Enternasyonal Sosyalizm
14-28 mayıs seçimlerinde iktidarın hem meclis çoğunluğunu alması hem de cumhurbaşkanlığı seçimlerini Erdoğan’ın kazanması muhalif saflarda derin bir hayal kırıklığı yarattı. Şenol Karakaş’la seçim sürecini, hayal kırıklığını ve seçimlerin ardından siyasal gelişmeleri konuştuk.
ES-Şunu vurgulayarak giriş yapmak bir zorunluluk: İsrail’in Filistin halkına yeniden kan kusturmaya başlaması hepimizi çok öfkelendirdi. Filistin halkı açısından şiddet dolu bir dönem. 14-28 Mayıs seçimlerinde kazanan iktidar cenahı ve Erdoğan olduğu için de böyle bir süreci bu aşırı sağcı iktidar blokunun politikalarıyla göğüslemek zorunda kalıyoruz. Neler söyleyeceksiniz?
-Şiddetli saldırıları ve saldırılarını arkasına gizledikleri yalanları, bugün milyonlarca insanın İsrail’in soykırımcı bir korsan devlet olduğunu konuşmaya başlamasını engellemiyor. Bir hastaneyi bombalayıp yüzlerce insanı öldürmeleri ve Biden’la birlikte hazırlandıkları karadan kitlesel katliam politikaları dünyada yavaş yavaş küresel bir intifada duygusunu uyandırıyor. Biz ne yazık ki İsrail’in vahşetini “yerli-milli” olmakla aşırı övünen bu iktidar blokunun egemenliğiyle birlikte yaşıyoruz. Filistin’de yeniden dehşet günleri başlarken Türkiye de Suriye’nin kuzeyine, Rojava’ya askeri harekat düzenlemişti.
Fakat iktidar değişmiş olsaydı da ne Türkiye’nin Rojava’ya askeri harekat düzenlemeyeceğinin bir garantisi vardı ne de İsrail Filistin’i bir kez daha yakıp yıkmaya başladığında şimdiki iktidar blokundan farklı bir tutum alacağının. Muhalefetin ikinci büyük partisi İYİP iktidarın sınır ötesi asker harekat tezkeresine “evet” diyeceğini açıkladı. Muhalefetin kendisi küçük partisi Gelecek de “evet” diyeceğini açıkladı. CHP tezkereye sadece “yabancı askerler” Türkiye’de bu tezkereyle konuşlanabileceği için “Hayır” diyeceğini söylüyor. Seçimlerin ardından Ortadoğu’da militarist gerilim artar ve İsrail işgali çok kanlı biçimlere bürünür, Türkiye Rojava’da askeri harekat düzenlerken iktidarda CHP-İYİP koalisyonu da olabilirdi. Bu zaten bizim seçimlerden çok önce dile getirdiğimiz bir vurguydu. Aşırı sağcı ittifaka karşı sağın çeşitli tonlarının seçim ittifakı! Bu, kazanması çok mümkün olan bir ittifak değildi.
ES-Neden böyle düşünüyordunuz? Millet İttifakı’nın seçimleri kazanması imkânsız mıydı?
-Herhangi bir ittifakın seçimleri kazanması elbette imkânsız değildi. Ama sadece ve sadece seçime endeksli ve düpedüz sağcı Millet ittifakın seçimleri kazanması, hem de iktidar, Erdoğan ve AKP aleyhindeki tüm koşullara rağmen çok zordu. Biz seçimlerden önce gelişmeleri şu şekilde ele alıyorduk: Dünya pazarı ve küresel siyasal dengeler tüm ülkeleri birden vururken, Türkiye de, bu memlekette tersini iddia edenlerin sayısı ne kadar çok olursa olsun, küresel jeopolitik ağın bir parçası. Bu parçanın en özgün yanı, Türk usulü başkanlık rejiminin tüm siyasal sistemde, hukuk alanında, ekonomide ve tüm özgürlükler alanında yarattığı yıkımın niteliğinde. İktidar, tüm siyasi ilişkileri, siyasetin varoluş tarzını koyu bir sağ zemine taşıdı. Dur durak bilmeksizin de zemin daha da sağa çekiliyor.
İktidar bölgesel güç olmak, dünyaya meydan okumak gibi şatafatlı iddialarının arkasına Kürtlerin en temel haklarına yönelik baskıyı artırma politikalarını gizliyordu. Bu temel yaklaşımı iktidarın en zayıf noktası haline getirmek mümkünken, muhalefet iktidarla sağcılık konusunda yarışmanın daha avantajlı olduğunu düşündü. İktidar Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeleri beka sorunu olarak kodlarken muhalefet de bu beka politikasını önemli ölçüde sahiplendi. Kürt sorununun hem bölgesel hem de Türkiye’de çözümünü̈ zora sokan ve sürekli bir toplumsal ve siyasal gerilimi besleyen asli öğe durumunda. Bu, ana muhalefetin Kürt sorunu ve HDP’ye yaklaşımında tırmanan sağcılığın yükselişinde özellikle İYİP’in anti-HDP tutumlarında açığa çıkan politik tutumların hâkim hâlle gelmesine neden oldu. İktidar, tüm siyasal alanı sağa, daha da sağa çekerken, muhalefet iktidar oyununu aynı sağ ve sığ zeminde oynamaya devam etti. Böylece, politik alan Erdoğan-Bahçeli ittifakının açtığı alanı istediği kullanan MHP’nin sınırlarını belirlediği iktidar ev siyaset mimarisiyle İYİP tarafından sınırları belirlenen muhalif sağcı sığlık tarafından şekillendirildi.
ES-Siz bu durumu üç ayrı muhalefet tanımı yaparak özetliyordunuz seçimlerden önce?
-Evet. Biz Devrimci Sosyalist İşçi Partisi olarak, öncelikle, ana muhalefetin tarzını hedef tahtasına koymuştuk. İktidarın sağcı aşırılıkları olağanlaştırmış ve tüm siyasi alanı cenderesi altına almış olması bu koşullarda nefes almayı biraz kolaylaştıracak, demokrasi ve özgürlüklere biraz vurgu yapacak her yan yana gelişin çözümün adresi olarak görülmesine neden oldu bildiğimiz gibi. Küçük bir normalleşme vurgusu büyük umutlar doğurabildi. Erdoğan’ın tüm gücü kendisinde toparladığı ve tam bir yönetim başarısızlığı yaşayan bu rejimden kurtulmaya yardımcı olacak her girişim, özellikle sahici bir seçim ittifakı olan altılı girişim gibi coşkuyla karşılandı. Bu açıdan da aşırı sağcı bir iktidar ittifakına karşı bir dizi demokratik adımı atacağını vaat eden bir başka merkez ittifakın vaatleriyle karşı karşıya olduğumuzu sık sık vurguladık. Fakat politik bir sürecin platformu olan 6’lı Masa, aslında sadece Erdoğan karşıtlığında anlaşabiliyordu. Onun dışındaki hemen her ciddi siyasi başlıkta bölünüyordu. LGBTİ+ hakları konusunda, Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği kadınların giyim özgürlüğü konusunda, Kürt sorununun ele alınışı ve HDP ile ilişkiler konusunda.
Birinci muhalefet tarzını böyle ele alıyorduk.
İkincisi ise elbette Emek-Özgürlük İttifakı’nın tarzıydı. Daha 2021 yılının sonlarında, ulusalcı bir parlamentarizmin ezilenler için hiçbir anlamı olmadığını tartışmaya başlamıştık ve HDP ile batıda solun kurduğu ilişkinin yanlışlığına değinmiştik. Burada bir sorun şuydu: HDP’yi ittifakın bir parçası olarak değerlendirdiği için makul gibi görünse de kendisini dev aynasında görenlerin bir yaklaşımı olarak öne çıkıyordu. Muhtemelen HDP’nin son yıllarda gözaltına alınan, tutuklanan üye sayısı kadar üyeye sahip olmayan sol partilerin bir kısmı HDP ile bir seçim ittifakı tartışması içinde olduklarını söyleyebiliyorlardı. Bu gerçekten de kendisini olduğundan çok başka bir şekilde görmekle açıklanabilir. Kuşkusuz bir karınca da bir fille ittifak kurmayı tartışabilir. Ama karınca karınca olduğunu bilmeli, üslubunu ve tüm siyasal yaklaşımını bu gerçeğe göre belirlemelidir. Böyle olmadı. Daha da önemlisi, bu ikinci muhalefet tarzı hakkında ısrarla söylediklerimizdi. Geçen yılın Eylül ayında şöyle yazmıştık:
Emek ve Özgürlük İttifakı’na sürekli bir şekilde soldan, antikapitalist bir açıdan basınç yapmak zorundayız. Seçim kampanyası, hem iktidar hem de 6’lı Masa açısından 2023’ün ilk günlerinden itibaren, sadece bir seçim kampanyası olmayacak, ama aynı zamanda milliyetçiliği köpürtme yarışı da olacak.
