Enternasyonal Sosyalizm’den Faruk Sevim ve Yıldız Önen, Prof.Dr. Sinan Özbek ile yeni yayımlanacak kitabı hakkında konuştu. Özbek, genel kanının aksine Karl Marx ve Friedrich Engels’in din anlayışlarının, öncülleri sayılan Ludwig Feuerbach’ın din anlayışından bir kopuş olduğunu ve kitabının ana hatlarını anlatı. Enternasyonal Sosyalizm: Kitabınızın kurgusunu genel olarak anlatır mısınız?
Sinan Özbek: Bu kitapta asıl olarak Marx’ın din anlayışını noksansız bir şekilde araştırmayı ve bunun üzerinden geçerek, devlet ve din ilişkisini tartışmayı hedefledim. Ancak devlet-din ilişkisini tartışmaya kalkışmak Marx’ı bilmekle sınırlı kalmıyor. En azından Feuerbach’ın din felsefesini de bilmek gerekiyor. Bu, Marx’ın, Feuerbach’ın etkisinde kalmış olması ve zamanla bu etkiyi parçalayıp atmasıyla ilişkili. Feuerbach’ı bilmenin önemi bununla da sınırlı değil, onun felsefi ateizmin tartışmasız babası olması ayrıca kayda değer. Böylece Feuerbach’ı bilmek ateizmi de bilmek olacağından, Marx’ın ateizmle ilişkisini de kavramamızı sağlıyor. Ayrıca Marx’ın din anlayışını sorgulamak antropolojiyi işin içine katmadan mümkün değildir. Bu da çalışmamın yeni bir alanla genişlemesini beraberinde getirdi. Yine bir başka araştırma alanı Gramsci ile önümüze çıkıyor. Gramsci’den Japonya tartışması üzerinden “devlet dini” kavramını aldım. Bunu Gramsci’nin Japonya üzerine notlarını okuyarak ve bu konudaki yeni araştırmaları inceleyerek sürdürdüm. Bununla yapmak istediğim Japonya’da devlet dininin salt bir sorgulaması değil, buradan hareketle Türkiye’de devlet dinini tartışmak. İşte burada önümde son derece geniş bir tarih araştırma alanı çıktı. Türklerin din tarihini elimden geldiği kadar okumaya ve buradan felsefi sonuçlar çıkarmaya yöneldim. Burada da muradım, Türkiye’de devlet dini tartışmasını yapabilmek oldu. Kitabı üç bölüm olarak tasarladım. Feuerbach’ın din anlayışı, Marx’ın din anlayışı ve Devlet dini. Feuerbach’ın din anlayışını ele almamın iki önemli nedeni var. Birincisi, yukarıda da söylediğim gibi Feuerbach’ın din anlayışının, Marx’ın din anlayışını koşullamış olması. Başka bir deyişle, Marx’ın, Feuerbach ile tartışarak din anlayışını geliştirmiş olması. İkinci sebep, Feuerbach’ın felsefe tarihindeki din anlayışı ekseninin çok özel olması. O özel durum şudur: Ateist anlayışın bütün temellerini, bütün ortaya çıkışını Feuerbach’ta görürüz. Feuerbach en uygun, en bilinen ve en oturaklı şekilde ateist felsefeyi, ateist din düşüncesini temellendiren filozof olarak ortaya çıkıyor.
Marx gençliğinde ateist miydi, ateist olduğu bir dönem var mıydı?
Marx ilk eserlerinde tamamen Feurbach’ın etkisindedir, tam manasıyla Feuerbachçıdır. Öyle ki “Bize isterse ateist desinler” diyor. Ama ilk eserlerinden başlayarak ateizmi bir din olarak değerlendirme eğilimine de giriyor. Engels, Eduard Bernstein’e 1884 yılında yazdığı bir mektupta açıkça “ateizm bir dindir” ifadesini kullanıyor. Hiç koşulsuz tartışmasız bunu diyor ve “40 yıl önceden de böyle düşündüklerini” ekliyor. Yani Marx’ın temel eserlerine gönderme yaparak bunu söylüyor. Ben de ateizmin bir din olduğunu düşünüyorum. Düşünce sistematiği açısından dinlerin gelişim çizgisi açısından baktığımızda ateizm bir din olarak değerlendirilebilir. Tabii bu, çok uzun boylu tartışılması gereken bir konudur, tartışmak da gerekir.
Ateizmin temellerini Feuerbach mı kurmuştu?
Ateist düşünce, Batı felsefesini merkeze koyarak düşünürsek, antik Yunan’dan itibaren var. Ama ateizmi felsefi olarak son derece sağlam bir şekilde kuran Feuerbach’tır. Öyle ki Feuerbach’tan sonra dindar filozofların, dini savunmalarının felsefi olarak koşulu ortadan kalkar. Yani bu tartışmayı yapmaya kalkarsanız Feuerbach’ı inkâr edip, görmemezlikten gelmeniz gerekir. Yoksa Marx’ın, Feuerbach ismiyle oynayarak söylediği gibi, Ateş (Feuer) deresinden (Bach) geçmeniz gerekir… Bu da zor iştir, yakar insanı!
İşte Marx’ın, Feuerbach’ı “eski felsefenin fatihi” olarak adlandırması, onun bir bütün olarak idealist felsefeyi hareketsiz bırakmasındandır. Feuerbach dinin nasıl ortaya çıktığını felsefi olarak temellendiren, boşluk bırakmayan bir görüş üretiyor. Oradaki temel düşünce şu: Feuerbach dinin insan tarafından geliştirildiğini, dinin insan icadı olduğunu söylüyor ve bunu kolay kolay sarsılamayacak şekilde temellendiriyor. Ama bunu söylerken benim problemli bulduğum yer ve Marx’ın problemli bulup oradan gideceğini hissettirdiği yer, Feuerbach’ın dini insan zihninin bir ürünü olarak görmesidir.
Hıristiyanlığın Özü isimli eserinin önsözünde, Feuerbach “sadece insanın dini vardır” diyor. Diğer canlıların dini olduğu düşüncesini tevatür olarak görüyor. Mesela fillere yakıştırılan dini olmak iddiasının bir tevatür olduğunu söylüyor. Sadece insan dini üretiyor dolayısıyla insanı “din yaratan canlı” diye tanımlıyor. Bunu söylediğinizde, daha önce örneğini çok gördüğümüz gibi, insanı bir öz tanımıyla açıklamaya kalkışmaktasınız. Yani bir insanın özü nedir tartışmasına girmiş ve bir belirlemeyle de buna cevap vermiş oluyorsunuz. İnsanın din yaratan bir varlık olduğunu söylemek ile örneğin Aristoteles’in söylediği “Zoon Politikon” olarak tanımlama arasında hiç fark yok. Her iki tanımlama da insana ilişkin bir öz tanımı yapıyor. Bense insanın bir öz kavramıyla açıklanmasını tamamen reddediyorum. Ateizmden kopuşu sağlayacak moment de “dinin insanın zihninin ürünü olmasını, ama tarihsel ve geçici koşullar içinde ortaya çıktığını” görmekten geçiyor.
