Sibel Erduman
Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol – ‘Hıristiyan Türkler’ ve Papa Eftim | Foti Benlisoy – Stefo Benlisoy | İstos Yayınları, 2016 | 368 sf.
Bu yıl, 6-7 Eylül pogromunun 64. yılıydı. Bu pogromun temel hedefi, TC vatandaşı Hristiyan ve Musevilerin demografik ve ekonomik yapıdan tasfiye edilmesiydi.
Pogrom boyunca 4 bin 214 ev, 1000 işyeri, 73 kilise ve 26 okul tahrip edildi. İnsan hakları örgütü Helsinki Watch’a göre, olaylarda 15 kişi hayatını kaybetti. Bu rakamların yanı sıra, çok bahsedilmeyen Rum kadınlarına tecavüz olayları da gerçekleşti. İstanbullu Rumlar, devletin dış politikada bir kozuydu. Ama 6-7 Eylül pogromu, bunun çok ötesinde gerçekleşti. Ve devletin 1915 Ermeni soykırımından kalma hafızasını devreye soktu. Böylece İstanbullu Rumlar her şeylerini geride bırakıp, bu toprakları terk etti.
Türkçe konuşan Ortodoks Hristiyanların da politik bir koz olarak kullanılmış olması, bu anlamda devletin hafızasının o dönemden itibaren istikrarlı bir şekilde devreye sokulduğunu ortaya koyuyor.
Dil ve din birliğinin oluşturulmasını da kapsayan bir uluslaşma süreci olan Milli Mücadele dönemiyle birlikte, Türkleştirme ve İslamlaştırma süreci de başlamıştı. Foti Benlisoy ve Stefo Benlisoy tarafından yazılan ve söz konusu dönemde Anadolu’da geniş bir alana yayılmış olarak yaşayan, Karamanlıca adı verilen ve Yunan alfabesi ile yazılan Türkçe konuşan Ortodoks toplulukların durumunu ele alan bu kitap, birbiriyle bağlantılı bir dizi sorunun cevabını arıyor:
– Yunan ve Türk milliyetçilikleri, Türkçe konuşan Ortodoksları kendi ulusal cemaatlerine dâhil etmek adına hangi söylemsel stratejileri devreye soktular?
– “Karamanlıların” Yunan milliyetçiliği açısından dilsel, Türk milliyetçiği açısındansa dinsel “anomalisi” nasıl bertaraf edilmeye çalışıldı? Söz konusu söylemsel stratejiler, aynı milliyetçi projeye bağlı farklı ulusal kimlik tanımları arasındaki rekabet bağlamında kimin Yunan ya da Türk sayılıp sayılmaması gerektiğine dair tanımlarda hangi değişiklikleri gündeme getiriyordu?
– “Hristiyan Türkler” teması Türk milliyetçiliğinin dini aidiyetle, spesifik olarak da İslam’la ilişkisinde nasıl bir kırılmaya denk düşüyordu?
Anadolu’nun Türkçe konuşan Ortodoks Hristiyan ahalisi, 19. yüzyılın sonundan itibaren Yunan ile Türk milliyetçilikleri arasında, bunların dilce Türkleşmiş Yunanlar mı, yoksa Hristiyan Türkler mi oldukları hakkında bir tartışma doğurdu. “Karamanlı” diye anılan bu toplulukların hangi “hayali cemaatin” parçası kılınacağına dair bu ihtilaf, Milli Mücadele esnasında Patrikhane’den bağımsız bir Türk Kilisesi’nin kurulması dolayısıyla bir «kilise ihtilafı» olarak somutluk kazandı.
Bu milliyetçi rekabetin bir kilise çekişmesi biçimini alması, bir tesadüf değildi. Kitabın önemli argümanlarından birisi milliyetçiliğin, dinsel otorite ve kurumlarla ihtilaf içerisinde geliştiği, birisinin yükselişinin diğerinin gerileyişine tekabül ettiği kabulüne karşı, milli cemaatlerin genel olarak dini cemaatlerin “ulusallaşması” sonucunda ortaya çıktığı varsayımıdır.
