor.17 Ancak verimliliğin arttırılmasının ve ücretlerin düşürülmesinin bir sınırı vardır.

Ölü emeğin maliyetinin azaltılması, kâr oranlarının düşüş eğilimi olgusuna daha makul bir itirazdır. Bununla birlikte, kapitalizmin normal şekilde işlediği durumda ölü emeğin fiyatının düşmesi, sermaye için ille de yararlı bir şey değildir. Pahalı makinelere eski fiyatından zaten yatırım yapmış olan ve bu makinelerin değerini yıllar ve hatta onyıllar boyunca kazanca dönüştürmeyi bekleyen kapitalist, rakipleri aynı makineyi yeni ve daha düşük bir fiyatla alıp üretim çıktılarının fiyatlarını düşürdüğünde, kâr kaybı yaşar. Ayrıca, makine fiyatlarındaki düşüş ortalama kârlılığın artmasını sağlasa da, daha yüksek kârların varlığı, ölü emeğe daha fazla yatırım yapılmasına yol açacaktır. Çoğu kapitalist maliyet tasarrufu sağlayan yatırımlardan faydalanabilirken, en büyük ve en başarılı kapitalistler genellikle rakiplerinin ulaşamadığı en pahalı ve güçlü makineleri kullanmaya çalışır ve böylece kâr oranlarında düşüşe neden olacak bir yatırım dalgası yaratır.18 Gerçekte, ölü emeğe, özellikle tesis ve teçhizat içerisindeki sabit sermayeye yapılan yatırım, Marx’ın argümanına uygun düşecek şekilde geçtiğimiz yüzyıl boyunca yükselme eğilimi göstermiştir.19

Ölü emeğin değeri, kriz anlarında tüm sistemde büyük oranda ve aniden düşer. Bu düşüş, iflaslar ve mal fazlasının piyasaya dökülmesi, kâr edemeyen sermayenin imha olması ve sistemi aşağı çeken borçların azalması sonucu gerçekleşir ve kâr oranlarının yeniden yükselebileceği bir ortam yaratır. 1930 ve 1945 yılları arasında savaş ve ekonomik yıkım yoluyla gerçekleşen şey buydu. Ve bu durum İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan uzun süreli ekonomik büyümenin önünü açtı.20

Pek çok marksistin işaret ettiği gibi kapitalist kriz, kâr oranlarının hareketinden daha fazlası demektir. Bazıları için bu, krizin nedenine dair birden çok açıklama olabileceğinin göstergesidir.21 Bununla birlikte, Alex Callinicos, Kapital üzerinde yaptığı yakın tarihli bir çalışmada kapitalist krize neden olan farklı faktörlerin “mümkün kılan”, “koşulları oluşturan” ve “sebepsel” olarak kategorize edilebileceğini önermektedir. Birinci kategori, metanın alışı ve satışına içkin olan biçimsel çöküş olasılığını içerir; çünkü bir metanın satışı, o satıştan elde edilen paranın bir başka malı almak için kullanılacağı anlamına gelmez. Bu faktör ayrıca ekonominin farklı “bölümleri” arasında, özellikle de tüketim malları üretenlerle üretim araçları üretenler arasında bir dengesizliğin oluşma ihtimalini de içerir. Koşulları oluşturan faktörler, ücret hareketlerini, istihdam düzeyindeki değişimleri ve sabit sermayeye yapılan büyük ölçekli yatırımın toplam satış örüntüsünü içerir. Callinicos sebepsel faktörlerin, Marx tarafından Kapital’in üçüncü cildinde tanımlanan ve aşağıda tartışılacak olan kâr oranlarının hareketi ve bunlarla ilişkili finansal dalgalanmalar olduğunu söyler.22

Bu anlamda, Marx’ın da belirttiği gibi, “kriz bir süreçtir. Bu süreçte, tüm işgücünün geçici olarak askıya alınması ve sermayenin büyük bir bölümünün yok olması kapitalizmin, intihar etmeden üretici güçlerini kullanmaya devam edebildiği noktaya geri dönmesini sağlar.”23 Ancak, kapitalist sistem tarihi boyunca aynı şekilde kriz yaşamaz. Marx tarafından tespit edilen bir başka uzun vadeli süreç, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesidir. Bu süreç, dev kapitalist şirketler dünyasının oluşmasına yol açar ve bu karşıt eğilimlerin etkilerini değiştirir. Özellikle, sermaye birimleri muazzam büyüklüğe ulaşacak şekilde şiştikçe ve devlet ve finansal sistem iç içe geçtikçe “başarısız olmasına izin verilemeyecek kadar büyük şirketler” sorunu ortaya çıkar.24 Devletler, sonuçta ortaya çıkacak “yaratıcı yıkım”ın kapitalist sistemi yeniden sağlığına kavuşturacağını umut ederek acılı kriz sürecinin gerçekleşmesine izin vermekle, bu şirketlerin çok başarısız olmasıyla ortaya çıkacak korkunç bir çöküşü önlemek için başarısız şirketlere mali destek vererek onları kurtarmak arasında seçim yapmak zorunda kalır. Bu ikilem nedeniyle, kapitalizmin savaş sonrası dönemdeki krizlerinde, özellikle 1970’lerden sonra, sermayenin kârsız birimlerinin imhası kâr oranlarını İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen ilk yirmi yılda görülen düzeye yükseltecek ölçüde gerçekleşmedi.25 Bu, kâr oranlarında 1947’den sonra uzun ve sürekli bir düşüşe yol açtı. Bu süreçte, kâr oranları birkaç ekonomik dönem boyunca düşmeye ve sonra daha düşük bir düzeyde istikrara ulaşmaya devam etti. Büyük çaplı bir kriz büyük ölçüde devletin müdahalesi sayesinde ötelendi, ancak kriz daha sonra yeni biçimlere bürünerek geri döndü.

Kapitalizm için kârlılığın oynadığı merkezi rol ve kâr oranlarının 1980’lerin başından bu yana ekonomilerin çoğunda nispeten düşük bir düzeyde sıkışıp kalması, 2008-9 krizinin neden bu kadar şiddetli olduğunu ve etkisinin neden bu kadar uzun sürdürdüğünü anlamamızı sağlıyor.

Küresel Güney’de zayıflık

Krizden hemen sonra, Küresel Güney’in büyük ekonomilerinin, özellikle Çin’in gücünün gelişmiş ekonomilerin zayıflığının etkisini ortadan kaldırabileceği inancı yaygındı. Barclays Bank’ın başkanı John McFarlane şöyle diyordu: “Son yıllar iki kademeli bir dünya olduğunu kanıtlamıştır; bir yanda gelişen piyasalar ve petrol zengini ülkeler, diğer yanda hâlâ küresel finansal krizden çıkma sürecinde olan gelişmiş dünya”.26

Gerçekte, Çin krizden tamamen kurtulmayı başaramamakla kalmadı, aynı zamanda, istikrarsızlık kaynağı haline geldi. Çin’in kriz öncesi büyümesi, yoğun sömürüye, olağanüstü düzeylerde yatırımlara (bazen GSYH’nın yüzde 50’sinden fazlası) ve ihracata yönelik üretime dayanıyordu. Küresel durgunluk döneminde bu dış pazarlar kurumaya başladığında Çin devleti bu duruma, yatırım düzeyinin devam etmesi için kredi kullanarak yanıt verdi. Borç, 2008’de GSYH’nın yüzde 160’ından, yüzde 260’ına yükseldi. Bugün Çin dünyanın en büyük bankacılık sistemine sahip. Öyle ki Çin’in bankacılık sistemi Avro Bölgesi’ninkinden bile daha büyük. Çin’in krize verdiği yanıtı Martin Wolf iyi anlatıyor:

“Çin, 2008 mali krizine yanıt olarak, dış talebin azalmasını dengelemek için borç alarak yatırım yapmayı teşvik etti. Ancak ekonominin temelindeki büyüme yavaşlıyordu. Sonuç olarak, ‘marjinal sermaye/çıktı oranı’ (ilave gelir üretmek için gerekli sermaye miktarı) 2000’li yıllarının başından itibaren aşağı yukarı iki katına çıktı… Marjda, bu yatırımın büyük kısmı muhtemelen zarar olacaktır. Öyleyse, o yatırımı yapmak için alınan borç da sağlam olmayacaktır.”27

Bu, tam olarak Marx’ın “aşırı birikim” krizi dediği şeyin tarifidir – sınırlı bir kâr havuzunun peşinde koşan çok fazla sermaye ve bunun sonucunda kârlılığın düşmesi. Krize, ekonominin canlılığını sürdürmek için kredilerde artışa izin vererek yanıt vermek sadece Çin ile sınırlı değil. Kredi uygulaması, Küresel Güney’deki birçok ekonomide de artmış durumda.

