Silahlı Kuvvetler ve “Silahsız Kuvvetler”: Devlet, Darbe ve “Orta Sınıf”

Roni MARGULİES

Güzel bir bahar günü, 2007 Nisan ayının sonlarına doğru, Agos gazetesinin önünde kalabalık ama çok da kalabalık olmayan bir grup olarak toplanmıştık. Hrant öldürüleli üç ay olmuştu, Ogün Samast gözaltındaydı, ama Samast’ın arkasında başka bir güç, devletle ilişkili bir güç olduğunu bilmeyen kimse yoktu. O gün tam olarak ne için toplandığımızı hatırlayamıyorum, ama devletin kendi işlettirdiği cinayetin açığa çıkarılmasına izin vermeyeceğini bile bile meselenin Samast’la sınırlı kalmaması için çabalıyorduk sanırım.

Bilmeyenler olabilir, Agos o zamanlar Taksim Meydanı’ndan Şişli’ye uzanan anacaddenin üzerinde, yaklaşık orta noktasındaydı. Binanın önündeki kaldırımda, Hrant’ın vurulup düştüğü yerde dururken arkamdan geçen trafiğin daha yoğun, daha gürültülü bir hâle geldiğini fark ettiğimi hatırlıyorum. Dönüp baktığımda sadece nicelik değil nitelik olarak da trafiğin değişmiş ve değişiyor olduğunu gördüm: Her zamanki eski ve yeni, yerli ve yabancı her tür araba karmaşası yerine, Jeep’ler, büyük Mercedes ve BMW’ler, küçük olsa da daha yeni ve daha pahalı modeller çoğunluğu oluşturuyordu. Pek çoğunun pencerelerinden ve açık tavanlarından genç kadın ve erkekler uzanmış kocaman Türk bayrakları sallıyordu. Hepsi iyi giyimliydi ve memleket ortalamasından epey daha fazlası sarışındı; korna çalıyor, bağırıp çağırıyor, Şişli’ye doğru akıyorlardı. Birden hatırlayıverdim: Bugün Cumhuriyet Mitingi vardı; orta sınıfın genç mensupları ve çocukları gösteriye gidiyordu!

Miting Düzenleme Komitesi 1 Başkanı, İstanbul Üniversitesi felsefe profesörü Necla Arat miting öncesi yaptığı açıklamada gösterinin amaçlarını şöyle açıklamıştı: “Laik, demokrat, sosyal hukuk devleti için, irticaya, dinci ve ırkçı faşizme ‘dur’ demek için, emperyalizme karşı tam bağımsız Türkiye için, ülkemizin ve ulusumuzun bölünmez bütünlüğü için, çağdaş, laik, demokratik, parasız bilimsel eğitim için, onurlu yaşam ve emeğimize sahip çıkmak için, cumhuriyet devriminin kazanımlarına ve kurumlarına sahip çıkmak için…” Cümlede iki kez geçen “laik” kelimesinin, “çağdaş”, “irtica”, “dinci faşizm”, “cumhuriyet devriminin kazanımları” ifadelerinin burada ne anlamda kullanıldığını ve dolayısıyla mitingin amacının ne olduğunu Türkiye’de yaşayan herkes kolayca anlayabiliyordu. Komite üyesi Nur Serter’in çağrısı ise şöyleydi: “‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ demek neredeyse suç olmuşken ‘Ne mutlu Kürd’üm’ ya da ‘Ne mutlu Ermeni’yim’ demek insan hakları ve demokrasi diye yutturuluyor. Bir Türk vatandaşı olarak, bir ulusalcı olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ne şükranlarımı sunuyorum. ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ demekten onur duyanları meydana çağırıyorum.”

Şişli’deki gösteri bir dizi Cumhuriyet mitinginin ikincisiydi. Birincisi iki hafta öncesinde Ankara’da gerçekleştirilmiş, çeşitli tahminlere göre mitinge katılım 300.000 ile 1,4 milyon arasında olmuş ve katılanların epey bir kısmı mitingin ardından Anıt Kabir’e yürümüştü. Yine çok büyük olan 29 Nisan Şişli gösterisinden sonra, 5 Mayıs’ta Çanakkale ve Manisa’da, bir hafta sonra da İzmir’de Cumhuriyet mitingleri gerçekleştirildi. İzmir’deki miting en büyüğü oldu: Polisin tahmini 600.000, örgütleyicilerin iddiası ise 2,5 milyondu. Mitinglerde “Türkiye laiktir, laik kalacak”, “Çankaya’da türban istemiyoruz”, “Orduya uzanan eller kırılsın”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”, ‘Tayyip baksana, kaç kişiyiz saysana”, “Cumhuriyete sahip çık, yarın çok geç olacak” sloganları bağırıldı, Onuncu Yıl Marşı söylendi, ‘Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ ve ‘Gençliğin Ata’ya yanıtı’ okundu.