Cumhuriyetin 100. yılı esprisi, iktidar tarafından tüm toplumu milliyetçi histeriler temelinde kutuplaştırmak için bulunmaz bir fırsat olarak kullanılacak. Muhalefet ise 100. yılı “iktidardan daha daha iktidar içeren” bir söylemle ele alacak.
Cumhuriyetin bütün ötekileri, en başta bugünün ırkçılar tarafından şiddet içeren eylemlerde yıpratılan, hedef gösterilen “favori ötekisi” göçmenler tümüyle düşmanlaştırılacak. İsveç ve İtalya’da seçimlerde göçmen düşmanlarını iktidara doğru yürümesi, anaakım burjuva partilerin kurmaylarının aynı dersi çıkartmasına neden oluyordur büyük bir ihtimalle.
Sadece göçmenler değil, iktidarın bugün hayata geçirdiği sert yoksullaşma, sert anti demokratikleştirme, sert baskı politikalarına bugün yanıt vermek için bugün mücadele etmenin, bugünün mücadelelerini sandığa, seçim gününe ertelememenin önemini sürekli olarak anlatmak gerekiyor.1
ES-Bugünün mücadelelerini sandığa ertelememekten kastınız neydi ve nedir?
-Esas olarak şunu anlatmak istiyorduk. Sorun, meclisin sorunların çözüm adresi olduğu yanılgısına prim vermemektir. Otoriter liderlerden kurtulmanın yolu omurgasız seçim ittifakları kurmak değildir. Aşağıdan işçilerin ve ezilenlerin öfkesine köprü olabilecek yığınsal ve birleşik mücadele olanaklarını inşa etmektir. Asıl sorun bu.
ES-Bunu somutlayabilir misiniz?
-Elbette. Bu meselede için Joseph Choonara’nın International Soicalist Journalın 179. sayısında yaptığı tartışma çok açıklayıcı. Chonora, Lenin’den, “…Bizim için modası geçmiş olanı işçi sınıfı için modası geçmiş olarak görmemeliyiz…” alıntısını yaparak milyonlarca insan parlamenter seçimlerden medet umarken sizin bu seçim tarzının ve hatta parlamentoların tarihsel olarak ömrünü doldurmuş olduğu kesin bilginiz anlamlı değildir. Milyonlarca insan bu fikirde olmadığı sürece, seçimler politik bir mücadele alnı olarak varlığını sürdürecek.
Devrimci bir ayaklanmanın kapitalist devleti yok edebileceği noktaya kadar, sosyalistler seçimlere katılmaya çalışmalı ve mümkün olan yerlerde aday olmalıdır. Bu, parlamenter reform konusunda herhangi bir yanılsamadan kaynaklanmamaktadır. Parlamentoda yer alan devrimcilerin rolü sosyalizm propagandası yapmak, ajitasyon yapmak, işçi sınıfının mücadeleciliğini ve özgüvenini arttırmak ve esas olarak parlamento dışı faaliyetlere dayanan kitlesel devrimci partilerin inşasına yardımcı olmaktır…Parlamento yine de devrimciler tarafından Lenin’in önerdiği şekilde kullanılmalıdır çünkü devrimci olmayan zamanlarda ve parlamenter demokrasilerde işçi kitleleri parlamentoya ve parlamenter reform potansiyeline dair yanılsamalara sahiptir. Bu da parlamenterleri sosyalizm için önemli kürsüler, parlamentoyu ve seçimleri de sosyalistler için yararlı platformlar hâline getirmektedir. Devrimci olmayan dönemlerde parlamentoya aday olan devrimciler, politikaları konusunda işçilere karşı açık olmalıdır.2
Choonora’nın görüşleri devrimcilerin parlamenter seçimlere genel bakışını özetliyor. Türkiye’de sol içinde unutulan esas olarak bu kritik bölüm oldu. Parlamento, giderek ana hedef hâline geldi. Seçimlerde meclise girmek ana hedefse o vakit bu hedefe ulaşmak için tüm enerji yoğunlaştırılmalıdır diye düşünenler, her seçimde özellikle Kürt halkının siyasi temsilcilerinin yakasına yapışıyor. Garip bir pazarlık dönemi, mücadelenin esas dinamiklerinin yerine ikame ediliyor. Örgütler bölünüyor, liderler istifa ediyor, kimin vekil olacağı hararetli tartışma konusu olabiliyor.
Parlamentoya girmek her politik ve örgütsel gelişimin üstünde tutulunca her türden omurgasız seçim ittifakları da mücadelenin somut ihtiyaçlarının önüne geçmeye başlar. Bütün bir bakış açısı değişir böylece. Yoksulluğa karşı direniş mi? Seçimlerden sonra! Kürt sorununda çözüm mü? Seçimlerden sonra! Göçmenlerle dayanışma mı? Seçimlerden sonra! Yolsuzluklara karşı öfkenin örgütlenmesi mi? Seçimlerden sonra. O kadar çok fırsat kaçırıldı ki Erdoğan’ın seçimlerde yenileceğine kesin gözüyle bakılması nedeniyle.
Bir keresinde şöyle özetlemeye çalışmıştım durumu:
Erdoğan’ın seçimi kaybetmesi (…) yerine gelecek olandan bağımsız, tüm sol için, bir derin nefes almak anlamına gelecek elbette. Ama belediye seçimlerinden farklı olarak cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerinde seçilecek olanların alacağı kararlar, siyasal eğilimleri, nasıl bir program uygulayacakları işçi sınıfı, Kürt halkı, kadınlar ve tüm ezilenler için bambaşka bir anlam taşıyor. Tüm siyasi gelişmeler Erdoğan karşıtlığına indirgendiğinde ise tüm siyasi mücadelelerin Erdoğan’ın gidişine, dolayısıyla seçimlere ertelenmesi de kaçınılmaz oluyor.3
ES-Trump ve Bolsonaro’nun yenilgileri de seçimlerden özel bir heyecan duyulmasına yol açmış olmalı.
-Elbette ama her iki deneyime de daha yakından bakıldığında uyarılarımız daha özel bir önem kazanıyor. Trump da Brezilya’daki faşist de her iki ülkede işçi sınıfı ve ezilenler sorunu sadece seçimlere indirgemediği için seçimleri kaybettiler. Trump’ı yenen sandıkta Biden değil, sokakta Siyah Hayatlar Önemlidir hareketiydi. Milyonlarca insan bu harekete katıldı. Bolsonaro’yu yenen ise Brezilya’da tüm ezilenlerin mücadelesiydi.
Macaristan ise çoktan Türkiye’de muhalefetin başına geleceklerin aynasını vazifesini görmeye başlamıştı. 2+2’nin dört etmediği Macaristan’da seçimleri muhalefetin birliğine rağmen Orban’ın kazanmasıyla görülmüştü. Burada, matematiğe değil mücadeleye odaklanmak gerekiyordu.
Bu açıdan da bazılarının sandığı gibi Türkiye’de işçi sınıfının omurgası dağıtılmış, hiçbir mücadele ihtimalinin kalmadığı koşullarda yaşamadığımız ortadaydı. İşçiler, sert yoksullaşmaya karşı iki eylem dalgasıyla yanıt verdiler. Birincisi 2021’in sonunda patlak verdi. Daha sonra yeniden silkelendi. İstanbul Sözleşmesi, Peker’in yolsuzluk ifşaları, iktidar içinde yolsuzlukların ayyuka çıkması nedeniyle yaşanan krizlerin her biri, mücadeleyi seçimlere ertelemeyen bir muhalefet açısından iktidarı köşeye sıkıştırmanın olanaklarını sunan politik alanlardı.
Özetle her gelişmeyi seçime erteleyip, ekonomik krizin faturasını krizin sorumlularına yükleyecek bir kitle eylemliliğinden kaçınması muhalefetin birinci hatası oldu. O zamanlar söylediğimiz gibi Kılıçdaroğlu’nun “İnsanlar açız diyor” demesiyle insanların eylem içinde açız diye haykırması arasında büyük bir farklılık var. Seçimi kazanmak için insanların aç olduğunu söylemek, kimseye seçim kazandırmaz. Açların bir kesimi, gelecek olanın şimdiki durumdan daha kötü ekonomik şartları tetikleyeceğini düşünebilirler.
ES-“Birinci hatası oldu” dediniz. Seçim ertelemeciliği dışında muhalefetin ikinci hatası neydi?
-Milliyetçilik, ırkçılık. İktidarın, siyasal alanda, özellikle Kürt sorununda yerli-milli beka kaygısı anlatısıyla ördüğü sınırları aşacak hiçbir perspektifinin olmaması ise ikinci hatasıydı. Bu sadece Kürt sorununa değil, her önemli gelişmeye özetle devlet çıkarını koruyan yaklaşımın sınırlarından bakmak anlamına geldiği için, Kara Salı’nın ardından gelişen dalga es geçildi. İktidar, sokak eylemlerini ve kitlesel mücadeleyi öcüleştirirken, muhalefet de gönüllü̈ bir şekilde kabul etti bu yaklaşımı. Bu kabullenmede, muhalefetin burjuvazinin farklı programını savunan kesimleri, CHP ve İYİP’in, aşağıdan gelişecek öfkeli işçi hareketlerinin üzerinde herhangi bir denetimleri olamayacağından çekinmiş olduklarını ve tüm gelişmeleri çantada keklik gördükleri seçimlerin selametini düşünerek ertelediklerini de söylemek mümkün.
