Sibel Erduman
İyimser Olmayan Umut, Terry Eagleton, Çev: Emine Ayhan, 2017, Ayrıntı Yayınları
Ekonomik eşitsizliğin yükselişi, son yıllardaki Wall Street hareketi ve Arap baharının çöküşü, bizdeki Gezi hareketinin ‘son bulması’, ABD’de Trump’ın seçilmesi, bizde ise yıllarca süren Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı ve de son dört beş yıldır kendi hayat koşullarını düzeltme ve başka bir şekilde yaşama taleplerine yönelik onca insanın sahadaki muhalefetine dünyanın süper güçlerinin kene gibi yapıştığı Suriye savaşı yeterince kasvetli bir ortam. Bu olaylar solda herkesi kötümser kılmasa da iyimser olmak da zor gibi gözüküyor. Politik olarak bu psikolojik çekilme sadece yenilgiyi artırabilir. Eagleton, ne mantıken saçma olan iyimserliği ne de doğal olarak bozguncu olan kötümserliği benimsemek zorunda olmadığımızı, ama hâlâ umursanmaya değer mücadeleler olduğu gerçeğine işaret eden bir umuttan bahsediyor.
Sadece irade değil koşullar da…
Kitabın neredeyse hiçbir yerinde açık biçimde olmasa da umut denilen nosyonun bireye içkin bir süreç olmasının yanı sıra bizatihi nesnel koşullara da bağlı olduğunu söylüyor. Çünkü hiç kimse durup dururken umuda kapılmaz, bunun için kendisinin dışındaki ama yine de bir birey olarak onu dışlamanın imkânsız olduğu dünyanın nesnelere, geçmişin birikimine, gelecek tahayyülüne ve bunları bir çerçeveye oturtabilecek fenomenlere ihtiyaç duyar. Bu noktada umudun elle tutulur bir biçim kazanmasının önkoşulu, bireysel şartlanmalar ve duygu dünyası olduğu kadar ve ondan daha da fazla olacak biçimde, oluşan, oluşmakta olan ve daimi bir değişime sahip olan nesnel koşullardır.
Eagleton’un kitabı dört bölümden oluşuyor. Birinci bölüm iyimserliğin banalliğini ele alırken, ikinci bölümde umudun doğasını ortaya koyuyor, üçüncü kısım ise dolambaçlı yollarla Ütopyacı Marksist Ernst Bloch’un felsefesine odaklanıyor, son bölüm ise aşılamaz gibi görünen siyasi yenilgiler karşısında neden hâlâ umudu değişim için bir katalizör olarak oluşturabileceğimizi savunuyor. Kitap, iki genel izleyiciyi hedef alıyor: Sürekli yenilgiye uğrayan solcular (çeşitli sosyalist ve Marksistler), ve Batı’nın en etkileyici düşünürlerinden bazıları tarafından ortaya konulan umut, trajedi ve iyimserlik ile ilgili felsefi ve edebi düşünceye ilgi duyanlar.
Marx, Luther, Jameson…
Eagleton umudun bizatihi kendiyle değil, onunla çok yakın ilişkili olduğunu düşündüğü, umutla aynı klasmanda olduğu varsayılan ya da umut kategorisiyle eşanlamlı olarak kullanılan kavramlarla etkileşimli versiyonuyla ilgilenmektedir. Bu yüzden kitabın en hararetli tartışmalarının yaşandığı “Umut Nedir?” başlıklı bölümde, Eagleton Fredric Jameson’dan Martin Luther’e, Karl Marx’tan Aquinas’a, Alain Badiou’dan Paul Riceour’a kadar çok sayıda isimle hesaplaşmalara girişir. İlk kategori metafizik ve muhafazakâr tipteki umut tartışmasıdır, bunlar iyimserin kendisi ya da onun çeşitlemeleri olarak karşımıza çıkar. Çünkü bütün banalliğiyle “İyimserlik, umutsuzluğu yeterince ciddiye almaz”. Çünkü “İnsan özel bir şey hissetmeden de umut besleyebilir.” İkinci kategoride ise liberal ve daima ileriye dönük çizgisel tarih anlayışını benimseyen bir tür sol bir bakış vardır, umut daima iyiye yönelik olduğu varsayılan, yeri geldiğinde neşeyle ilişkilendirilen, erdem ya da eğilim olarak kabul edilmekte beis görülmeyen bir olgu olarak ele alınır.