Kimse açıkça ifade etmese de, mitinglerin temel amacı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını engellemekti. Mustafa Kemal’in askeri olduğundan kuşku duyulmayan Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı sona ermek üzereydi; yeni cumhurbaşkanı seçimi 27 Nisan günü yapılacaktı. Cumhurbaşkanını Meclis seçtiği ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Meclis’te rahat bir çoğunluğu olduğu için, Erdoğan’ın (veya aday göstermek istediği herhangi başka bir kişinin) kolaylıkla seçileceği belliydi. Nisan ortalarında, Ankara mitinginden iki gün önce, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt bir basın açıklaması yaparak şöyle demişti: “Seçilecek cumhurbaşkanı, aynı zamanda TSK’nın başkomutanıdır. Bu nedenle, Cumhurbaşkanı’nın Silahlı Kuvvetler ve Türk milletinin sahip olduğu Cumhuriyet’in temel değerlerine, laik, demokratik, sosyal hukuk devleti ideallerine, devletin üniter yapısına bağlı, ama sözde değil özde bağlı, bunu davranışlarına yansıtır şekilde seçileceğine olan inancımızı ifade etmek istiyorum. Yasal mevzuatı, Anayasa’yı biliyoruz. Biz, hem vatandaş, hem TSK personeli olarak, cumhuriyetin temel değerlerine, sözde değil özde sahip olan bir kişinin cumhurbaşkanı seçilmesini umut ediyoruz. Karar Meclis’in kararı.” Erdoğan’ın alttan almasına ve “Gazetecilerin tahriklerine kapılmadı, devlet adamı gibi konuştu, olumluydu” demesine rağmen, Büyükanıt’ın mesajı açıktı: Silahlı Kuvvetler Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını istemiyordu. Yine açıktı ki, Cumhuriyet mitingleri Silahlı Kuvvetler’in mesajına sivil destek, toplumsal taban ve meşruiyet sağlamak amacıyla örgütlenmişti.

Mitingler ve askerlerle sivil destekçileri tarafından yapılan çeşitli başka numaralar amaçlarına ulaşamadı. Erdoğan kendisi aday olmayarak geri adım attı, ama hükümetin adayı Dışişleri Bakanı Abdullah Gül Nisan ayı sonunda Meclis tarafından cumhurbaşkanı seçilecekti. Atılan geri adım “Çankaya’da türban” istemeyenleri tatmin etmedi. Seçimin ilk turunun hemen ardından iki gelişme oldu. Birincisi, hemen aynı gece Genelkurmay’ın internet sitesinde “Basın Açıklaması – No: BA 08/07” başlıklı bir “e-muhtıra” yayınlandı. Muhtıra şöyle başlıyordu:

“Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar.” 2

Arkasından, şikâyet konusu “bu faaliyetler” örneklendiriliyor, “Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir” deniliyor ve muhtıra açık bir tehditle sonlanıyordu: “Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.” Hükümetin çökmemesi ve sert tepki göstermesi üzerine muhtıra internet sitesinden yok oldu. 3

Meclis’te Gül’ün seçilmesiyle sonuçlanması beklenen oylamanın hemen ardından gerçekleşen ikinci gelişme, ana muhalefet partisi CHP’nin seçimin geçerliliğini sorgulaması ve konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürmesi oldu. Anayasa’ya göre, “Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu (367 üye) ile seçilir. Oylamaların ilk ikisinde üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu sağlanamazsa üçüncü oylamaya geçilir, üçüncü oylamada üye tamsayısının salt çoğunluğunu (276) sağlayan aday Cumhurbaşkanı seçilmiş olur.” Ancak seçimden dört ay kadar önce, eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Atatürkçü Düşünce Derneği etkinliklerinin değişmez konuşmacısı Sabih Kanadoğlu, daha sonra CHP milletvekilliği ve Atatürkçü Düşünce Derneği başkanlığı yapacak olan Prof. Süheyl Batum’un birkaç yıl öncesinde gündeme getirdiği bir iddiayı tekrar canlandırarak 367 sayısının sadece seçim kazanmak için gerekli sayı değil, toplantı yeter sayısı olduğunu savunmuş, “TBMM’deki oylamaya 367 milletvekili katılmazsa seçim iptal olur” demişti. AKP’nin milletvekili sayısı 354’tü ve Nisan başlarında CHP Genel Başkanı Deniz Baykal Sabihoğlu’nun iddiasına sahip çıkmıştı. Seçimi AKP dışındaki partiler boykot edince katılım 361 oldu ve Gül 357 oy aldı. Üçüncü oylamada salt çoğunluğu sağlayarak cumhurbaşkanı seçileceği açıktı.

