Türkiye İşçi Sınıfının Durumu

Faruk Sevim 

Türkiye İşçi Sınıfının Durumu

Giriş:

İşçi sınıfı, “üretim araçları mülkiyetinden kopmuş, ana gelir kaynağı işgücü satışı karşılığında elde edilen ücret/maaş/aylık olan insanlar” biçiminde tanımlanabilir. Bu biçimde bakıldığında, 2018 yılı Türkiye’sinde kapitalizm ileri düzeyde gelişmiş, işgücünün çok büyük bölümü işçileşmiştir.

12 eylül darbesi sonrası baskı altına alınan işçi hareketi, 1986’dan itibaren yeniden yükselmeye başladı. 1987 Netaş grevi bu yükselmenin başlangıcıydı. Bu hareket 89 bahar eylemleri ve 1991 Zonguldak madencilerinin yürüyüşü ile doruk noktasına çıktı, 1991 yılı toplu sözleşmeleri yüksek ücretlerle imzalandı. Yükselen işçi hareketi yeni liberal programın istenilen ölçüde uygulanmasını engellemekteydi.

94 ekonomik krizi sonrası, siyasal anlamda da müdahil olabilecek bir büyük sınıf hareketi yaratılamaması, solun alternatif olamaması nedeniyle işçi kitleleri farklı bir seçenek olarak gördükleri Refah Partisine yöneldi. 1994 yılında Refah partisi belediyeciliği ile tanışan yoksul halk kesimleri ve işçiler giderek artan ölçüde bu partiye destek vermeye başladılar.

90’lı yıllarda sol adına en başarılı hareket kamu çalışanlarının sendikalaşma mücadelesi oldu, 5 yıllık mücadele sonucu 1995 yılında KESK kuruldu. 1993 yılında kurulan Demokrasi Platformu, solun ve sendikaların önemli bir birleşik örgütlenme deneyimi oldu, 1995 yılında Türkiye tarihinin en kitlesel grevleri (200 bin işçi) yapıldı.

Ama 28 Şubat darbe sürecinde Kamu Çalışanları hareketi de, sendikalar gerekli tavrı alamadılar, darbeye karşı net bir karşı çıkış sergileyemediler. Hatta Türk-iş ve DİSK, işveren örgütleri ile birlikte darbeyi destekler nitelikte bildirilere imza attılar. Bu da işçi hareketinin dindar-seküler bölünmesinde önemli bir yol ayrımı oldu.

Ekonomik krizin sürmesi nedeniyle işçi sınıfı 1999 yılında Emek Platformu adı altında yeniden bir araya geldi. Özelleştirmelere, işten çıkarmalara, IMF programlarına, mezarda emeklilik yasasına karşı eylemler yapıldı. 2000 yılında bir milyona yakın işçinin katıldığı 1 Aralık genel uyarı eylemi yapıldı.

2001 krizi ile birlikte merkez siyasi partiler çöktü, Kemal Derviş programının uygulanması işçi sınıfı içinde büyük tepkilere yol açtı. Siyasal alanda yaşanan bölünme, laik-dindar kutuplaşması, bu kutuplaşmaya karşı solun aldığı hatalı tutum, sonuçta Ak Partinin 2002 yılında iktidara gelmesine yol açtı. İşçi sınıfı mevcut partilerin sürekli kriz yaratan ve yoksullaştıran politikalarına karşı tepki olarak, giderek Ak partinin etki alanına girdi.

2008 yılına kadar işçi hareketi dönemsel eylemlerle kendisini gösterdi. Seka’nın, Telekomun özelleştirilmesine karşı yüz binlerce işçi sokaklara çıktı. Ancak 2002-2008 arasında dünya çapında kapitalizmin genişleme dönemini yaşaması, Türkiye’de ekonominin nefes almasına, dolayısıyla işçi kitlelerinin eylemlerinin azalmasına yol açtı.

2008 krizi ile birlikte işçi sınıfı yeniden hareketlendi. Ama artık sendikal alanda yaşanan bölünme hızlanmış, Hak-iş, Memur-sen, Kamu-sen gibi sağcı örgütler işçi sınıfı içinde yayılmıştı. 2008 krizi sonrası, siyasal alanda yaşanan bir dizi gelişme, sınıfın birlikte hareketini engelledi. Bir yandan Güneydoğu’da süren çatışmalar, bir yandan ordu içindeki darbeci kesimlerin açığa çıkması, yargılanmaları, azınlıklara yönelik şiddet eylemleri, bu anti demokratik gelişmelere karşı doğru tavır alamayan sendikalar, işçi sınıfının birlikte hareket etme yeteneğini köreltmekteydi. Solun sürekli şeriat tehlikesini gündem yapması işçi sınıfının bölünmüş yapısını daha da kutuplaştırdı.

2013 yılında Çözüm sürecinin başlaması solun önüne yeni bir mücadele fırsatı çıkardı. Güneydoğu’da süren çatışmalar durdu, ülkede barış ortamı hakim oldu. Bu barış ortamında beyaz yakalı işçilerin ve gençlerin bir protesto hareketi olarak Gezi eylemleri gerçekleşti. 2015 yılında metal işçilerinin eylemleri oldu. Ama Çözüm sürecinin 2015 Temmuz’unda bitmesi, çatışmaların tekrar başlaması ile işçi sınıfı içindeki bu hareketlenme de sona erdi. 

15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL döneminde grevler yasaklandı, işçi sınıfının üzerinde yoğun bir baskı dönemi başladı. İşçi hareketinin örgütleri özellikle KESK, yoğun bir baskıya maruz kaldı. On binden fazla üyesi işten atıldı, üyeleri sendikadan istifaya zorlandı. Ekonomik krizin giderek artması ile işçi eylemlerinde 2017-2018 yıllarında bir artış söz konusu oldu. 2019 yılında da sürmekte olan ekonomik krizin işçi eylemlerini yükseltmesi beklenmektedir

İşçi sınıfının değişimi: 1965-2018 arası

Türkiye toplumunun işçileşmesi 53 yıldır sürekli gerçekleşmektedir. Ancak son 18 yılda işçileşme oranları ondan önceki 35 yılda olduğundan çok daha hızlı olmaktadır.

1965 yılında Türkiye’de nüfus 31 milyondu. Nüfusun yüzde 66’sı köylerde yaşamaktaydı. Gelir getirici bir işte çalışanlar, yani işgücü toplamı 12,8 milyon kişiydi. Bunların yalnızca 2,9 milyonluk bölümü, işgücünü satarak geçimini sağlayan kişilerdi, işçiler ve memurlardı. İşçi sınıfının toplam işgücüne oranı yüzde 23 idi. İşçilerin önemli bir bölümü tam anlamıyla mülksüzleşmemiş, kırsal kesimle ekonomik bağları olan kişilerdi; ücret gelirlerinin yanı sıra tarımsal yan gelirleri de vardı.

2000 yılında nüfus 67,8 milyondu, nüfusun yüzde 35’i köylerde yaşamaktaydı. İş gücü toplamı 23,8 milyon, işçi sayısı 8,3 milyondu.

2018 yılı sonu itibarı ile Türkiye’nin nüfusu 82 milyon oldu. Nüfusun yalnızca yüzde 8’i belde ve köylerde yaşıyor. İl ve ilçelerde yaşayan nüfusun oranı yüzde 92. 2018 yılı verilerine göre, işgücü toplam 32 milyon oldu. Bunların 21,8 milyonu (yüzde 68) işgücünü satarak geçimini sağlayan ücretliler, işçi sınıfı; işçiler, memurlar, işsizler. Ayrıca bu ücretlilerin büyük bölümünün tek geçim kaynağı, işgücü satışından elde ettikleri ücret, maaş veya aylık.