Tabii ki, bu ülkelerdeki hükümetler ve merkez bankası yöneticileri bunun olmasına izin vererek tam da daha gelişmiş kapitalist güçlerin daha önce öğrenmiş olduğu dersi öğreniyor. Çünkü ABD hükümeti ve ABD Merkez Bankası da 2001 yılındaki durgunluğun hemen ardından aynı şeyi yapmış; faiz oranlarını düşürüp emlak balonunun şişmesine izin vermiş ve sonunda bu balon 2007 yılında gerçekleşen ve merkezinde “sub-prime mortgage” olarak adlandırılan, düşük gelirli ve/veya kredi notu düşük kişilere yüksek faizle verilen konut kredisinin yer aldığı “kredi krizi”ne yol açmıştı.28 Ancak bu örneğin gösterdiği gibi, kredi ile yapılabileceklerin bir sınırı vardır. IMF geçtiğimiz günlerde Çin ekonomisinin şu anda, aynı büyüme oranını yakalayabilmek için kriz döneminde ihtiyaç duyduğu kredinin üç katı krediye ihtiyaç duyduğu uyarısında bulundu ve şu sonuca vardı: “Uluslararası tecrübeler, Çin’deki kredi artışının tehlikeli bir gidişat içinde olduğunu ortaya koyuyor: yıkıcı bir denkleştirme (açıkların ve fazlalıkların giderilme süreci) yaşanması ve/veya büyümenin belirgin bir şekilde yavaşlaması riskleri giderek artıyor”.29

Çin’deki yavaşlama diğer ekonomiler üzerindeki baskıyı arttırdı. Son yıllarda Brezilya gibi ülkeler Çin’in yaşadığı ekonomik büyümeye hammadde sağlamak için ekonomilerine yeniden yön verdiler. Brezilya için bu, 1999’dan 2009’a kadar birincil mal ihracatında beş kat artış anlamına geliyordu; Brezilya ekonomisinin büyümesinin temelinde Çin’e demir ve soya ihracatı yatıyordu.30 Talebin azalması ve fiyatların düşmesinin Brezilya ekonomisinde yarattığı ani şok, ülkenin tarihindeki en büyük ekonomik durgunluğa ve iki yıl boyunca küçülmeye neden oldu. Türkiye’de büyüme oranı 2016 yılında yüzde 6,1’den yüzde 2,9’a, Güney Afrika’da yüzde 1,3’ten yüzde 0,3’e düşerken ayrıca Arjantin, Rusya ve Nijerya ekonomileri de küçüldü.31

Finansal kırılganlık

Yukarıda anlatılan ekonomik iyileşmenin ikinci özelliği, kırılgan olmasıdır. Bu, son 40 yılda küresel finansal sistemin genişlemesinin bir ürünüdür. Bu büyüme aynı zamanda, büyük ölçüde, ekonominin mal ve hizmet üreten alanlarındaki düşük kârlılık düzeylerine bir yanıttır. Finans sadece sermayenin asalak bir uzantısı değildir. Daha ziyade, sermaye arttıkça, belirli kapitalistlerin elinde hazır bir kullanım alanı bulamayan para faiz getiren sermaye olarak seferber edilir ve bu, sistemin çalışmasına yardımcı olur. Ancak, belirli bir sınırın ötesinde finans, kapitalizmin istikrarsızlaşmasına katkıda bulunur.32 Marx, Kapital’in üçüncü cildinde hem dinamik olan hem de kriz tetikleyen unsurları şöyle anlatır:

“Bankacılık sistemi vasıtasıyla, sermaye dağılımı özel kapitalistlerin ve tefecilerin elinden alınmış ve özel bir iş, sosyal bir işlev haline gelmiştir. Bununla birlikte, bankacılık ve kredi hem kapitalist üretimin kendi engellerini aşmasının en güçlü yollarıdır hem de krizlere ve dolandırıcılığa uygun ortam hazırlayan en etkili araçlardır.”33

Finans, atıl para rezervlerini kullanılır hâle getirerek ve harekete geçirerek kapitalizmin kendi sınırlarının ötesine geçmesini sağlar. Değer, “faiz getiren sermaye” formunda, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar akışkan bir biçimde ekonominin katmanları arasında dolaşabilir ya da sınırların ötesine geçebilir. Fakat nihai olarak alınan kredinin geri ödenmesi gerekir ve üretimin gerçekleşeceği ve alınan krediyi geri ödemeyi sağlayacak kadar kazanç elde edileceği garanti değildir. Bankalar ve diğer finans kuruluşları, birikim çılgınlığı içinde, borç vermek için borç aldıkça kredi ve borç zincirleri oluşur. Son yıllarda finans şirketi olmayan pek çok şirket de borç para vermeye başladı (örneğin otomobil alıcılarına finansman sağlayan taşıt üreticileri). Finansın büyümesi, birikim ve kâr sağlama sürecinin devam edeceği ve borçların hepsinin aynı anda talep edildiği genel bir krizin hiçbir zaman yaşanmayacağı varsayımına dayanmaktadır. Marx şöyle yazar:

“Belirli tarihlerde ödeme yapma yükümlülüğü yüzlerce yerde çiğnenir. Bu durum kredi sisteminin çöküşüyle daha da kötüleşir… Sonuçta tüm bunların hepsi şiddetli ve akut krizlere, zorla yapılan ani devalüasyonlara, yeniden üretim sürecinde fiili bir durgunluk ve kesintiye, dolayısıyla da yeniden üretimde fiili bir gerilemeye neden olur.”34

Finansın büyümesinin başka bir yönü daha vardır. Marx faiz getiren sermayenin “her türlü çılgın formun anası”35 olduğunu söyler. Faiz getiren sermaye, faiz ödemesi aldıkça sihirli bir şekilde büyür gibi görünür: parayı ödünç veren açısından artık sanki canlı emeğin çalıştırılmasına bile gerek yoktur. Sermaye sahibi olmak sanki kapitaliste otomatik olarak artı-değerden pay alma hakkı verir. Fakat bu durum bir kez gerçekleştiğinde artık herhangi bir gelir akışına aynı şekilde muamele edilebilir. Merkez bankaları tarafından çıkarılan bonolar (örneğin ABD Merkez Bankası’nın çıkardığı hazine bonoları) bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu bonolara sahip olanlar, onlardan gelen gelir üzerinde yasal hak sahibidir. Daha sonra bu gelire faiz gibi muamele edebilirler. Eğer yaygın olarak kullanılan faiz oranı yüzde 10 ise, bir tahvil sahibi yılda 5 TL alıyorsa, tahvil sahibi faiz getiren 50 TL sermayeye sahip olduğunu düşünebilir. Benzer bir mantık şirketler tarafından çıkarılan tahviller için de geçerlidir. Borsada işlem gören hisseler tahvillerden farklıdır, çünkü borsada işlem gören hisseler bir şirkete sahip olma ve hissedarlara yapılan ödemeden pay alma anlamına gelir, ancak tekrar edecek olursak bu hisselere, hisse sahibine gelir akışı sağlayan kapitalist bir varlık muamelesi yapılabilir. Bu kağıtlar aracılığıyla servet üzerinde hak iddia etme Marx’ın hayali sermaye olarak adlandırdığı sermayeye örnektir.

Marx’ın açıklamalarında hayali sermayenin üç özelliği vardır. Birincisi, daha önce de belirtildiği gibi, faiz gibi muamele edilebilecek gelir akışı üzerinde hak iddia etmeyi temsil eder. İkincisi, bu hak iddiası gerçek sermayeye karşı yapıldığında sermaye ikiye katlanmış gibi görünür. Örneğin, bir şirkette hisse satın alırsam ve şirket benim ödediğim parayı yatırım yapmak için kullanırsa, makine ve iş gücüne yatırılan bu para “gerçek” bir sermayedir. Elimde bir kâğıt parçası olarak tuttuğum hisse senedi bana, nihai olarak ortaya çıkan kâr üzerinde hak iddia etme olanağı sağlar, ama aslında bu sadece hayali bir sermayedir. Çünkü bir sermaye iki kez var olamaz. Üçüncüsü, hayali sermayenin ticareti kendi hareket yasalarına göre yapılır.36 Bu nedenle, spekülasyon için ideal bir araçtır. Yatırımcıların gelecekteki gelir beklentilerine dayanarak fiyatı yukarı çekmesi ya da yükselmeye devam eden fiyat üzerinde kumar oynamasıyla balonların ortaya çıkma ihtimalini yaratır. Kapitalizm, aslında hâlâ işçilerden çekilip alınan artı-değere dayandığı için hayali sermaye pazarları, değer üretiminin temelinde yatan süreç ile temasını kaybetmiş olabilir.