Ankara’da Atatürkçü Düşünce Derneği’nin düzenlediği bir Bayrak Mitingi’nde General Hurşit Tolon’un “Unutmasınlar, tehlikenin farkındayız” dediği, Cumhurbaşkanı Sezer’in bir Millî Güvenlik Kurulu toplantısında gündem dışı konuşarak “irticaî akımlar” üzerine konuştuğu ve arka arkaya Cumhuriyet mitinglerinin yapıldığı bir ortamda, Anayasa Mahkemesi CHP’nin itirazını haklı buldu ve cumhurbaşkanı seçiminde toplantı yeter sayısının 367 olduğuna karar verdi. Bu durumda, Gül’ün seçilebilme ihtimali ortadan kalktı.

AKP hükümeti bunun üzerine erken seçime gitti ve 22 Temmuz’da yapılan seçimlerde oylarını 12 puan arttırarak yüzde 46,6 aldı. Cumhurbaşkanlığı seçimi Meclis’te Ağustos ayında tekrarlandı. Bu kez MHP’nin boykot etmeme kararı vermesi sonucunda toplantı yeter sayısı bulundu, ilk iki oylamada oyların üçte ikisini alamayan Abdullah Gül üçüncü oylamada salt çoğunluk sağlayarak cumhurbaşkanı seçildi.

“Orta sınıf”: Asker ve “laik devlet” için kitle desteği

Beş yıl sonra, yukarıda anlattığım öykü ile önemli benzerlikler taşıyan bir başka öykü Mısır’da çok farklı sonuçlandı. Türkiye’de Erdoğan’ın/Gül’ün cumhurbaşkanlığını engellemeye çalışan toplumsal kesimlerin çok benzerleri Mısır’da Haziran 2012’de oyların yüzde 51,7’sini alarak seçilen Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanlığının bir yılı aşmamasını sağlamayı başardı. Mursi, Temmuz 2013’te bir askerî darbeyle devrildi.

Haziran ayının sonlarında, bizzat Mursi’nin atamış olduğu Genelkurmay Başkanı General Abdel Fattah el-Sisi, Türkiyeli okuyuculara yabancı gelmeyecek bir açıklama yaptı: “Silahlı Kuvvetler’in Mısır devletini tehdit eden tehlikelerden habersiz olduğunu zannedenler yanılıyor. Ülkemiz kontrol edilmesi zor olan bir çatışmaya doğru sürüklenirken sessiz kalmayacağız.” Bu açıklamadan birkaç gün sonra, Mursi’nin cumhurbaşkanlığının birinci yıldönümü olan 30 Haziran’da, Mısır’ın birçok şehrinde Cumhuriyet mitinglerine çok benzeyen büyük gösteriler gerçekleşti. Mısır ordusunun gösterilere toplam 22 milyon kişinin katıldığı iddiası abartılı da olsa, Kahire’de Tahrir Meydanı ve çevresinde 500.000 kişi olduğundan pek kuşku yok. Gösterilerin üç gün sonra gerçekleşen darbe için hem bir çağrı işlevi gördüğü hem darbeye meşruiyet sağladığı açıktı.

Mısırlı sosyalist Sameh Naguib darbeyi şöyle anlatıyor: “Eski rejim, özellikle asker ve güvenlik güçleri, iktidardaki Müslüman Kardeşler’in krizini ve felç olmuş hâlini kullanarak gerçek bir karşı devrime dönüşecek olan hareketi başlatmayı başardı. Orta sınıfın geniş kesimlerini seferber ettiler, hem devrimin hem de Müslüman Kardeşler iktidarının ülkeyi anarşiye ve istikrarsızlığa sürüklediği, güvenliğe ve istikrara dönmenin gerekli olduğu ve aksi taktirde sonumuzun Suriye, Irak veya Libya gibi olacağı fikirleri etrafında bu kesimlerin harekete geçmesini sağladılar.” 4

Açık ki, hem Türkiye’de hem Mısır’da (iki ülke arasındaki tüm farklılıklara rağmen) “laik devletin savunusu” adına devletin seferber edebildiği, seferber edilmeye hep hazır ve istekli bir kesim var. Her iki ülkede de, başta asker olmak üzere devlet mekanizması ve toplumun bir kesimi kendilerini laik, modern (“çağdaş”) ve demokratik olarak görür ve başkalarınca da böyle görülürken, nüfusun çok büyük bir kısmı, aslen işçi sınıfı ve yoksullar, laikliğe, modernliğe ve demokrasiye karşı olarak görülüyor.