Elbette sadece ana muhalefet değil. Sol muhalefet de özellikle HDP’ye bakışına ya da HDP’yle ilişkilenme şekline göre, özellikle ulusalcı sosyalist dediğimiz kesimler, yerli-milli çizgiden çok da farklı bir siyasi tutum almış değiller. TKH gibi ulusalcıların olduğu örgütler HDP dışı, HDP’le ilişkilenmemek için kılı kırk yaran bir seçim ittifakı kurdular. Ama daha acıklı olan Emek-Özgürlük İttifakı içinde yaşanan ve günlük insani ilişkilerde dahi kabul edilemeyecek nezaket kurallarının dışına taşan TİP’in yaklaşımıydı. Seçim tartışmalarında yolda, HDP’ye oy vermeyecek olanlardan oy alacağını söyleyerek çıkan TİP, esas olarak programına uygun davranıyordu.
Bazı sosyalistler bizlerin TİP’i meşrulaştırdığı gibi garip açıklamalar ya da siyasi olarak solla yeniden pozisyon tariflemek gibi çabaların içinde olduğumuzu iddia edebildiler. İstanbul’da 400 binde fazla bir oy alan bir partinin meşruluğu için bizim onu nasıl tanımladığımız hiçbir önem taşımaz. Ama TİP’in Kürt sorununda sahip olduğu programatik tutum, HDP ile kurduğu akıl sır ermeyen ilişkiyi neden gayet sıradan bir meseleymiş gibi ele alabildiklerini de gösteriyor.
TİP’in Kürt sorunundaki programatik tutumunu eleştirdiğim bir yazıda şunları ifade etmiştim:
Programında, “TİP, Kürt halkının kendi geleceğini ve kaderini belirleme hakkını kabul eder. Bununla birlikte, bu hakkın kullanımına dair tutumunu işçi sınıfı mücadelesinin çıkarları doğrultusunda oluşturur. Kürt halkının haklı taleplerinin savunulması ve desteklenmesi, Kürt siyasal hareketinin yönelim ve tercihlerinden bağımsız bir ilkedir” diyor. Sorsanız, TİP içerisinde bu programın yazılış sürecine katılanların kendilerine Leninist dediklerine tanık olabilirsiniz. Ama, ezen ülke sosyalistlerinin ezilen ülkenin mücadelesini sürdürenlere koşullu destek vermesi, bu örnekte, Kürt halkının işçi sınıfının çıkarları doğrultusundaysa Kürtlerin mücadelesinin destekleneceğinin söylenmesi, Lenin’in hayatının sonuna kadar ısrar ettiği ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesiyle uzaktan yakından bir bağa sahip değildir.
Aynı şekilde, programlarında, “TİP, Kürt halkını ve mücadelesini, Türkiye’deki özgürlük mücadelesinin ve işçi sınıfı öncülüğündeki devrimci halk hareketinin vazgeçilmez bileşenlerinden biri olarak değerlendirir. Kürt siyasal hareketi ile TİP arasındaki ilişkiler, işçi sınıfının çıkarları ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçları göz önünde bulundurularak belirlenir” diyen bu parti liderliğinin, ezen ülkenin sosyalistlerinin görevini hatırlamaları acil bir zorunluluk. Kürt halkının mücadelesini desteklemeyi işçi sınıfının çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda ele almak demek, bu kendinden menkul ihtiyaçların tarifine göre Kürtlere verilecek desteğin niteliğinin değişmesi demektir. Örneğin bu seçimlerde işçi sınıfının çıkarlarının her nedense TİP’in mecliste 4 değil de 14 sandalyeyle temsilinden geçtiği öngörüsü yapılırsa, Kürt halkıyla kurulacak ilişki de buna göre tayin edilir.
Kürt halkının ya da ezilen bir halkın mücadelesine, çok ulvi sözlerle, hedeflerle, hatta işçi sınıfının çıkarları gibi yüce amaçlarla da olsa şart koşmak, şart koşanı o sosyal şovenizm adı verilen alanın sınırları içine sokuverir. Ezen ulusun işçilerinin görevi, ezilen halkın mücadelesini koşulsuz desteklemektir. Destek, evet destek. Koşulsuz, evet koşulsuz!
Bu desteği, ezilenlerin talep ettiği desteği verirken, varsa işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda eleştirileriniz, bu eleştirileri yaparsınız. Bu yüzden Lenin bu yaklaşımı, “eleştirel ama koşulsuz destek” diyerek vurgular. Kürt halkının en büyük talihsizliği, ittifak halinde olduğu kurumların bazılarının Lenin’in yaklaşımını, sınırsız eleştiri ve koşullu destek şeklinde ele almış olmalarıdır. Bu yaklaşımın TİP içinde bu prensibi bilenleri rahatsız etmemesi ise yükselen bir sol odağın rüzgârı içinde gezinmenin yarattığı geçici zafer sarhoşluğuyla açıklanabilir.4
Seçimin ardından TİP, HDP tabanında da büyük bir gerilim odağı olarak kodlandı.
Konumuz açısından parlamentarizm ve milliyetçilik ve sol milliyetçilik, başka bir deyişle Erdoğan’ın kesin yenildiği ve solun 6’lı Masa’yla göğsünü gere gere kurduğu ittifakın bunda katkısının olduğu fikriyatı ana muhalefetin yanı sıra sol ittifakın da çuvallamasına neden oldu.
ES-Peki siz seçim yenilgisini nasıl analiz ediyorsunuz?
-Seçim kampanyalarının tarzı, öne çıkartılan sloganlar, sağa karşı seçim kazanmak için girilen sağcılık yarışı, bizim seçimlerden önce altınız ısrarla çizdiğimizi noktalardı. Çeşitli çevrelerin anlayamadığı çok hassas birkaç nokta var. Öncelikle, meclis sorunların çözüm yeri değildir ama meclise en etkili sosyalistlerin girmesi, toplumsal mücadele meclisi, reformist mücadeleyi darmadağın edip geçmediyse önemlidir. Ama bu aynı zamanda, seçimlerin, sandığa gidip oy vermekten ibaret olmaması anlamına da gelir. Seçimi mücadelelerin bir evresi, bir ifadesi olarak ele almazsak, sandığa, sanık gününe ve klasik seçim kampanyalarına, yani parti başkanlarının seçi mitinglerinde yaptığı konuşmalara sıkışıp kalırız. Seçimden önce, hem de iki yıl gibi bir süre önce ısrarla “Seçim, seçimlere ertelenemeyecek kadar önemlidir. Seçimleri kazanmak istiyorsan, mücadele etmek, mücadeleyi kazanmak zorundasın.” vurgusunu yaptık.
Seçim ya kitlesel mücadelelerin bir evresi olarak anlamlıdır ya da otoriter rejimleri seçimle yenmek sanıldığı kadar kolay değilmiş, hep beraber görürüz! Çünkü bugünün ihtiyacı, küresel kapitalizmin çoklu krizlerine yanıt verecek çoklu direniş noktalarının işçi hareketinin birleşik mücadelesiyle örtüşmesi, eşgüdüm içerisinde ilerlemesi. İhtiyacımız olan iktidarı, seçimlere kadar on binlerce, yüz binlerce ve giderek milyonlarca insanın öfkesiyle, talepleriyle, kararlılığıyla, milim gerilemeyeceğini gösteren hareketiyle yüzleşmek zorunda bırakmak. Bu yüzleşme öncelikle iktidarın halkın iyiliği için hiçbir adım atma niyetinin olmadığını, iktidar partisinin tabanındakiler de dahil tüm ezilenlere gösterecek. İktidar partisinin tabanında yer alan yoksul kitleler ve bu partiden kopan ama gidebileceği adres bulamayanlara başka bir ihtimalin varlığını gösterebilecek. Son olarak bu türden yüzleşmelerle, hareket içindeki milyonlar, bu iktidarın kelimenin tam anlamıyla fakirden alıp zengine verme aygıtı olduğu konusunda netleşecek.
Sadece burjuvazinin bir başka programını savunan ana muhalefetin ve parlamenter umut ve ihtimallere fazlasıyla bel bağlayan Emek-özgürlük İttifakı’nın kazanmasının mümkün olmadığı seçimlerden önce çok açıktı.
ES-Ama sizler de propagandanızda “kazanacağız” vurgusunu yaptınız. Sizin tutumunuzun ne farkı var?