Üçüncü bakışı ise Eagleton ortaya koymaya çalışır; bu son derece materyalist bir bakış açısıdır ve Antonio Gramsci’nin meşhur “İradenin iyimserliği, aklın kötümserliği” ilkesini bile kendisine rehber edinmekten çekinecek bir noktada yer alır. Eagleton bunu “Ne var ki, Gramsci’nin sloganı, fazla ileri götürüldüğünde iradeciliğe, hatta maceraperestliğe düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ayrıca, sonu pekâlâ katı bir imkânsızlığa da çıkabilecek bir düsturdur bu. Bir durumu umutsuz olarak değerlendirdiğiniz hâlde olumlu yönde davranabilirsiniz ama umutsuz gözüyle baktığınız bir durum içinde umutlu davranamazsınız.” (sf. 89)
Umut ve olumsallık
Bu noktada Eagleton’ın açık biçimde umut kavramını olumsallıkla değerlendirdiğini görmek mümkündür. Engels’in J. Bloch’a yazdığı mektupta ifade ettiği, tarihin ilerleyişindeki sonucun her zaman bireysel birçok istenç arasındaki çatışmadan doğduğu ve o istençlerin her birinin de çok sayıdaki özel yaşam koşulunun ürünü olduğuna yönelik yaklaşımı düpedüz umut için de geçerlidir.
Umut edebilmenin koşulları da bu ölçüde materyalisttir. Yani umut etmemizi yaratan koşullar bizim de içerildiğimiz bazı koşullar tarafından oluşturulur, ancak bizim öznel niyetlerimizin gideceği yön, diğer bireylerin ve onların bizle ve kendi aralarında yaşanan çatışmalarından doğan bir bileşke tarafından ama yine de bizim arzularımızın da bulunduğu bir yapı tarafından belirlenir. Eagleton bunu bir cümlede şöyle özetler: “Tek başına alternatif bir gelecek hayal edebilme edimi bile şimdinin üzerimizdeki hükmünü böylesi bir geleceğin daha olanaklı görüneceği noktaya kadar zayıflatarak, şimdiyi göreceleştirir ve ona mesafe almamızı sağlar.” İyimserlik ve umut arasındaki radikal farkın merkezi tam da burasıdır. Çünkü “Müzmin iyimser, aynı katı şekilde programlanmış tarzda karşılık verir her şeye; bu bakımdan da rastlantı ve olumsallığı saf dışı bırakır. İyimserin belirlenimci dünyasında şeyler olağandışı bir kestirilebilirlik çerçevesinde, ortada herhangi bir geçerli neden olmaksızın iyi gitmektedir.”
Umut ve paradoks
“Umuda karşı Umut” başlıklı dördüncü bölümde Eagleton temel bir Marksist noktayı zarifçe yineler: ‘Radikal dönüşümün zapt edilmesi zor bir fikir olması, onun öngörü ve açıklık, kesinlik ve hesaplamayı gerektirmesinden dolayıdır ama tüm bunların mutlaka şeffaf olmayan bir son adına olması gerektiğidir. Bir geleceği yansıtmak, kaçınılmaz olarak bugünün deneyimine dayanmak ve bundan hareketle zaten bildiğimiz şeyi aşmaktır.”
Umutlu devrimci her zaman paradoksla karşı karşıyadır; radikal olarak yeni bir şey için savaşır ama değişim için ilham kaynağı olarak şimdiyi kullanmalıdır. Ve şimdi, sürekli bir yenilgi seti olduğu zaman ne yapması gerekir? Bu durum, Eagleton’un klasik trajedileri (örn., Shakespeare) derinlemesine okumasına yol açar. Çünkü trajedinin çeşitli medeniyetlerde kötümserlikten daha baskın bir yeri vardır, çünkü varlığımızın dokusunu gerçekten sarsan bir şeydir trajedi çünkü gücü, büyük değer verdiğimiz bir şeyin tahrip edilmesinden kaynaklanır. Solun sürekli olarak korkuyla anlık olarak geri çekilmesini sağlayan tüm yenilgilerde hissedilen olumsuzluğun hâlâ üzerinde durduğumuz pozitif bir şeylerin olduğu anlamına geldiğini fark etmemiz gerekir. Bu durum umutlu olmak için bir şeylerin olduğunu hatırlatır. Hiçbir zaman savaşmamak ve böylece hiç başarısız olmamak sıfır yükümlülük ve hiç umut olmaması demektir. Fakat denemek ve başarısız olmak, tekrar tekrar başarısız olmak, insan ruhunda geri kalan umudu ortaya çıkarır. Denemeyi kesene kadar bir kavgayı tamamen kaybettiğimizden asla emin olamayız ve denemeye devam ettiğimiz sürece amansız yenilgiye rağmen, umutlu olmak için hâlâ bir şey kalır.