Bu durum, “gerçek” ekonomi için düşük kârlılık dönemlerinde daha olasıdır. Marx şöyle yazıyor: “Kâr oranı düşerse, fazladan bir tür kâr elde etmek için yeni üretim yöntemleri, yeni sermaye yatırımları ve yeni maceralar yoluyla dolandırıcılığa ve dolandırıcılığın genel olarak teşvikine göz yumulur.”37 Hayali sermaye pazarları son yıllarda gerçekten çok büyüdü, çeşitlendi ve giderek üretimden koptu. Buna, değerli kağıtların büyümesi dahildir – bir mülk sahipliğine dayanmayan gelecekteki gelir akışları üzerinde hak iddia etmek, örneğin 2007’de düşük gelirli kişilere yüksek faizle konut kredisi verilmesi sonucunda ortaya çıkan krizde rol oynayan ipoteğe dayalı menkul kıymetleri de kapsayan teminata dayalı borçlar. Ayrıca, yeni yan ürün biçimleri de vardır. Bunlar, esas mülke ne olacağına bağlı olarak değeri değişen varlıklardan oluşur ve kredi borcu takas sözleşmesini kapsar. Bu sözleşme esasen bir krediyi zamanında ödemeyen birine karşı sigorta ya da birinin kredisini zamanında ödeyemeyeceğine dair bir kumardır.38

Finansta 1980’lerden bu yana yaşanan büyüme kısmen gerçek birikim ile ilişkiliydi ya da gerçek birikime yol açtı, ancak bu büyüme sadece bir dizi balon üretti. Bunlar arasında şunlar sayılabilir: 1990’lı yılların borsalarında yer alan yüksek teknoloji firmalarının Dot Com balonu; İngiltere, İspanya ve İrlanda’da ve bugün Çin’de yaşanan emlak balonları ve krizin ardından yıllar içinde gelişen ve Arap devrimlerini tetikleyen meta balonları. Hepsinin temelinde devasa kredi balonları vardır. Financial Times yazarı Martin Wolf, gelişmekte olan sistemi (kendisi daha önce bu sistemin “daha büyük ve riskli” bir sistem haline geldiğini söylemişti) “finansal kıyamet günü makinesi” olarak tanımlayacak kadar ileri gitti.39 Kredinin 1980’lerin başlarından itibaren genişlemesi, genel olarak kapitalizmin sorunlarının gizlenmesine ve ertelenmesine katkıda bulundu, ama bunun bedeli, nihai olarak krize girmesi kaçınılmaz olan tuhaf şekilde büyük bir finansal sistemin yaratılması oldu. Uzun süren durgunluğun finans alanında başlamış olduğu gerçeği, birçok yorumcunun bu durumu finansal kriz olarak tanımlamasına yol açtı. Bu, birdenbire krizi tetikleyen şeyin ve krizin dolaylı sonucunun yanlış anlaşılmasına neden oluyor. Gerçekten ne olduğunu anlamak için düşük kârlılık bağlamı çok önemlidir.40

Bazıları, 2008-9 krizinin, ekonominin finansa olan bağımlılığını ortadan kaldırarak yeniden dengelenmesini sağlayacağına inanıyordu. Bunun yerine, en iyi ihtimalle, en gelişmiş ekonomilerde kredi genişlemesi sabitlendi. Bununla birlikte Küresel Güney’de muazzam bir kredi büyümesi oldu.41 Finansal sistemin süregelen büyüklüğü her yeni panik dalgasının küresel düzeyde yayılmasına ve genişlemesine yol açıyor. Örneğin, Aralık 2015’te ABD’nin faiz oranlarını yükseltme kararının sonucunda 2016 yılının başında borsalarda büyük bir düşüş yaşandı; 2016 baharında, negatif faiz oranlarının etkisi ve verdikleri kredilerin kalitesi ile ilgili endişeler arasında sıkışıp kalan Avrupa bankalarının hisselerinin değeri çöktü. 2015 yazından 2016 baharına kadar, Çin borsaları kargaşa içindeydi ve şimdi bu kargaşanın ABD borsalarında büyük düşüşlere yol açacak kadar küresel kapitalizmin merkezinde olduğu anlaşılıyor.42 Gelecekte daha fazla şokun oluşacağı kesin.

Belirsizlik

Devam eden krizin üçüncü veçhesi iyileşmenin belirsizliği. Durgunluğun ardından bir dizi devlet müdahalesi ekonomiyi ayakta tutmaya yardımcı oldu. Bu müdahalelerle birçok ülkede bankacılık sistemi kurtarılmış olsa da, bu doğrudan müdahalelerin amacı ya da önceliği basitçe başarısız şirketleri kurtarmak değildi.43 En önemli tedbirler merkez bankaları tarafından alındı. Örneğin, birçok merkez bankası, borç vermeyi canlandırmak ve getiriyi düşürmek için parasal gevşeme, para yaratma ve bu parayı finans kurumlarından bono almak için kullanma gibi işler yaptılar. Ayrıca faiz oranları da çok düşük, hatta negatif seviyelere çekildi. Avrupa ve Japonya merkez bankalarının para politikası konusundaki duruşlarını göstermek için belirlediği oran 2016’nın başında yüzde 0’dı; İngiltere merkez bankasınınki ise yüzde 0,25’ti. ABD Merkez Bankası’nın belirlediği oran 2017’de ihtiyatla yükseltildi ve yüzde 1,25’e çıkarıldı, fakat tarihsel standartlara göre bu hâlâ çok düşük.

Diğer bir deyişle, kapitalizme bir yaşam destek ünitesi takıldı, ama çok büyük ölçüde finansallaştırılmış bir ünite.

Bu önlemler, görünürde şirketlere kredi akışı sağlamayı ve üretimi artırmayı amaçlıyordu. Ancak, kârlılığın azaldığı koşullarda bu girişimler başarısız oldu. Hızlı birikim, yatırımcıların üretiminin kârlı olacağına inandığı koşullarda gerçekleşir. Bunun yerine para, bankalar tarafından istiflendi ya da finansal yatırımlara, genellikle yüksek getirisi olan riskli yatırımlara ve genellikle Küresel Güney’e akıtıldı. Financial Times’da yayınlanan bir haber, finansallaştırılmış kurtarma paketinin nasıl daha fazla balonun oluşmasına yol açtığını iyi anlatıyor:

“Parasal gevşeme (merkez bankasının getirilerini düşürmek için bono satın alması) yatırımcıları ellerinde nakit para ile başbaşa bırakıyor ve onların da bu parayı, riskli varlıklara yatırmaktan başka seçenekleri kalmıyor. Sığınak ülkeler, baş harflerinden oluşan kısaltması SWAG (Silver-gümüş, Wine-şarap, Art-sanat eseri, Gold-altın) olan değerler için geleneksel saklanma yeri oldu. SWAG varlıkları 2012 yılına kadar bir balon oluşturdu. Fakat enflasyon korkularının yok olması ve hükümetlere olan güvenin geri dönmesiyle bu balon söndü. Gayrımenkuller bir başka sığınak oldu – özellikle kendi ülkelerinin her zaman zenginliklerine müsamaha göstermeyeceğinden endişelenenler için. Sönük ekonomik büyümeye rağmen bazı konut piyasaları canlandı. Özellikle, yabancı mülk sahipleri için klasik bir sığınak olan Londra ve Çin toplumunun gözde bölgesi Vancouver, büyük kazanç elde etti… Klasik balon ise, sanal paranın (bitcoin) öncülük ettiği kripto paralarda gibi görünüyor. Bu yeni bir teknoloji, heyecan verici ve devrimci bir potansiyele sahip. Ama gerçek değere sahip olmayan ve devlet tarafından tanınmayan bu para birimindeki yükseliş yine de nefes kesici.”44

ABD’nin parasal gevşemeyi durdurup faiz oranlarını yükseltmeye başlamasıyla önümüzde duran tehlike, para akışlarının tersine dönmesidir. Bu yazının yazıldığı sırada başlıca kapitalist ülkeler arasında sadece ABD, Kanada, Çek Cumhuriyeti, Meksika ve Türkiye faiz oranlarını yükseltmişti. Ancak, Avrupa Merkez Bankası parasal gevşeme programını “yavaş yavaş azaltmaya” ve Deutsche Bank’ın başkanı taleplere kulak vererek faiz oranlarını yükseltmeye başladı ve böylece “Avrupa’da ucuz para dönemine” son verdi.45