-Çok büyük bir farklılık var solun parlamenterist kesimlerinin tutumuyla bizim tutumumuz arasında. Genel olarak parlamenter makineyi işçi sınıfı ve ezilenler açısından bir çözüm adresi olarak görmediğimiz için bizim oy çağrımızın arkasında bambaşka saikler yatıyordu. Biz öncelikle şunun söylüyorduk: “Kuşkusuz, ana muhalefetin sağcılığının yaratacağı iklimden tamamen bağımsız bir şekilde Erdoğan-Bahçeli ittifakının yenilmesi, toplumda, tüm muhaliflerde ve direnen tüm kesimlerde muazzam bir umut dalgası yaratacak. Böyle bir atmosferin gelişeceğini görmezden gelemeyiz. Bu ruh halinin dışında kalmayı aklımızın ucundan dahi geçirmeyiz.”
Burada muhalefete verilen en küçük bir taviz bile yoktur. Bizim mecliste HDP’ye, cumhurbaşkanlığında tüm eleştirilerimizle birlikte Kılıçdaroğlu’na yaptığımız çağrının arkasında, Erdoğan-Bahçeli iktidarına karşı mücadelenin her düzeyde en ön safında olmak ve sağa karşı sağ alternatifin neden yetersiz olduğunu ve neden bu sağcılığa karşı net bir şekilde ses çıkartmak zorunda olduğumuzu da daha iyi anlatmaktı. Bu seçim taktiği, kazandığı takdirde seçimi kazandığı takdirde işçi sınıfı ve ezilenlere hemen saldıracak sağ muhalefete karşı mücadelenin ilk günden örgütlenmesi ve başarı kazanması için de çok önemliydi. Erdoğan’ın kaybetmesinin, yerine gelecek olandan bağımsız, tüm sol için, ezilenler için derin bir nefes almak anlamına geleceği çok açıktı.
Kazanmak, Erdoğan’ın kaybetmesi demekti. Devletin moral kaybetmesi, ezilenlerin, tek bir günlüğüne de olsa moral üstünlüğü ele geçirmesi anlamına geliyordu. Başka hiçbir anlamı yoktu. O günlerde çıkarttığımız yayınlarda şu türden vurgular yapıyorduk: “Bizler milyonlarca insanın mevcut rejimden kurtulması anlamına gelen AKP-MHP ittifakının boğucu, korkutucu politik atmosferine karşı milyonlarca insanın bir nefes için oy vereceği size hiçbir beklentimiz olmadan, eğer cumhurbaşkanı seçilebilirseniz işçiler, ezilenler ve yoksullar için herhangi bir radikal değişiklik olmayacağını bilerek, uyarılarımızı vurgulu bir şekilde ifade ederek oy çağrısı yapıyoruz.”
Seçim kampanyasının her gününde muhalefete, özellikle sağcılıkta sınır tanımayan Kılıçdaroğlu’na uyarı üzerine uyarı yaptık ve şiddetli bir şekilde eleştirdik. Bu eleştiriyi yapmadan Kılıçdaroğlu’na oy çağrısı yapmak, seçimi kazandığı takdirde uygulayacağı çok açık olan devletle anlaşmalı sağcı politikalarına sessiz kalmak, işçi sınıfının uyarmamak anlamına gelirdi. Bu nedenle, seçimde bu sağcı bloğun adayına neden oy verdiğimizin işçiler tarafından net bir şekilde anlaşılması çok önemli olduğu için seçim öncesinde şu çağrıyı yaptık:
İktidara karşı öfkenin düzeyinin farkında olmak, değişim isteğinin bir parçası olmak zorundayız. Milyonlarca işçi, yoksul, adalet isteyen kadın, LGBTİ+ ve göçmenlerle birlikte HDP’nin de adayı olacak gibi görünen Kılıçdaroğlu’na oy çağrısı yapmak, 5 dakikalık demokrasiden ibaret olan sandık sürecinde değişim umudunun yanında olmak demek. Ama bunu yaparken CHP güzellemesi yapanlarla, umudu seçimlere, parlamentoya, güçlendirilmiş parlamenter rejime havale edenlerle tartışmak zorundayız. CHP, burjuvazinin bir başka kesiminin, devletin bir başka kanadının programını savunuyor. CHP, Demirtaş ve diğer HDP’li arkadaşlarımızın tutuklanmasından sorumlu. CHP, göçmen düşmanlığını sokak afişlemelerinde dile getiren ilk parti. Kılıçdaroğlu sık sık göçmenleri geri yollayacağını söylüyor. CHP, sınır ötesi harekatların çoğu kez destekçisi. 6’lı Masa’nın ekonomik programı, krizin faturasını sermayeye değil emekçilere yüklemeyi hedefliyor. CHP hem çözüm sürecine hem de darbecilerle hesaplaşılması süreçlerinde demokratik ve tarihi adımların önüne engel koydu. Bunlara rağmen, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan-Bahçeli’nin gitmesiyle birlikte bir nefes alacak milyonlarca işçiyle beraber tutum alacağız. Bir nefes için ‘Erdoğan gitmeli’ diyeceğiz. Ama o kadar. Bizi kurtaracak olan ne Kılıçdaroğlu ne de 6’lı Masa’dır! Bizi kurtaracak olan sokakta mücadele etmektir. Tüm burjuva programlarından bağımsız bir özgürlük ve adalet mücadelesini inşa etmektir. Hem seçim sürecinde hem de seçimlerin ardından oluşacak iktidar denkleminde, içinden çıkılamayan ekonomik krizin faturasını kim gelirse gelsin emekçilere ödetmek isteyeceği için her alanda birleşik mücadele olanaklarını sonuna kadar zorlamak zorundayız.
Bütün sol bu politik hattı izlemek zorundaydı. Nasıl bir muhalefet koalisyonuyla karşı karşıya olduğumuz seçimlerin ardından gelişen karmaşık politik süreçlerde 6’lı Masa’yı oluşturan partilerin aldığı tutumdan anlaşılır oluyor. Özellikle seçimlerin hemen ardından Kılıçdaroğlu’nun Ümit Özdağ ile anlaşma yaptığının ortaya çıkması, muhalif de olsa burjuva politikacılarına neden güvenilemeyeceğinin net bir kanıtı oldu.
Elbette, tüm bunlara rağmen, “kazanacağız” vurgusunu yapmak zorundayız. Biz seçimden önce, ulaşabildiğimiz herkese, kazanacağımızı, kazanmanın mümkün olduğunu anlattık, Erdoğan’dan kurtulmanın zorunluluğunu anlatmadan bir seçim kampanyası yapmak yerine boykot çağrısı yapıp evde oturmak çok daha anlamlı olurdu. Karanlık en yoğun olduğu zamanlarda bile nasıl kazanacağımızı anlatmak, kazanmanın mümkün olduğunu anlatmak, “Vardık, varız, varolacağız” demek çok önemlidir. Lenin’in dediği gibi, “eğer uğrunda mücadele verdiğin noktaya varmayı ummuyorsan mücadele edemezsin.” Devrimci politikanın özü budur! Devrimci ajitasyonun özü de budur. Yoksa her politika tayininden önce, “eyvah eyvah ya talebimiz/sloganımız, tutumumuz gerçekleşmezse” diyerek kendi kendimizi yer ve egemen sınıflar ve onların hükûmetlerinin ekmeğine yağ sürerdik. Tersi, gerçeği açıklamak değil, gerçeğin karamsar yanına teslim olmaktır. Devrimci Marksizm gerçeğin karamsar yanına teslim olmaz, kazanmak için gerekli olan halkaya işaret eder, bunu tüm kararlılığıyla yapar. Aslolan sloganlarımız etrafında büyük mücadeleler örmek için örgütlenmektir. “Biz bu savaşı durduramadık” ama “Biz bu savaşı durdurabiliriz” diyen dev bir kitle hareketi inşa edip on binlerce aktivistle beraber mücadele ettik. Hrant’ın katileri ve cinayeti işleyen şebeke konusunda mahkemeler suçluların görünmez olmasına neden olmuş olabilir ama 16 yıldır Agos’un önünde ırkçılığa karşı büyük bir gösteri örgütleyen bir hareket inşa edildi.
ES-Ana muhalefetin göçmen politikaları aşırı sağcı olmasına rağmen aldığınız tutum eleştiri konusu oldu mu?
Elbette. Türkiye’de göçmenlerle dayanışmayı ve ırkçılığa karşı mücadeleyi politik mücadelesinin merkezine koyan bir siyasi gelenek olarak Kılıçdaroğlu’na oy çağrısı bu bağlamda bir tartışma yarattı. Ama hem Kılıçdaroğlu’ndan hiçbir beklentimiz olmadığı ve bu açıdan en sert eleştirileri yöneltmemizin önünde her hangi bir engel bulunmadığı hem de göçmen politikasında ana sorun bizzat iktidarın göçmen politikası olduğu için politikalarımızda milim gerilemeden ilerledik. Kılıçdaroğlu’nun ırkçı Ümit Özdağ ile kurduğu ittifakı ağır bir şekilde eleştirerek, 28 Mayıs’ta bizden birisini değil, savaşmak için uygun düşmanı seçeceğimizi ilan ettik.
