Meltem Oral
SSCB’nin karakteri sosyalistler için güncel bir tartışma konusu. Dağılmasının üzerinden bir hayli zaman geçmiş olan bir rejimin yapısının ne olduğu sorusunu güncel kılan birkaç tartışma var. Bu tartışmaları işçi sınıfı mücadelesine
dair yaklaşımı ve tarih anlatımı içerisinde sovyetleri çarpıtmayı seven ana akım sağla, liberallerin yorumları ve SSCB’nin karakterine dair hakim analizi güncel siyasi gelişmelerin yanı sıra devrim anlayışında da belirleyici olan sol içi argümanlar olarak ayırmak mümkün.
Bu yazıda öncelikle SSCB’nin karakterine dair analizlerin neden güncelliğini koruduğunu ana akım sağ ve sol argümanlara değinerek açıklamaya çalışacağım. Konuya dair sol içindeki ayrımı, günümüzün kitle hareketlerinin akıbetinde önemli bir rol oynadığı için özellikle tartışacağım. Ardından SSCB’nin yapısına dair geliştirilen eleştirel Marksist tezlere ve neden işçi iktidarı olarak tanımlanamayacağını tartışan devlet kapitalizmi teorisine değineceğim.
Ekim Devrimi’nin ana akım izahı
Egemen tarih anlatımında 1917 Ekim Devrimi’nden 1968 Çekoslovakya’sına her şey bir devamlılık varmışçasına değerlendirilir, Lenin eşittir Stalin’dir, sosyalizm Gulag demektir. Hakim anlatıya göre Ekim Devrimi işçi sınıfının kendi eylemi olmaktan çok bir grup bolşevik militanın kalkışmasıdır. Bu ezber, belgesellerde, filmlerde, kitaplarda tekrarlanır durur. İstanbul’da bu yıl açılan Rus avangard sanatıyla ilgili serginin tarihsel arka plan metni bile bu ezbere dayanıyor. Sergi katalogunda tarihçi Halil Berktay’ın imzasını taşıyan yazının yanı sıra sergi mekanının duvarlarını da tarihsel gerçekliğe dayanmayan ve antikomünist propagandanın tekrarından ibaret olan bir devrim anlatısı süslüyor.
Eski takvimle 25-26 Ekim, yeni takvimle 7-8 Kasım 1917’de Bolşevikler, Geçici Hükümet’i bir silahlı ayaklanma yoluyla devirmişlerdi. Sokaklarda gösteri yapan ya da Kışlık Saray’a yürüyen kitleler yoktu; Askeri Devrim Komitesi tarafından Moskova ve St. Petersburg’daki bütün kilit noktaları ve sinir merkezleri ele geçirmek üzere gönderilmiş disiplinli Kızıl Muhafız birlikleri vardı. Gerçi Şubat ve Ekim (yeni takvimle kasım) ayları arasındaki protesto gösterileri Kerensky’yi gözden düşürmüş ve tecrit etmişti. Fakat son darbe, hızlı ve belirleyici bir cerahhi operasyon biçiminde geldi. Bolşevikler topçu ateşine başvurmadılar ve sonuçta Kışlık Saray’a bile hemen hiçbir direnişle karşılaşmaksızın girdiler. 1920’de ise, devrimin üçüncü yıldönümünü farklı bir şekilde anmaya karar verdiler.100.000 “seyirci”nin izlediği büyük bir Kışlık Saray’ın Zaptı mizanseni düzenlediler. Hepsi dikkatle ve uzun uzadıya filme alındı. Sergei Eisenstein, 1928’de yaptığı ünlü filminde, bu yeniden canlandırmanın görüntülerini kullanarak sahte bir gerçeklik yarattı; Ekim Devrimi’nin on yıllar boyunca seyircisini ikna etmeyi başaran resmi ve siyaseten doğru versiyonunu oluşturdu. 1
Yani bu düşünceye göre devrim Rusya işçi sınıfının kendi iradesiyle gerçekleştirdiği bir eylem olmadığı gibi, kitlelerin devrim yaptığı fikri sonradan icat edilen bir şeydi. Ekim Devrimi’nin işçi sınıfının kitlesel mücadelesinin bir ürünü olmadığı anlatısı sosyalizm fikrini topyekûn karalamanın bir yolu olarak, bazen onu faşizmle eşitlemeye dek ileri götürülür. “1917 Rus devrimi olmasaydı Hitler büyük ihtimalle her şeye başladığı serseri evrelerinden bir tanesinde bir kartpostal çizeri olarak kalacaktı. Lenin olmasaydı Hitler olmazdı.” 2
Kısaca SSCB’ye dair genel anlatı, tarih sanki düz bir çizgi halinde ilerliyormuş gibi Ekim Devrimi’nin çarpıtılmış yorumlarına dayanıyor. Böylece 1917’den 1991’e yani Ekim Devrimi’nden SSCB’nin dağılmasına bir paralellik kuruluyor. Zaten kitlelerin yapmadığı bir devrimin doğal ürünü olan totaliter bir rejimin yıkılması kapitalizmin nihai zaferinin ve sıradan milyonlarca insandaki serbest piyasa hasretinin bir kanıtı olarak sunuluyor.