Finansal yaşam destek ünitesi spekülasyonu tetiklemekle (ve bu arada zenginlerin varlıklarının fiyatını şişirmekle) kalmadı, ayrıca esas krize çözümü erteledi. Büyük ekonomiler, rekabetçi bir pazarda hayatta kalmaması gereken, ancak önemli kazançlar elde eden ya da yatırım yapmadan yavaş yavaş ilerlemeyi başarabilen şirketler olan “zombi şirketler”den rahatsızlar. OECD’nin geçtiğimiz günlerde yayınlanan çalışma belgesinin yazarlarının iddia ettiği gibi:

“İyi işleyen bir piyasa ekonomisinde, yaratıcı yıkım süreci, performansı iyi olmayan firmaları verimliliklerini artırmaya veya piyasadan çıkmaya zorlar. Bununla birlikte, bu sürecin yavaşlayabileceğine dair sinyaller ve bu sorunun bir önlemler boyutu olabileceğine işaret eden birçok faktör var. Bunlar yapısal politika zayıflığı (örneğin, verimsiz iflas rejimleri), bankanın borçluya ödeme için süre vermesi, gevşek para politikası, bozulmuş bankacılık sistemleri ve ısrarla krizi teşvik eden küçük ve orta ölçekli işletmeler desteğini içeriyor.”46

Rapor, zombi şirketlerin büyük olasılıkla büyük ve eski firmalar olduklarını ve bunun nedeninin bunların muhtemelen devlet desteğinden faydalanabilen şirketler olması olduğunu belirtiyor. Rapor, İngiltere’de sermayenin yüzde 7,5’inin zombi şirketlere yatırıldığını ve bu rakamın İtalya’da yüzde 19 gibi yüksek bir orana çıktığını tahmin ediyor.47

Benzer şekilde, Uluslararası Ödemeler Bankası tarafından hazırlanan bir rapor şunu iddia ediyor:

“Son yıllardaki zayıf yatırımlar üretkenlik artışında bir yavaşlama ile çakıştı. Üretkenlik artışı 2007’den bu yana yavaşladı… Bu düşüşün arkasındaki olası nedenlerden biri, sermayenin ve emeğin yanlış dağılmasıdır. Kâr etmeyen şirketlerin payının giderek artması da bunun yansımasıdır. Gerçekten, aşırı derecede düşük faiz oranlarına rağmen, zombi şirketlerin – ki bu şirketlerin faiz masrafları faiz ve vergi öncesi kazançlarını aşmaktadır – payları önemli ölçüde arttı”.48

Yazıdaki bir grafik, büyük ekonomilerde zombi şirketlerin payının 2007’de yüzde 6’nın altında iken 2015’te yüzde 10’un üzerine çıktığını gösteriyor.49

Zombi şirketlerin tamamen ortadan silinmesinin uzun vadeli etkisi, kârlılığın, yatırımın, üretkenliğin ve nihayetinde büyümenin artması olabilir, ancak tehlike şu ki bu durum ekonominin yeniden krize girmesine neden olabilir. Bank of America’nın önemli bir analistine göre:

“Son beş yıl içinde Avrupa’daki parasal destek, kârlılık düzeyi düşük şirketlerin borçlarını yeniden finanse etmelerine ve borçlarını geri ödemelerinde yaşanan gecikmeyi geçici olarak savmalarına izin verdi… Bu, ekonomistlerimizin işaret ettiği noktayı destekliyor: Avrupa Merkez Bankası, gelecek bir buçuk yıl içinde olağanüstü teşviklerini kaldırma konusunda büyük ihtimalle çok yavaş ve sabırlı davranacaktır.”50

ABD’de, faiz oranındaki ılımlı artışın ve parasal gevşeme uygulamasından vazgeçmenin etkili olduğunu gösteren kanıtlar var. ABD’de iflas başvurusunda bulunan şirketlerin sayısı 2016’da büyük bir artış gösterdi. Küresel düzeyde borcunu ödemeyen şirketlerin oranı 2008’den beri görülmeyen düzeylere ulaştı ve bunların çoğu ABD şirketlerinden oluşuyor.

O zaman bu, küresel kapitalizm ve ona liderlik etmek isteyenler için tehlikeli bir an.

Kriz ve direniş

Bu bağlamda sosyalistlerin başarı şansı nedir?

Kriz başladığından beri dünya genelinde işçilerin yaşam koşulları kötüleşti. Egemen sınıfın küresel düzeyde farklı kesimlerinin ortaklaştığı az konudan biri, sistemlerini yeniden kâr eder hâle getirmek için işçi sınıfını daha fazla ezme arzusu oldu. Ne var ki, işçiler üzerindeki baskı otomatik olarak mücadeleye dönüşmez.

Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in kriz ve direniş arasındaki ilişki üzerine en iyi bilinen yorumları 1848 devrimlerinin ardından geldi.51 Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nde ayaklanmanın koşullarını oluşturan daha geniş siyasi çelişkileri ortaya koydu, ancak bu koşulların “dünya çapında iki ekonomik olay” ile olgunlaştığını da sözlerine ekledi:

“1845 ve 1846 yıllarının patates kırımı ve kötü hasat halk arasında genel kızgınlığı artırdı. 1847’deki kıtlık Fransa’da olduğu kadar kıtanın geri kalanında da kanlı çatışmalara neden oldu. Finans aristokrasisinin utanmaz cümbüşüne karşı, halkın temel yaşam ihtiyaçları için verdiği mücadele… Devrimin patlak vermesini hızlandıran ikinci büyük ekonomik olay, İngiltere’de 1847 sonbaharında aniden patlak veren genel ticari ve endüstriyel krizdi… Bu krizin kıta üzerindeki etkisi, Şubat Devrimi patlak verdiğinde henüz bitmemişti.”52

Devrimler 1850 yılı itibariyle yenildiğinde Marx “Yeni bir devrim ancak yeni bir krizin sonucunda mümkün olacaktır. Ancak, yeni bir kriz olacağı kesindir” sonucuna varmıştı.53 Benzer şekilde, 1895’te geriye dönüp bakan Engels, giriş bölümünde şunları yazdı: “1847’deki dünya ticaret krizi, Şubat ve Mart devrimlerinin gerçek anası olmuştu ve… 1848 yılının ortasından itibaren kademeli olarak geri dönen ve 1849 ve 1850’de tam anlamıyla çiçeklenen endüstriyel refah, yeni güçlenen Avrupa’nın canlandırıcı gücü oldu.”54

Kriz ile direniş arasındaki etkileşimi daha iyi açıklamak daha sonraki marksistlere (özellikle Üçüncü Enternasyonal’in ilk yıllarıyla ilişkili olanlara) düştü. 1921’in başında Komintern’in Üçüncü Kongresi, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesini izleyen devrimci dalgayı takiben kapitalist yönetim altında Avrupa’nın kısmen yeniden istikrara kavuşması gerçeğiyle uğraşmak zorundaydı. 1919-20’de ekonomik bir “yükseliş” yaşanırken, 1920 sonlarından 1921 sonbaharına kadar hızla bir krize girildi. Kongrede Leon Troçki, yenilenen mücadele umutlarını değerlendirmeye çalıştı. Marx ve Engels’in 1848’de yaptığı yorumları aktardı, ancak bunlardan yola çıkarak kriz ile direniş arasında mekanik bir ilişki kurmaktan çekinilmesi gerektiğine dair uyarıda bulundu:

“Bu değerlendirmeleri, bir krizin sürekli olarak devrimci eylemi doğurduğu ve hızlı ekonomik büyümenin işçi sınıfını pasifize ettiği anlamında yorumlamak tek yanlı ve tamamen yanlış olur. 1848 devrimi krizden doğmamıştır. Kriz sadece son itici gücü sağladı. Esasen devrim, kapitalist gelişmenin ihtiyaçları ile yarı feodal devlet sisteminin zincirleri arasındaki çelişkiden doğmuştur. Bununla birlikte, 1848 yılının tereddütlü ve yetersiz devrimi loncalar rejiminin ve kölelik rejiminin kalıntılarını süpürdü ve böylece kapitalist gelişmenin çerçevesini genişletti. Bu koşullar ve yalnızca bu koşullar altında, 1851’in ekonomik patlaması, 1873’e kadar süren bir kapitalist refah çağının başlangıcını işaret etti”.55

Troçki’nin belirttiği ilk nokta, dönemin genel karakterinin önem taşıdığıdır. “Buradaki mesele konjonktürde bir iyileşmenin mümkün olup olmadığı değil, dalgalanmaların artan veya azalan bir eğri boyunca ilerleyip ilerlemediğidir”.56 Ani yükseliş ve düşüş döngüsü kapitalizmin özünde bulunan bir özelliktir; ancak sistemin uzun vadeli eğilimleri de vardır ki zamanla düşüş daha yıkıcı ve yükseliş daha kısa süreli hâle gelebilir. Diğer taraftan, üretimde hafif bir yavaşlama ya da daralma biçiminde bozulmaların olduğu genel refah dönemleri olabilir. İkinci

Dünya Savaşı’ndan sonraki uzun yükseliş böyle bir dönemdi.