Konuşulan dilin insanların kolektif kimliğini tayin etmede asli kıstas sayılmadığı bir çağda, dilsel çeşitliliğin bugünkü anlamda bir siyasal ya da dinsel önemi yoktu. Siyasal iktidarın ve kilisenin dili, yerel dillerle rekabet içinde değildi. Ortodoks cemaatine ait olmanın herhangi bir dili kullanıyor olmakla ilgisi yoktu. Aslında bu durum tarım toplumlarının ve kapitalist modernite öncesi zamanların genel karakteristiğiydi. Bu tür devlet yapıları, kitleleri müşterek bir kültürde bütünleştirecek maddî araçlara da sahip değildi. Yunan ve Türk milliyetçiliklerinin geçmişi ulus fikri üzerinden yeniden inşa etmesi esnasında, Anadolu’nun Türkçe konuşan Ortodoks nüfusunu kendi ulusal cemaatlerinin “en saf”, “en kadim” unsurları olarak anlatmaları, bu boşluğu dolduran önemli söylemsel stratejilerden biriydi.
Anadolu Hristiyanlarının esasen Türk olduğu iddiası, Anadolu’nun çok eski zamanlardan bu yana Türk olduğu fikriyle yakından bağlantılıydı. Bu teoriye göre, Anadolu’nun Türkçe konuşan Ortodoks Hristiyanları kadim zamanlarda Anadolu’ya yerleşmiş Türk kavimlerinin torunlarıydı. Bunlar her ne kadar Ortodoks olmuşlarsa da, ritüellerini Türkçe dilinde yerine getirmiş, gelenekleri ve halk kültürleri esas itibariyle Türk kalmıştı.
Anadolu’daki “Milli Mücadele» hareketinin gayrimüslimlere baskı uyguladığı iddiaların yaygın olduğu, üstelik de Ermeni soykırımının henüz çok taze olan yaralarının uluslararası alanda büyük bir baskı yarattığı bir ortamda, Küçük Asya Hristiyanlarının herhangi bir baskıya maruz kalmaları bir yana dursun, ulusal harekete destek verdiklerini, hatta içinde görev aldıklarını göstermek, Ankara için özel bir önem taşıyordu.
Yunan dili ise bu süreçte dinsel hayali cemaatin ulusal hayali cemaate dönüşmesini kolaylaştıran önemli bir faktördü. Bu anlamda modern Yunan ulusal kimliğinin ulus öncesi Ortodoks Hristiyan kimliğiyle çatışması söz konusu olmamıştı. Aksine bu durum Yunan ulusal kimliğinin kendisini ulus öncesi Ortodoks kimliğinin devamı ve tamamlayıcısı olarak takdim etmesini mümkün kılmıştı.
Kitap, Türk Ortodoks Kilisesi’nin 1919-1922 Yunan-Türk Savaşı esnasındaki kuruluşunu, böyle bir ortamda tarafların yürüttüğü propaganda savaşı içinde bir araç olarak değerlendirilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Millî mücadelenin hedef ve söylemleriyle uyum içinde olan bir Türk Ortodoks Kilisesi, iç kamuoyunda olduğu kadar, hatta daha fazlasıyla batılı kamuoyu nezdinde de, hafife alınmaması gereken bir argüman teşkil ediyordu. Bu mücadelenin bir tarafında Rum Ortodoks nüfusu o güne kadar temsil etme yeteneğine sahip olan Fener Rum Patrikhanesi, diğer tarafında ise Ankara tarafından desteklenen ve Papa Eftim tarafından kurulan Türk Ortodoks Kilisesi vardı. Papa Eftim ve Türk Ortodoks Kilisesi, bir yandan Anadolu Ortodokslarının Türk olduğu propagandasını yaparken, öte yandan Fener’i hedefine oturtuyor, siyasallaştığı için artık Hristiyanları temsil yeteneğini kaybettiğini dile getiriyordu.