Bu argümanların gayesi sadece tarihi tartışmaktan ibaret değil. Kitle hareketlerinin, işçi sınıfı mücadelesinin, solun yükseldiği her dönemde ‘sosyalizm totalitarizm demektir’ şeklinde analojiler kuranlar mutlaka çıkıyor. Genel olarak sosyalizm fikrini ve kitle mücadelelerini karalamanın bir yolu olarak anti komünist argümanlar olarak işe koşuluyorlar.
SSCB’nin karakteri hakkında tartışmanın önemi sadece ana akım sağ ideolojilerin kitle hareketi düşmanlığı karşısında sosyalizmin itibarını savunma meselesi değil. Stalinizmi Ekim Devrimi’nin doğal bir ürünü olarak sunan hakim anlayış, günümüzde küresel çapta kitle hareketlerinde sokağa çıkan milyonlarca insanın örgütlenme fikrine mesafelenmesinde etkili bir faktör. İşçi sınıfının kendi gücünü, parlamenter sınırları aşarak iktidar olarak örgütlemesi fikri çoğu zaman mücadelenin içindekiler tarafından da başarısız bir SSCB deneyiminin replikasını tahayyül etmek olarak algılanıyor. Dolayısıyla SSCB, Küba, Çin, Kuzey Kore deneyimlerinin sosyalizmle ne alakası olduğu, Gulag’taki zorunlu çalışma kamplarında ne yapıldığı, Afganistan veya Macaristan’da Sovyet tanklarının ne aradığı gibi sorular, sosyalist hareketin bizzat yüzleşmesi ve yanıtlaması gereken sorulardır. Sosyalist hareket için bu çaba, geçmişi tanımlamanın ötesinde nasıl bir gelecek tahayyül edildiğini göstermesi açısından önemlidir.
Bürokrasinin yükselişi
1917’den 1991’e bir sürekliliğin olmadığı, devrimin yozlaşma süreci, Stalin’in ‘tek ülkede sosyalizmin mümkün olduğu’ ilanıyla birlikte Ekim Devrimi’nin ve aslında Marksizmin politik ve pratik kapsamından kopuşu, Sovyet ekonomisinin karakterinin neden bir ‘işçi devleti’ mefhumuyla asla bağdaşmayacağı gibi başlıkları Marksist bir perspektifle açıklamak bir zorunluluktur.
SSCB’nin dünya sosyalizminin kalesi olduğu fikrinin sol içerisinde iştahla tartışıldığı günler geride kalmış görünüyor. Ancak Sovyet ekonomisinin ‘her şeye rağmen’ kapitalizme nazaran işçilerin daha fazla çıkarına olduğu, ‘dejenere işçi devleti’ tezleriyle savunulabiliyor. Sovyetlerde üretim araçlarının kontrolünün devlette olması, devletin kontrolünün kimde olduğu sorusunu yok sayarak sosyalist bir ekonominin varlığının kanıtı olarak gösterilebiliyor. SSCB’ye bakınca Ekim Devrimi’nin mirasını gören sol kesimlerle, bir işçi devriminin totaliterliğe yol açması kadar kapitalizmin de kaçınılmaz olduğunu savunan sağ ideolojiler devrimin akıbetinde belirleyici olan birçok somut faktörü gözden kaçırıyor.