 

Kırsal nüfus 1965-2000 arasında sayısal olarak azalan tempoda da olsa arttı, ancak 2000 yılı sonrası hızla düştü, sayısal olarak 2000 yılındaki seviyenin dörtte birine indi.

1965-2000 yılları arasında kırsal nüfusun genel nüfusa oranında doğrusal bir azalma vardır. Ama 2000 yılından sonra kırsal nüfus hızla düşmekte, 2018 yılına gelindiğinde oransal olarak yüzde 8’lere inmektedir.

Tablo: Yıllara göre azalan kırsal nüfus (yüzde olarak)

Yıl 1965 1982 2000 2018
Türkiye nüfusu (milyon) 31 46 67,8 82
Kırsal nüfus (milyon) 20,6 22,6 23,8 6,6
Kırsal nüfusun toplama oranı (%) 66 49 35 8

 

Tablo: İşçilerin işgücü içindeki payının yıllara göre artışı

İşgücü (milyon) 12,8 17,1 23,1 32
İşçi (milyon) 2,9 4,9 8,3 21,8
İşçilerin işgücü içindeki payı (%) 23 29 36 68

 

İşçilerin iş gücü içindeki yüzdelik payı her dönem sürekli artmaktadır, ama 2000’den sonra büyük bir yükselme göstermektedir.

İşçi sayısı 1965-2000 yılları arasında doğrusal olarak arttı, ama 2000-2018 arasında birden sıçrama yaptı. 1965-2000 arasında her yıl ortalama 150 bin artan işçi sayısı, 2000’den sonra her yıl ortalama 750 bin kişi arttı.

Tarımsal üretimin makinalaşması ve kırsal alanlardaki ihtiyaç fazlası nüfusun kentlere göç etmesi sonucu işçi sınıfı son 18 yılda iki buçuk kat büyüdü. Bu büyük göçte kentsel alanlarda özellikle inşaat ve turizm sektörlerinde yeni işçi ihtiyacının ortaya çıkması etkili oldu. Böylece 2000 yılında 8,3 milyon olan ücretli çalışan sayısı, 2018 yılında işsizler dahil 21,8 milyona yükseldi.

Türkiye İşçi Partisi’nin milletvekili genel seçimlerinde yüzde 3 oranında (276 bin) oy aldığı ve Meclis’e 15 milletvekili soktuğu 1965 yılında Türkiye, nüfusunun büyük bölümü tarımda çalışan bir köylü toplumuydu. 2018 yılı sonundaki Türkiye, nüfusunun çok büyük bölümünün işçi sınıfını oluşturduğu kentli bir toplumdur.

Kentlere gelen bu yeni işçi kitlesi, özellikle iki alanda istihdam edildi, inşaat ve hizmet sektörü. Bu nüfus kentlerdeki kendi hesabına çalışan küçük burjuva kesimin, esnaf, seyyar satıcı, küçük işletme sahipleri vb. sayısını da geçmişe göre oransal olarak artırdı.

İşçi sınıfının değişimi

1980’lerin sonlarından itibaren özelleştirme, taşeronlaştırma, esnekleştirme uygulamaları yaygınlaştırılmaya başlandı. Yeni gelişmekte olan bilgisayar ve iletişim teknolojileri üretim süreçlerinin parçalanmasını kolaylaştırdı. İlk defa büyük ölçekli fabrikalarda taşeron uygulamaları başladı, ilk taşeron uygulamaları yemekhanelerin, ulaşım ve temizlik hizmetlerinin taşerona verilmesi şeklinde oldu. Daha sonra taşeronlaştırma giderek üretim birimlerine, montaj, servis sonrası bakım vb. süreçlere yayıldı.

Bu yıllarda dünyada gelişen çeşitli üretim yöntemleri, Türkiye’de de uygulanmaya başlandı. Tam zamanlı üretim, toplam kalite, 6 sigma vb. pek çok yöntem, işçileri fabrika üretim süreçlerine sokarak, kapitalist ideolojinin işçiler üzerindeki hegemonyasının pekişmesine yol açtı. Bu yeni üretim yöntemleri, işçileri sol, sosyalist ideolojilerden, sendikal mücadeleden soğutmak için kullanıldı.

90’lı yıllar boyunca bir yandan köylerdeki geleneksel geçimlik ve küçük üretim biçimleri, diğer yandan kentlerdeki bir takım meslekler ve çalışma biçimleri çözülmeye devam etti. Bu süreç özellikle 2001 krizinin ardından artan bir hız kazandı, genelleşti. Kırsaldaki çözülme, köyden kente yoğun bir göçe neden oldu.

Türkiye’deki sınıf yapısı ve bileşiminde daha önce hiç bu kadar kısa sürede, bu kadar hızlı ve büyük bir dönüşüm yaşanmamıştı. Kırsal nüfus birkaç on yıl içinde yüzde 60’lardan yüzden 10’lara geriledi. Kentli nüfusun oranı yüzde 90’lara çıktı. 2000 yılında toplam istihdamda ücretlilerin oranı yüzde 23 idi, 2018’de bu oran yüzde 68’e yükseldi.

Bu değişim sürecinde kentlerdeki işçi bileşimi de değişti. Eskiden tamamına yakını sanayi bölgesi olan mavi yakalı işçilerin yoğun çalıştığı Maslak-Mecidiyeköy-Bomonti hattının şimdi tamamı iş kuleleri bölgesi. Bu bölgede 200 bine yakın beyaz yakalı işçi çalışıyor. Ve yalnız beyaz yakalılar da değil, bu hattaki onlarca iş kulesinde, yaklaşık 50 bin taşeron temizlik işçisi çalışıyor.

Kürt ve kadın emekçilerin, öğrencilerin, çocukların işçileşme oranları son 20 yılda yükseldi. Kafa emekçilerinin, kamu emekçilerinin, eğitim gerektiren mesleklerin işçileşme süreçleri hızlandı ve derinleşti.

İşçi sınıfının eğitim düzeyi

Türkiye işçi sınıfının eğitim düzeyinde son yıllarda önemli artış yaşandı. 2000 yılında Türkiye’deki 8,3 milyon ücretlinin 800 bini (%9,6) okuma yazma bilmiyordu veya okuma yazma öğrenmişti; ancak ilkokul mezunu olamamıştı. İlkokulu bitirenlerin sayısı 2 milyondu (%24,1). 3,1 milyonu (yüzde 37,3) orta okul mezunuydu. 1,6 milyon kişi (yüzde 19,3) lise ve dengi okul mezunuydu. Yüksek okul mezunlarının sayısı 800 bindi ve toplam ücretliler içindeki oranı yüzde 9,6 idi.

TÜİK verilerine göre, 2018 yılı sonu itibarı ile Türkiye’deki (İşsizler dahil) 21,8 milyon ücretlinin 800 bini (% 3,7) okuma yazma bilmiyor veya okuma yazma öğrenmiş; ancak ilkokul mezunu olamamış. İlkokulu bitirenlerin sayısı 5 milyon (%22,9). 4 milyon kişi (yüzde 18,3) orta okul mezunu. 5,7 milyon kişi (yüzde 26,1) lise ve dengi okul mezunu. Yüksekokul mezunlarının sayısı 6,3 milyon, bunların toplam ücretliler içindeki oranı yüzde 28,9.