Aklı başında göçmen aktivistler, cezaevindeki sosyalistler, Kürt devrimciler, Osman Kavalalar, Çiğdem Materler, tıpkı işçi sınıfının değişimden yana olan kesimleri gibi, Kılıçdaroğlu’nun seçimim kazanmasının özgürlük için mücadelenin içinden geçebileceği bir kapı aralığından başka bir anlam taşımadığını biliyordu.
Burada asli sorun AKP’nin yaşadığı toplam değişimin görülememiş olmasıdır.
ES-Bunu biraz açabilir misiniz? Nasıl bir değişim var AKP’nin yapısında?
AKP’nin yapısındaki değişim hem ulusalcı sosyalistler tarafından hem de zamanında AKP’nin yapısını kavrasalar da bu partinin baştan sona yaşadığı değişimi izlemekte zorlananlar tarafından hiçbir şekilde kavranamıyor. AKP apaçık bir metamorfoza uğradı.
Artık ezbere bildiğimiz gibi AKP devletin nefes aldırmayan baskıcı yapısı nedeniyle özellikle dindar kesimler üzerinde yükselerek 1990’lı yılların başında militan mücadelelerle tanıştı ve bu hareketlerle ilişkiye geçti. 1997 yılında gerçekleşen 28 Şubat darbesine ikirciksiz bir şekilde karşı çıkarken şu gelişmeleri çok daha net gözlemleyebildik. Bu dönemden 2010’lu yılların başlarına kadar, AKP iktidarının ilk on yılı da dahil olmak üzere kadınların, kent yoksullarının, işçi sınıfının çeşitli kesimlerinin bu parti etrafında kümelendiği bir siyasal krizler, darbeler, darbe girişimleri ve toplumsal mücadelenin bazı başlıklarında önemli yükselişler süreci yaşandı. Sağcı bir liderliğe sahip olan iktidar devlet baskısından sakınmak için toplumsal muhalefetin aktif bir parçasına dönüşür ve bu gelişmede iktidarın merkezine yerleşmesini sağlayacak bir dinamik görürken, işçi sınıfı ve yoksulların çeşitli katmanları ise bu partide adil bir düzeni savunan bir eğilimden etkilendiler.
Bu süreçte bir yandan AKP’yi de var eden temel etmenlerden birisi olan devletin askeri darbeci yapısına karşı direnirken, öte yandan bu direniş zemininde var olmaya çalışan AKP liderliğinin teşhirini de aynı anda yapmak zorundaydık. Sorunu, özellikle Erbakan liderliğinin Ankara ve İstanbul’da büyükşehir belediye başkanlıklarını kazanmasından sonra yaşadığı şok ve panik dalgasıyla laik-dindar ikilemine sıkıştıran bir siyasi sığlık ne yazık ki solun ana politikası olarak öne çıktı. Bu ise sadece laiklik maskesinin arkasına gizlenen geleneksel devlet aygıtının görünmezliğine katkı sunmadı, AKP liderliğinin bu bölünmenin arkasına gizlenmesine de yardımcı oldu.
Gizlenmeden kastım şu: Bu parti tüm varlığını egemen sınıfa yaranmaya, onun çıkarlarını en iyi kendisinin savunacağını kanıtlamaya, bunu da geniş ve bu politikalarla uzlaşmaz bir nesnel karşıtlık içinde olan kitleleri ikna ederek yapmaya adamıştı. Bu, devletle karşı karşıya geldiği ilk yıllarında da böyleydi, şimdilerde artık açık etmekten duramadıkları bir şekilde de böyle.
AKP’nin ilk yıllarında egemen sınıfa ne kadar yaranmaya çalıştığının görülememesinin nedenlerinden birisidir laik-dindar bölünmesi. Ayrıca laik-dindar bölünmesi bu partinin aşırı sağcılığının da arkasına gizlendiği bir perdedir. Erdoğan ve AKP önde gelenlerinin normali, şimdiki siyasal hâlleridir. Bu partinin önde gelenlerinin ilk dönemlerinde LGBTİ+ haklarını savunmaları, İstanbul Sözleşmesi sürecine ev sahipliği yapmaları, Oslo süreci ve çözüm süreci adını alan Kürt sorununa çözüm hamleleri, askeri vesayetle cebelleşmeleri hem hayatta kalma güdüsünden hem de bu kitlelerden bir dereceye kadar etkilenmelerinden kaynaklanıyordu. AKP şimdi, yukarıda uzun uzun anlattığım gibi, devletin baskı gücüyle birlikte her türlü sağcı fikrini destekleyen ve sağcı fikrini şekillendiren bir kitleye indirgeniyor. Bu kitleyi kaybetmek tuzla buz olmasına yol açacağı için, bu kitlenin ve tabanda zaman zaman bu kitleyle yakınlaşan faşistlerin ruhunu okşayan politikalardan geri adım atamıyorlar ve milyonlarca insana “bu kadar da olmaz ki!” dedirten adımları atmaktan bu yüzden vazgeçmeyecekler.
İşte metamorfoz bu sürecin adı. Bu iktidarın kitle ruhunu şekillendiren budur. Bunu görememek, mevcut siyasal kutuplaşmanın niteliğini kavrayamamak anlamına gelir. 2000’li yıllarda AKP ilk kez seçimi kazanıp tek başına iktidar olduğunda, halihazırda “kimliğinden dolayı düşmandı.” Alper Görmüş’ün net bir şekilde açıkladığı gibi 3 Kasım 2002 seçimleriyle tek başına iktidar olan AK Parti’ye karşı ilk darbe hazırlığının henüz hükümetin programı bile belli olmadan başlatıldığı ortaya çıkmıştı:
Programı bile belli olmayan partiye karşı darbe mi yapılırmış?” Bu kişilerin anlamadıkları, anlamak istemedikleri ya da anlamaz göründükleri hakikat şuydu: İktidardakiler yapıp ettiklerinden ya da yapıp edeceklerinden (program) dolayı değil, kimliklerinden dolayı devrilmeyi hak ediyordu ve programlarını beklemeye hiç gerek yoktu!
Darbe girişimleri püskürtüldü. Yaşanan çok katmanlı mücadeleler tüm dengeleri değiştirirken kutuplaşmanın niteliği de değişti. Askerlerin ebedi ve ezeli otorite olduğu dönemin kutuplaşmasında, kutbun ezen/iktidar tarafında ordu, yüksek yargı, kısaca devlet ve devletin arkasına gizlenen darbeciler, CHP, ulusalcılar yer alıyordu. Bu kutuplaşmada dengeler yavaş yavaş değişti. İlk adım, Erdoğan’ın açık açık, katliam gerçekleştiren devletin yanında saf tuttuğu Roboski katliamıdır. Erdoğan, devlet adına özür dilemesini bekleyenleri şaşırtarak, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne teşekkür ederek başladı söze. Dönemin Hürriyet gazetesi ve onun amirali Özkök, “Evet, Sayın Başbakan. Doğru olanı yaptınız. Siz ordumuzun arkasında durdunuz; biz de sizin arkanızdayız. Orada kahramanca savaşan subaylarımızı, çocuklarımızı bir avuç aydına, bir avuç ona buna yedirtmeyeceğiz…” diyerek omuz verdi. Bundan sonrası, özellikle darbe davalarının orduya kumpas olduğunu iddia eden AKP’lilerin ağırlığı, çözüm sürecinin başlaması, Gezi direnişi ve ardından Kobane ve çözüm sürecinin sonlanması gibi gelişmelere verdiği tepkilerle bir devlet koalisyonu şekillenmeye başladı. 15 Nisan 2016’da AltÜst dergisinde yayınlanan ve Erdoğan’ın yerli-millî politikasını eleştiren bir yazımda şöyle demiştim:
Askerî vesayetin İslamcı mağdurlarının temsilcileri, askerî vesayetin eli kanlı katilleriyle “millî bir cephe” kurmaya başladı. Önce Ergenekon ve Balyozcular salıverildi. Sonra Genelkurmay, CHP’nin ulusalcı kanadı ve MHP’yle, Suriye politikasındaki değişikliğe bağlı olan yeni bir uzlaşma ilan edildi. Ardından çözüm süreci sabote edildi. Baro başkanları Erdoğan’ın sözcülüğünü yaptığı bu cepheye girdi; Vatan Partisi ve Doğu Perinçek, dolayısıyla darbeci askerlerin önemli bir kesimi bu cepheye girdi.7
İşte, 2023 seçimlerinde de hâkim olan siyasal kutuplaşmanın patronluğunu yapanlar bu iktidar bloğudur. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından bu blok çok daha sıkı bir şekilde yan yana gelmeye başladı. AKP’yi eski AKP, karşısındaki ulusalcıları da eski ulusalcılar sananlar şöyle bir hata yapıyor: Ulusalcılar tüm bu süreçte en az ikiye bölündü ve darbeci, derin devlet yapılanmaları, aktif subaylar, emekli darbeciler, Perinçekçiler, faşistler, aşırı milliyetçiler, mafya örgütlenmeleri AKP ile kurulan devlet koalisyonunun parçası haline geldiler. Bu korkunç bir milliyetçi iktidar bloku olarak şekillendi, siyaseti bütünüyle sağa savurdu. Bu sağa savrulmanın, aşırı milliyetçiliğin, ırkçılığın, nobranlığın doğrudan iktidarın yerli-millî politik ekseni olduğunu görmeden, şunu kavramak da imkansızlaşır: Ulusalcılar, artık en az ikiye bölünmüşken ve devletin en karanlık güçleriyle birleşen kanadı iktidar bloku etrafında ve içinde kümelenmişken kutuplaşmanın uçlarında değişim yaşanmıştır. Ulusalcıların bir bölümü ise ana muhalefet etrafında kümelenmiştir. Bu ana muhalefet etrafında kümelenen ulusalcılığın muhalefet dilinin laiklik eksenli, sık sık milliyetçilik eksenli bir vurguyla açığa çıkması, Kemalizm’in solun bazı kesimlerine de sirayet ederek yeniden hortlamasını sağladı. Ama muhalefetin bu sağcılığı, aşırı sağın, milliyetçiliğin ve hamasetin iktidarın tüm toplumu içine çekmeye çalıştığı asli alan olduğunu görmeyi engellememeli. Bu yüzden askeri vesayet günlerinde AKP’yi eleştirirken kullandığımız dilden bütünüyle farklı bir dili kullanmak zorundayız. Askeri vesayet günlerinin simgelediği bir dizi politik öğenin taşıyıcısı artık AKP-MHP-devlet ittifak blokudur.