Laik devletin, yani son tahlilde devletin (burjuva devletinin) yaptığı veya planladığı gayrımeşru işler için meşruiyet, toplumsal taban ve destek aradığında başvurduğu bu kesimi Sameh Naguib yukarıdaki alıntıda “orta sınıfın geniş kesimleri” olarak tanımlıyor. Erik Zürcher ise, Menderes döneminde İslamî kamuoyuna hitap edebilmek için hükümetin attığı bazı adımlardan söz ederken, aynı kesim hakkında “yönetici (ve eğitimli) elit” ifadesini kullanıyor:

“Kemalist dogmayı içselleştirmiş olan ve yönetici elitin bir parçası olma konumlarını pozitivist, Batı’dan yana bir dünya görüşünü temsil ediyor olmalarına borçlu olan eğitimli elit açısından, [bu adımlar] kültürel hegemonyalarını ve siyaset sahnesiyle devlet mekanizması üzerindeki tekellerini tehdit ediyordu. Bu, siyasî olmayan İslamî duygulara bile gösterdikleri tepkinin niye adeta isteri düzeyinde olduğunu açıklar.” 5

“Orta sınıf” ve “elit” kavramlarının ikisi de muğlak, bilimsellikten uzak kavramlar; tanımlanmaları, sınırlarının belirlenmesi büyük ölçüde imkânsız. Gerçi, Cumhuriyet tarihini ve özellikle de 1990’ların ikinci yarısından (Necmettin Erbakan’ın başbakan olmasından) bu yana Türkiye’deki siyasî gelişmeleri bilen bir kişinin hem Naguib’in hem Zürcher’in kimlerden bahsettiğini anlamaması mümkün değil. Dahası, bu kesimi laikliğe, modernliğe ve demokrasiye karşı olarak gördüğü geniş kitlelerden ayırt eden en belirgin ve saptanması en kolay unsurların başında, Zürcher’in vurguladığı gibi, doğrudan sınıfsal değil kültürel bir farklılık geliyor. Örneğin, ‘Beyaz Türk’ kavramını tartıştığı bir yazısında Mustafa Akyol bu kültürü/yaşam tarzını şöyle anlatıyor:

“‘Beyaz Türkler’ kavramıyla, eğitim-kültür seviyesi yüksek, genellikle yurt dışında eğitim görmüş, ekonomik gücü fazla, inanç ve gelenekleriyle büyük ölçüde bağını koparmış, tarihî mirasını önemsemeyen ve toplumda ağırlıklı olarak yönetici, sanayici, iş adamı gibi gücü elinde tutan tabakalar anlatılır. Bu kavram çoğu durumda elit azınlığa karşılık gelir… Sosyolog Nilüfer Göle, ‘Beyaz Türkler’ kavramıyla, kendilerini Türkiye’nin ‘ilericileri’ olarak gören bürokrasiyi ve entelektüelleri kastetmektedir. Beyaz Türklerin genç kuşakları ise, çoğu kolejlerde, hatta daha sonra yurtdışında okumuş, 1980 sonrası ortamda büyüyerek ‘köşe dönme’ kültürünü benimsemiş, iyi mesleklere, Batılı hayat standartlarına kavuşmuştur. Metropollerde, özellikle İstanbul›da, yüksek plazalar, büyük şirketler ve lüks siteler onların dünyasını oluşturur. Yani onlar, Türkiye›deki ortalama hayat standardının bir hayli üstünde, âdeta küçük Asya›da New York›u, Londra›yı veya Paris›i yaşıyorlar.” 6

Benzer ama daha afakî, karamsar ve moralsiz bir anlatım, gazeteci Serdar Turgut’un kaleminden, şöyle: “Zaten ‘ahlak’ları sorunluydu. İnanç ile zorlamalı bir ilişkileri vardı. Yaşadıkları topluma tamamen yabancılaşmışlardı… Kendi ‘varoşlarında’ (Evet Nişantaşı, Etiler türü yerler de bir tür varoşturlar) rahatsız edilmeden sonsuza dek yaşayıp gideceklerini düşünüyorlardı. Ama olmadı, değişen toplumsal dengeleri nedeniyle tüm düşünceleri ve yaşam tarzları sorgulanmaya başlandı… Rahatsız oldular, paniklediler ve fena halde dağılmaya başladılar… En sonunda kendilerine ait olduğunu sandıkları parti olan CHP de intihar etmeye başladı… Açıkçası çok kısa bir süre önce, sanki memleketin tek sahipleriymiş gibi davranan Beyaz Türkler dağıldılar, sahipsiz kaldılar ve tarih sahnesinden silinmeye başladılar.” 7