2000-2018 yılları arasında işçi sınıfının örgün eğitim düzeyinde olağanüstü büyük bir gelişme söz konusudur. Lise altı eğitim oranı toplam yüzde 71’den yüzde 44,9’a gerilemiş, lise ve yüksekokul eğitimli işçi sayısı yüzde 29’dan, yüzde 55,1’e yükselmiştir.

Sayısal artışlar ise daha da çarpıcıdır. Lise ve yüksekokul mezunu işçi sayısı son 19 yılda 2,4 milyondan 12 milyona yükselmiştir. İşçilerin sendikalara üyelikleri de eğitim düzeyi arttıkça, yükselmektedir. Bunda kamu emekçilerinin sendikalaşmasının önemli bir rolü vardır.

2000 sonrasında eğitim ve yüksek öğretim, daha dolaysız ve ucuz işgücü piyasası olarak yeniden şekillendirildi. Meslek liseleri ve yüksek okullar sayıca büyük çaplı artırılırken, çıraklık ve kursiyerlik adı altında işçi-öğrencilik yaygınlaştı. 2018 yılı sonu itibarı ile işçilerin yüzde 29’u yüksek okul, yüzde 26’sı lise ve meslek lisesi mezunu, yüzde 45’i ise lise altı eğitimli. Genç işçilerde (16-25 yaş aralığı) ise bu oranlar şöyle: Yüzde 38 yüksek okul, yüzde 50 lise ve meslek lisesi, yüzde 12 lise altı.

2000’li yılların başında toplam 1 milyon yüksek okul öğrencisi varken, bugün bu sayı 7,5 milyona ulaştı, liselerde ise 5,5 milyon genç okuyor. Yüksek okullardan ve liselerinden her yıl ortalama mezun olan 1 milyon genç iş yaşamına atılıyor. Yeni mezun genç işçiler, sanayi ve hizmet sektöründe, düşük ücretli, güvencesiz, geçici işçiler olarak çalışıyorlar.

İşçileşme süreçlerindeki gelişmeler

İşçileşme süreçleri hızlandı, bazı meslekler işsizlikle tanıştı. Kamu emekçileri için, sözleşmeli, performansa dayalı çalışma biçimleri yaygınlaştırıldı. Eğitim, sağlık, mühendislik gibi eğitimli meslek ve emek süreçleri teknisyenliğe indirgendi ve artan işsizlikle tanıştı. Tarım emekçilerinin köyden/topraktan tam kopmayan bölümü, her yörede ortaya çıkan otel ve yazlık işletmeler, maden ocakları, emek-yoğun fabrikalar, inşaat ve altyapı (baraj, santral, yol, vd) işletmelerinde çalışmaya başladılar.

Köy/kent arasında gelgitli düzensiz işçilik biçimleri yaygınlaştı. Kürt ve göçmen işçiler, emek-yoğun sektörlerde (inşaat, tersane, tekstil, mevsimlik turizm, mevsimlik tarım, atık toplama, vd) çalıştırılıyorlar. Kadın emeği sanayinin emek yoğun alanlarında (tekstil, gıda, vd), hızla büyüyen hizmet sektörünün alt katmanlarında (satış elemanlığı, sekreterlik, çağrı merkezi, temizlik, ev içi kişisel bakım ve hizmet, vd) ve eğitimli mesleklerin alt-orta katmanlarında (sağlık, eğitim, banka-finans, vd) yoğunlaştı.

Geçici ve esnek işler yaygınlaştı, iş değiştirmeler, işten çıkarmalar çoğaldı. Emekçilerin toprağa, belli bir işyerine, işe veya mesleğe bağımlılığı giderek azalıyor, dar bağımlılık ilişkileri çözülüyor, bu işçi sınıfı için yeni bir durumdur. İşçi sınıfı bu yeni, kaotik, kuralsız dönemde kendi haklarını savunmak, ayakta kalabilmek için daha fazla mücadeleye atılmak zorundadır. 15 yıldır Ak Partinin sosyal yardımlarına bel bağlayan, toplu sözleşmelerde verdiği ile yetinen işçi sınıfı için yolun sonu gelmiş gibi görünmektedir. Çünkü ekonominin genişleme döneminde ulufe olarak dağıtılan sosyal yardımlar, verilen zamlar, ekonominin krizde olduğu bu dönemde verilemeyecektir. Bundan böyle işçi sınıfı talep ettiği her hak için daha fazla mücadele etmek zorundadır. Üretim süreçlerinin yeniden düzenlendiği yaşadığımız kriz koşulları işçiler için çok zorlu bir mücadelenin gelmekte olduğunun habercisidir.

Kredi sistemi, emeklilik yaşı ve işçiler

Kredi sistemi işçiler için yeni bir bağımlılık ilişkisi oldu. İçinde yaşadığımız neoliberal kapitalizm döneminde, işçinin ücretli kölelik ilişkisi, banka kredi kartı borçlanmaları yoluyla aynı zamanda bir finansal bağımlılık ilişkisine dönüştü.

Büyük çaplı işçileşme süreçlerine her zaman, şu veya bu düzeyde zor eşlik eder. Zorla göçettirme, borçlandırma, mülksüzleştirme, yerinden etme, kır ve kentteki ortak arazilere el koyma, vasıfsızlaştırma, örgütsüzleştirme, sosyal hak ve güvencelerin ortadan kaldırılması, vb. tüm süreçler son 20 yılda da yoğun olarak yaşandı.

Emeklilik yaşının yükseltilmesi emekçilere karşı yapılan en önemli saldırı oldu. 1999 yılında çıkarılan Emeklilik Yasası ile emeklilik yaşı 65 oldu. Kazanılmış haklar gaspedildi, emeklilik hakkı gelen işçilerin emekli maaşı alması engellendi. 2001 krizinden itibaren işsizlik, esneklik ve güvencesizlik tüm sektörleri ve eğitimli meslekleri hızlı kuşatmaya başladı. 2001 krizinden sonra yalnızca İstanbul’da işini kaybedenlerin sayısı 1 milyon kişiyi buldu. Tüm istihdamın esnekleştirilmesi ve güvencesizleştirilmesi eğilimi hızlandı. 2003 yılında çıkarılan yeni iş yasası esnek çalışma, özel istihdam bürosu kurma, kısmi süreli sözleşme vb. pek çok konuyu yasal hale getirdi.

2008-9 krizinin ardından “ulusal istihdam stratejisi/etkin işgücü programı”, “eğitimde 4+4+4”, “kamu-özel işbirliği”, “eğitim-sanayi işbirliği”, “sağlık, emeklilik ve sosyal güvenlikte dönüşüm”, “kamu personel rejimi”, “performans ve yeterlilik sistemleri” gibi çok sayıda programla emek piyasası sürekli yeni iş süreçlerine uygun hale getirilmeye çalışıldı.

2016 yılında başlayan OHAL döneminde ise özellikle kamu çalışanlarının her türlü iş güvencesi yok edildi, bu konuya yönelik pek çok kararname çıkarıldı, 150 bin kamu emekçisi işten atıldı. Bu kararnameler daha sonra yasalaştırıldı. Grev yasaklamalar olağan hale geldi.