AKP analizleri farklı olsa da bu değişimi göremeyenlerin saati 2010 referandumunda durmuş demektir.
ES-Saatin 2010 referandumunda durması ne anlama geliyor?
Ulusalcıların odağı sürekli olarak laik-dindar ikilemine kaydırması mücadeleyi nasıl sekteye uğratıyorsa, AKP’nin sorumluluklarını muhalefete atmak da en az laik-dindar bölünmesi kadar tehlikeli bir politik yaklaşımdır. Çünkü, iktidarın tüm siyasi sorumlulukları böylece görünmez kılınıyor.
Erdoğan’ın merkezinde olduğu ağır bir baskı rejimi şekilleniyor OHAL ilan edildiğinden beri. Bu on binlerce işçiyi iş cinayetinde öldüren bir rejim. Kadın cinayetlerinde artışın yaşandığı, kürtaj yasağının fiilen imha edildiği bir rejim. Türkiye’de göçmen düşmanlığının kapısını açan bu iktidardır. Bu iktidar apaçık LGBTİ+ düşmanlığı yapıyor. Kürt halkının ezici çoğunluğunun Erdoğan’dan kurtulmak için oyunu Kılıçdaroğlu’na vermesinin bir nedeni var. Hüda-Par-AKP ittifakı tüm düzeylerde çok tehlikelidir. Belli başlı Kürt milletvekilleri, örneğin Demirtaş, Erdoğan istediği, öyle buyurduğu için cezaevinde. Osman Kavala yasadışı bir şekilde cezaevinde. Bu memlekette LGBTİ+’lara karşı gösteri yapıldı iktidar ve devlet desteğiyle. Sendikaların ve işçilerin grevi yasaklanıyor, Türkiye’nin bilumum darbecisi, sağcısı, ırkçısı, Ergenekoncusu iktidarı destekliyor, Türkiye’de ırkçılığın odağı bu iktidardır. Dünyada sınır dışında en çok asker bulunduran devletlerden birisi bu iktidarın yönettiği Türkiye’dir. 2013-2015 çözüm sürecini ortadan kaldıran ittifaklarıyla birlikte bu iktidar. On binlerce KHK’lı yoksul oluşturuldu, barış imzacıları yoksullaştırıldı. AKP döneminde başta Kürt aktivistler on binlerce insan son beş yılda yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. AKP fakirin gırtlağından içeri elini sokup ne var ne yok alıp zenginlere aktarıyor. AKP sık sık demokrasiyi askıya alıyor, TTB’nin kapatılması bu iktidar bloğu tarafından gündeme getiriliyor.
Bir emekli İstanbul’da tek maaşla yaşayamaz. Tutuklu binlerce Kürt tutsak bir yanda basın özgürlüğü dünya sıralamalarında en sonlarda olmak diğer yanda. Milliyetçi ırkçı bir devlet yüceltmesi yeni bir devlet ideolojisi olarak şekillendiriliyor ve bu tesadüfi olmayan bir şekilde yoksulluğun giderek derinleştiği koşullarda gerçekleşiyor. Yolsuzluk, ağır bir siyasal çürümenin her yanı kaplaması benzersiz boyutlarda. En son İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Uçar Hakimler ve Savcılar Kurulu’na yazdığı ihbar dilekçesinde adliyede rüşvet çarkını açığa serdi.
Tüm bunları şu önemli konunun anlaşılması için sıraladım: AKP’ye oy veren yoksulların güdüsü değişimden yana devrimci bir güdü değil tutucu, sağcı, muhafaza etmeye yönelik bir güdü. Bu güdüyle liderliğin devletin yönetici gücü olması arasında doğrudan bir bağlantı var.
Örneğin seçimlerin ardından 2010 referandumuna çakılıp kalmayan yazarlardan birisi olan Ali Bayramoğlu, seçimin hemen ardından kaleme aldığı yazılardan birisinde şunu söylüyor:
Günümüz Türkiye’sinde hakim muhafazakar dalga, bir dönemin diğerleriyle eşit olma arayışıyla tanımlanan, çeşitliliğe yatkın muhafazakar eğiliminden oldukça farklı. Siyasi önceliği, hak arayışı ve özgürlük alanı genişletme çabasıyla şekillenmiyor. Tersine, hükümranlık, hem duygu ve hem hedef olarak, muhafazakar dünyada siyasi algının, muhafazakar siyasetin ateşleyicisi halinde. Taşıyıcı “millilik”, milliyetçilik” ise, bunun asli aktörü de devlet.8
Yine Bayramoğlu seçim sonrası oluşan kabineyi “Erdoğan’ın siyaset ve stratejilerinin kurucu olan kademelerinin, bu kabinede yönetici aktörler haline gelmesidir. Bu durum, gerek devlet yönetiminde Erdoğan anlayışının iyice yerleştiğini, Türkiye’deki başkanlık sisteminin bu bakanlarla pekiştiğini gösteriyor” sözleriyle değerlendiriyor. Bu, köprünün altından ne kadar çok su aktığını anlamaya yardımcı olur. Tersi, gezegendeki her olumsuz gelişmeden 2010 referandumunda yetmez ama evet diyenleri sorumlu tutmaya çalışan o ulusalcı sağcılar grubunun bilinçli yanılsamalarını paylaşmak anlamına gelir.
AKP’yi artık karakterize eden öğe, askeri darbenin hedefindeki sağcı bir partinin demokrasiyi bir can simidi olarak kullanması, bunu yaparken de bazı önemli demokratik adımların, aşağıdan gelen basıncın da ürünü olarak atılması değildir. Artık bu partiyi karakterinin eden asli öğesi, devletin komuta kademelerine çöreklenmeye başlamış olmasıdır. Böyle bir iktidarın, hele aşırı sağcı ittifakları ve politikaları ortadayken, bu partiye oy verenlerin işçi sınıfının bazı kesimleri ve yoksulların bazı kesimleri olması tanımlamaz bu siyasi odağı. AKP, mağdurlarla onların çıkarlarının yanında duran bir ilişkilenmeden vazgeçeli çok oldu. O açıdan AKP’nin anlatacak hiçbir hikayesi yok.
ES-Peki kitlesel temelini nasıl ele almak gerekir?
“AKP’ye oy veren işçiler AKP’den nasıl kopartılacak?” Yanıt verilmesi gereken esas soru budur. Bu sorunun yanıtı, bir seçim tartışmasında bulunamaz. Bu, nasıl bir mücadelenin örülebileceğine dair bir tartışmadır. Bu, kutuplaşmış işçi sınıfının ve emek örgütlerinin mücadele içinde nasıl birleşebileceğinin tartışılmasıdır. İşte burada çıkış noktası AKP’ye oy veren işçiler değil, bir kısmı ulusalcı laik fikirlerin etkisi altında olan bir kitleyi de kapsayan ama değişimden yana olan, Erdoğan’dan kurtulmak isteyen, faşist MHP’nin taşıdığı dev tehdidi görerek bu rejimin sona ermesini isteyen işçiler arasında Kürt halkıyla eşitlik temelinde (7 haziran 2015 seçimleri öncesinde az da olsa başarılı olan ya da başarı umudunu bizlere gösteren) dayanışma köprülerini yeniden kurmaya başlamaktır. Ve hep birlikte oluşturulacak kitlesel devrimci bir alternatifin inşasına bağlı olarak mücadele içinde AKP’ye oy veren yoksul kitlelerin en azından bir kesimini bu partiden kopmaya ikna etmektir.