Yukarıdaki bütün alıntılarda toplumun bir kesimi, bir sınıf analizinden ziyade izlenimci bir yaklaşım temelinde tarif ediliyor; tarifin temel unsurları bu kesimin kültürel/yaşam tarzı özelliklerine ve toplumdaki yerlerini kendilerinin nasıl gördüklerine dayanıyor. Bir toplumsal sınıfın tanımlanmasında bu unsurların hiçbir yeri yoktur; bu da, alıntılanan yazarların Marksist bir analiz yapma derdi olmadığına göre, çok doğal. Ama farkında olsalar da olmasalar da, gerçekte bir sınıftan söz ediyor oldukları için, kullandıkları bazı ifadeler hangi sınıftan söz ettiklerini belli ediyor: “siyaset sahnesi ve devlet mekanizması üzerinde tekel sahibi olmak,” “ağırlıklı olarak yönetici, sanayici, iş adamı gibi gücü elinde tutan tabakalar,” “kendilerini Türkiye’nin ‘ilericileri’ olarak gören bürokrasi ve entelektüeller” [burada ‘ilerici’ ifadesi Kemalist, laik, ‘çağdaş’ anlamına geliyor elbet], “memleketin tek sahipleriymiş gibi davrananlar.”

Açık ki, “orta sınıf,” “elitler” ve “beyaz Türkler” gibi gündelik, sağduyusal ifadelerle anlatılmaya çalışılan kesim, egemen sınıf ve bu sınıfı temsilen devleti ve ekonomiyi yönetenlerden oluşuyor. Buna bir de, Türkiye’de çok yakın geçmişe kadar egemen sınıfa ve yönetici kadrolara dahil olmanın önkoşulu olarak yukarıda tarif edilen kültürel/yaşam tarzı özelliklerini paylaşmak ve savunmak gerektiği için, bu sınıfa ve yönetici kadrosuna girmeyi uman/amaçlayan ve dolayısıyla gerekli önkoşulu yerine getiren bir kesimi eklemek gerekir. Egemen sınıfın alt yamaçlarında yer alan bu kesim, 1923 yılından 2002’ye kadar, egemen sınıfın ve devletin (silahlı kuvvetlerin, bürokrasinin, yargının, üniversitenin) herhangi bir kademesinde kendine yer edinebilmek için Cumhuriyet’in resmî ideolojisini benimsemek, laik, Türkçü, “çağdaş” olmak ve Batı Avrupalı gibi yaşamak gerektiğini hep bilmiş, buna göre davranmıştır.

Serdar Turgut’un “kendilerine ait olduğunu sandıkları parti olan CHP” ifadesini de vurgulamadan geçmeyelim. Yirminci yüzyılın ikinci yarısı boyunca egemen sınıfın ekonomik ihtiyaçlarına doğrudan cevap veren siyasî oluşum Menderes/Demirel, Demokrat Parti/Adalet Partisi geleneğiydi, ama bu sınıfın güvenlik, dışlayıcılık, devlete sırtını dayama ihtiyaçlarını karşılayan parti her zaman CHP olmuştur. Geçtiğimiz yirmi yılda CHP’nin oy aldığı bölge, şehir ve ilçeler Turgut’un ne kadar haklı olduğunu gösterir. CHP’nin oyları burada tarif etmeye çalıştığım toplumsal kesimin oturduğu yerlerle bire bir örtüşmektedir.

“Orta sınıf” ve sosyalist siyaset

“Laik devlet” savunusu için sivil bir kitleyi örgütleme ve seferber etme ihtiyacı, egemen sınıf ve devlet açısından, Türkiye’de ilk kez 1990’ların ikinci yarısında ortaya çıktı. İlk kez, yukarıda tarif edilen egemenlerin “kültürel hegemonyasını ve siyaset sahnesiyle devlet mekanizması üzerindeki tekelini” sorgulayan, sulandıran, kuşkuya düşüren ve somut olarak pek tehdit etmese de tehdit olarak algılanması makul olan bir parti iktidara gelmişti. Devletin tepkisi net oldu: 28 Şubat. Ancak bu tehdidin savuşturulması sürecinde basit askerî önlemlerin yeterli olmadığı anlaşıldı. Alper Görmüş şöyle anlatıyor:

“Ordu, o çaresizlik içinde 28 Şubat’la birlikte yeni bir yöntem geliştirdi: 28 Şubat pratiğiyle anlaşıldı ki, TSK artık sisteme klasik tarzda ve sadece kendi gövdesiyle müdahale etmeyecek, yedeğine ‘irtica’, ‘Kürt’ ve başka büyük sorunlarla korkutulup ürkütülmüş ‘sivil’ kitleleri alarak hareket edecekti. Artık, uğradığı toplumsal iktidar kaybı nedeniyle çılgına dönmüş ‘silahsız kuvvetler’in ‘silahlı kuvvetler’ ile birlikte hareket etmesi temeline dayanan yeni bir konsept vardı.