Böylece son 20 yıllık sürecin sonuna geldiğimiz bugünlerde artık çekirdek-çevre işçiler, kafa emeği-kol emeği, vasıflı-vasıfsız, kurallı-kuralsız, kadrolu-taşeron, kamu-özel çalışma biçimleri arasındaki katı ayrımlar giderek ortadan kalktı.

2000’li yıllardaki küresel direnişler

2000’li yıllardaki küresel direnişler Türkiye’ye de yansıdı. 90’lı yıllarda tüm dünyaya yayılan kapitalizmin yeni versiyonu neoliberalizm, yoksulluğu, açlığı ve hegemonya savaşlarını küreselleştirdi. Yıkım ekonomik ve askeri alanın ötesinde, kültürel ve çevre boyutlarıyla da sürerken, tarihte ilk kez tüm dünya nüfusunun refah içinde yaşayabileceği bir gelişme aşamasına gelen insanlık, aynı zamanda da bir barbarlık sürecine girdi. Gezegenimiz üzerindeki tüm canlılarla birlikte toptan bir yok olmanın eşiğine doğru hızla sürüklendi.

1990’lı ve onu izleyen yıllarda, kapitalist küreselleşmeye karşı direniş yayıldı. 1990’da neoliberalizme karşı kurulan Sao Paulo Forumu, 1994’te Zapatista başkaldırısı, 1995’te Fransa’da kamu emekçilerinin milyonları sokağa döken neoliberal reformlara karşı direnişi, 1997-98’de Endonezya, Filipinler ve Güney Kore’de yaygın direnişler, 1998’de MAI karşıtı etkinlikler, 1999’da Seattle direnişi, 2001’de Dünya Sosyal Forumu’nun örgütlenmesi ve Cenova’da G8’lere karşı direniş, neoliberalizme karşı direnişlerin küreselleştiğinin göstergesiydi.

Türkiye’de de dünyayla paralel olarak neoliberalizm karşıtı hareketler gelişti, Dünya, Avrupa ve Akdeniz Sosyal Forumlarına katılım sağlandı. Sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin katılımı ile Türkiye Sosyal Forumu kuruldu. Savaş karşıtı hareket gelişti. Irak’a müdahaleyi öneren teskerenin TBMM’de reddedilmesi sağlandı.

2010’ların ilk yarısında direniş ve mücadele

2010’ların ilk yarısında direniş ve mücadele eğilimi güçlendi. Türkiye’de sınıfsal-toplumsal direniş hareketleri 2008 krizinden sonra artarak devam etti, 2011-15 yılları arasında pek çok grev, gösteri, direniş gerçekleşti.

2013 yılı, daha ziyade Gezi Direnişiyle hatırlanmakla birlikte, aynı zamanda işçi direniş ve eylemlerinin öne çıktığı bir yıl oldu. 2013’te, yaklaşık 180 bin işçi grev, direniş ve eyleme katıldı, çok sayıda yerel ve genel işçi mitingi yapıldı. Toplam 27 bin işçi 44 yasal grev yaptı. İşçi eylemlerinin yüzde 11’ini işyeri işgali, yüzde 10’unu yol kesme, mal giriş çıkışını engelleme, fiili grev, müdürü rehin alma gibi daha radikal eylem biçimleri oluşturdu.

Uzunca bir süredir ilk kez işkolu ve ülke genelinde işçi grevleri, miting ve eylemleri yaşandı. Topkapı Şişe-Cam ve Greif işgali, Yatağan kömür işçilerinin direnişi, THY direnişi ve grevi gibi yankı yaratan büyük işçi direnişleri oldu.

Taşeronluğa ve özelleştirmeye karşı eylemler yaygınlaştı. Sendika değiştirme çoğaldı. Bursa, Kayseri, Denizli, Gaziantep gibi muhafazakarlığıyla ünlü sanayi merkezlerinde işçilerin Türk-İş ve Hak-İş’e bağlı sendikalardan daha mücadeleci olduğunu umdukları DİSK’e geçişleri arttı. İlk işgal fabrikası (Kazova), ilk AVM grevi (Ankara ve Bursa’da Leroy Merlin), ilk işçi sağlığı ve güvenliği direnişi yaşandı. Beyaz yakalı işçilerin örgütlenme platformları, üniversite asistanlarının direnişleri, seyislerin grevi, Hakkari’de fırın işçilerinin fiili grevi, kıdem ve kiralık işçilik tasarılarına karşı kampanya ve eylemler, mücadeleye giren işçi kesimlerinin nasıl çeşitlendiğini ve genişlediğini gösterdi. Öne çıkan işçi direnişlerinin yarısına yakınının kazanımla sonuçlanması sınıf mücadelesinde nisbi bir ilerlemenin işaretiydi. 2013’te işçi mücadeleleri hissedilir bir canlanma yaşamaya başladı.

2014’de Bosch, Ülker ve Nestle’de sendika değiştirme hareket ve direnişleri yaşandı, kent merkezlerine yürüyüş ve yol kesmelerle kitle grevine dönüşünce Cam işçilerinin grevi yasaklandı.

İş cinayetlerine karşı eylemler ve metal fırtına

İş cinayetlerine karşı eylemler ve metal fırtına ile işçilerin mücadelesi doruğuna çıktı. Soma ve Ermenek’te maden işçilerinin, Torunlar’da inşaat işçilerinin katliamları bütün emekçileri sarstı ve unutulmayacak izler bıraktı. 2015’in ilk yarısında yaşanan “metal fırtına”, işçi eylemlerindeki yükselişi gösteren önemli bir gelişmeydi.

Yine aynı dönemde Mersin Serbest Bölgede toplu fiili işbırakma ve direniş, Gaziantep Organize Sanayide beş büyük tekstil fabrikasında birleşik fiili grev, Bolu Gerede’de deri işçilerinin eylemleri, Kayseri’de Boydak’ın üç büyük fabrikasında üç bin işçinin fiili işbırakma ve direnişi, Denizli’de sendikal örgütlenme girişim ve direnişleri, Anadolu’nun yeni sanayi merkezlerindeki kaynaşmayı gösterdi.

Büyük sanayi işçileri (başta metal olmak üzere, tekstil, cam, maden, petro-kimya), taşeron işçileri (başta inşaat, tersane, sağlık, yol, belediye, enerji işçileri), kamu işçileri (sağlık, eğitim, taşımacılık, büro) işçi hareketindeki yükselişin başını çeken kesimler oldular. Tırmanan işçi cinayetlerine karşı mücadele platformlarının, çağrı merkezi, plaza, üniversite, finans, bilişim gibi yeni beyaz yakalı işçi alanlarında örgütlenme ve mücadele dinamiklerinin ilk ipuçları bu dönemde görülmeye başlandı.

Kadın, lgbti, kent ve doğa hareketleri

2010 sonrası kadın, lgbti, kent ve doğa hareketleri önem kazandı. Bir çevre ve kent hareketi olan Gezi eylemlerinin tabanını beyaz yakalı işçiler ve öğrenciler oluşturdu. Beyaz yakalı kesimler işçi sınıfının dörtte birini oluşturan yığınsal bir kesim haline gelmişlerdi. Kent mücadelesine ilk kez bu derece yakından katılan bu genç ve beyaz yakalı işçiler, neoliberalizmin kentsel planlarına karşı hoşnutsuzluklarını ve tepkilerini dile getirdiler.