İnsan, Feuerbach’ın anlattığı tarzıyla baktığınızda, dini yaratıyor ve bu zihninin bir özelliği. Din yaratmakla diğer canlılardan ayrılıyor. Bu önce sağlam bir tez gibi görünüyor ama son derece idealist bir tez. Özcü bir bakış açısına götürüyor bizi. Ateizm savunusu çok ileri bir şey olarak görülür ama hâlbuki M.Ö. 5’inci yüzyılda da bu perspektifte düşünceler vardı. Bu bakış açısı paradoksal bir şekilde dini insanın kendi zihninin ürünü hâline getirdiği için, dini ebedi bir olgu hâline getirir, sonsuzluğa götürür. Dinin insan var olduğu müddetçe hep var olacağını söylemiş olur. Çünkü Feuerbach’a göre zihnimiz öyle çalışıyor. Dolayısıyla burası problemin ortaya çıktığı nokta.
Marx’ın dine bakışı antropolojik mi?
Marx’ın felsefesinden baktığımızda evet, dini insan yaratır ama verili tarihsel, sosyal koşullarda yaratır. Feuerbach açısından baktığımızda, dini insan yarattığı için insan, zihninin evrimine paralel olarak, tekâmül ede ede gidecektir. En son hamle ise son kalan tek tanrıyı devirmektir. Peki, yerine ne gelecektir? Feuerbach’a göre onun yerine kültür gelecektir, felsefe gelecektir, bunlar dinleşecektir, din işlevini alacaktır. Bunlar dinleştiği için de din hep var olacaktır.
Marx’ın tam kopuş noktası, bu metafizik ve idealist anlayıştan uzaklaşmaktır. Tarihsel, kültürel bağlar içinde, antropolojik verilerle dini temellendirmeyi denediği için bu anlayıştan uzaklaşıyor. Dolayısıyla devlet dini hakkında yazdığım bölümde Marx’ın çok sevdiğim bir sözünü aldım. Her bir bölüm için alt başlık kullandım. Marx’ın din anlayışını anlattığım bölümde “Metafizik Değil Antropoloji” dedim. Feuerbach’ın bölümüne de bir alt başlık koydum, “Materyalist Metafizik Ateizm” dedim.
Marx, metafizik yerine antropolojiyi kullanıyor. Kendi çağında çok sınırlı antropoloji kitabı var ama yine de onları kullanıyor. Antropoloji bize dinin hangi koşullarda ortaya çıktığını söylüyor. Bugün son derece yoğun, çok iyi yazılmış bir antropolojik kaynak var. “Din nasıl ortaya çıktı?” sorusu ciddi bir sorudur.
Zihnimizin ürünü olduğu düşüncesinden uzaklaşıp, belirli koşullarda, insan hangi düşünce sistematiği ile dine varıyor, bu önemli bir araştırma konusudur. İnsanın nasıl olup da bir din tasarımı geliştirdiğini cevaplamaya girişiyor antropoloji.
Mircea Eliade’nin din araştırması için ne diyorsunuz?
Kuşkusuz din tarihi araştırmasının büyük isimlerinden. Eserlerinden faydalanmayı asla ihmal etmem. Kanımca o tekrar Feuerbach’a dönüyor. Yani dini temellendirmeye başladığında, insan zihninin bir ürünü gibi algılama eğilimine giriyor. Orada problem şu: Evvela insanın her türlü soyut düşünme eğiliminin kendisini dinsel bir olgu gibi ele alıyor ve bu düşünme eyleminin kendisini dinleştirmeye başlıyor. Yani Eliade, insan hayvan dünyasından kopunca, muhakeme etmeye başladığı noktada ortaya çıkan her türlü düşünceyi din gibi algılamaya başlıyor, problem burada.
Eğer böyle bakarsak biz her türlü metafizik, dahası soyut düşünceyi din diye adlandırmaya başlarız. O zaman şempanzelerin dini olup olamadığı hakikaten tartışmaya açılır. Çünkü onların davranışlarında da somut olarak açıklayamayacağımız tuhaflıklar görüyoruz. Antropologlar, primatologlar onlar üzerinde de araştırmalar yapıyor. İnsanın düşünmeye başladığı noktayı ve düşüncenin her türlüsünü din olarak sayarsak Eliade haklı çıkar. Ama durumun böyle olduğunu sanmıyorum.
Din felsefi açıdan nedir?
Din tartışması beş farklı başlıkta sürdürülebilir. Ben kitapta din-devlet-toplum ilişkisine merkezî bir önem verdim. Yani dinin bireyle ilgili kısmını, inançlı insanların inancını tartışmıyorum. Çalışmamda Marx döneminde dinin kaynağı üzerine yayınlanan antropolojik verilerle tartışma sürdürdüm. Hem Marx’ın o dönem okuduğu kitapları okudum, hem de sonra yayımlanan kitapları okudum. Kuşkusuz dinin nasıl olup da ortaya çıktığı sorusunu tartışmak gerekiyor. Marx da bunu kendi çağının bilgisi çerçevesinde yapıyor. Bu bilginin kaynağı da gününün antropoloji kaynakları ve felsefe. Şimdi yapılması gereken oradan yürümek, konuyu genişletmek. Bu yapılmalı, en azından yeni antropolojik veriler bunu zorunlu kılıyor.
Kabalığa düşme tehlikesini göze alarak, ana hatlarıyla felsefe tarihinde üç farklı din felsefesi tasnif ediyorum: Bunlardan ilki dini metafizik, spekülatif, ilahî, doğaüstü güçlerle açıklayan felsefi anlayıştır. Bu ilk din felsefesi için, birçok büyük filozofun yanında, Hegel en çarpıcı örnek olarak alınabilir. Bu görüş, son tahlilde teolojiyle birleşiyor. İnsanın dışında ve üstünde birtakım metafizik güçler varsayıyor ve dini bu güçlerle ilişki içinde tartışıyor. Kimi zaman da dinin o güçlerden kaynaklandığını savunuyor. İlk çizgi olarak ele aldığım bu yaklaşımı, idealist spekülatif din felsefesi şeklinde adlandırmak mümkün.
Din felsefesinde ikinci yönelim, Feuerbach’la birlikte, idealist spekülatif kavramıyla adlandırdığım, din felsefesi üzerinde zaferini ilan eden, dini insanın bir ürünü olarak gören düşünce çizgisi. Bu yönelim, idealist spekülatif din felsefesi son tahlilde teolojiyle birleştiğinden dolayı, teolojinin de fethi anlamına geliyor. Bu ikinci din felsefesi anlayışı, aynı zamanda son derece sıkı örülmüş bir felsefi ateizm oluyor. Dini, zihninin kaçınılmaz bir ürünü olarak gören bu yaklaşım, paradoksal bir şekilde, dini insanın muhakkak üretmek zorunda olduğu bir düşünme şekli hâline getiriyor. İnsanın dini, dolayısıyla metafizik varlıkları yarattığını söylemek, giderek dini insanın özsel bir niteliği olarak görmeyi getiriyor. Aslında bununla dini, yıktığı idealist spekülatif düşünce geleneğinin yaptığından daha da muhkem hâle sokuyor. Dinin insanın kendinden kaynaklandığını savunuyor. Bu ikinci düşünce geleneğinin materyalist metafizik din felsefesi olarak adlandırılabileceğini düşünüyorum.