1917’de Rusya’daki devrim, dönemin Almanya, Macaristan, İtalya gibi Avrupa ülkelerindeki işçi sınıfı hareketlerinin yenilgisiyle birlikte izole oldu. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, o günler özelinde düşünülecek olursa özellikle Almanya’da bir işçi devriminin gerçekleşmesi Rusya’daki devrimin ayakta kalması için destekleyici bir unsur olmanın ötesinde, bir zorunluluktu, devrimin oksijeniydi. “Biz her zaman geleceğimizi uluslararası bir devrime bağlı olarak gördük ve bu konuda kuşkusuz haklıydık…her zaman tek ülkede bir sosyalist devrim başarmak gibi bir şeyin mümkün olmadığını vurguladık”3 derken Lenin olası bir izolasyonun devrimi karşı karşıya bırakacağı tehlikelere işaret ediyordu. Alman devriminin ağır bir yenilgi yaşaması Rusya’daki işçi iktidarının da kaderini belirledi. “Yalnız tek bir ülkede değil bir ülkeler sisteminde yaşıyoruz ve Sovyetler Cumhuriyeti’nin emperyalist devletler ile yan yana uzun bir süre varolacağı düşünülemez. Sonunda ya biri ya öbürü kazanmak zorundadır.” 4
İzolasyonun yanı sıra devrimin hemen ardından karşı devrimci güçlerle yaşanan iç savaş süreci, emperyalist ülkelerin devrime saldırısı, öz örgütlenmeleri sovyetler aracılığıyla kendisini iktidar olarak örgütleyen işçi sınıfının mücadeleci kesimlerinin önemli bir bölümünün imhasına yol açtı. “1917’de yaklaşık 3 milyon olan sanayi işçilerinin sayısı 1921 yılına gelindiğinde 1 milyon 250 bin kadardı.”5 İşçi sınıfı nüfusu savaş öncesi dönemin yüzde 43’üne gerilemiş, işçiler ya savaşta ölmüş ya da köyüne dönmüştü.6
Yani devrimin ideolojik, politik, pratik deneyimine sahip işçilerin çoğu kısa bir süre sonra fiziksel olarak yoktu. Devrimin kazanımlarının korunması için Beyaz Ordu ve emperyalist güçlere karşı sürdürülen mücadelenin bedeli ülkenin ekonomik koşulları için de pahalı oldu. İşçi sınıfının imhasının boyutları, sanayi üretiminin yaşadığı yıkımı da göstermektedir. Bu dönemde sanayi üretimi 1913’teki düzeyinin yüzde 31’ine gerilemiş durumdaydı. Yani karşı devrim süreci, devrimci iktidarı yıkmayı başaramamıştı ancak devrimi gerçekleştiren bilinçli, militan işçilerin çoğunluğu yok olmuş, ekonomideki sarsıntının bir sonucu olarak salgın hastalıklar ve açlık gibi sorunlar ortaya çıkmıştı. Bu koşullar 1917 öncesinde ve devrim sürecinde fabrikalardaki işçilerin öz yönetim organları olan sovyetlerin ve sınıfın içerisindeki bilinçli işçi militanların birliği olan, harekete politik liderlik edebilen Bolşevik Partisi’nin yapısını büyük ölçüde değiştirdi. Bu değişimin temelinde yatan şey öncelikle bir bütün olarak işçi sınıfının içinde bulunduğu durumdur. 1921’de Lenin işçilerin durumunu tariflerken “ülkemizdeki sanayi proleteryası…savaşa ve umutsuz bir yoksulluk ve yıkıma bağlı olarak deklase bir durumdadır, yani sınıf temelini yitirmiştir, proleterya olarak varlığı son bulmuştur”7 demekteydi. İşçi sınıfının yaşadığı bu yıkıcı dönüşüm, kuşkusuz devrimi 1917 günlerinin hedefleriyle ayakta tutabilecek öz yönetim organlarının da içini boşaltmıştı. Bu kurumlar “içinden yükseldiği sınıftan bağımsız bir hayat kazandılar”.8 Sovyetler sıradan insanların kendi kendilerini yönetebildikleri, demokratik öz yönetim organları olmaktan çıktı. Bürokrasinin yani sıradan insanların, işçilerin, toplumun denetimine bağlı olmayan bir memurlar hiyerarşisinin yükselişinin arka planında yatan dinamik budur. 1920 yılının sonuna gelindiğinde artık Rusya’daki manzara Ekim günlerindekinden bir hayli farklıdır, devlet memurlarının sayısı sanayi işçilerinin beş katına ulaşmıştır.9 Kısaca işçi sınıfı 1920’lerden itibaren kendisini sosyalist bir toplum olarak örgütleme potansiyelini, iç içe geçmiş bir parti ve devlet bürokrasisi karşısında yitirmişti.