Kadın direnişleri, özelleştirilen sosyal güvenliğin kadının sırtına yıkılmasına (çocuk, yaşlı, hasta, sakat, işsiz bakımı) karşı bir hareketti. İşyerlerinde eşit ücret, mobbinge karşı direniş, toplumsal cinsiyet eşitliği mücadeleleri güçlendi.

Kent ve doğa hareketleri, sermayenin en hızlı ve en yıkıcı yeniden-değerlenme alanlarını (havaalanı, köprü, otoyol, HES, Nükleer Santral, AVM, vb.) kamuoyunun gündemine soktu, doğanın tahribine yol açan bu girişimlerin engellenmesine çalıştı. Ulaşım, enerji, eğitim, sağlık gibi alanlardaki direnişler, kamunun daha dolaysız ve derin sermayeleştirilmesi ve piyasalaştırılmasını zorlaştırdı.

Taşeron işçi direnişleri

Taşeron işçi direnişleri yaygınlaştı. Taşeron işçi direnişleri, kamuda taşeronluğun eskisi gibi sürdürülüp daha fazla yaygınlaştırılmasını, taşeronların işçileri kuralsız çalıştırmasını zorlaştırdı. Soma katliam ve direnişi, yarattığı sarsıntı ile yeni emek yıkım ve yağması rejimine karşı silinmez bir iz bıraktı. Ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesine yönelik grev ve direnişler giderek daha fiili biçimler aldı, bürokratik sendikaları hedefleyen veya aşma eğilimi gösteren işçi hareketleri yaygınlaştı.

Bu direniş hareketleri, neoliberalizmin saldırıları altında kitlelerin mücadele esin ve dinamiklerini güçlendirdi. İşçi sınıfı içinde fiili grev, işgal, direniş, sendika değiştirme ve taban örgütlenmelerine doğru bir eğilimi ortaya çıkardı. Neoliberal kapitalizm ortamında siyasetin ve medyanın işçi sınıfına tümüyle kapalı olmasına karşın, toplumsal-siyasal olarak gündem oluşturan, çevresinde dayanışma halkaları oluşturan, daha geniş toplumsal kesimleri harekete geçirebilen işçi direnişleri ortaya çıktı.

İşçi eylem ve direnişlerinde düşüş dönemi: 2015 Haziran-2016 Aralık

İşçi hareketindeki bu yükselme dönemi, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası çözüm sürecinin bitmesi ile akamete uğradı. Çözüm süreci Türkiye’de tüm toplumsal hareketlerin gelişiminde olduğu gibi, işçi sınıfı hareketinin gelişimi açısından da çok özel bir öneme sahipti. Gezi ve metal fırtına eylemleri Çözüm süreci koşullarında gerçekleşebilmişti.

Ancak Gezi ve 6-8 Ekim olaylarının ardından sorunlar giderek arttı. Son bir girişim olan 28 Şubat Dolmabahçe görüşmelerinden de somut bir sonuç çıkmamasının üzerine, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası yaşanan siyasal kriz eklenince, çözüm süreci bitti ve çatışma dönemi başladı. Çatışma ve ölümlerin olmadığı, kutuplaşmaların aşılmaya başlandığı ortamda yükselmeye başlayan işçi hareketi, çatışmaların başlaması ile düşüşe geçti.

Devleti yönetenlerin artan “beka” kaygıları, 15 Temuz Darbe girişimi ile doruğuna çıktı. Devlet içinde ve tüm toplumda, hukuk dışı uygulamalar sonucu yüzbinlerce insan işinden atıldı, göz altına alındı, on binlercesi tutuklandı. Bu kaotik ortamda işçi eylem ve direnişleri 2015’in ikinci yarısında ve 2016’da hızlı bir düşüş gösterdi.

Türkiye ekonomisindeki krizin işçi hareketine etkisi

Türkiye ekonomisindeki son kriz 2008’de dünyadaki kriz ile birlikte başladı. 2008-2009 krizinin kapitalizmin basit bir devrevi krizi değil, bir tarihsel krizi olduğunun giderek belirginleştiği koşullarda, Türkiye’deki neoliberal kapitalist sistemin kitle direnişlerine tahammülsüzlüğü giderek arttı.

Türkiye kapitalizmi 2008-9 krizini “hafif” atlatmış görünse de, daha şiddetli bir krize 2013’ten itibaren girdi. Neoliberal kapitalist finans sistemi, 2013’ten itibaren parasal genişlemeyi durdurdu, daraltıcı para politikalarına geçiş yaptı, krizi atlatmak için piyasalara sürdükleri dolar ve euro’larını geri toplamaya başladılar. Bu da, sıcak para ile dönmekte olan Türkiye ekonomisini adım adım krize soktu. Sermaye birikiminin yeni koşullarında küresel, ulusal, yerel her düzeyde rekabet kızıştı. Dış finansman ve yatırım çekebilme zorlaştı. Üretim ve piyasa koşullarındaki hızlı değişimler, kar oranlarının düşme eğilimini hızlandırdı.

Bütün bu koşullar işçi sınıfı ve toplumsal emek üzerinde daha sıkı kontrol, disiplin, baskılama ve yönetim biçimlerini zorunlu kıldı. Yaşamın her alanı sermayeleştirildi, metalaştırıldı ve finansallaştırıldı. Bunun sonucu kapitalist devlet yaşamın her alanına sermaye karlılığını artıracak, maliyetleri düşürecek tarzda müdahale etti, dizayn etmeye başladı.

Bütün bu süreçlerin sonunda otoriter popülizm dediğimiz bir yönetim sistemi Türkiye’ye egemen oldu. Tüm toplum üzerinde ve elbette işçi sınıfı örgütleri üzerinde hegemonya kuran otoriter popülist yönetim, her türlü grev, direniş ve eylemi yasakladı, direnen işçileri hapsetti, sınıf mücadelesi 2015’ten itibaren geriye çekilmeye başladı.

İşçilerin değişen siyasal kimlikleri

2000’li yıllarda işçiler arasında sağcı muhafazakar eğilimler arttı. Birleşik Metal-İş Sendikası’nın 2008 yılında kendi üye tabanında yaptığı araştırmada, metal işçilerinin kendilerini tanımladığı siyasal kimlikler şöyle idi:

  • Muhafazakar: yüzde 52
  • İslamcı: yüzde 13
  • Ülkücü: yüzde 9
  • Sosyal demokrat: yüzde 20
  • Sosyalist-komünist: yüzde 5
  • Liberal: yüzde 1

Sendikanın 2017 yılında yaptığı araştırmada aynı soruya cevaplar şöyle:

  • Muhafazakar: yüzde 37
  • İslamcı: yüzde 24
  • Ülkücü: yüzde 15
  • Sosyal demokrat: yüzde 16
  • Sosyalist-komünist: yüzde 7
  • Liberal: yüzde 1

2008 yılı araştırmasında, işçilerin “kendinizi hangi kimliğe göre tanımlıyorsunuz?” sorusuna verdikleri cevaplar şöyle:

  • Dinime göre: yüzde 24
  • Milliyetime göre: yüzde 19
  • Doğduğum bölgeye göre: yüzde12
  • Sosyal sınıfıma göre: yüzde 43
  • Mezhebime göre: yüzde 2

2017 yılı araştırmasında aynı soruya verdikleri cevap şöyle:

  • Dinime göre: yüzde 47
  • Milliyetime göre: yüzde 20
  • Doğduğum bölgeye göre: yüzde 16
  • Sosyal sınıfıma göre: yüzde 15
  • Mezhebime göre: yüzde 2

Özellikle sınıf kimliği ile tanımlamada düşüş, dini kimlik ile tanımlamada önemli bir atış yaşandığı görülmektedir. Bu, solcu olarak bilinen bir sendikanın tabanında, sendikal planda oldukça mücadeleci, anayasa referandumunda üçte ikisi “hayır” oyu vermiş bir işçi kesiminin durumudur.