Bu yüzden, seçimlerin ardından solda büyük bir karamsarlıkla ele giden AKP’nin tabanında yoksullar olduğunu mütemadiyen tekrarlamanın hiçbir anlamı yok. Bu bir siyasi, sosyolojik analiz değil. Analizi şöyle geliştirebiliriz. On küsur sene öncenin değil daha yakın zamanın bir değerlendirmesini alabiliriz. Roni Margulies, Serbestiyet’te yazdığı bir yazıda, ocak ayında şunları söylüyordu:
Ve artık seküler milliyetçilik ile dindar milliyetçilik arasındaki fark hemen hemen yok oldu. Sekülerlikle dindarlık arka plana düştü, milliyetçilik azgın bir canavar olarak en önde duruyor, ırkçılık, göçmen düşmanlığı, yabancı düşmanlığı gibi yakın dostlarıyla birlikte.
Uzun zamandır Kemalizm’le dalga geçen, eleştiren yazılar yazamıyorum. Yazsam, “AKP dururken niye Kemalistlerle uğraşıyorsun?” denecekti, bir ölçüde haklı olarak.
“Bir ölçüde” diyorum, çünkü ben hep Kemalizm’in/milliyetçiliğin bu memleketin temel sorunu olduğunu düşündüm. AKP’nin en berbat, en otoriter, en habis uygulamaları bile bu düşüncemi değiştirmedi. AKP’den kurtulmak için CHP’ye, Kemalizm’e, “seküler milliyetçilere” bel bağlamayı her zaman yanlış buldum, şimdi de yanlış buluyorum.
Ve şimdi, Genelkurmay’ın, millîliğin ve Kemalizm’in bayrağını AKP de en az CHP kadar salladığına göre, Kemalizm’le ve Kemalistlerle yine dalga geçmeye başlayabilirim, değil mi?9
Bu, Kemalizm’in bayrağını en az CHP kadar AKP’nin de sallamaya başlamış olması, bu partinin liderliğinin son yılda kademe kademe inşa ettiği politik ve askeri ittifaklarına uygun ideolojik değişimi de bu değişimden azade kalması imkansız olan bu partinin yoksul kitlesinin değişimini de anlamaya yarar.
ES-Bu yaklaşım seçim sonuçlarını anlamamıza nasıl yardımcı olabilir?
Öncelikle şunu vurgulamalıyım: 14 Mayıs seçimlerinde Hüda- Par’ın oyuyla birlikte 2002 dönemi oylarına gerileyen AKP en büyük kaybedendir. İktidar partisinin Erdoğan’ın iktidar aparatına dönüşmesiyle birlikte en çok oy alan parti vasfını korusa da 7 puanlık kayıpla en çok kaybeden parti olması, önümüzdeki dönem açısından altı çizilmesi gereken bir öğedir. 2018’e göre 75 ilde oy kaybettiğini ve Orta Anadolu’daki kayıplarıyla birlikte AKP’nin 2002’de ilk girdiği seçimlerin bile gerisine düştüğünü görmek önemli. Çeşitli araştırmalar AKP’ye oy verenlerin yüzde 60-70’inin ücretli emekçiler, yaklaşık yüzde 20’sinin ise çeşitli sermaye sahipleri olduğunu gösteriyor. AKP seçmeni olan yüzde 60-70’lik ücretli emekçiler kitlesini yine seçmeni olan yüzde 20’lik sermaye sahipleri kitlesi adına sömürülmeye ikna eden bir parti.
AKP’nin tabanındaki yoksulların AKP’den kopmaya başlaması ama başka alternatiflere, ana muhalefet ya da solsa gümbür gümbür yönelmemesinin birkaç nedeni var. Birisi sık sık altını çizmeye çalıştığımız gibi Ağırlaşan ekonomik kriz, pandeminin hayat şartlarını kötüleştirmesi, iktidarın pandemide sadece patronları koruyan düzenlemeler yapması, 100 binden fazla insanın salgından ölmesi, kur krizinin sert bir fakirleşmeye ve ücretleri baskılamaya neden olması, siyasal alandaki çürümenin, yolsuzlukların ayyuka çıkması, özellikle Şubat ayında gerçekleşen Hatay-Suriye depreminin yarattığı, derinleşen öfke muhalefet, sosyalist sol, sendikalar ve tüm emek örgütleri tarafından etrafında kitlesel eylemler örgütlemek için bir araya gelecek konular olarak ele alınmadı. Her konu iktidarın sokağa çıkmak isteyenlere yönelik gözdağı ve muhalefetin sandığı beklemek yönündeki ısrarıyla ve elbette işçi sınıfının şekillenmesinin düzeyi nedeniyle öncü işçiler arasında geniş işçi kitlelerini harekete geçirecek odak eksikliği nedeniyle ıska geçildi. İktidarı sadece sandığa endekslenmiş bir çabayla yenebileceğini düşünmek ve bu nedenle sokağa çıkmanın, kitleselleşmenin imkanlarını sürekli es geçip toplumsal öfkenin örgütlenmesine yardımcı olmak yerine ket çekmek sandık mağlubiyetinin kapısını aralayan asıl etmen.
İkinci önemli etken ise Erdoğan’ın anlattığı istikrar vurgusunun tüm mücadele fırsatlarının seçim nedeniyle ertelendiği koşullarda etkili olmasıydı. Erdoğan bu ikna adımını özellikle Türk usulü başkanlık rejimiyle beraber istikrar ve güvenlik anlatısı üzerine inşa etti. İstikrar aklımıza gelen her alanı kapsıyor. Ücretler, aile, devlet, ordu, sosyal yardımlar, terör ve elbette ekonomi. İkinci turda Erdoğan’a oy verenler tüm bu alanlarda istikrar anlatısını kabullendikleri için, AKP’ye oy veren emekçiler, bir değişime direndikleri, muhalefet değişim için bu emekçileri ikna etme potansiyeli taşımadığı ve bir hareketin sarsıcı yığınsal etkisi milyonlarca insana Erdoğan’ın anlattığının tam tersine istikrarsızlığın ve yoksulluğun mimarı olduğunu göstermediği için oy verdiler. Erdoğan’a oy veren işçilerin profilini Evrensel gazetesinde MHP’li ve AKP’li bir işçiyle yapılan röportaj çok iyi özetliyordu. işçilerin, milliyetçi heyecanlarla, Türk-İş, Hak-İş, TOBB ve TİSK ortaklığına bağlanmış vaziyette, sahte bir antiemperyalizm hikayesine inanarak, “milli sanayi” hikayesiyle “sömürüyü rasyonalleştirerek” ve oldukça sağ HDP düşmanı fikirlerle AKP’ye ve MHP’ye oy verdiği görülüyor.
ES-Ekonomi konusunda da seçimden çok önce, hepimiz aşırı yoksullaşırken bile Erdoğan istikrar propagandası yapmaya başlamıştı.
Elbette. İktidar Türk usulü başkanlık rejiminin yanına eklediği Türk usulü Çin ekonomi modeliyle egemen sınıf açısından muazzam önemde bir adım attı. Rejim hem ücretleri baskıladı hem işsizliği beklenenden daha çok artmasını engelledi. Düşük ücretle istihdam, aynı hane içinde ayın sonunu zar zor getirebilecek bir toplam gelir anlamına geldi. Erdoğan’ın vurguladığı istikrarın işçi sınıfı açısından anlamı budur. Birkaç maaş ayın sonunu, çocukların okulunu ancak karşıladığında bunun kaybedileceği bir istikrarsızlık döneminin tercih edilebilmesinin tek koşulu, bu ücret düzeyinden çok daha olumlu bir kazanımın elde edilebileceğini savunan ve bunun ancak sınıf mücadelesinin ürünü olarak gündeme gelebileceğini anlatan bir muhalefet politikasıdır. Her mücadele fırsatının seçime endekslenmesi, rejimin istikrar görüntüsü altında yoksulluk, aşırı çalışma ve kaynakları sermayeye aktarma konusunda istikrarlı olduğunu gösterecek kitle hareketlerinin doğmadan sönümlenmesine ya da daha da büyümeden durdurulmasına neden oldu. Erdoğan istikrar diye propaganda yaparken bu iddiasının kabul göreceğine dair güveni bu eylemsizlik ortamından alıyordu.