Türk Ortodoksluğunun İnşası
Papa Eftim, 1 Mart 1922’de Anadolu’daki 68 cemaat okulunu kapattı ve Hristiyan çocukları Türk okullarına devam etmeye zorladı. Ayrıca üst düzey ruhbanın Türkçe bilmesini, Türk tebaası olmasını, son beş yılını Türkiye’de geçirmiş ve siyasete bulaşmamış olmasını mecbur kıldı. Papazların halk arasında dini kıyafetle dolaşmasını yasakladı. Papa Eftim, bu dönemde Türk Ortodoks Kilisesi girişimine Batı kiliselerinden de destek bulmaya gayret etti. Bu arada Patrikhane, Hristiyan dünyasına gönderdiği telgraflar aracılığıyla Anadolu’da cereyan etmekte olan bu eylemleri onaylamadığını ve Anadolu’daki Hristiyanların tehlikede olduğunu belirtti. Dışardaki itibar ve şöhreti ne olursa olsun, Papa Eftim bu dönemde Ankara’da hayli popülerdi. İnönü zaferinin ikinci yıl kutlamalarında halka yaptığı konuşma, yarattığı etkinin bir başka göstergesiydi.
1922 yazında geçici bir komisyon Kayseri’deki Zincidere İoanis Prodromos Manastırı’nda toplandı. Komisyon, kongre işleyişinin nasıl olacağı konusunda bir nizamname hazırlayıp kabul etti. Nizamnamenin ilk maddesinde, kongrenin amacının Anadolu Ortodoks Hristiyanlarını İstanbul Patrikhane’sinin boyunduruğundan çıkarmak ve Batı kamuoyunu Anadolu Ortodoks Cemaatleri hususunda bilgilendirmek olduğu belirtiliyordu. Kongre, 16 Temmuz’da Türk Ortodoks Hristiyanlarının politik bir kuruma dönüşmesinden ötürü Fener Patrikhanesi’yle tüm ilişkilerini kestiğini ve Anadolu’da bağımsız bir Türk Ortodoks Kilisesi kurma kararı aldığını ilan etti.
Türk Ortodoks Kilisesi’nin kuruluşuna dair hükümet planının esas noktası, Fener’in onayı olmaksızın Anadolu’da yeni piskoposların seçilmesiydi. Diğer yandan Türkçe konuşan Ortodoks Hristiyanları vakası, Türk milliyetçiliğinin seküler ve etnik sınırlarının anlaşılması açısından da kritik öneme sahipti. Bu anlamda Türkçe konuşan Hristiyanların Türklüğünün kabul ya da reddedilişi, bizatihi Türklük tanımı üzerinde kimin Türk kabul edilip edilmeyeceğine, yani ulusal topluluğun sınırlarına dair de sonuçlar doğuracaktı.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Türk ordusu 26 Ağustos 1922’de başlattığı büyük taarruz ile cepheyi yardı ve Yunan ordusu karşısında tayin edici zafer kazandı. Ancak Yunan cephesinin düşmesiyle birlikte, Türk Ortodoks Kilisesi meselesi de önemini kaybetti. Hükümet, artık bütün ilgisini barış konferansına yöneltmişti.
Osmanlı Müslüman Milleti ve Hristiyan Türkler
Anadolu Müslümanlarının büyük çoğunluğunun Yunan kökenli olduğu söylemi, Anadolu’nun tarihsel olarak Yunanlara ait olduğunu ve Anadolu’daki Türklerin sayısının varsayılandan çok daha az olduğunu iddia eder. Yunan birliğini sağlamak isteyenler, işi “Türkler aslında Müslüman Yunanlılardır” iddialarını dile getirmeye kadar vardırır.
Bu kritik devirde Türk milliyetçiliğinin ana damarı, Osmanlı Müslüman milletinin ulusallaşması sonucu ortaya çıkmıştır. Bu anlamda Anadolu Hristiyanlarının Türk olduğuna dair teoriler, Milli Mücadele’nin genel ideolojik eğilimiyle çelişir gibi görünmektedir.