Çok parçalı, çok katmanlı hale getirilmiş üretim/çalışma alanlarında, OHAL koşullarında bile azımsanmayacak işçi direnişleri yaşanmasına karşın, bunların toplumsal, siyasal, kültürel yaşamı etkileyip dönüştürecek bir güce sahip olması mümkün olmadı. Özellikle sol kesimden gelen laiklik vurgusu, işçi sınıfı içindeki dindar kesimleri mücadeleden dışladı, laik dindar kutuplaşmasını artırdı.

İşçi sınıfı ve laik dindar bölünmesi

11 Eylül saldırıları ile birlikte dünyanın en büyük emperyalist gücü Amerika, yaptığı işgalleri haklı göstermek için Batı dünyasında bir İslam öcüsü yarattı. Batılı işçi sınıfında da etkili olan İslamofobi, Avrupa’daki göçmen Müslüman işçilerin sorunlarına karşı duyarsızlığı, ayrımcılığı getirerek sınıf hareketinin zayıflayıp güçten düşmesi sonucunu doğurdu; her türlü anti-demokratik uygulamanın meşrulaştırılmasını kolaylaştırdı.

Türkiye’de ise islamofobi, 28 Şubat 1997’deki askeri darbe sonrası devlet politikası olarak uygulanmaya başlandı, Kemalist sol kesimdeki parti ve sendikalar bu politikaya destek verdiler. Kemalist sol, işçi sınıfının birlikte mücadelesi ile ilgileneceğine, “laiklik elden gidiyor” sloganı ile eylemler yapmaya başladı. Bugün Türkiye’de sendikalarda örgütlü işçilerin yüzde yetmişi, İslami yönetimlerin egemen olduğu konfederasyonlara üye. Solcu sendikaların üye tabanlarında da yukardaki tabloda görüldüğü gibi ağırlıklı olarak muhafazakar, islamcı kesim mevcut. Bu durumda Kemalist solun mücadele ettiği kitle, işçi sınıfının bizzat kendisi haline gelmiş oldu.

Laiklik için dindarlara karşı mücadeleye çağrıda bulunmak, işçi sınıfını böler, sınıf hareketini uzun yıllar toparlanamayacağı bir çıkmaza sokar. 28 Şubat sonrası yaşanan laik-dindar kutuplaşması işçi hareketinin 1999 ve 2001 krizleri kadar ağır kriz dönemlerinde bile etkisiz kalmasına yol açtı. Sonrasında aynı işçi sınıfı AKP gibi neoliberal kapitalist bir partiye ısrarla oy vermeye devam etti. Laik-dindar kutuplaşmasının, islamofobinin en azından son 15 yıldır işçi sınıfı içinde yarattığı bölünmeyi görmek gerekir. 28 Şubat’tan beri işçi sınıfının başındaki en büyük bela budur.

İşçi sınıfı ve yoksullaşma

İşçilerin büyük çoğunluğu son üç-dört yılda mutlak yoksullaşmayı daha fazla hissetmeye başladılar. Sendikalı büyük sanayi işçilerinin bile üçte ikisi asgari ücret ile üç bin lira arası ücretlere çalışıyorlar. Yarısından fazlası kredi kartı borçlarını ödemekte zorlanıyor, Beşte birinden fazlası düpedüz borç batağında. Çalışma koşullarına ilişkin sorunlar arasında, zaman baskısı ve aşırı iş yükü, işçi sağlığı ve güvenliği, patron ve idare baskısı, kötü muamelesi (mobbing) işçiler açısından ilk üç sıraya çıkmış durumda. Ücret düşüklüğü ve işsizliğin yanısıra, emeklilik yaşı, işçi sağlığı ve güvenliği, güvencesiz çalıştırma biçimlerinin kaldırılması, iş saatlerinin kısaltılması ve serbest zaman, işçileri koruyucu yasa ve düzenlemeler, işçileri satmayan ve işçi haklarını savunan mücadeleci sendikalar gibi sosyal istemler de işçiler açısından öne çıkmış durumda.

Bu sorunlar sadece kol işçilerine özgü değil. Beyaz yakalıların ortalama ücretleri 90’lı yıllarda asgari ücretin yaklaşık dört katıyken, bugün iki katın altına doğru düştü. Özel sektördeki beyaz yakalı işçilerin pek çoğu üç bin liranın altında çalışıyor. İşsizlik, güvencesizleşme, borç batağı, aşırı çalışma yoğunluğu, iş saatlerinin uzaması, zihinsel-psikolojik tükenme ve çöküntü, patron ve yönetici baskısı, mobbing ve itibarsızlaştırma beyaz yakalıların sıklıkla karşılaştıkları mağduriyet biçimleri.

İşçi eylemleri ve direnişleri: 2017 ve 2018 yılları

İşçi direnişleri, 2017 ve 2018 yıllarında, yoğun baskı ve OHAL koşullarına karşın, yeniden artış eğilimine girdi. Bu dönemde direniş ve eylemlerin sayısı 2013 düzeyine yaklaştı ama katılan toplam işçi sayısı 2013’ün yarısı düzeyinde gerçekleşti. Bu işçi direnişlerinin, belli bir kitleselleşme eğilimi gösterdiği 2013-15 dönemine oranla, baskı ve yasaklar nedeniyle daha parçalı hale geldiğini gösteriyor. Çok sayıda işçi direnişi içerisinde öne çıkan bazı direnişler şunlar:

  • Büyük sanayi fabrikalarında, grev yasaklarına karşın, TİS süreçlerinde fiili eylem ve direnişler, kısmi işbırakma, işyerini terketmeme gibi eylemler yapıldı. Patronların TİS sürelerini 3 yıla uzatma, düşük zam, dinlenme ve izin sürelerinin gaspı gibi dayatmaları kısmen geri püskürtüldü. (Metal, petro-kimya-plastik, cam)
  • Düzce Teknorot fabrikasında Türk Metal’in TİS imzalamasını tanımayan işçiler şalter indirip fabrikayı işgal etti.
  • AKG, HT Solar, Sumitomo fabrikalarında işten atmalara karşı şalter indirildi, fabrika işgalleri ve fabrikayı terketmeme eylemleri yapıldı.
  • Zonguldak maden işçilerinin özelleştirmeye karşı eylemleri, işçilerin kendilerini ocağa kapatarak iş bırakma direnişi şeklinde gerçekleşti.
  • KHK ile işten atılan kamu emekçileri, bazı illerde tek tek, İstanbul, Ankara, İzmir gibi bir dizi ilde gruplar halinde, ağır geçim sorunlarına, yüzlerce kez gözaltına alınmaya, sayısız kez dövülmeye, para cezalarına, bazılarının tutuklanmasına karşın sürekli eylemler yaptılar.
  • Kırklareli Cam işçilerinin direnişi. Çorlu-Lüleburgaz ekseninde işçi dayanışması ve hareketlenmesi sağladı.
  • Kadın sanayi işçilerinin direnişleri (Diam Vitrin, Serapool, Pettyl, Flormar) gerçekleşti. Kadın işçi direnişleri hem daha fazla gündem oldu, hem de işçi dayanışmasının yanısıra kadın dayanışması ve uluslar arası dayanışmaya konu oldu.
  • Taşeron inşaat işçilerinin büyük şantiyelerdeki direniş ve mücadeleleri devam etti, üçüncü havalimanı işçilerinin direnişi son dönemin en büyük işçi direnişi oldu.
  • Saya işçilerinin dokuz ile yayılan, üçünde kazanımla sonuçlanan fiili grevler dalgası gerçekleşti. Kürt, Suriyeli ve Türk işçiler birlikte mücadele ettiler. Şehir merkezlerinde yürüyüş eylemleri, komite, dernek gibi örgütlenme biçimleri gerçekleşti.
  • Makro ve Real Market işçilerinin uzun soluklu, militan, yaratıcı (mağaza blokajları, AVM işgalleri, kasa kilitleme eylemleri, vd) direnişleri gündeme geldi.
  • Uzun süredir ilk kez bir bankada grev girişimi gündeme geldi.
  • Özel sektördeki beyaz yakalı işyerlerinde Cumartesi’nin işgünü yapılmasına karşı direnişler gerçekleşti.