Stalin’in en tepesinde yer aldığı bürokratik mekanizma mevcut rejimi ayak tutmanın yolunu işçi sınıfının kurumlarını atomize etmekte ve işçilerle köylüleri baskı altına alacak ekonomik ve politik süreçleri işletmekte buldu. Bir işçi iktidarından beklenebilecek, ekonomik ve politik karar alma mekanizmalarının denetiminin işçilerde olması gibi en basit koşul bile Stalin’in ‘büyük temizliği’nin ardından Sovyetler için artık mümkün değildi. “…1917’deki üyelerin yalnızca on dörtte biri ve 1920’deki üyelerin altıda biri 1939’a gelindiğinde hala parti üyesiydi. Eski üyelerin bu ölçüde ortadan kaybolmasını doğal nedenlerle açıklamak mümkün değil, çünkü 1917 ve 1920’de parti üyelerinin büyük çoğunluğunu çok genç üyeler oluşturmaktaydı.”10 Bolşevik Partisi’nin 1917’de ve sonrasında etkili olan birçok sosyalist militanı ya Stalin’in emriyle idam edildi ya da hapishanelerde öldü. Dolayısıyla 1917’den Sovyetlerin çöküşüne dek süreklilik kurmak isteyenlerin ilk gözden kaçırdığı şey, önce devrimi yapan işçilerin bizzat kendisinin sonrasında, sovyetler ve parti gibi işçilerin kurumlarının yaşadığı ağır dönüşüm ve nihayetinde bürokrasinin yükselişidir.
Neyseki bugün ciddiye alınmak isteyen kimse Stalin dönemiyle birlikte sistematikleşen zorbalığın sosyalizm olduğunu iddia etmiyor. Ancak rejimin karakterinin sosyalizmle alakası olmamasının temeli sadece yozlaşmış bir parti içindeki bürokraside yükselmeyi başararak devlet yöneticisi haline gelen aparatçikler, eşcinsellere veya farklı ulusal kimliklere yönelik baskılar, greve çıkan işçilerin kurşunlanması değil, bunları da mümkün kılan rejimin ekonomik ve sosyal yapısı. Sovyet Rusya’sının ‘her şeye rağmen’ bir işçi devleti olarak tanımlanmaktan çok uzak olmasının temelinde ekonomik ve toplumsal yapısı yer alıyordu.
Sosyalizm değilse ne?
Sovyetlerin ekonomik ve toplumsal yapısının nasıl tanımlanması gerektiği sorusunun yanıtı bizzat kapitalizmin işleyişinin kökeninde yatıyor. Sermaye birikimi ve rekabet kapitalist üretim ilişkileri için iki anahtar süreçtir. Kapitalist, piyasanın içinde kalmak için biriktirmek zorundadır.