Darbe Günlükleri, 2003-2004 darbe girişimcilerinin, Türkiye’deki darbe endüstrisinin ‘sivilleştirilmesi’nin zorunluluğu konusunda 28 Şubat’çılardan bile daha ‘net’ sonuçlara vardıklarını gösterdi bize. Darbeciler, siyasete salt kendi gövdesiyle müdahale eden TSK’nın yıprandığını; vesayet düzeninin devamı için artık başta yargı, üniversiteler ve sendikalar olmak üzere ‘kurumlar’ın ve ‘sivil toplum’un ‘elini taşın altına sokması gerektiği’ni söylüyorlardı açık açık.

Kabul etmeliyiz ki, bu ‘konsept’ tutmuştur. Artık, toplumun geniş bir kesimiyle onların siyasi temsilcilerini ‘düşman’ olarak gören, düşmanı ‘imha’ etme gücüne ve potansiyeline sahip bütün güçlerle ittifaka hazır hale gelmiş geniş bir ‘orta sınıf’ vardır Türkiye’de.” 8

Türkiye’de Gülen cemaati dışında hiç kimsenin, hiçbir askerin darbe yapmadığını, yapmayı düşünmediğini kanıtlamak amacıyla unutturuldu gitti. Hatırlatayım: 2003-2005 yılları arasında Deniz Kuvvetleri Komutanı olan Amiral Özden Örnek’in günlükleri 2007 yılında Nokta dergisine sızdırıldı. Alper Görmüş yönetimindeki dergi, günlüklerin Genelkurmay’da yapılan darbe planlarıyla ilgili bölümlerini yayınladı. 9 Dergi polis tarafından basıldı ve birkaç hafta sonra sahibi tarafından kapatıldı. Günlükler ise önce bütün olarak internette yayınlandı, sonra Görmüş tarafından kısaltılıp notlar eklenerek kitaplaştırıldı. 10

Günlüklerde ayrıntılı olarak aktarılan darbe yapıp yapmama tartışmaları ve darbe planlarından ziyade, burada vurgulamak istediğim kuvvet komutanlarının, Görmüş’ün ifadesiyle “orta sınıfı,” “sivil kitleleri” seferber etme konusunda ne kadar bilinçli ve kararlı oldukları.

Örnek, 6 Aralık 2003 günü günlüğüne şöyle yazar: “… bir eylem planı yapmaya karar verdik. Önce basını ele geçirmeye çalışacaktık. Bu nedenle ben MÖ’ı davet edecektim. [Mustafa Özkan, askerlerin medyayı etkilemek ve yönlendirmekte kullandıkları bir gazeteci.] Sonra rektörler ile temas edip öğrencileri sokağa dökecektik. Sendikalar ile aynı şekilde hareket edecektik. Sokaklara afiş astıracaktık. Dernekler ile temas edip onları da hükümet aleyhine teşvik edecektik. Bütün bu olayları yurt çapında yapacaktık.”

Hilafetin kaldırılmasının yıldönümünde Ankara Ticaret Odası’nda bir toplantıya katıldıktan sonra, Örnek günlüğüne şu notları düşer: “ATO’da yapılan panele tüm kuvvet komutanları eşli olarak katıldık. Genelkurmay Başkanı İsveç’te olduğu için, Hava Kuvvetleri Komutanı ise dün şehit olan pilotların cenaze törenine Konya’ya gittiği için bu panele katılamadılar. Bu paneli el altından biz teşvik ettik. Coşkulu ve tatmin edici bir toplantı oldu. Salona girdiğimiz zaman katılanlar bizleri alkışladılar ve ‘Cumhuriyetin Koruyucuları’ diye slogan atmaya başladılar.”

Bundan birkaç gün sonra şöyle yazar: “Kıbrıs konusu ile ilgili yapılan gösteri, bugün öğrencilerin Kızılay’da yaptığı YÖK aleyhindeki gösteri, hepsi halkın yavaş yavaş uyanmaya başladığının delili. Bu hareketler yükü bizim üzerimizden alarak bizim yasal düzende ve demokrasi sınırları içinde kalmamızı sağlayacakken o [tüm dönem boyunca derhal darbe yapılması gerektiğini savunan ve dayatan Jandarma Komutanı (ve emekli olduktan sonra Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı) Şener Eruygur] bunu anlamıyor ve idrak edemiyor.”