Din felsefesindeki üçüncü çizgi ise Marx tarafından temsil ediliyor. Marx, Feuerbach’ın dini insan yaratımı olarak açıklamasına katılıyor. Ancak dini, insanın özsel bir özelliği olmaktan çıkarıyor. Dini insan tarafından icat edilen ama tarihsel-toplumsal bir olgu olarak görüyor. Dinsel fenomenleri toplumsal yapıyla ilişki içinde açıklıyor. Böyle olduğu için de din, tarihsel geçici bir olgu hâline geliyor. Dindarlıkla olduğu gibi ateizmle de ayrı bir noktada duruyor ve dinle ilişkisini nötr denilebilecek bir tarzda kuruyor. Dinin tarihsel- toplumsal koşullara bağlı olarak insan tarafından üretildiğini savunuyor. Marx’ta temsil bulan bu üçüncü görüşü de materyalist diyalektik din felsefesi kavramıyla adlandırmak uygun görünüyor.
“Sosyalist” filozoflar Feuerbach’ı nasıl değerlendiriyor?
Almanya’daki çalışmalarımda Feuerbach ile Marx ilişkisi açısından hayret veren bir şey tespit ettim: Almanya’da dergileri tararken, eski Demokratik Almanya’da, Sovyetler’le ciddi ilişkileri olan, birikimleri olan felsefecilerin Feuerbach üzerine yazılmış makalelerini buldum. Bu yazılardan en çarpıcı olanında Feuerbach, Marksizm’in ön tarihi olarak anlatılıyordu. Bu tespiti kavramaya çalıştım. Çünkü Marx, Feuerbach’ı çok sert eleştiriyordu ve onun idealist olduğunu söylüyordu. Gerçi ilk eserlerinde Engels, “Biz hepimiz birden bire Feuerbachçı olduk” diyor ama hemen 1844 El Yazmaları’ndan başlayarak Feuerbach’ı eleştirmeye başlıyorlar.
Bunu kavramaya çalıştım. Yani Demokratik Almanya’da “sosyalist” filozoflar neden Feuerbach’a bu önemi atfediyorlar ve onu Marksizm’in ön tarihi olarak ele alıyorlar? Şunu gördüm: Feuerbach 1872 yılındaki ölümünden iki yıl önce 1870 yılında o dönemin en önemli komünist partisi olan Sosyal Demokrat Partisi’ne üye oluyor. Ama bundan önce Marx’ın ve diğer sosyal demokrat önemli şahsiyetlerin tüm ısrarlarına rağmen parti ile mesafeli davranışını sürdürüyor. Kendisine komünist diyor ama komünizm tanımı sadece kendisinin tanımladığı bir komünizm, Marksist anlamda bir komünizm değil. Partinin aktif üyesi değil, ilişkileri var. Marx ve diğer parti önderleri, Feuerbach’ı ısrarla birlikte çalışmaların içine davet ediyorlar. İş teklif ediyorlar çünkü Feuerbach o sıralarda doktorasını yapmış, üniversitede hoca iken, yazdığı bir broşür yüzünden üniversiteden atılmış birisi, yoksulluk içinde. Üniversiteye dönme ümidiyle parti çalışmalarından uzak duruyor. Babası önemli bir hukuk profesörü, köklü bir aileden geliyor, kardeşleri sanatçı, müzisyen, kuzeni çok büyük bir ressam…
Feuerbach, babasına rağmen felsefe okuyor, Hegel’in öğrencisi oluyor. Hegel’in tüm derslerini, estetik istisna olmakla birlikte, alıyor. Bunlar Hegel’in öğrencileridir, Hegel ile tartışarak kendilerini geliştiriyorlar. Üniversiteden atıldıktan sonra çok sıkıntı çekiyor, küçük bir kasabada ömrü boyunca üniversiteye geri çağrılmayı bekliyor ama bir daha üniversiteye dönemiyor. Sıkıntıya düştüğü dönemlerde işçiler yardım kampanyası yapıyorlar. Ölümü de bir komünist gösteri hâline geliyor. Kızıl bayraklarla işçiler cenaze törenine katılıyor.
Bunlar tarihsel olgular. Alman filozoflar, Doğu Almanya’nın “sosyalist” filozofları, Feuerbach için “bizzat Marksizm’in ön tarihi” ifadesini kullanarak, din üzerinden bir bağlantı kuruyorlar. Bu siyasi düşüncelerini biliyorlar ama siyasi düşünceleri üzerinden değil din anlayışı üzerinden Feuerbach’ın düşünceleri ile ilişki kuruyorlar. Bilindiği üzere, onun din anlayışı ateizm. Marksizm’i de ateist bir çizgi olarak gördüklerinden, Feuerbach ile ilişki buradan kuruluyor. Demokratik Almanya ile birlikte ve onun üzerinden Moskova’ya uzanan bir din anlayışı bu. Bu din anlayışı yani ateizm, giderek “sosyalist” denen, bizim devlet kapitalisti dediğimiz, ülkelerin din anlayışı hâline geliyor. Bu anlayışın Marksizm’le uzaktan yakından ilişkisi yoktur ve bu Feuerbachçı din anlayışıdır.
Çok ısrarla savunuyorum! Muhtemelen bu konuyu gündeme getiren, söyleyen ilk yazarlardan birisiyim. Başta SSCB olmak üzere devlet kapitalisti ülkelerdeki din anlayışı konusunda bu netlikte bir tespite şimdiye kadar rastlamadım: Stalinizm’in din anlayışının Marksizm’le uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Feuerbachçı ateist din anlayışıdır. Dolayısıyla devlet kapitalisti ülkelerin bir dini vardır, bu da ateizmdir.
Bu dini o devletler mi inşa etti?
Elbette, ateizm bu ülkelerde ders olarak okutulmadı mı? Örneğin bir dostun dikkatimi çekmesiyle, elime geçen bir kitap var. Sovyet döneminde Azerbaycan’da ders kitabı olarak okutulmuş. Kitabın ismi “İlmî Ateizm”. Rusçadan çeviri, onlarca Sovyet yazarı tarafından kaleme alınmış ve çok sayıda Azeri tarafından çevrilmiş. Bu bir ders kitabı, bütün devlet kapitalisti ülkelerde okutulması zorunlu tutulmuş. Yani Sovyetler’in ve ona bağlı ülkelerin bir dini vardır ve bu da Feuerbachçı ateizmdir. Marksizm’in ise bunlarla uzaktan yakından alakası yoktur. Sanıyorum ateizm düşüncesi Türkiye’ye de Sovyetler üzerinden gelmiştir. Bunu rahatlıkla söyleyebilmemin bir nedeni de Türkiyeli aydınların çok yakın zamana kadar Feuerbach’ı okumamış olmasıdır.
Kitapta “Devlet dini” başlığı var, bunu biraz açar mısınız?
Kitabımın üçüncü bölümünde “Devlet Dini” başlığı altında, Türkiye’de dinin şekillenmesini tartışmaya çalıştım. Çünkü ulus devletlerde, o klasik gerekliler tablosunun yanı sıra bir de dine ihtiyaç duyuluyor. Bu ihtiyacı da ben tespit etmiyorum. Bauer’in, Anderson’un, Hobsbawm’ın ulus ve ulus devlet tartışmasına rağmen bu ek yapılıyor. İşte bu yeni ek “devlet dini” kavramıyla netleşiyor. Ben bunu Gramsci’den yola çıkarak söyleyebiliyorum.