Öte yandan, en yoksul %20 için devletin verdiği paranın payı %20’den %40’a çıkıyor. Bu, Erdoğan’ın istikrar vurgusun başka bir açıdan daha bakmanın önemli olduğunu gösteriyor. Bu kitlelerin bir kesimi aslen devletin sosyal yardımlarını kendi parti yardımları olarak yutturan AKP mekanizmasının yerinden edilmesinde ekonomik olarak ayakta durmak için çok önemli bir gelir kapısının kapanacağını düşündüler. AKP’nin bu kitlelerle kurduğu kendisi lütfediyormuş ilişkisini allak bullak edecek olan, sosyal yardımların herkesin hakkı olduğu ve bu yardımların, sermayeden, patronlardan ve devletin savaş ve silah harcamalarından kesilerek daha da artırılacağı yönünde bir keskin bir propaganda olmalıydı.
ES-Dış politika ve terör konusu da önemli etkenlerdi AKP propagandasının ve devlet faaliyetinin alıcı bulmasında değil mi?
Çok uzun bir süredir altı ısrarla çizilen iç ve dış tehditler ve kokteyl terör örgütlerinin hedefinde olduğumuz argümanı bir başka açıdan daha istikrar meselesine bağlanıyor. Erdoğan’ın kendi iktidarını Türkiye’nin bekası ile özdeşleştirmesi milyonlarca insanın kötü ama katlanılabilir durumlarını Erdoğan’ın varlığıyla özdeşleştirmelerine bu kadar kolayca evrilebiliyorsa bunun nedeni, iç ve dış tehditler ve terör tehdidi korkusunu özellikle ana muhalefetin de dillendirmesi ya da iktidardan ayırt edilemeyecek kadar silikleştirmesidir. Ana muhalefetin iktidarın milli hassasiyetlerini en az iktidar kadar paylaşması, sol muhalefetin ise bazı küçük sol partiler ve Kürt siyasetçiler dışında bu sınırların dışına taşamaması, muhalefetin milliyetçilik karşısında açıktan barışı savunan bir çizgiyi savunmaması iktidarın güvenlik anlatısının Erdoğan’ın bekasıyla alakalı olduğu iddiasını dağıtmanın önünde engel oldu.
Elbette özellikle ana muhalefetin göçmen düşmanlığı yapması, 14 Mayıs seçiminin ardından ırkçı Nazi örgütlenmeleriyle Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gizli pazarlıkların da gösterdiği gibi, aşırı sağcı bir seçim zemini oluşmasına neden oldu. 14 Mayıs seçimlerinin ardından Kılıçdaroğlu’nun ırkçı Ümit Özdağ ile kurduğu ittifakı ağır bir şekilde eleştirerek, 28 Mayıs’ta bizden birisini değil, savaşmak için uygun düşmanı seçeceğimizi ilan ettik.
Şimdi seçimlerin ardından uzun bir süre geçmişken, şu konuya dikkat etmek gerekiyor: ana muhalefet ve sol muhalefette yaşanan moral bozukluğu seçim sonuçlarına bağlı karamsar bir siyasetsizlik olarak derinleşiyor.
ES-Bu sorunu aşmak için ne yapılmalı?
Öncelikle Erdoğan’ın yenilebileceğinin altını çizmeliyiz. Seçimlerin dışında, seçim öncesi dönemde biriken, şekillenen tüm sorunlar Erdoğan iktidarının cebelleşmek zorunda olduğu, altından kalkmasının çok zor olduğu alanlar olarak duruyor. Bu alanlardan birisi ekonomi. Bu, iktidarın ekonomik sarsıntıyı ve enflasyonu tam bir sınıf savaşı meselesi olarak ele aldığını gösteriyor. Faturayı sürekli şişirip işçilere kesmenin dışında bir çözüm yöntemi yok. Bu ise bir sınıfsal kapışmanın zorunlu olduğuna işaret eder. Yüzde yüz bir büyük kapışma olmayabilir ama iktidar yarattığı yıkımın altında kalmamak için yoksullara yüklendikçe ekonomik temelli bir sınıfsal öfkenin birikmesi de kaçınılmaz.
Öte yandan iktidar tam bir iklim canavarı gibi. Erdoğan iktidarı ise freni onarmaya çalışacağına tersine gaza basıyor. Her geçen gün, bu iktidarın altından kalkamayacağı iklim krizinin doğrudan sonuçlarıyla boğuşacağız. Bu sefer iktidar krizin şiddeti nedeniyle çok daha sert bir şekilde siyaseten etkilenecek.
Bir yandan da küresel kapitalizm ve emperyalist kamplar arasındaki gerilim bir yandan da Erdoğan’ın emperyalist kamplarla işbirliği içinde olup da değilmiş gibi davranması Türkiye’nin aşması mümkün olmayan sınırlar olarak öne çıkıyor. Türkiye’nin askeri ve ekonomik gücü emperyalist bloklarla gerilim politikasına izin vermese ve Türkiye egemen sınıfı ve devleti zaten böyle bir gerilime ihtiyaç olup olmadığı konusunda çelişkiye düşse de milliyetçi hamaset yüklü batı düşmanı politikaların devleti köşeye sıkıştırdığı sayısız gerilim alanı önümüzdeki dönemde de daha görünür olacak.
Ukrayna’nın yanı sıra İsrail’in Filistin’de estirdiği terör ve bu yıkıcı işgale duyulan öfke sokaklara çıkmaya başladı. Dünyada çok hızlı Türkiye’de daha yavaş olsa da Filistin’le dayanışma eylemleri önemli.
Son olarak, Kürt sorunu uzun süredir yerel bir sorun olmanın ötesinde. Kelimenin tam anlamıyla bölgesel bir etki alanına sahip olan Kürt aktivizmi, Kürt halkının hakları tüm düzeylerde tanınıp yasal olarak garanti altına alınıncaya kadar devam edecek. İktidar ana diline sahip çıkmaktan ve haklı taleplerini dile getirmekten bir an bile vazgeçmeyen bir halkın mücadelesiyle sık sık karşı karşıya kalacak.
Bu yüzden Bahçeli sık sık sokak gösterisi ihtimallerini düşmanlaştırıyor.
Tüm bu tartışmalar içinde gözümüzü irili ufaklı eylemlere, mücadelelere dikmeliyiz. Antikapitalist bir odağı bu irili ufaklı eylemler içinde inşa edeceğiz. İktidarın karşısındaki sorunları derinleştiren direnişlerin çağrıcısı, birleştiricisi olacağız. Kimi dışlıyorsanız hepimiz oyuz demeye devam edeceğiz ve tüm mücadele başlıkları arasında işçi sınıfının kitlesel ve birleşik mücadelesinin tüm ezilenler için kapıyı aralayan gücüne vurgu yapacağız. Biz Erdoğan’ı yenmek mümkün derken, bir seçim tartışmasından söz etmiyoruz. Erdoğan’ın ve iktidar blokunun anlattığı istikrar vurgusunu darmadağın edecek ve gerçekte bu iktidarın tam çağlı bir istikrarsızlık kaynağı olduğunu gösterecek dev bir mücadeleden, işçi hareketinin birleşik, yığınsal toplumun tüm ezilenlerini bir anafor gibi içine çekme potansiyeli taşıyan mücadelesinden söz ediyoruz.
Dipnotlar:
- Karakaş, 2022
- Choonara, 2023.
- Karakaş, 2023.
- Karakaş, 2023.
- Görmüş, 2023.
- Özkök, 2012.
- Karakaş, 2017.
- Bayramoğlu, 2023.
- Margulies, 2023.
KAYNAKÇA
Bayramoğlu, Ali, 2023, “Seçimli otokrasinin eşiğinde…”, Karar, https://www.karar.com/yazarlar/ali-bayramoglu/secimli-otokrasinin-esiginde-1596619
Choonara, Joseph, 2023, Socialists and Elections, International Socialism Journal,
https://isj.org.uk/revolutionaries-and-elections/
Görmüş, Alper, 2023, “Kartaca yıkılmamalıdır”, Serbestiyet, https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/kartaca-yikilmamalidir-123929/
Karakaş, Şenol, 2017, “Yerli, Millî ve Kürt Düşmanı”, Altüst, https://www.altust.org/2016/04/yerli-milli-ve-kurt-dusmani/
Karakaş, Şenol, 2022, “Oyumuz HDP’ye, hedefimiz antikapitalist alternatifin inşası”. Marksist.org, https://marksist.org/icerik/Yazar/18501/Oyumuz-HDPye,-hedefimiz-antikapitalist-alternatifin-insasi
Karakaş, Şenol, 2023, “TİP’in ittifak bükücülüğü”, Marksist.org, https://marksist.org/icerik/Yazar/19489/TIPin-ittifak-bukuculugu
Margulies, Roni, 2023, “Seküler milliyetçilik ve dindar milliyetçilik”, Serbestiyet. https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/sekuler-milliyetcilik-ve-dindar-milliyetcilik-114776/
Özkök, Ertuğrul, 2012, “Aman cebe bıraktığınız mesaja dikkat”. Hürriyet. https://www.hurriyet.com.tr/aman-cebe-biraktiginiz-mesaja-dikkat-19597874