 

Sanayi işçileri ve işçi hareketi

Sanayi işçileri, toplam işçi sayısının yüzde 20’lik (inşaatla birlikte yüzde 27’lik) bir bölümünü oluşturmasına karşın halen işçi direniş ve eylemlerinin ağırlık merkezini oluşturmaktadır.

Bu, “sanayisizleşme, sanayi işçiliğinin/kol işçiliğinin önemsizleşmesi/etkisizleşmesi, ‘maddi olmayan emeğin’ öne çıkması” gibi iddiaları bir kez daha yanlışlamaktadır. Tam tersine bugün, hastanelerin, okulların, ofislerin, market ve mağazaların da fabrikalaşmasından, kafa emeğinin genişleyen kesimlerinin de işçileşmesinden bahsetmek gerekir.

Sanayide, mavi yakalı işçilerin işyeri temelli kolektif hareket yeteneği görece daha kolaydır, çünkü;

  • Her türlü taşeronlaştırmaya karşın, yine de bir işçi topluluğunun fabrikada bulunma zorunluluğu vardır.
  • Üretim sürecindeki tüm iş ve emek süreçleri, birbirine fiziki olarak bağlı ve görünür durumdadır.
  • Mavi yakalılar için bireysel yükselme şansı hemen hiç yoktur.
  • Sanayi işçilerinin artan bölümünün gençleştirilmesi ve güvencesizleştirilmesine karşın deneyimli işçilere ihtiyaç devam etmektedir.
  • Belli bir büyük fabrikada veya organize sanayi bölgesinde yaşanan direniş, tüm öncü işçilerin atılmasıyla sonuçlansa bile, mekansal bir bellek vardır, o direnişin deneyimi diğer işyerlerine ve işçilere aktarılabilir.
  • Büyük sanayinin kent dışına taşındığı metropol merkezlerinden farklı olarak, büyük kent çeperindeki, Anadolu ve Trakya’daki sanayi merkezlerinde, işyeri temelli arkadaşlık ilişkileri biraz daha mümkündür.
  • İşyeri içinde yemekhanede ve çay molasında, işyeri dışında oturulan yerlerde ve servislerde belli iletişim ve paylaşım olanakları vardır.

Eğitimli, beyaz yakalı işçiler de elbette kolektif hareket etme potansiyeline sahiptir. Ancak, mavi yakalı işçilere “makarnacı, cahil, aptal” türünden önyargılarla bakan eğitimli, beyaz yakalı işçi kesimlerinin, öncelikle görmesi gereken, tam da o küçümsedikleri mavi yakalıların, işyeri temelli mücadelelerde kendilerinden daha ileri olduğudur.

İşyerleri temelinde örgütlenme ve hareket yeteneği henüz zayıf olan beyaz yakalı işçiler kendilerini daha ziyade kent, doğa, kadın hareketi, eğitim, vb. mücadeleler içinde ifade etmeye eğilimlidir. Mavi yakalı işçiler ise, iş, ücret ve çalışma koşulları konularında daha aktif olmaktadırlar. Mavi ve beyaz yakalı işçilerin ortak mücadele alanları olarak göçmenlere, azınlıklara yönelik ırkçı uygulamalara karşı protestolar, doğanın tahribinin engellenmesine yönelik eylemler, su hakkı gibi eylemler önemlidir.

Metal işçileri açık arayla işçi eylem ve direnişlerinin başını çekmektedir. Kitlesel işçi eylemlerinde metal işçilerini, petro-kimya-lastik-ilaç, inşaat, belediye, tekstil, maden işçileri izlemektedir. Metal işçilerinin, sermaye yoğunluğu ve emek üretkenliği en yüksek ve kilit sektörlerden biri olarak, kolektif direncini koruması ve geliştirme eğilimi, önemli bir kazanımdır. İnşaat, tekstil, maden gibi taşeronluğun ve kuralsızlığın yoğun olduğu işkollarındaki direnişlerin de büyüme eğilimi vardır.

Sanayideki sınıf mücadelesini zayıflatan etkenlerden birisi, enerji, telekomünikasyon ve taşımacılık (havayolları, demiryolları, lojistik, limanlar) gibi en stratejik halkalarda yaşanan ciddi gerilemeler oldu. Özellikle son üç-dört yılda, bu kilit alanlardaki işçi eylem ve mücadeleleri ortalamanın epey altına düştü, bu da sınıf mücadelesini geriye çekici etkenlerden birisi oldu. Bu alanlardaki işçiler, üretim üzerinde sürekli büyüyen bir güç ve etkiye sahip oldukları için, neoliberal kapitalizmin ve kapitalist devletin özelleştirme ve taşeronlaştırmayla da sınırlı kalmayan baskı uygulamalarına maruz kalmaktadırlar. Bu açıdan, Ambarlar, Mersin, İzmir Limanları, THY, Telekom, Yatağan-Yeniköy ve Afşin-Elbistan Santralleri, Haydarpaşa Garı’nda yaşananları hatırlamak gerekir.

Kamudaki taşeron işçilerinin bir kısmının, 100-200 lira ücret farkı dışında bir hak kazanımı olmadan, tersine gaspedilmiş haklarının üstüne yatılarak ve vazgeçilmesi şart koşularak “kadroya geçirilmesi”, her şeye karşın olumlu bir durumdur. Bu kazanımlar, kamu taşeron işçilerinin mücadelesinin bir sonucudur.

Kamu emekçilerinde, kitlesel işten atmalar ve yoğunlaşan baskılarla birlikte, KESK’ten kitlesel istifalar da yaşandı. Zamanında Kamu-Sen’in yapamadığını, bu koşullarda Memur-Sen, kendisini “iş güvencesi” iluzyonu olarak sunarak yapmış oldu. Ancak kamuda kesinti paketleri, kamu personel rejimi, erken emekliliğe zorlama, kısmi işgüvencesinin kaldırılması ve/veya özel iş hukukuna geçiş uygulamaları, kamu emekçilerinin mücadelesini yeniden artırılabilir.