Yani her zaman devletin desteklediği bir din oluyor mu?
Tam da bunu söylüyorum. Devletin desteklediği, kayırdığı, öne çıkardığı, inşa ettiği, bir diğer dini görüş karşısında alan açtığı, avantaj sağladığı, insanları onun etrafında bir araya getirdiği bir din, ulus devletlerde hep var.
Bu devlet dini, devlet kapitalisti Sovyetler’de ateizm midir?
Evet, Sovyetler’de ve onun çevresindeki ülkelerde ateizmdir. Türkiye’de Sünni İslam’dır. Bu değerlendirme ile kitabımın üçüncü başlığına giriş yapmış olduk. Devlet dini nasıl şekilleniyor. Şunu tespit ettim: Feuerbach’ın din anlayışı ile Marx’ın din anlayışını ortaya koydum, Marx’ın din anlayışı sığ bir din anlayışı değil. “Din halkın afyonudur” metaforu üzerinden tartışılacak bir din anlayışı hiç değildir. Şunu rahatsız edici de olsa söylemek isterim. Marx’ın “din halkın afyonudur” ifadesinin Marksist din anlayışında zerre kadar önemi yoktur. Bu abartılan cümlenin, konuya bütün bir şümulü içinde baktığımızda hiç önemli olmadığını görürüz. Bu cümlenin orijinali zaten Marx’ın değildir, Marx’tan önce çok defa kullanılmıştır. Çok basit bir hakikati, güçlü bir şekilde ifade etmek için Marx tarafından kullanılmış bir retorik cümledir. Zaten orada kullanılan afyon sözcüğü ki bunu defalarca yazdım, düzelttim, uyuşturucu anlamında değil teselli anlamında kullanılmaktadır. Bu söz aslında bir kapitalizm eleştirisidir ama bu da önemli bir şey ifade etmez. Fransız Aydınlanması’nda, klasik Alman felsefesinde bu fikrin çok keskin örneklerini bulmak, hatta yer yer bu fikir üzerine inşa edilmiş felsefeler bulmak mümkündür.
Marx’ın bu yazısındaki iki önemli kavram olan “sıkıştırılmış canlının iç çekişi” ifadesinin de orijinal kaynağı Marx değildir, “din halkın afyonudur” ifadesini de ilk kullanan Marx değildir. Orada Marx güçlü bir retorik kullanarak, aslında bir kapitalizm eleştirisi yaparak insanların kapitalist üretim ilişkileri içinde ne kadar zavallı durumda olduğunu söylüyor. Ama bu konu öyle bir noktaya getirildi ki, Feuerbachçı din anlayışı ile o ifadeler bağlandı. Özellikle Stalinizm’in ateizmi bir devlet dini olarak inşa etmeye başlaması ve bu durumun devlet kapitalizmi için elverişli bir zemin hazırlaması ile birlikte, Marx’ın bu sözleri öne çıkarılmaya başlandı. Çok ciddi bir sorunumuz var bu konuda. Ben elimden geldiği kadar bunları Marksizm’den ayıklamaya çalıştım. Çalışmaya başladığım zaman ben bunlarla karşılaşacağımı bilmiyordum. Bunlar araştırmam derinleştikçe önüme çıktı.
Marx’ın din anlayışı nedir?
Marx’ın din karşısındaki tutumunu nötr olmakla açıklamak mümkün gibi görünüyor. Marx’ta din konusunu anlamak için onun Kapital’de yazdığı meta fetişizmi bölümüne bakmak gerekir. Eğer buradan tartışmaya başlarsak, dinin nasıl ortaya çıktığını görmek mümkün olur. İnsan zihninin nasıl olup da bir din düşüncesine vardığını anlayabiliriz. Marx dinin bu boyutları ile tarihsel bir olgu olduğunu, insanlık tarihinin bir momentinde ortaya çıktığını düşünüyor ve bu nedenle de ortadan kalkmasını mümkün görüyor. Ama dine müdahale etmeyi düşünmüyor. Marx için durum şudur: Kant’a gönderme yaparak, yani onun ahlak anlayışının temel taşıyıcı kavramlarından biri olan kategorik imperatifi hatırlatarak başlıyor. Yanlış hatırlamıyorsam, Alman İdeolojisi kitabında çok net ifadesini bulan Marksizm’in kategorik imperatifini yaklaşık şöyle yazıyor: “İçinde insanın alçalmış bir canlı olarak yaşadığı bütün koşulları parçalayıp atın!”. Dikkatin yönelmesi gereken nokta burasıdır. Bu ortadan kaldırılmasını istediği şey, somut olarak insanın düşük hayat standartlarıdır. Bazı insanlar bunu şöyle zannediyorlar. Başörtüsü takıyorsa alçalma yaşıyor, hayır efendim, somut koşullarda o durumda alçalma filan yaşamıyor. Çünkü Marksizm’in bütün felsefe tarihinde başardığı şu: Marx, çok basit bir şey yapıyor. İnsan karnını doyurabiliyor mu, barınabiliyor mu, yaşayabiliyor mu, neslini sürdürebiliyor mu? İşte buradan hareket ediyor. Yani unutulmuş olan, bir sürü metafizik molozun arkasında kalmış olan somut bir hakikate bizi davet ediyor ve tekrar oradan başlıyor. Dünyayı dönüştürmeye, felsefe yapmaya oradan başlıyor. Dolayısıyla bir Marksist’in din karşısında tutumu ne olmalıdır diye sorarsanız, dindar insanların inançlarıyla hiçbir şekilde uğraşmaması gerekir derim. Çünkü din, devlet dini başlığında görülebileceği gibi, çok başka şekillerde de işleyebilir. İnanan insanların inancı olarak, sosyal bir olgu olarak, ideolojik olarak birleştirici bir güç olarak, dayanışmacı bir güç olarak, kimi zaman da başkaldırının bir enstrümanı olarak görülebilir.
Buna verilecek çok güzel örneklerden birisi, Kuzey Afrika’daki Senusi tarikatıdır. Mustafa Kemal ile de bağlantısı var bu tarikatın. Ömer Muhtar bu tarikatın son şeyhidir. Fransızların öldürerek bitirmeye çalıştığı bu hareket, eski bir tarikattır. Bu tarikat daha sonra Kuzey Afrika’da bağımsızlık hareketlerinin önderi olmuştur, onlara örnek olmuştur. Aynı şekilde Güney ve Orta Amerika’da Hıristiyan Kurtuluş Teolojisi başkaldırı içinde yer almıştır.
Dolayısıyla din her zaman bastırma, uyuşturma, altta tutmanın aygıtı olarak görülemez, zaman zaman başkaldırıların enstrümanına dönüşür. Olgulara böyle bakmak tam da Marksist perspektiften bakmak demektir, diyalektik bağlantıyı görmek demektir. Bir din düşmanlığı, dine çamur atma Marksistlerin işi olamaz, bunlar Aydınlanmacı düşünce geleneğinde karşımıza çıkabilecek sorunlu yaklaşımlardır. Asıl olarak burjuvazi ile feodal soyluluk arasındaki mücadeleden kalma olgulardır. Ama Marksizm’le uzaktan yakından alakası yoktur.
Devlet dini nedir?