Daha da fazla sermaye birikimi uğruna birikim güdüsü kapitalizmin özünü oluşturur ve iki ana etmenden kaynaklanır. Birincisi, işçiler üretim araçlarından koparılmışlardır. Bir bütün olarak üretimi işçiler kontrol ediyor olsalar, üretim ihtiyaca, tüketime tabi olurdu. Bairiki doğrultusunda verilen bir karar, ancak tüketimi artırmak amacıyla verilmiş bir karar olabilirdi. İkinci etmen ise, kapitalistler arasındaki rekabet. Rekabet olmasa, her bir kapitalist artık üretimi tüketmek, biriktirmek veya hatta işçilere iade etmek doğrultusunda özgürce karar verebilirdi. Kapitalisti birikime iten rekabettir; birikim yapmayan kapitalist rakip kapitalistler tarafından yok edilme tehlikesiyle karşılaşır. Bu nedenledir ki, “Rekabet, her bir kapitalistin, kapitalist üretimin mevcut yasalarını kendi dışında zorlayıcı yasalar olarak hissetmesini sağlar.11
Kapitalizmin işleyiş mantığı için kritik olan bu iki temel unsur, SSCB ekonomisi için de varolan dinamiklerdir. Stalinist bürokrasi altında işçiler üretim araçlarının mülkiyetinden kopartılmış, ekonomi ise Batı’daki kapitalist ülkelerle askeri rekabet temelinde birikim eğilimine odaklanmıştır.
Stalin’in 1924’te ortaya attığı ve Marksizm’den bir sapma olarak kabul edilmesi gereken tek ülkede sosyalizm tezi, 1920’lerin ilk yıllarında gelişen bürokratikleşmeyi başka bir evreye taşıdı. Bu tez Ekim Devrimi’nin sosyalist bir devrim olarak başarılı olmasının ancak bir dünya devrimine bağlı olduğu görüşünü reddeder. Artık öncelik uluslararası bir devrimin inşası değil, tek bir ülkede ‘sosyalizmi’ yaşatmaktır. Tek ülkede sosyalizm iddiası ekonomik ve toplumsal olarak somut ifadesini, 1928-1933 yıllarını kapsayan ilk Beş Yıllık Plan’da buldu. Bu plan esas olarak Sovyet ekonomisini emperyalist güçlerle rekabet edebilecek bir hale getirmeye, bunun içinse devasa bir sermaye birikimi gerçekleştirmeye dayanıyordu. Stalin’in 1931’de ifade ettiği “ileri ülkelerin elli veya yüz yıl gerisindeyiz. Bu farkı on yıl içinde kapatmak zorundayız. Ya biz bunu başarırız ya da onlar bizi ezerler” ikilemi Lenin’in devrimin kaderi hakkında söyledikleri düşünüldüğünde hayli ironiktir. Sosyalist rejimin ancak küresel işçi sınıfının devrimiyle başarılı olabileceğini ortaya koyan, ya dünya devrimi gerçekleşir ya da emperyalist devletler kazanır ifadesi artık yerini ‘ya Rusya ekonomisi kapitalistlerle rekabet edecek kadar büyür ya da onlar kazanır’a bırakır. Yani Sovyetlerin hayatta kalmasının koşulu enternasyonalist bir perspektiften saptırılarak, Rusya’nın küresel ekonomik rekabetteki gücüne endekslenir.