Durgunluk dönemi demek, “burjuvazi, işçi sınıfı üzerinde gittikçe daha da güçlenen bir baskı uygulamak zorunda kalacak”57demektir. Bunun getirdiği savunmacı mücadeleler devrimcilerin kısa sürede Komintern tarafından benimsenen birleşik cephe politikasından yararlanarak sınıfın yeni kesimlerine uzanmasına imkân tanıyacaktır.58 Ancak, bu dönemde, ekonomik durumun daha da keskin bir şekilde değişmesi söz konusudur ve devrimcilerin bunların önemini kavraması gerekir: “Kendi başlarına yoksulluk veya refah devrime yol açamaz. Ama refah ve yoksulluğun değişimi, krizler, belirsizlik, istikrarın yokluğu – bunlar devrimin motor unsurlarıdır.”59 Troçki’nin tartışma boyunca amacı şu savı savunmaktı: “Genel olarak, proleter devrimci hareketin krize otomatik bir bağımlılığı yoktur. Sadece diyalektik bir etkileşim vardır.”60 Marx ve Engels’in 1848’de yaptığı tespitlerin basitçe yorumlanışına yönelik bir Rus örneği sundu:

“1905 Devrimi yenildi. İşçiler büyük fedakârlıklar yaptı. 1906 ve 1907’de son devrimci patlamalar meydana geldi ve 1907 sonbaharında büyük bir dünya krizi patlak verdi. 1907-1908 ve 1909 yılları boyunca Rusya’da da korkunç bir kriz vardı. Hareketi tamamen öldürdü, çünkü işçiler bu mücadelede çok fazla acı çekti ve bu durgunluk onların cesaretini kıracaktı… Ekonomik durumumuzda 1910, 1911 ve 1912’de bir iyileşme oldu ve cesaretini kaybetmiş, morali bozuk, canı sıkkın işçileri yeniden birleştirmek için elverişli bir konjonktür oluştu. Üretimde ne kadar önemli olduklarının tekrardan farkına vardılar; önce ekonomik alanda ve daha sonra siyaset alanında saldırıya geçtiler.”61

Krizin şekli

Troçki, bu tür bir analizde, krizin genel şekli önemlidir diye düşünüyordu. Bu bize şu anki durumla ilgili ne söylüyor? 2007-8’de başlayan kriz yükseliş-düşüş döngüsünün bir parçası ya da sadece finansal veya bankacılıkla ilgili kargaşanın sonucu değildir. Tıpkı 1930’lardaki çöküş gibi, kâr oranındaki uzun vadeli düşüşün sonucudur. Bu, kapitalizmin “son krizi” veya “çöküşü” anlamına gelmez; sadece sermayenin yıkımı ya da muazzam ölçekte değerinin düşmesiyle yeni bir sürdürülebilir büyüme döneminin gerçekleştiği noktaya geldiğini belirtir.

Bu, büyük bir istikrarsızlık eşliğinde hem derin hem de uzun süreli bir kriz anlamına gelir. Krizin uzun sürmesi, her biri politik durumdaki değişimlerin yanı sıra işçilerin bilincindeki değişimlere eşlik eden pek çok farklı evrenin (Troçki’nin sözünü ettiği “istikrar yokluğu”) mümkün olduğu anlamına gelir.

Ancak, krizin direnişe dönüşüp dönüşmeyeceğini belirleyen sadece toplumun en altında olanların maddi koşulları değildir. Lenin, devrim koşullarının, yönetilen sınıfın artık eski şekliyle yönetilmeye istekli olmadığında ve egemen sınıfın artık eski şekliyle yönetemediğinde oluşacağından söz eder.62 Burada devrim için geçerli olan şey, daha genel olarak mücadele için de geçerlidir. Egemen sınıfın baskıya dayanmaksızın yönetmek için gerekli olan sınırlı rızayı alabilmesinin koşullarını en iyi araştıran marksist Antonio Gramsci idi:

“Kitle içindeki aktif kişi pratik bir faaliyete sahiptir; ancak pratik faaliyetinin teorik bilinci yoktur, yine de dünyayı dönüştürürken onu anlamasını gerektirir. Teorik bilinci, gerçekten, tarihsel olarak onun faaliyetine karşı olabilir. Kişinin neredeyse iki teorik bilince (veya bir çelişkili bilinç) sahip olduğu söylenebilir: Biri, faaliyetinde içkin olan ve gerçek dünyanın pratikte dönüşümünde onu bütün işçi arkadaşlarıyla birleştiren ve diğeri, geçmişten miras aldığı ve eleştirmeden kendini kaptırdığı yüzeysel olarak açık ya da sözlü olan.” 63

Dünyanın bu iki çelişkili algılanma biçimi işçiler açısından bir miktar felce ve pasifliğe neden olabilir, ancak bu statik bir durum değildir. Hapishane Defterleri’nin aynı bölümünde Gramsci, “normal zamanlar” ile anormal olanlar arasında bir ayrım yapar. 64 Uzun süren kriz, egemen sınıf fikirlerinin tutarlılığını ve işçilerin bir dönem boyunca eleştirmeden kabul ettiği “sağduyu”yu bozabilir, dayanışma ve kolektif etkinlik deneyimleriyle kurulan “iyi duyu”nun kristalleşmesini sağlayabilir.

Güncel dönemin kalıcı özelliklerden biri, toplum kesitlerinin sadece işçi sınıfının çekirdeğini oluşturan değil, protestoları ateşleyen öğrenciler ve işsizler gibi zulüm gören diğer grupların da ideolojik olarak radikalleşmesi olmuştur. Örneğin 2011’de İşgal (Occupy) hareketi; en ünlüleri Kahire Tahrir Meydanı’nda gerçekleşen kitlesel gösterilere karşı mücadeleyi birleştiren Arap devrimleri; Yunanistan’daki genel grevlere eşlik eden protestolar; İspanya’daki Indignados hareketi; ya da Güney Kore’de cumhurbaşkanını deviren hareket.

Kriz, sadece toplumdaki iktidar fikrinin ideolojik bütünlüğünü bozmakla kalmaz, aynı zamanda kapitalizm rekabetçi bir birikim sistemi olarak örgütlendiğinden egemen sınıfın kendi içinde çatlamaya da yol açabilir. Marx’ın söylediği gibi:

“Her şey yolunda gittiğinde rekabet, kapitalist sınıfın işleyen bir birlik ve beraberliğini yaratır… Ama mesele kâr paylaşma değil zararı paylaşma olursa, herkes kendi payını asgari düzeye indirmeye ve zararı başkasının başına atmaya çalışır… Bir kapitalistin ne kadar kaybı üstlenmesi gerektiği yani ne kadarını paylaşacağı güç ve kurnazlıkla belirlenir ve rekabet, düşman kardeşler arasında bir kavgaya dönüşür.”65

Kriz, kapitalistler ya da kapitalist sınıfın bölümleri ya da belirli kapitalistlerin dayandığı ulusal devletler arasındaki parçalanmaları içerebilir, çünkü rakip gruplar krizin yükünü kimin üstleneceği ve krizden kaçmak için hangi stratejinin izleneceği üzerinde tartışmaya başlar. Bunlar sadece ekonomik gerginlik değildir. Siyasal parçalanma krizin bir başka ürünüdür. Aşağıdan mücadelelerin ortaya çıkması, en üstteki bölünmeleri daha da genişletebilir. Bu anlamda kriz az ya da çok tutarlı siyasal ve ideolojik alternatiflerin ortaya çıkması için bir zemin oluşturabilir.

Siyasi kutuplaşma

Son yıllarda görülen siyasi kutuplaşma bir semptomdur. Merkez partiler tarafından sunulan reçeteler artık uygun olmadığından daha radikal sol ya da sağ alternatifler daha gerçekçi görünmeye başlar.

Radikal sağ birçok ülkede yükseliyor. Yunanistan’da açık bir Nazi örgüt olan Chrysi Avgi (Altın Şafak), 2015 seçimlerinde yüzde 7 oy aldı. Fransa’da, Marine Le Pen’in hâlâ faşist damara sahip partisi Front National (FN), bu yıl yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 21 oy aldı. ABD’de faşist olmayan ama ırkçı güçleri besleyen Donald Trump, Hilary Clinton’ın sönük kampanyasına karşı başkanlığı kazandı.