Devlet dini kavramını Gramsci’den aldım. Devlet dini saptamasını, kimi büyük filozofların satır aralarında görürsünüz ama kavramlaştırılması ve işleyişi üzerine başlı başına bir çalışma yapıldığını bilmiyorum. Gramsci’nin Japonya tartışmasında, kavram görülür hâle geliyor. Gramsci’de bu konunun belirli oranda yeri var. Gramsci, muhtemelen hapisteyken eline sınırlı sayıda kitap geçtiği ve bunların bir kısmı Japonya ile ilgili olduğu için, Japonya üzerine tartışıyor. Bu benim çok değer verdiğim ve çok öğretici bulduğum bir tartışmadır.
Gramsci’yi çarpan şu: Japonya, kapitalizmin yerleştiği ve geliştiği bir ülke, aynı zamanda sömürgeci Avrupa’nın hegemonyasına girmeyen sınırlı sayıda ülkeden birisi. Kapitalizmin gelişmesine son derece “eski, ilkel” bir din, Şinto eşlik ediyor. Gramsci bunu anlamaya çalışıyor. Son derce modern olan kapitalizmin yerleşmesine bir doğa dini olan Şinto nasıl eşlik edebildi? Gramsci‘nin bu konudaki düşünceleri, din ile ilgili tüm ilerlemeci, dogmatik anlayışları altüst ediyor. Gramsci, Japonya’nın modernleşmesini muazzam bir zekâ ile yakalıyor. Benim devlet dini kavramsallaştırmam Gramsci‘nin Japonya çalışması üzerinedir. Ancak Gramsci’nin Japonya üzerine yazdıkları ile sınırlı kalmadım, önemli Japonologların, söz konusu tarihlerde Japonya’daki gelişmelerle ilgili yazılarını ama sadece din eksenindeki yazılarını inceledim. Batı’da devlet dininin inşa edilmesi ekseninde çalışmış önemli Japonologlar var. Onların eserlerine bakarak Japonya’daki devlet dinini kavramaya çalıştım ve Türkiye ile mukayese ettim.
Şinto bir devlet dini mi? Japonya’daki Şinto’yu biraz daha anlatır mısınız?
Evet, devlet dini. O dönem, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı Japonya’da etkin olan üç din var; Budizm, Hıristiyanlık ve Şinto. Japonlar kendi sanayileşmelerini, modernleşmelerini sürdürürken -ki bu Osmanlı’daki modernleşme girişimlerinden yaklaşık 30-40 yıl öncedir- Japonya’da bir devlet dini inşa etmeleri gerektiğinin farkına varıyorlar. Yani bir yandan sanayileşmeyi sürdürürken, bir yandan da kapitalizmle birlikte kurulacak ulus-devlete bir din gerektiğini görüyorlar. Karar vererek öne çıkardıkları eski Japon dini olan Şinto oluyor. Şinto dini, Mısır’ın antik dinine veya Hitit dinine benzer. Yüksek bir tanrısı var, bu Japonların orijinal dini. Şinto’yu yerleştirmek için Japonlar önce Budizm’i ortadan kaldırmaya başlıyorlar, çok sayıda Budist tapınağı yok ediyorlar. Kanlı bir süreç yaşanıyor, Budizm’i yasaklıyorlar. Çünkü Budizm, onlara göre bir ulus devleti inşa etmek için yeterli özellikleri taşımıyor ve hatta bir engel olarak görünüyor. Yani yeni din bir yandan Japon olmayı koruyacak ve hatta pekiştirecek, diğer yandan da modern anlamda sanayi kapitalizminin yerleşmesine destek olacak.
Hollanda ile ilişkiler sonucu geliştiği ve bunun sömürgeci bir ilişki olduğunu gördükleri için Hıristiyanlığı tümüyle yasaklıyorlar. Gerçi gizli olarak Hıristiyanlık yayılıyor ama ülke genelinde Hıristiyanlık yasaklanıyor. Bu arada hatırlatayım Spinoza bunu başka bir açıdan tartışıyor. Yasağa rağmen Hıristiyanlığın sürmesini, ritüelsiz bir dinin olabileceğine örnek olarak işliyor.
Sonuçta Japonya, devlet dini olarak Şintoizm’i seçiyor. Şinto üzerinden muazzam bir ulus ve kapitalist devlet kurmayı başarıyorlar. Şinto ve sanayileşme birlikte gelişiyor. ABD savaş sonrası Şinto’yu yasaklıyor, Japonları Budizm’e döndürmeye çalışıyor.
Japon tarihinde bizim gördüğümüz şu: Kapitalizm Batılı anlamda tam manasıyla kurulduktan ve yerleştikten sonra dini özgürlükler sonuna kadar açılıyor, isteyen istediği dine inanabiliyor.
Türklerin Budizm ile ilişkisini biraz anlatır mısınız?
Budizm’i Orta Asya Türkleri de devlet dini olarak seçmeye çalışmış, ama sonra vazgeçmişlerdir. Budizm Türkler arasında önce yayılıyor, Budist olan kağanlar vardır. Mesela Bilge Kağan Budist oluyor ama vezirinin etkisi ile tekrar Şamanizm’e geri dönüyor. Türk kağanlar, şehirleşmek, yerleşik hayata geçmek, bir devlet inşa etmek için bir din olması gerektiğinin farkındalar. Budizm’in bu ihtiyaca cevap vereceğine inanıyorlar. İşte Bilge Kağan bu görüşü savunuyor. Ama bu hamlenin gerekli olup olamadığı konusunda tereddüt içinde olanlar var. Tonyukuk’un sert muhalefeti böyle bir olay…
Burada bir çelişki ortaya çıkıyor, Orta Asya Türkleri yağmacı, göçebe toplumlar. Tonyukuk, Budizm için “bize uygun değildir, bizi yumuşatır, bizi gevşetir” derken bu hakikati göz önünde tutuyor. Dedikleri doğru, orada iki ekonomik ilişki tarzının mücadelesi söz konusu: “Yağmacı göçebe mi kalacağız, şehir hayatına mı geçeceğiz?”. Şehir hayatına geçmek için Budizm uygun. Burada hiç ahlakî bir durum yok. İkisi de doğru tercih. Birisi “henüz erken, göçebe kalmalıyız” diyenlerin, diğeri “yerleşik hayata geçmeliyiz” diyenlerin tercihi. Türkler tarafından Budizm birden çok kere deneniyor, sonra vazgeçiliyor.
Pek çok toplum, dinleri böyle deniyor mu?
Evet, ama Türklerin dine yaklaşımı çok ilginçtir, son derece açık bir zihinle, sosyal bir olgu olarak din değiştirmeyi deniyorlar, bir inanç akdi olarak değil. Yerleşik hayata Budizm ile geçeriz diye düşünüyorlar. Bunu bazı sağcı tarihçiler bir kapışma olarak görüyorlar, ama arka planını görmüyorlar. Tarihe ideolojik bir perspektifle bakmadığımızda başka olguları görüyoruz. Orada aslında iki tane tercih arasında mücadele var. Birden çok da örneği var. Türk kağanları ve vezirleri arasındaki mücadele çok önemlidir. Budizm’e tekrar tekrar geri dönüyorlar, en sonunda da Müslümanlığın Sünni yorumunu devlet dini olarak tercih ediyorlar. Bu Karahanlılar ve Selçuklulardan beri böyle.
Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet dini nedir?
Osmanlı Türkiye’si modernleşmede bir dinin gerekliliğini, Japonya’da olduğu gibi kavrayamıyor. Bunun çeşitli sebepleri olabilir, çok etnisiteli yapı, Aydınlanmacı ideolojiden etkilenmeler, etnik kimlikler. Abdülhamit 33 yıllık iktidarında Osmanlı İmparatorluğu’nu ayakta tutmaya, devam ettirmeye çalışıyor. Ama milliyetçilik fikri gelişmiş, ulus devletler kurulmaya başlanmış, ayrışma kaçınılmaz olmuş.
Türkiye’de kapitalizmin yerleşmesi sağlanamadığı için, dini özgürlükler de sağlanamadı. Abdülhamit’ten başlayarak bir reform çabası var ama din üzerinden değil. O dönemki aydınlarımız, mesela Ziya Gökalp bunu tam kavrayamıyor. Gökalp’te Japonya’ya göndermeler vardır.
Cumhuriyet döneminde bu çok net olarak görülür. Mustafa Kemal’in seçimi son derece nettir, din olarak Sünni İslam kabul edilir. Sünni İslam devlet dini hâline getirilir. Diyanet İşleri Başkanlığı bu amaçla kurulmuştur. Ama hedeflenen amaçlara varılmış mıdır, bu da başka bir tartışma konusu.
Türkler, Orta Asya’dan başlayarak ne dayak yedikleri için Müslüman olmuşlardır ne de Müslüman tarihçilerin söyledikleri gibi bünyelerine uygun olduğu için Müslümanlığı seçmişlerdir. Şamanizm’e inanan toplumların bünyelerine Müslümanlık niçin uygun olsun ki? Bunu da tartışmaya açıyorlar, hâlbuki Şamanist oldukları tartışma dışıdır. Şamanizm ve Müslümanlık arasında bünyeye uygunluk açısından tek buldukları yer “Gök Tengri” kavramı. Bazıları Gök Tengri’yi tek tanrı olarak anlatır. Bu yanlıştır, Şamanist Türkler için bütün dağlar, nehirler tanrıdır, çok sayıda tanrıya inanırlar, Gök Tengri yüksek tanrıdır. Dolayısıyla orada tarihi çarpıtma var.
Bazı solcu araştırmacılar Türklerin Müslümanlaşması sürecini şöyle anlatıyorlar: Araplardan şiddet gördüler, zorla Müslüman olmak zorunda kaldılar. Bu bakış açısı da hatalı. Öyle değil, Türklerle Müslümanlar 150-200 yıl savaşıyorlar. Sonuçta öyle bir tarihsel koşul gelişiyor ki, hem satın alınan, hem köleleştirilen, hem de gönüllü olarak Müslümanların safına geçen Türkler, İslam İmparatorluğu’nun, halifenin askerleri, komutanları olmaya başlıyorlar. Yani İslam halifeliği devletleri içinde Türkler askeri kurumları ele geçiriyorlar. Önce küçük birlikler hâlinde katılıyorlar, sonra komutan oluyorlar. Bütün bu isimleri biliyoruz. Özellikle Abbasilerde bu komutanlar, askeri güçlerine dayanarak iktidarı ele geçirmeyi düşünüyorlar. Abbasi halifelerinden birisinin ordudaki Türk komutanlar tarafından öldürüldüğü bilinir. Türkler, aslında bir iş alanı, askerlik mesleğini icra etmek üzere girdikleri halifelik ordusunda, zamanla başat hâle gelmiş, orduyu ele geçirmişler ve sonra siyasi iktidarı ele geçirmeye yönelmişlerdir. Bu tarihsel olarak şaşırtıcı bir gelişme. Ertuğrul Bey’in Sünni İslam’ı tercihi de politiktir. Selçukluların Sünni İslam tercihi son derece politiktir ve pragmatist nedenlere dayanır. Bunları kitabımda detaylı olarak anlattım. Türkler tarih boyunca Sünni İslam’ı yönetici sınıfların dini olarak tercih etmiştir. Burada Alevilik ile tartışılabilir ama Türklerin iktidar dini hep Sünni İslam olmuştur.
Alevilik niçin Cumhuriyet döneminde devlet dini olamamıştır?
Ben şöyle bir soruyla tartışmaya çalıştım: Yeniçeriler önemli oranda Bektaşi, yani Alevilik Osmanlı ordusuna da nüfuz etmiş. Anadolu Türklüğünde yaygın bir inanç. Ama buna rağmen neden Batılı değerlerle uyuşma açısından daha az sorun çıkaracak olan Alevilik, Cumhuriyetin devlet dini olarak öne çıkarılmadı. Soruya okuduğum tarih kitaplarında ya da Cumhuriyet dönemindeki dinde reform önerilerinde rastlamadım. Bu soruya cevap aradım. Okuduğum kitaplarda araştırdım. Şu sonuca vardım: Olamazdı, çünkü tarihsel bağı koparırdı. Cumhuriyetin kuruluşundan Selçuklu’ya kadar gidiyorsunuz ve oradan bir iktidar devamlılığı sağlıyorsunuz, onlarla tarihsel bağlara sahipsiniz. Yani halifelik üzerinden gelen bir tarihsellik var, bunu kesip atmak mümkün değil. Dolayısıyla Cumhuriyeti kuran kadrolar son derece net bir din bilincine sahipler. Diyanet’in Sünni Hanefi mezhebine göre şekillenmesini sağlamaları da böylesine tarihsel bir geçmişten kaynaklanıyor.
Ama Türkler Japonya’da olduğu gibi bu işi eksiksiz bir şekilde başaramıyorlar. Başaramama nedenlerinden birisi, açık bir görüşe sahip olmamaları. Devlet dininin yanısıra sanayileşmenin, kapitalistleşmenin noksansız sürmesi gerekiyor. Kapitalizm gelişir ve devlet diniyle birlikte yol alırsa, bir süre sonra devlet dini bütün dinlere kapılarını açabilir çünkü artık toplum sağlam olarak yerleşmiştir, her şey yerli yerine oturmuştur. Ama kapitalizm yerleşmezse, devlet dininin kendisi bir baskı aygıtına dönüşür, başka inançlara izin vermemeye başlar. Çünkü yeni bir toplumsal yapının inşasında başarılı olunamamıştır. Dolayısıyla böyle bir sorunu Türkiye’nin yaşadığını düşünüyorum.
Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fonksiyonu nedir?
Diyanet kurumunun en geniş anlamda görevi Türkiye’de yaşayan insanların ahlakını şekillendirmek ve dinle ilişkilerini düzenlemek. Bunu söylerken kâğıt üzerindeki tanımlamanın ötesine geçiyorum. Ama ahlak tamamen siyasî bir konudur. Diyanet ahlakın nasıl olacağını belirleyen bir yapı olursa, tamamen siyasî bir kuruma dönüşmüş demektir.
Kitabımda Diyanet Kurumu’nu başlı başına bir tartışma konusu yaptım. Kaynakları okuyarak, Diyanet’in kurulmasından, nasıl işlediğine, bütçesinden, tarikatlarla nasıl ilişkilere girdiğine kadar tartıştım. Türkiye Cumhuriyeti’ni anlamak için bu tartışmayı sürdürmek gerekiyor. Türkiye’de dini kavramayan bir siyasi çizgi siyaset yapamaz, kitleselleşme şansına sahip olamaz.