Peki Sovyetler dünyanın geri kalanındaki küresel kapitalist, emperyalist güçlerle nasıl rekabet edecekti? Stalin’in on yılda kapamak istediği fark, Batı kapitalizminin 200 yıllık sermaye birikimiyle attığı farktı. Kapitalizmin doğuşunda ilkel sermaye birikimi bilhassa sömürge ülkelerin yağmalanmasına, köleliğe, talana dayanıyordu. Rusya’daki sermaye birikimi süreci de kapitalizmin mantığı içerisinde benzer bir şekilde gerçekleşti. Yani kapitalizmin yüz yıllık dehşetinin birkaç on yıla sıkıştırılmış bir versiyonu. Batı’nın 200 yılda biriktirdiğini on yılda biriktirmenin yolu işçilerin üretim araçlarının kontrolünden kopartılmasından, bağımsız öz yönetim organlarının dağıtılmasından, grevin yasaklanmasından, çocuklar dahil olmak üzere herkesin günde neredeyse 16 saat çalıştırılmalarından, Gulag çalışma kamplarıyla birlikte kapitalizm altında ücretli emekçiler üzerinde bir tehdit unsuru olarak kullanılan işsizler ordusu işlevini gören bir kölelik sisteminin kurulmasından, köylülere kolektif çiftliklere katılmanın veya topraklarından sürülmenin dayatılmasından geçiyordu.12 Birinci Beş Yıllık Plan döneminde sanayiye yapılan yatırımlar 1923-28 yıllarına göre altı kat daha fazlaydı. Sonraki beş yıllık planlarda bu yatırım oranı ikişer kat artmaya devam etti.13 Kısaca SSCB ekonomisi, kapitalist rekabetçi birikim modelinden azade, kurtarılmış bir adacık değildi. Aksine yoğun emek sömürüsüne ve zorbalığa dayalı birikim modeli, bizzat kapitalizmin işleyiş mantığının bir uzantısıydı. “1917’nin üstünden on yıldan biraz daha uzun bir zaman geçmişti ki SSCB, uluslararası kapitalist sisteme alternatif olmaktan çıkarak onun bir unsuru haline geldi.”14
Emperyalizmle rekabetin bir sonucu olarak SSCB’deki yoğun sanayi yatırımları silahlanma odaklıydı. 1932’de demir çeliğin yüzde 46’sını silah imalatı yapan fabrikalar tüketirken, bu altı sene sonrasında yüzde 94’e çıkmış durumdaydı.15 Dolayısıyla üretim, işçilerin özgürlükleri pahasına silahlanma ve askeri rekabet uğruna gerçekleşiyordu. Kısacası ‘tek ülkede sosyalizm’ iddiasını takip eden ekonomik planlarla birlikte, sermaye birikiminin esas hedef haline gelmiş olması, SSCB’nin Ekim Devrimi’nin mirası olduğunu zannedenlerin veya her devrimin kendi çocuklarını yediğini söylemeye meraklı olanların gözden kaçırmayı tercih ettiği bir olgudur.
Devlet kapitalizmi teorisi
SSCB’de üretim araçları devlet mülkiyetindeydi. Klasik anlamda sermayenin özel mülkiyetinin olmaması çoğu zaman, Sovyetlerin kapitalist üretim ilişkilerinden veya rekabetten bağımsız bir işçi devleti olduğu şeklinde yorumlara yol açıyor. Ekonominin planlı olması da ‘sosyalizm’ olmasının kanıtı olarak öne sürülebiliyor. Hatta SSCB’nin henüz nefes aldığı yıllarda Rusya’nın sanayi üretiminin Avrupa’da birinci, dünyada ikinci sıraya yükselmiş olması ‘sosyalist anavatanın’ gücü olarak olumlanabiliyordu bile. Ancak bu argümanların rejimin karakteri sosyalist miydi sorusuna yanıt olabilmeleri için en basitinden iki kriteri karşılayabilmesi gerekirdi. Üretim araçlarının mülkiyeti özel sermayede değil de devletteyken, devletin kontrolü kimdeydi? Ekonomiyi kim planlıyordu? Bu iki kritik sorunun yanıtının, SSCB örneğine bakarak ‘işçi sınıfı’ olamayacağı çok açık.
İşçilerin ekonomik ve siyasi karar alma mekanizmalarının dışında tutularak yoğun emek sömürüsüne tabi kılındıkları bir rejimi sosyalist olarak tanımlamanın Marksizmle herhangi bir alakası olmadığından bahsetmeye gerek yok. Aynı şekilde sanayi üretimi kısa zamanda eşi benzeri olmayan bir şekilde ilerlerken, toplumsal eşitsizlikte, ekonomik koşullarda, siyasal özgürlüklerde, işçilerin lehine herhangi bir ilerlemenin olmadığı bir rejimin ‘her şeye rağmen işçi devleti’ olarak kabul edilemeyeceği de çok açık.