Bunların öncesinde, AKP hükümeti birinci yılının sonuna yaklaşırken, Örnek 2 Eylül 2003’te bir görev üstlenir: “Sabahleyin Kara Kuvvetleri Komutanı’nı ziyarete gittim. Bu ziyarete Hava K. K. ve Jandarma Genel K. da katıldı. Genelde bundan sonra ne gibi hareket etmemiz hakkında konuştuk. Ben kendilerine özel bir çalışma yaparak bir durum analizi ve öneriler hazırlamamı önerdim. Kabul ettiler. Anlaşılan bundan sonra Bahriye işlerine daha az zaman ayırıp siyasi gelişmeleri takip etmek zorundayız.” Bu “özel çalışma” dört gün içinde tamamlanır ve Örnek çalışmanın ana hatlarını günlüklerine aktarır. Şener Eruygur’un “Darbe yaparız, olur biter” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımından farklı olarak, Örnek’in çalışması, aşağıdaki maddelerde görüldüğü gibi, aslen “‘silahsız kuvvetler’in ‘silahlı kuvvetler’ ile birlikte hareket etmesini” sağlamaya, “orta sınıfı” seferber etmeye yöneliktir:

“- Medyadan destek sağlamak. Bu maksatla bazı medya patronlarına durumun önemini anlatmak ve dostlar vasıtasıyla görsel ve yazılı basından destek almak.

– AKP’nin yaptığı gibi halkın ayağına giderek, halk ile diyalogu artırmak. Avrupada uygulandığı tarzda gençleri gençlik kamplarında ve TSK kamplarında eğitmek ve bu yaz kamplarında ilk ve orta öğretimde üstün başarı sağlayan gençleri Atatürkçü düşünce yolunda bilinçlendirmek. Ayrıca… halkın vergileri ile gerçekleştirilen başta spor tesisleri olmak üzere TSK’ya ait sosyal, moral ve sağlık tesislerinden halkın yararlanmasını imkânlar nispetinde sağlamak.

– İrticanın yaygınlığı ve neler kaybetmekte olduğumuz hakkında kamuoyu oluşturmak ve kamuoyunu aydınlatmak maksadıyla tanınmış bilim, kültür ve sanat adamlarına beyanat ve konferanslar verdirmek. Bu tip toplantıları 28 Şubat sürecinde olduğu gibi Genelkurmay Başkanlığı ve Akademiler bünyesinde de yapmak.

– Jandarma Genel Komutanlığı’ndan veya başka yollardan temin edilecek irticayı net gösteren her türlü bilgi ve görsel malzemeyi medyaya dağıtmak.

– Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay gibi yüksek yargı organlarında kendimize müzahir zemin oluşturmak ve güçlendirmek.

– Konferans, gösteri ve toplantı düzenleyerek iktidar partisi üzerindeki baskıyı artırmak ve medyada bu faaliyetlere yer verilmesini sağlamak.

– Üniversitelerde barışçı ve yasal öğrenci hareketlerini başlattırmak ve desteklemek.

– Emekli güvenilir subaylar vasıtası ile sivil dernekleri amacımız doğrultusunda harekete geçirerek kullanmak.

– Atatürkçü sivil toplum örgütlerini aynı gaye etrafında toplatarak, aralarındaki rekabeti kaldırmak.

– Kadınları, AKP ideolojisi topluma hakim olduğunda, enjekte edildiğinde neler kaybedecekleri konusunda bilinçlendirmek ve örgütlemek.” 11

Nokta’da günlüklerin yayınlandığı sayıda Alper Görmüş’ün yazdığı giriş yazısının manşeti şöyleydi: “‘Günlük’leri okuduktan sonra günümüzdeki kitlesel eylemlerin ‘sivil’liğine inanmak çok zor”. Cumhuriyet mitingleri ve benzer eylemlerin Genelkurmay’dan örgütlendiği, doğrudan Genelkurmay tarafından değil ama yukarıdaki uzun alıntının başında Özden Örnek’in “dostlar” dediği kişi ve kurumlar 12 tarafından Genelkurmay’ın yönlendirmesiyle örgütlendiği açık olduğuna göre, Görmüş’ün manşeti kuşkusuz doğruydu. Ama bir açıdan da doğru değildi: Eylemlerdeki büyük kalabalıklar gerçekten de sivildi.

Bu yazıda tam da, devlet ve aslen Genelkurmay tarafından seferber edilen, seferber edilmeye hep hazır olan bu sivil kalabalığı, “orta sınıf” olarak adlandırıldığında sınıfsal özellikleri yokmuş, sıradan vatandaşmış gibi yanıltıcı bir izlenim yaratılan bu kalabalığı irdelemeye çalıştım. Gerçekte bu kalabalığın egemen sınıftan, egemen sınıf adına devleti yönetenlerden, egemen sınıfa ve devleti yönetenlere dahil olmayı amaçlayanlardan ve hep birlikte devletin resmî ideolojisini benimseyen ve savunanlardan oluştuğunu göstermeye çalıştım. Sosyalist siyaset açısından bunun çok açık iki sonucu vardır.