Solda da birçok yerde radikal güçler de ortaya çıktı. Fransa’da, kemer sıkma politikalarına karşı platformda yer alan Jean-Luc Mélenchon, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda oyların neredeyse yüzde 20’sini aldı. Yunanistan’da radikal sol parti Syriza 2012’de hükümet oldu. İspanya’da Podemos 2015’te oyların beşte birini aldı. Amerika’da Demokrat Parti’de Bernie Sanders’in büyük başarısı ve Amerika Demokratik Sosyalistleri’nin yükselişi görüldü, İngiltere’de sosyalist Jeremy Corbyn, İşçi Partisi liderliğini ele geçirdi.

Yeni ve yeniden canlanmış sol reformist oluşumların farklı kökenleri var. Paylaştıkları ortak nokta, egemen sınıf ile işçi sınıfını krizin ceremesini ödemek için sıkıştırmak konusunda uzlaşmayı reddetmek suretiyle statükoya meydan okuma kapasitesidir. Lakin yine de bunlar sol reformist örgütlerdir.66 Aşağıdan mücadeleyi ya da en azından mücadele arzusunu yansıtırlar, ancak kapitalist sistemi var olan devlet kurumları yoluyla reforme ederek dönüştürmeye çalışırlar. Syriza, iktidarı kazananların ilki, ama sonuç, Avro bölgesinin egemen sınıflarına sefil teslimiyet oldu. Parti, kemer sıkma politikalarının karşıtlığından uygulayıcılığına dönüştü.67

Ancak devrimci sol, bu tür akımların yükselişine kayıtsız kalamaz; onların başarısı işçi sınıfının güvenini ve beklentilerini artırabilir ve siyasette sola kaymanın bir belirtisi olabilir. İşçi sınıfı mücadeleyi yükseltince, otomatik olarak geleneksel örgütlenmelerinden uzaklaşmaz ve devrimci partilere yönelmez. Troçki’nin Rus Devrimi hakkında yazdığı, daha genel olarak, artan mücadele dönemleri için de doğrudur:

“Devrimin temel politik süreci… toplumsal krizden kaynaklanan sorunların bir sınıf tarafından tedrici olarak kavranılmasından oluşur – kitlelerin birbirini izleyen ve doğruya giderek yaklaşan anlayışlarla aktif biçimde yönlendirilmesi. Daha aşırı partilerin hep daha az aşırı olanların yerine geçmesiyle belirlenen devrimci bir sürecin farklı aşamaları kitlelerin solundaki artan basıncı gösterir, hareketin salınımının objektif engellere toslamaması koşuluyla.”68

Çoğu zaman, mücadelenin hızlandırılmasına yardımcı olan kriz sürecinde gelişen siyasi faktörlerdir. Bu, 1930’ların ekonomik çöküşünde gelişen mücadeleler için kesinlikle doğruydu. ABD’de grev hareketindeki büyük artış, Wall Street borsa çöküşünden birkaç yıl sonra 1933-34’te gerçekleşti. Demoralizasyon ve pasiflik sonrasında ansızın bir dizi işçi eylemi başladı ve 1934’te Toledo’da (otomobil sektöründe), Minneapolis’te (nakliyat işçileri) ve San Francisco’da (dok işçileri) üç büyük grev doruk noktasına ulaştı ve bu durum sınıf mücadelesinin dengesini işçiler lehine değiştirdi. Ortam, Büyük Buhran’ın düze çıktığına dair bir inancın yaygın olduğu bir ortamdı. Ama Roosevelt yönetimi tarafından başlatılan New Deal politikalarının bir sendikalaşma dalgasını tetiklemesi de işçilerin özgüvenini artmıştı.69 1931’den beri derin bir ekonomik kriz yaşanan Fransa’da da beş yıl sonra büyük bir mücadele patlaması yaşandı. Bu patlama, faşizm tehdidine karşı birleşme yanlısı olan işçilerin Sosyalistler ve Komünistler tarafından desteklenen 1936’daki Halk Cephesi (Popular Front) hükümetinin seçilmesini grev ve fabrika işgalleriyle selamladığı keskin bir politik kutuplaşmanın arkasından geldi.70 Her iki durumda da, işçi sınıfının bazı kesimlerinin radikalleşmesi hareketi tetikleyen politikaların çok ötesine geçti.

Sınıfın durumu

İşçi kitlelerinin bilincindeki bir değişim sadece egemen sınıfın fikirlerinin geçersizleşmesini ya da egemen çevrelerin siyasi krizini değil, işçilerin gerçek faaliyetlerinden billurlaşan yeni bilinç ve örgütlenme biçimlerini de içerir. Dolayısıyla sınıfın krize girdiği koşullar önemlidir, çünkü mücadeleye atılmak için kendine az veya çok güvenli olmasını belirlerler. Troçki’nin belirttiği gibi, “bir krizin etkilerini belirleyen… mevcut tüm siyasi durum ve kriz öncesinde ve sonrasında yaşanan olaylar, özellikle de kriz öncesindeki mücadeleler, işçi sınıfının kendisinin başarısı veya başarısızlıklarıdır.”71

Ancak mesele basitçe sabit bir işçi sınıfının az veya çok kendinden emin veya örgütlü hale gelmesi değildir. Kapitalizmin düzenli aralıklarla yeniden yapılanması, işçileri yeni alanlara çekerken, sınıfın gücünün eski temellerinden bazılarını ortadan kaldırır. Böyle bir işçi grubunun birlikte savaşmak için gereken örgütlenmeyi geliştirebilmesi ve kendine güvenini kazanması için genellikle zaman ve bir mücadele deneyimi gerekir.

1960’lı ve 1970’lerin başındaki büyük mücadele dalgalarını, uzun bir büyüme dönemi takip etti; bu dönemde birçok gelişmiş kapitalist devlet daha iyi ücret ya da koşullar için yerel ve bölgesel mücadeleler yoluyla yeni sınıf güçlerinin oluşmasına ve gelişmesine izin verdi; bazen kapitalistler ve hükümetler ödün vermeye razı oluyordu. İngiltere’de 1972’ye kadar grevlerin yüzde 95’i sendikadan habersiz çıkılan ani grevlerdi. Fransa’da, 1968 genel grevinin öncesine CGT sendika federasyonu tarafından örgütlenen “endüstriyel anlaşmazlıkların şiddetli patlaması” ve “bir günlük genel grev de dahil olmak üzere coşkulu grevler” iki yıla damgasını vurdu. Grevlere katılım 1965’te 1 milyonun biraz altındayken 1967’de 4 milyondan fazla oldu.72

Bu işaretlere rağmen, dönemin yorumcuları, iki dünya savaşı arasındaki dönemi karakterize eden devrimci ayaklanma yokluğunu, toplumu dönüştürme kapasitesine sahip işçilerin yokluğu olarak yanlış yorumladılar. Örneğin, otomobil fabrikaları ve benzeri diğer sektörlerin yeni “zengin işçilerinin” greve gitmekten ziyade tüketim malları almakla ilgilendiği düşünülüyordu. Ünlü solcu Fransız teorisyen André Gorz 1968 başlarında “Avrupa kapitalizminin yakın gelecekte, işçi kitlelerini devrimci genel grevlere götürecek çarpıcı bir krizi olmayacağını”73 ilan etti. Ancak, gelişmekte olan sınıf güçleri 1960’ların sonlarından itibaren yükselen beklentilerini artık karşılayamayan bir sistemle çatışırken kapitalizmin uzun süreli yükselişiyle beslenen devrimci patlamalar için potansiyel ön plana çıktı. 1970’lerin sonlarında, burjuva kurumlarının kısmen yeniden canlandırılması, sosyal demokrat ve stalinist örgütlerin militanlığı daha güvenli bir yolla emmek ve yönlendirmek için yeniden konumlandırılması ile birlikte bu yükseliş kontrol altına alındı.74

Mevcut krizin öncesindeki dönem epey farklıydı; ne hızlı bir ekonomik büyüme vardı ne de reformizm için bir “altın çağ” olarak nitelendirilebilirdi. Fakat, yine, önceki dönemde yeni sınıf güçleri gelişmişti; bunlar, işçi mücadelelerini tarihin çöp tenekesine atmaya çalışan karamsarları şaşırtacak güçlerdi. Dikkat çeken bir örnek, bugün birçok grevde kamu sektörü çalışanlarının öne çıkmasıdır. Modern kapitalist toplumlar basitçe işçilerin kâr elde etmek için doğrudan sömürüsüne değil, aynı zamanda doğru türde bir emek gücünün mevcut olmasını sağlamak için işçi sınıfının daha geniş kesimlerine dayanır. Sağlık ve eğitim sistemleri, yetenekli, nispeten sağlıklı ve güvenilir işçileri sömürerek küresel işbölümünde rekabet etmek isteyen kapitalistler için hayati önem taşır. Vergi toplayan memurun tüm sistemin çalışmasına izin verdiği gibi, hükümetlerin sağladığı altyapı ve güvenlik, kapitalistler için gereklidir. Bunlar giderek işçi sınıfıyla aynı baskı ve saldırılara maruz kaldıklarını düşünen birçok kişinin içinde bulunduğu ve kendilerini savunmak için sendikalara başvurduğu alanlardır.