Türkiye’de sosyalist hareketler din konusunda ne yaptı?
Türkiye’de sosyalist hareketler, eğer dini kavramazlarsa, toplumla bağ kuran bir siyaset yapamazlar. Birkaç bin kişilik örgütler kurabilirler, Marx’ın eserlerini okuyabilirler ama bu, siyaset yapmayı sağlamaya asla yetmez. Sosyalistlerin, bulundukları ülkelerin özellikle devletin desteklediği dini ve tarihini kavraması gerekir. Türkiye’de kendini sosyalist olarak gören insanlar daha çok kendilerini ateist olarak tanımladılar. Bu bir garabet, Stalinizm’den kaynaklanan bir garabet. Bunu tartışmak gerekir. Marx, bulunduğu ülkelerin veya bütün Avrupa’nın tarihi ve dinin işleyişi ile tartışma içindedir.
Bunun gibi ilk kuşak Alman Marksistleri, din üzerine çok sıkı çalışmalar yapıyorlar. Hatta August Bebel’in İslam üzerine çalışması var. Noksanları, yanlışları olan bir kitap ama adam çalışma yapıyor. Engels çok yoğun din çalışmaları yapıyor, özellikle Hıristiyanlık tarihi hakkında, tarihçi olmadığı hâlde… Bizim toplumumuzda bu eksik kalmıştır. Dini mahkûm etmeye çalışan ateist çalışmalar yapılmıştır. Dinler aşağılanmış ve kenara atılmıştır. Din tarihi üzerine çalışmak gerekir, daha önce söylediğim gibi, bir toplumdaki dini anlamadan, o toplumda siyaset yapamazsın.
Komünizm ile mücadelede din nasıl kullanıldı?
Özellikle 60’lı yıllarda, din üzerinden bir komünizm algısı inşa ediliyor. Bunu da kitapta bir alt başlık olarak tartıştım. Yani bir boyutuyla Stalinizm’in din anlayışına denk düşen bir “komünist” din anlayışı; Diyanet İşleri Başkanlığı, diğer devlet kurumları ve Komünizmle Mücadele Dernekleri gibi örgütler tarafından halka empoze ediliyor. Bu sürece eşlik eden bir husus da ABD’nin desteği, o dönem çok önemli sağcı düşünürler ABD ile ilişki hâlindeler ve komünizm ile mücadeleyi din üzerinden örgütlüyorlar.
60’lı yıllarda çok sayıda komünizm karşıtı kitap basılıyor. Fethi Tevetoğlu, Aclan Sayılgan, Darendelioğlu gibi isimler ilk akla gelen yazarlar. Bu kitaplarda bahsedilen üç temel konu var: Komünistler cinsel konularda ahlaksızdır, Allah’ı tanımayan dinsizlerdir, özel mülkiyete düşmandırlar. Aslında burada dert özel mülkiyeti savunmak ama bunu dini değerler üzerinden yapıyorlar. Yukarıda saydığım her kanaldan bu propagandayı yayıyorlar.—
Gençliğimizde duyduğumuz komünistlerle ilgili bir şapka hikâyesi vardır: Eve geldiğinde kapıda şapka asılıysa eve giremezsin. İçerde kadının, bir başkasıyladır falan… Bu hikâyenin kaynağını şaşkınlıkla tespit ettim: Selçuklu veziri Nizâmülmülk’ün Siyasetname (1087-1092) adlı kitabı. Yaklaşık bin yıl önce yazmış. Kitapta İslam’a girmemiş zındık denilen dini hareketler, Şamanizm vb. için bu yakıştırma yapılıyor. Bu kitap yakın zamanda Türkçeye çevrildi, demek ki bu hikâyeyi 60’larda kullananlar, halkın kültürel mirasında bulunan ve sözlü gelenekle yaşadığını düşünebileceğimiz bir yakıştırmayı bu kitaptan almışlar. Yani öyle bir tarihsel gönderme yapıyorlar ki, ta Nizâmülmülk’ün kitabında bahsedilen konuyu bugüne uyarlayıp antikomünist propaganda yapıyorlar. Aynı retoriği, Nizâmülmülk’ün heretik olarak değerlendirdiği inanç sistemlerine karşı propagandasını, bugün komünizme yakıştırıyorlar. Bu halk katmanlarında da tutuyor, kulaktan kulağa yayılıyor. Bir propaganda malzemesi olarak son derece zekice seçilmiş bir örnek karşısındayız.
Dindar sosyalist olur mu? Sol din ile nasıl ilgilenmeli?
Olur, dindar olmak sosyalist olmakla çelişmez. Bolşevik Partisi’nde, üst düzey kadroların içinde bile çok sayıda dindar insan vardı. Kiliseden çıkıp mücadeleye katıldılar. Bunlar tarihsel olgulardır. Fransız İhtilali’nde de var.
Köklü tarihi olan bir toplumda yaşıyoruz. Bu toplumun tarihinin bilinmesi gerekir, din tarihinin bilinmesi de önemli, bu toplumu anlamak için… Toplumdaki düşüncenin referans noktalarının oturduğu yerlerin kavranması için, bu dinin ve tarihinin bilinmesi lazım. Eskiden solun dinle ilgilenmesi, ateist bir yaklaşımla, onu yok etmeye çalışmak şeklinde olurdu. Dine kaba ve cahilce saldırılırdı. Dini “deşifre” ederek, çelişkilerini anlatarak, kadına verilen değerden, çok eşlilikten bahsederek, karmaşık ilişkilerini vb. anlatarak dinle ilgilenirlerdi. Benim kastettiğim böyle bir şey değil. Dinin toplumda nasıl işlediğini tartışmak, niçin gerek duyulduğunu tartışmak gerekir. Marksizm’in dinle ilgilendiği yer burasıdır, bir inanç sistemi olarak tartışma başka bir iştir. Bu belki entelektüel bir çaba olarak anlaşılabilir, antropolojik bilgiler çerçevesinde din nasıl ortaya çıktı konusunu araştırabiliriz. Bu antropolojik felsefe tartışmasıdır ama bunun toplum üzerinde direkt bir etkisi yoktur. Ancak mevcut devlet dininin tartışılması dolaysız siyasî bir konudur.
Niye böyle bir çalışma yapmaya gerek duydunuz?