Birincisi, Türkiye’de bu sınıfa dayanarak sosyalistlik, devrimcilik ve hatta basitçe demokratlık bile yapmak mümkün değildir. Bu sınıf (amiyane tabiriyle “orta sınıf,” Alper Görmüş’ün ifadesiyle “silahsız kuvvetler”) mevcut devletin, mevcut düzenin ve resmî ideolojinin destekçisi ve savunucusudur.

İkincisi, tümüyle bu sınıfın partisi olan CHP’ye bel bağlayarak, CHP’yle ilişki içinde olarak ve hatta CHP’nin sadece ehven-i şer olduğunu savunarak bile sosyalistlik, devrimcilik ve hatta basitçe demokratlık bile yapmak mümkün değildir.

KAYNAKÇA

  • Görmüş, Alper, 2012, İmaj ve Hakikat – Bir kuvvet komutanının kaleminden Türk ordusu, Etkileşim Yayınları.
  • Naguib, Sameh, 2016, “From revolution to reaction in Egypt”, https://socialistworker.org/2016/01/25/from-revolution-to-reaction-in-egypt
  • Nokta, 2007, sayı 22.
  • Turgut, Serdar, 2010, “Beyaz Türklüğün ölümü”, Akşam. Zürcher, Erik J, 2003, Turkey: A Modern History, I. B. Taurus.

Dipnotlar:

  1. Düzenleme Komitesi, dördü üniversite profesörü, ikisi avukat olan dokuz kadından oluşuyordu: Necla Arat, Türkan Saylan (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği), Nur Serter (CHP milletvekili ve Atatürkçü Düşünce Derneği Başkan Yardımcısı), Prof. Aysel Ekşi, Nevsim Mengün, avukat Nazan Moroğlu, Pervin Öztabağ (Cumhuriyet Kadınları Derneği Başkanı), Aydeniz Türksan, Gülsever Yaşer (Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı). Bu kadınların çoğu çeşitli “çağdaş” kadın örgütlerinin üyesiydi, epey bir kısmı Batı üniversitelerinde okumuş ve/veya çalışmıştı, aralarından bir tanesi (Nur Serter) üniversitelerde ‘ikna odaları’nın en ateşli savunucularındandı. Çeşitli kaynaklarda “Atatürkçü Düşünce Derneği ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği önderliğindeki komite” ifadesi geçiyor.
  2. Muhtıraya aşağıdaki adreslerden ulaşılabiliyordu. Artık ulaşılamıyor! http://www.tsk.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_Basin_Aciklamalari/2007/BA_08.html ve http://www. tsk.mil.tr/bashalk/basac/2007/a08.htm
  3. Bu muhtıranın perde arkası, nasıl yazıldığı ve yayınlandığı, nasıl ve niye geri çekildiği hâlâ bilinmiyor. Hükümet ile Silahlı Kuvvetler arasında görüşmeler olduğu, bir tür anlaşmaya varıldığı ve meselenin örtbas edildiği belli, ama Erdoğan ile asker arasında şimdi tam bir ittifak kurulmuş olduğu için meselenin içyüzünü daha uzunca bir zaman bilemeyeceğimiz herhalde.
  4. Naguib, 2016.
  5. Zürcher, 2003, s. 245.
  6. Akyol, 2004.
  7. Serdar Turgut, “Beyaz Türklüğün ölümü”, Akşam, 19.05.2010.
  8. Alper Görmüş, “SD, MH, MÖ, ÖÖ…”, 22 Nisan 2011. Taraf gazetesinde çıkan bu yazıya, gazetenin sitesi silinmiş olduğu için, şu adresten erişilebilir: http://www.haber7.com/yazarlar/alpergormus/736131-sd-mh-mo-oo.
  9. Nokta, 2007.
  10. Görmüş, 2012
  11. g.e, s. 156-158
  12. Atatürkçü Düşünce Dernekleri, çeşitli “çağdaş” dernek ve kurumlar, başta Ankara Ticaret Odası olmak üzere çeşitli odalar ve meslek kuruluşları, barolar, rektörler, gazeteciler, CHP milletvekilleri vs. Bu yazıya sığmaz, başlı başına bir yazı konusudur, ama ben Ergenekon’un ayrı bir “örgüt” olmadığını, bu gevşek “dostlar” ağı içinde, ağın merkezinde, biraz daha örgütlü, biraz daha kurumsallaştırılmış bir yapı olduğunu düşünüyorum.

sosyalizm