Kamu sektörünün genişlemesi ve hizmet sektöründeki işlerin genel olarak yaygınlaşması, “sanayisizleştirme” efsanelerini kabul etmek zorunda olduğumuz anlamına gelmiyor. Son yıllarda istihdamda kaymalar, belki de çokuluslu üretim ağlarına bağlı nispeten küçük işçi gruplarının kapitalist kâr üzerinde aşırı oranda etkili olabileceği anlamına gelir. Ayrıca büyük işyerlerinde, imalat sektöründekilerle aynı türden zorlama ve sömürünün yer aldığı ve aynı örgütlenme potansiyelinin olduğu hizmet sektörü işleri de genişledi.

Nihayetinde, yeni sınıf güçleri, olgunlaşmaya, kolektif güçlerinin bilincine varmaya ve egemen sınıfla etkin bir şekilde mücadele etmeleri için gereken birliği sağlamaya mecburdurlar. Bunu yaparken, işçi sınıfının güvenini daha da yaygınlaştıracak başarılar kazanacaklardır. Bunun ani bir siyasi patlama ya da daha yavaş bir zafer birikimi yoluyla gerçekleşip gerçekleşmeyeceği önceden tahmin edilemez ve mücadelenin temposu ve biçimi ülkeler arasında değişir. Hangi grupların önce mücadeleye atılacağı belli değildir. Ben bu satırları yazarken İngiltere’deki McDonald’s zincirinin iki şubesinde küçük bir grup genç işçi şirketin ülkede yaşadığı ilk grev eylemini örgütledi ve sendikal hareketi canlandırdı.75 Kıvılcımlar en beklenmedik bölgelerden sıçrayabilir.

Sonuç

Mevcut kriz (ekonomik, siyasi ve ideolojik bir kriz) sosyalistler arasında hayal kırıklığı yaratma potansiyeline sahip bir krizdir. Antonio Gramsci’nin 1930’larda yazdığı gibi: “Kriz tam da eskinin ölmesi ve yeninin doğmaması gerçeğidir. Bu ara dönemde çok çeşitli hastalık belirtileri ortaya çıkar”.76 Bugünlerde ortaya çıkan ürkütücü belirtiler gözden kaçacak gibi değildir – en göze çarpan örnekler arasında Donald Trump sayılabilir.

Krizin derinliği ve uzun süreliliği kapitalist ideolojinin tutarlılığını aşındırıyor. Aynı zamanda, son tahlilde krizden çıkış için devrimci bir yol sağlayabilecek tek güç olan işçi sınıfı, kapitalizme sistematik bir alternatif oluşturabilecek devrimci bir hareket hâline henüz gelmiş değil.77 Yine de, krizin farklı aşamalardan geçeceği gerçeği yeni mücadelelerin gelişme ihtimalini artırıyor. Bunlar, sermayenin egemenliğine meydan okuyan ve devrimci örgütlenmenin yeniden canlanması için alan sağlayan mücadeleler olacaktır. Şimdiden birçok ülkede, devrimcilerin kapitalizm eleştirilerinin birçoğunu paylaşacakları, daha geniş kitleleri bulmalarına izin veren büyük siyasal hareketler ortaya çıkıyor.

Günümüzde devrimcilerin karşılaştığı zorluk, bir yandan tarihin arzuladığımız zaman çizelgesine her zaman uymadığını kabul edecek kadar sabırlı olurken, aynı zamanda işçi sınıfı içinde sesimizi duyurmak için var olan fırsatları kavramamızı sağlayan aciliyet duygusunu devam ettirmektedir.

 

Çeviri: Sibel Erduman

 

Dipnotlar:

  1. Yakın tarihli krizin uzun süre devam etmesi ve ekonominin yavaş büyümesi olgusu için marksist ekonomist Michael Roberts’in son kitabında (Michael Roberts, 2016, The Long Depression, Haymarket) kullandığı teri
  2. Küresel bir durgunluk için evrensel olarak kabul edilen bir tanım 2009’dan önce ekonomistler, gayriresmi olarak, küresel durgunluğu yıllık küresel büyümenin yüzde 2,5 veya yüzde 3’ün altına düştüğü bir dönem olarak görürdü. 2009’dan sonra, Uluslararası Para Fonu küresel durgunluğu, dünya ekonomisinin büyümesinin negatif olduğu bir dönem olarak tanımladı: 1975, 1982, 1991’de ve 2009’da çok daha yıkıcı bir düzeyde olduğu gibi. Bkz. IMF, World Economic Outlook 2009. https://www.imf.org/external/ pubs/ft/weo/2009/01/pdf/text.pdf
  3. https://www.aeaweb.org/conference/2017/preliminary/paper/bzQ4bKGK
  4. Lawrence H Summers, 2016, “The Age of Secular Stagnation”, Foreign Affairs, Mart / Nisan 2016; Christine Lagarde, “The Challenge Facing the Global Economy”,  http://www.imf.org/en/News/Articles/2015/09/28/04/53/sp100214
  5. Edward Luce, 2017, “Winter is Coming in Donald Trump’s Washington”, Financial Times, 30 Ağustos
  6. Joseph Choonara, 2010, “The Crisis: Over or Just Beginning?”, Socialist Review, sayı 347, http://socialistreview.org.uk/347/crisis-over-orjust-beginning
  7. Ruchir Sharma, 2017, “The Boom was a Blip: Getting Used to Slow Growth”, Foreign Affairs, cilt 96, sayı
  8. Surjit S Bhalla, 2002, Imagine There’s No Country: Inequality and Growth in the Era of Globalization, Institute for International Economics s. 16, tablo 2.1.
  9. Dünya Bankası, 2017, Global Economic Prospects: A Fragile Recovery, https://openknowledge.worldbank.org/bitstream/handle/10986/26800/9781464810244.pdf, s.4, tablo 1.
  10. Enflasyonla düzeltilmiş kurumsal sektör tahminlerini, sabit sermayenin tarihi maliyeti paydası ile kullanıyorum. Andrew Kliman, The Failure of Capitalist Production (Pluto), 2011, s. 84.
  11. Esteban Ezequiel Maito, 2014, “The Historical Transience of Capital”, https://thenextrecession.files.wordpress.com/2014/04/maito-esteban-the-historical-transience-of-capital-the-downward-tren-in-the-rate-of-profit-since-xix-pdf
  12. Byron R Wien, 2010, “US Capital Productivity Decline Must Be Reversed”, Financial Times, 17 Şubat
  13. Marksist ekonomiye yabancı olanlar şu kaynaklara danışabilir: Joseph Choonara, Unravellign Capitalism: A Guide to Marxist Political Economy, Bookmarks, 2017; Alex Callinicos, The Revolutionary Ideas of Karl Marx (Bookmarks), 1996, s. 122-159; Chris Harman, Ecomomics of the Madhouse, Bookmarks, 1995; Joseph Choonara, Introducing Marxist Economics, SWP, 2013, http://www.swp.org.uk/education/5-introducing-marxist-economics; Ben Fine ve Alfredo Saad Filho, Marx’s Capital, Pluto, 2016.
  14. Aslında, işler biraz daha karmaşıktır, zira sabit sermaye, aşağıda açıklandığı gibi, kapitalist rekabet sürecinde değer Bu ve kâr oranları ile ilgili daha genel tartışma için bkz. Joseph Choonara, 2017, s. 64-72.
  15. Kârlılık ve yatırım arasındaki bağlantıyı görmek için, bkz, Michael Roberts, “Profitability and Investment Again – the AMECO data”, 2017, https://tr.extrecession.wordpress.com/2017/07/26/profitability-and-investigation-again-Ameco-data/
  16. Karl Marx, Capital, cilt 3, Penguin, 1991, s. 349-350.
  17. Bkz, örneğin, Guglielmo Carchedi, “Behind and Beyond the Crises”, International Socialism, 132 (sonbahar 2011) ve Michael Roberts, 2016, s. 21-22. Alternatif bir bakış için bkz. Andrew Kliman, 2012, 124.
  18. Joseph Choonara, 2017, a.g.e., 70.
  19. Bkz, Deepankar Basu’daki grafikler, “Replacement versus Historical Cost Profit Rates: What is the Difference? When does it Matter?”, University of Massachusetts Amherst, Department of Economics working paper, 2012, umass.edu/economics/publications/2012-11.pdf, s. 12.
  20. Andrew Kliman, 2011, a.g.e, s. 22-27.
  21. Bkz, örneğin, David Harvey, The Enigma of Capital, Profile, 2010, s. 116-118.
  22. Alex Callinicos, Deciphering Capital, Bookmarks, 2014, bölüm Ayrıca bkz. Alex Callinicos ve Joseph Choonara, “How not to Write about the Rate of Profit: A Reply to David Harvey”, Science & Society, 2016, cilt. 80, sayı 4.
  23. Marx, Grundrisse, Penguin, 1993, s.
  24. Buna bir anlam katmak gerekirse, ABD’nin 2007 iş dünyası verilerine göre, sektördeki en büyük sekiz firma şu anda kimyasal imalat sanayinde katma değerin dörtte birinden ve bilgisayar ve elektronik ürünler imalatı katma değerinin yaklaşık üçte ikisinden En büyük sekiz firma, genel ürün temini sektörünün ve telekomünikasyon gelirlerinin yaklaşık üçte ikisini alıyor; ticari bankacılıkta bu rakam yarısından az, yayıncılık sektörünün yarısının biraz altında. Dünyanın en büyük şirketi olan WalMart’ın cirosu kriz öncesinde Norveç’in milli gelirine eşitti.
  25. Doğal olarak, küresel rekabet karşısında ABD ekonomisinin yeniden yapılandırılması söz Chris Harman, “The Rate of Profit and the World Today”, International Socialism, 2007, sayı 115, s. 151-152; Chris Harman, “Beyond the Boom”, International Socialism, 2001, sayı 90.
  26. Patrick Jenkins, “FT City Network: Is the Outlook for Growth All Doom and Gloom?”, Financial Times, 31 Ocak
  27. Martin Wolf, “China’s Great Economic Shift Needs to Begin”, Financial Times, 19 Ocak
  28. Andrew Kliman, 2012, a.g.e, bölüm
  29. Larry Elliott, “IMF Warns China Over ‘Dangerous’ Growth in Debt”, Guardian, 15 Ağustos 2017.
  30. Paul Cooney, 2016, “Reprimarization: Implications for the Environment and Development in Latin America: The Cases of Argentina and Brazil”, Review of Radical Political Economics, cilt 48, no.
  31. Word Bank, a.g.e, s. 4, tablo 1.
  32. Ben Fine, “ “Financialization from a Marxist Perspective”, International Journal of Political Economy, 2013, cilt 42, no. 4.
  33. Karl Marx, 1991, a.g.e., s. 742.
  34. Karl Marx, 1991, a.g.e., s. 363.
  35. Karl Marx, 1991, a.g.e., s. 596.
  36. Karl Marx, 1991, a.g.e., s. 595-596.
  37. Karl Marx, 1991, a.g.e., s. 367.
  38. Yararlı bir açıklama için Tony Norfield, “Derivatives and Capitalist Markets: The Speculative Heart of Capital”, Historical Materialism, 2012, cilt 22, no. 1: https://thenextrecession.files.wordpress.com/ 2013/11 / tony-norfield-on derivatives-and-the-crisis.pdf
  39. Martin Wolf, “The Challenge of Halting the Financial Doomsday Machine”, Financial Times, 20 Nisan
  40. Andrew Kliman, 2012, g.e., s. 14. Bkz, ayrıca, Joseph Choonara, “Marxist Accounts of the Current Crisis”, International Socialism, 123 (Yaz 2009); Joseph Choonara, “Financial Times”, International Socialism 142 (ilkbahar 2014).
  41. Bank for International Settlements, 2017, BIS 87th Annual Report, s.
  42. Nathaniel Popper ve Neil Gough, 2015, “A Plunge in China Rattles Markets Across the Globe”, New York Times, 23 Ağustos
  43. Banka kurtarma için taahhüt edilen miktarlar büyüktü: ABD’de 1 trilyon dolar, İngiltere’de 718 milyar dolar ve İrlanda’da 614 milyar dolar (İrlanda GSYH’sinin yüzde 230’u!). Bununla birlikte, bu paranın hepsi harcanmış değildi ve bir kısmı geri alındı. Emiliano Grossman ve Cornelia Woll, “Saving the Banks: The Political Economy of Bailouts”, Comparative Political Studies, 2014, cilt 47, sayı 4.
  44. John Authers ve Claire Manibog, “Dealing with the effects of one bubble creating more”, Financial Times, 21 Ağustos
  45. Jill Treanor, “Time to Raise Eurozone Interest Rates, say Deutsche Bank Chief”, Guardian, 7 Eylül
  46. Müge Adalet McGowan, Dan Andrews ve Valentine Millot, “The Walking Dead? Zombie Firms and Productivity Performance in OECD Countries”, OECD economics department working paper 1372,
  47. Müge Adalet McGowan, Dan Andrews ve Valentine Millot, g.e.
  48. Bank for International Settlements, 2017, a.g.e., s. 41-58.
  49. Bank for International Settlements, 2017, a.g.e., s.
  50. Sid Verma, 2017, “Zombie Companies Littering Europe May Tie the ECB’s Hands for Years”, Bloomberg Markets, 24 Temmuz
  51. Bu argümanın daha uzun versiyonu için bkz Joseph Choonara, “The Class Struggles in Europe”, International Socialism, 138 (ilkbahar 2013).
  52. Karl Marx, The Class Struggles in France 1848–1850, Karl Marx ve Friedrich Engels, Selected Works Lawrence and Wishart, 1950, 132. 53
  53. Karl Marx, 1950, a.g.e, s.210.
  54. Friedrich Engels, “Introduction”, Marx, 1950, g.e., s. 111.
  55. Leon Troçki, “Report on the World Economic Crisis and the New Tasks of the Communist International”, The First Five Years of the Communist International içinde, cilt 1, New Park, 1973, s.
  56. Leon Troçki, 1973, a.g.e., s. 259-260.
  57. Leon Troçki, 1973, a.ge., s.
  58. Bu politika, reformist liderlere ve kendi politik bağımsızlıklarını korurken hâlâ sadık kaldıkları işçilere ortak girişimler öneren devrimcileri içeriyordu. “What next? Vital Questions for the German Proletariat”, Leon Trotsky, Fascism, Stalinism and the United Front içinde, Bookmarks, 1989.
  59. Troçki, 1973, a.g.e, s. 285-286.
  60. Troçki, 1973, a.ge. s. 261.
  61. Troçki, 1973, a.g.e, s. 261-262.
  62. Lenin, 1921, Left Wing Communism: An Infantile Disorder (Marxian Educational Society), 83.
  63. Antonio Gramsci, Selections from Prison Notebooks, Lawrence & Wishart, 1998, 333.
  64. Antonio Gramsci, 1998, a.g.e., s.
  65. Karl Marx, Capital, cilt 3, Lawrence & Wishart, 1972, s.
  66. Alex Callinicos, “The Second Coming of the Radical Left”, International Socialism, 135 (yaz 2012).
  67. Panos Garganas, “Why did Syriza Fail?”, International Socialism, 148 (sonbahar 2015).
  68. Leon Trotsky, The History of the Russian Revolution, Pluto, 1985, s.
  69. John Newsinger, “1934: Year of the Fightback”, International Socialism, 122 (ilkbahar 2009).
  70. Jacques Danos ve Marcel Gibelin, June ’36: Class Struggle and the Popular Front in France, Bookmarks,
  71. Leon Troçki, 1974, “Flood-Tide: The Economic Conjuncture and the World Labour Movement”, The First Five Years of the Communist International, cilt 2, New Park içinde, s.
  72. Tony Cliff, “Patterns of Mass Strike”, International Socialism, 29 (yaz 1985).
  73. Alıntılayan Chris Harman, The Fire Last Time, Bookmarks, 1998, s.
  74. Chris Harman, “The Crisis of the European Revolutionary Left”, International Socialism, 4 (ilkbahar 1979).
  75. Tomáš Tengely-Evans, 2017, “We’re Worth More—How Workers are Fighting Back at McDonald’s”, Socialist Worker, 27 Ağustos
  76. Antonio Gramsci, 1998, a.g.e, 276.
  77. Marksist sınıf kavramını savunmak için 2018’de yayınlanacak Joseph Choonara, Mike Wayne ve Deirdre O’Neill (eds), Considering Class (Haymarket) başlıklı “Class and the Classical Marxist Tradition”.

sosyalizm