Yıllarca önce yazdığım bir makale vardı, “Din halkın afyonudur” sözünü açıklayan ve yanlış yorumlarını bertaraf etmeye çalışan… Bu sözün yanlış anlaşıldığı konusundaki bu makale epeyce etkili oldu, tartışıldı, yaygınlaşmaya başladı. İnsanların “Din halkın afyonudur” tartışmasını daha detaylı sürdürmeye başladıklarını gördüm. Yapılan tartışmalar bana yeterli gelmedi. Marx’ın din anlayışını derli toplu ortaya çıkarmaya karar verdim. Çünkü Marx’ın din anlayışı Avrupa’da da çok az tartışılan bir konuydu. Ama İslam’ın yükselişi ve İslamofobiyle birlikte yeniden önem kazanan bir konu oldu. Michael Lövy ile olan dostluğum da biraz itici rol oynadı. O da Latin Amerika kökenli biri olarak böyle bir tartışma sürdürüyordu. Hıristiyan Kurtuluş Teolojisi üzerine yaptığı tartışma önemlidir. Ayrıca Batı’da İslam’ın tekrar tartışma konusu olması, Batılı Marksistleri de tartışmaya çeken bir olgu oldu. Löwy bunu ilk başlatan isimlerden birisi, Almanya’da Jan Rehmann, Marx’n din anlayışını tartışan çok kıymetli bir makale yazdı, onunla da doyurucu sohbetlerimiz oldu. Buradan yola çıkıp Marx’ın din anlayışını sorgulamaya ihtiyaç duydum. O ihtiyaç beni tekrar Feuerbach’ı okumaya sevk etti. Çünkü Marx, Feuerbach ile tartışarak din anlayışını oluşturmuştu. Sonra tekrar antropoloji okumalarına, Gramsci üzerinden tarih okumalarına döndüm.
Sondaki devlet dini bölümünün alt başlığını da şöyle koydum: “Tek bir bilim tanıyoruz, tarih bilimi!”. Bu son zamanlarda daha fazla dikkatimi yoğunlaştırdığım Marx’ın sözlerinden birisidir. Tarih biliminin önemini kavrayarak tarih okumaya başladım, toplumu anlamak için. Osmanlı’nın çöktüğü ve millî hareketin örgütlendiği yıllarda Anadolu’da çok ciddi bir komünizm sempatisi var. Yeşil Ordu, Azerbaycan’daki Kızıl Birlikler’in Kazım Karabekir ile birleşmesi anlatılıyor. Ciddi bir prestijli komünizm algısı var. Şu aklıma geldi: bu algı nasıl değişti, bu kadar prestijli bir komünizm algısı nasıl oldu da küfre dönüştü? Buna cevap ararken bulduklarım beni din tartışmasına götürdü. Başlangıçtaki gerekçelerim basit bir soruydu, tarih kitabında karşıma çıkmıştı. Bunu anlamaya çalışırken, kendimi böylesine genişleyen bir çalışma içinde buldum ve bu çalışma yıllarımı aldı. Yaklaşık 10 yıldır çalışıyorum.
Bu çalışmanın sonucunda neyi amaçlıyorsunuz?
Benim için şu çok önemli. Marx ile şu ya da bu şekilde ilişki kurmuş, kitaplarını okumuş, onun düşünceleri ile karşılaşmış insanların kafasında din konusunda muazzam bir çarpıklık var. Bu çarpıklığın ortadan kaldırmasına bir nebze olsun katkıda bulunabilirsem ne mutlu. Bunu becerebilirsem, ona hizmet edebilirsem kendimi bir nebze de olsa başarılı hissederim. Bu sıkıntı sadece Türkiye için söz konusu değil. Din konusundaki çarpık anlayış, Stalinizm aracılığı ile tüm dünyaya yayılmış durumda.
İkinci bir husus, insanların din ile kurdukları entelektüel ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair bir şeyler söyleyebilirsem, bundan da büyük mutluluk duyarım. Dilini konuştuğum toplumun tarihini okumak, tarihini bilmek bana çok büyük haz veriyor. Tarihçi, hatta felsefe tarihçisi olmamakla birlikte, bir tarihçinin iddialarına asla sahip olmamakla birlikte, toplumu anlamak için tarihe başvuruyorum. Dini, tarihin bir parçası olarak görüyorum. Yoksa inançlı insanların inanç biçimi olarak dinlerle ilgilenmiyorum. O da dinin bir boyutu ama benim ilgi alanımda değil, bu konuda söz söyleme hakkını kendimde görmüyorum.
Lenin’in din anlayışı nedir?
Lenin’in bu konuda 1905 ve 1909 yıllarında yazdığı iki makalesi var. Lenin, dini parti ile ilişki içinde tartışıyor. Her iki makale de “Din halkın afyonudur” ifadesine ilişkin yorum, genel kanıya uygun… Öte yandan Lenin, Feuerbach’ı da titizlikle okuyor. Ama Lenin, başlı başına bir din tartışması, hele felsefi yoğunluğu olan bir tartışma sürdürmüyor. Tartışmayı devam ettirmek açısından o iki makaleyi çok verimli bulmuyorum. Lenin döneminde dinî kurumlara karşı aşırı bir baskı yok ama Kilise beyaz ordulardan taraf olduğu için Kilise’ye karşı bir tutum alma var. Ancak bu siyasi bir tutum. Mesela Müslümanlar çoğunlukla Kızıl Ordu’dan yana olmuşlar, Sultan Galiyev Müslüman bir temsilci olarak Bolşevikler’in yanında yer alıyor. Lenin inançlara karışmıyor, daha çok din ve parti ilişkisine bakıyor. Çeşitli dinler arasında ayrım yapmıyor ve hepsine aynı özgürlük alanını tanıyor. Dindarlara baskı yapılması ve ateizmin devlet dini hâline getirilmesi, Stalin ile başlayan devlet kapitalizmi döneminde oluyor. Bu dönemde ateizm okullarda ders olarak okutulmaya başlanıyor. Çünkü yeni bir kapitalist sistem kuruluyor, bu sisteme en uygun din olarak Feuerbachçı ateizm kabul ediliyor. Stalin muhtemelen şunu kavrıyor: “Bir din olmadan bu toplumu yönetemem.” Bu durumda Hıristiyanlığı tekrar sağaltması gerekecekti eğer Hıristiyanlığa dönseydi, toplumdaki pek çok farklı dinî grup ile çatışacaktı. Dolayısıyla bütün bu dinlerin en tekâmül etmiş olanını Sovyet toplumlarına dayattı: Ateizm.
ABD’de pek çok farklı din var ama fazla problem yok, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çünkü kapitalist sistem bir kere yerleşince, artık farklı dinlerin varlığına fazla ses çıkarmaz. Devlet dini, öne çıkarılan, desteklenen din olarak varlığını sürdürür ama diğer dinleri hoşgörüyle karşılar. Yeter ki dine yeniden yaslanmayı gerektiren bir kriz olmasın. Rusya’da devlet kapitalizminin kuruluş sürecinde devlet dininin baskısı her alanda hissedildi. Bizde, Türkiye’de, örneğin Fransa’daki gibi tam bir kapitalizm kurulamadığı için, dinle ilişkiler hâlâ sorunlu, devlet dini baskı aygıtı olmaya devam ediyor, gevşeyemiyor. ABD gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde de kriz zamanlarında devlet dini kendisini göstermeye başlar, bir tarikat etkin bir rol üstlenebilir. Örneğin şimdilerde Evangelist tarikatının ABD’de etkinliğini artırmasını, kapitalizmin krizi ile birlikte ele almak gerekir.
Batılı anlamda sanayileşmiş bir ulus devletin yanına bir de din koymak gerekiyor, bu devlet dini oluyor. Kapitalizm var olduğu sürece devlet dinleri varlıklarını sürdürecektir.
Marx’ın meta fetişizmi konusundaki tartışması, din ile kapitalizmin bağlantısını da ortaya koyuyor. Din, tarihin derinliklerinde kalmış, feodalizmden günümüze taşınmış bir olgu olarak görülemez. Kapitalist sistem hem dini yeniden üretiyor, hem de ihtiyaç duyuyor.