‘Türk Ortodokslarının’ inşa halindeki ulusal cemaatten dışlanması ve nüfus mübadelesinden istisna tutulmaması, Türk ulusal kimliğinin dini eksende tanımlanıyor olmasıyla doğrudan bağlantılıdır. 1920’lerin ikinci yarısından itibaren daha laik ve etnisite temelli bir milli kimlik tanımına doğru kayış dahi, ‘gayrimüslim Türklerin’ milli cemaatin içine alınmalarını gündeme getirmez.
Bir yandan, Cami Baykurt gibi 1918 yılında İzmir’de Anadolu’daki ‘Türk Hristiyanlar’ üzerine bir dizi makale yayınlayan, Ortodoks Hristiyanların Müslüman hemşerilerinden yegâne farklarının dinleri olduğunu, Türk devletlerinin dinî değil milli birlik üzerine inşa edildiğini söyleyen kişiler vardır.
Diğer yandan İsmail Habibi, Hamdullah Suphi ve Köprülüzade Mehmet Fuat gibi dönemin önemli yazarları, Hristiyan Türklerin ırkî manada Türk olduğunu kabul etmekle birlikte, söz konusu cemaati ırkî olmaktan ziyade kültürel kavramlarla tanımlanan Türk ulusunun dışında tutarlar.
Ziya Gökalp’e göre millî aidiyetin belirlenmesinde esas olan kültürdür ve burada din hayatî bir rol oynar. Dinin toplumsal yaşamdaki işlevi, toplumda birlik ve dayanışma sağlama vasfıdır. Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve Gaspıralı İsmail de dinin toplumsal birlik ve beraberlik sağlama rolünü kabul eder.
Yusuf Akçura’nın ulus anlayışı ve dine yaklaşımı, Gökalp’ten bir ölçüde farklılık gösterir. Akçura’ya göre ulusun dayanağı ırk, dil ve ortak geleneklerdir. Bu anlamda Akçura dini ortak gelenekler içerisinde görmekte ve etnisite kavramına ağırlık vermektedir. Öte yandan Türklerin büyük çoğunluğu Müslüman olduğundan, birliklerini sağlama noktasında dinin önemli ama ikincil bir rolü bulunduğunu da düşünmektedir.
Ziya Gökalp düşüncesindeyse dinsel ve dilsel bağlılık arasında yakın bir ilişki vardır. Dil kültürün taşıyıcısı ve aktarıcısıdır. Aynı dili konuşanlar, aynı bilinci, hisleri ve özlemleri paylaşır. Dilin müşterek bağı insanları doğal olarak müşterek bir inanç sistemine doğru iter. Yani dinî birlik ile ulusal birlik arasında yakın bir bağlantı vardır. ‘Milliyetleri bir olan zümreler, ümmetleri ayrı ise siyasal bir cemiyette yaşamıyorlar’ diye yazar.
Ziya Gökalp Anadolu’da Türkçe konuşan Hristiyanların Türk milletinin bir parçası sayılması ihtimalini topyekûn yok saymaktadır, ona göre Müslüman olmak Türk olmanın önkoşuludur. Milli mücadele sırasında hâkim konumda olan milli kimlik tanımı, Türk Ortodoksları hakkında yazılıp çizilen onca şeye karşın dinî birliğe ağırlıklı bir rol veren anlayıştır.
Bu anlamda, bir Türk Hristiyanlığının icat edilmesi hükümetin politik amaçlarına uygundu, ancak mübadeleden muaf tutulmamaları Türk milliyetçiliğinin dinsel içeriğinden ötürüydü.
Bu durumda din paradoksal olarak gayrimüslimler ile Türkler arasında etnik bir sınır yaratmıştı, çünkü gayrimüslimler Türklüğün olmazsa olmazı olan İslam’dan yoksundu. Türk milliyetçiliği ise marjinal bir topluluk haline gelen Hristiyanlara antipati beslemeye devam etti. Gümüşhane Milletvekili Zeki Bey’in ‘Onlar hiçbir vakit Türk değildir’ sözü her şeyi özetliyordu.