Beyaz yakalı işçiler ve işçi hareketi

Özel sektörde çalışan beyaz yakalı işçilerde, ücret artışı ve kariyer beklentisi olmadan aşırı çalışmaya karşı tepkiler giderek artmaktadır. Özellikle genç beyaz yakalı işçiler, az çok tahammül edilebilir ücret ve koşullarda iş bulamayınca, işgücü piyasasından bir süreliğine çıkmakta, iş aramaktan vazgeçmekte ve anne-baba evine dönmektedir. “Çalışma koşulları insani değil”, “eğitimimizin ve performansımızın karşılığını alamıyoruz” tepkileri pek çok beyaz yakalıdan duyulur hale gelmektedir.

2017-2018 döneminde işçi eylem ve direnişlerinin yaklaşık dörtte biri İstanbul’da gerçekleşti. Toplam 5 milyon kişinin çalıştığı İstanbul’da çalışanların yüzde 80’i işçidir. İstanbul’daki toplam istihdam içinde sanayi işçilerinin oranı, sanayinin şehir dışına çıkarılması nedeniyle 1980’den günümüze yüzde 39’dan yüzde 18’e düştü. Sanayi istihdamı içinde, taşeron veya enformal çalışma (inşaat, tekstil, gıda, vd) oranı yükseldi. Hizmet, ofis ve beyaz yakalı işçilerin oranı arttı.

Buna karşın İstanbul’un işçi eylem ve direnişlerindeki (aşağı yukarı işçi istihdamı içindeki payına denk gelen) yerini koruması, örgütlenme ve mücadele arayışında olan işçilerin bunlara erişim olanaklarının daha fazla olmasına ilişkindir.

İşçi eylem ve direnişlerinin yarısı beş büyük şehirde (İstanbul, İzmir, Kocaeli, Ankara, Bursa) gerçekleşmektedir. Marmara Bölgesinin işçi eylemleri içindeki oranı, yıllara göre artış eğilimi göstermektedir. (2013: yüzde 44, 2015: yüzde 47, 2016: yüzde 49, 2017: yüzde 50) Bu da Marmara bölgesi çapında sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesinin artması, aynı zamanda işçilerin mücadele birikimi ile ilgilidir. 2017 yılında Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da işçi eylemlerinin sayı ve oranının belirgin biçimde düşmesi ise, bölgedeki OHAL koşullarından kaynaklanmaktadır.

Toplam işçi eylemleri içinde, fiili grevlerin ve iş yavaşlatma, işyerini terketmeme dahil üretime yönelik direnişlerin oranı, yıllara göre nisbi bir yükseliş içindedir. Yaşanan sorunların ağırlığına göre halen çok sınırlı olmakla birlikte, çalışma saatleri ve işçi sağlığı/işçi cinayetlerine ilişkin işçi direnişleri, mobbing, şiddete maruz kalma, cinsel tacize karşı işçi eylemleri artma eğilimi göstermektedir.

2018 ekonomik krizi ve işçi sınıfı

2018’in ikinci yarısıyla birlikte sıçramalı kur, faiz, enflasyon artışları anaforuyla Türkiye kapitalizmi yeni bir krizi sarmalına girdi. Kriz, 2018’in son çeyreğinden itibaren ağırlaşamaya başladı, krizin 2019 yılında da devam edeceği bizzat kapitalist ekonomistler tarafından açıklandı.

Toplu işten atmalar, geçici işyeri kapatma ve üretim kısmalar, ücretsiz izin, ücret ve hakları ödememe, ücret yemek servis kesme, iğneden ipliğe zam uygulamaları şimdiden yaygınlaşmaya başladı. Kamuda “özel iş hukuku”na (bireysel sözleşme) geçişin pilot uygulamaları başladı, onbinlerce sözleşmeli öğretmen çalıştırılmaya başlandı.

Kitlesel işten atma, sendikasızlaştırma, ücret ve hak gasplarına karşı kitlesel eylemler düzenlenebilirse, sendikalar bu konuda öncü olabilirse, işçilerin moralleri üzerinde olumlu etkisi olur. Beyaz yakalı işçiler de bu süreçte işsiz kaldıkları ölçüde eylemlere destek olacaklardır.

Diğer taraftan, Kürtlere, Suriyeli göçmenlere, “yabancı” ve “farklı” sayılan her şeye karşı ırkçı hareketler ortaya çıkabilir. İşçi sınıfı ırkçılığa, yabancı düşmanlığına karşı tutum almak zorundadır. Aksi halde yükselen faşist hareketin iktidar olması ile sonuçlanabilecek bir süreç herkes için felaket olur.

Sonuç

İşçi sınıfındaki sayısal artış, ağırlıklı olarak 1999-2013 yılları arasında yaklaşık 15 yıllık bir zaman diliminde gerçekleşti. Bu dönem aynı zamanda sendikal alanda sağ-muhafazakar egemenliğin arttığı bir dönemdir. Bu sağcılaşmada kırdan kente gelerek çalışma yaşamına katılan kesimleri örgütleyemeyen, laik dindar kutuplaşmasını öne çıkaran sol, sosyalist güçlerin önemli sorumluluğu vardır. Sol, sosyalist hareketler, yeni ve genç işçilerle iletişim kuramadı, bunların içinde örgütlenemedi. İşçi sınıfının yeni talepleri ile ilgili politikalar üretemedi. Hatta değişen sınıf yapısını, değişen kültürel özelliklerini bile kavrayamadı.

İdeolojik ve teorik olarak beslenemeyen işçiler yeni yükselen İslami ideolojinin etkisine daha fazla girdi ve süreç içinde özellikle Ak Partinin tabanı haline geldi. Ak Partinin yoksullara yönelik sosyal yardım programları en çok işçi sınıfında alıcı buldu. İşçi sınıfı son yıllarda yaşadığımız ekonomik krizlere ve yoksullaşmaya rağmen Ak Partinin dışında bir seçeneğe yönelmiş değil, çünkü bu kriz ve yoksullaşma konusunda ona umut veren yeni bir siyasal hareket ile karşılaşabilmiş değil.

Günümüzde Türkiye’nin toplumsal ve siyasal gelişimine damgasını vuran ve vuracak olan güç, işçi sınıfıdır. Devrimci sosyalistler olarak bizler, işçi sınıfının krizden ve yoksulluktan kurtuluşunun ancak kendi gücü ile olacağına inanıyoruz. Ama bu yetmez, bu inancı, kurtuluşun somut yollarını işçi sınıfına bıkmadan usanmadan anlatmaya devam etmeliyiz. İşçi sınıfına sosyalizmi bir kurtuluş yolu olarak benimsetebildiğimiz ölçüde görevimizi yapmış oluruz.

Kaynakça:

  • Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İstatistikleri, İşçi ve Sendika Üye Sayıları, Ocak 2019
  • Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İstatistikleri, Kamu Görevlileri Üye Sayıları, Temmuz 2018
  • Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Temel İstatistikler, Mayıs 2018
  • Fuat Ercan/Şebnem Oğuz, Gezi Direnişi’nden Soma Katliamı’na: Türkiye’de Sermaye Birikimi ve Sınıf Mücadelesi.
  • DİSK-AR Raporu, Ağustos 2018
  • DİSK-AR Raporu, Ağustos 2013
  • Birleşik Metal İş, Üye Kimlik Araştırması Raporu 2008
  • Birleşik Metal İş, Üye Kimlik Araştırması Raporu 2017
  • Emek Çalışmaları Topluluğu, İşçi Sınıfı Eylemleri 2015 Raporu
  • Emek Çalışmaları Topluluğu, İşçi Sınıfı Eylemleri 2017 Raporu

sosyalizm