SSCB’nin karakterine dair marksist açıklama, rejim henüz ayaktayken, 1947 gibi erken bir tarihte devrimci Marksist Tony Cliff ’ten geldi. O yıllarda Troçkist Dördüncü Enternasyonal’de örgütlü olan Cliff, SSCB’nin karakterini anlamak için başladığı araştırmayı, bu rejimin işçi devleti olarak tanımlanmasının mümkün olmadığını anlatan bürokratik devlet kapitalizmi teorisiyle tamamladı. Yukarıda kabaca çerçevesi çizilen Rusya’daki sermaye birikimi sürecinin dinamiklerini, ekonomik büyümenin arkasındaki toplumsal ilişkileri ve işçi sınıfının bu süreçlerdeki siyasi konumunu irdelediği incelemesinde Cliff, en temel Marksist metodolojiyi izlemiştir. Cliff ’in vardığı sonuca göre “Rusya bürokratik devlet kapitalizmidir; çünkü bürokrasi kolektif olarak üretim araçlarını denetim altında bulundurmakta, ve aynen batılı bir kapitalist gibi daima işçileri sömürmek ve “ölü emek” birikimini daha da çoğaltmak için bu denetimi kullanmaktadır. Stalin döneminde işçilerin ve köylülerin maruz kaldıkları aşağılanmayı ve kurulan terör üstyapısını açıklayan olgu budur.”16
Elbette bu teori, SSCB’nin yıkılışıyla birlikte sıradan insanların kendi kendilerini yönettiği özgür bir toplumun ifadesi olan sosyalizm fikrinin de mezarına son çivinin çakıldığının, kapitalizmin tek yol olduğunun anlatıldığı bir dünyada çok daha büyük bir anlam ifade etti. Her şeyin ötesinde Marksizm’in bir takım dogmalardan ibaret olduğunu sananların aksine, yaşadığımız toplumun temellerini anlamaya ve açıklamaya girişen bir yöntem olduğunu hatırlatarak adeta itibarını iade etmiştir.
Dipnotlar:
1 18 Ekim- 7 Nisan tarihleri arasında Sabancı Müzesi’nde gerçekleşen Rus Avangardı: Sanat ve Tasarımla Geleceği Düşlemek sergisinde yer alan, tarihsel çerçeve metni
2 aktaran Benlisoy ve Çetinkaya, 2018, 102.
3 aktaran Cliff, 2017, s.
4 Binns, 1990, s. 48.
5 Molyneux, 1997, s. 51.
6 Harman, 1990, s. 16.
7 aktaran Molyneux, 1997, a.g.e., s. 51.
8 Harman, 1990, a.g.e., s. 18.
9 Budd, 2018, s. 76.
10 Cliff, 2017, a.g.e., s. 134.
11 Binns, 1990, a.g.e., s. 43.
12 Harman, 2017, s. 18.
13 Binns, 1990, a.g.e., s. 50.
14 Budd, 2018, s. 75.
15 Binns, 1990, a.g.e., s. 50.
16 Harman, 2017, a.g.e. s. 19.
Kaynakça
Cliff, Tony, 2017, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, çev. Roni Margulies, Tarık Kaya, Z Yayınları, İstanbul
Molyneux, John, 1997, Gerçek Marksist Gelenek Nedir?, çev. Melike Çakırer, Z Yayınları, İstanbul
Benlisoy, Foti ve Çetinkaya, Y. Doğan, 2018, Gelecek 1917: Tarih, Devrim, Kültür, Habitus Yayıncılık, İstanbul
Harman, Chris, 1990, “Rusya’da Devrim ve Karşı Devrim”, Sosyalizmin Krizine Marksist Yanıt, çev. Erdal Taşkıran, Koral Yayınevi, İstanbul, 13-35.
Harman, Chris, 2017, “1988 İngilizce Baskısına Önsöz”, içinde Rusya’da Devlet Kapitalizmi, çev. Roni Margulies, Tarık Kaya, Z Yayınları, İstanbul, s. 14-22.
Binns, Peter, 1990, “Rusya’da Devlet Kapitalizmi”, Sosyalizmin Krizine Marksist Yanıt, çev. Erdal Taşkıran, Koral Yayınevi, İstanbul.
Budd, Adrian, 2018, “Marksist Teoriye Bir Katkı: Rusya’da Devlet Kapitalizmi Teorisi”, Enternasyonal Sosyalizm, Sayı: 2, çev. Mesut Çelebioğlu.