Şenol Karakaş
Bu makale ES’in son dört sayısında ve Sosyalist İşçi’nin son sayılarındaki yazılara dayanmaktadır.
14 Mayıs’ta iddia edildiği gibi Millet İttifakı bu seçimleri kazanırsa seçimlerin ardından bir cennet beklemiyor bizi. Sadece 2019 yerel seçimlerinde ekonomik ve siyasal anlamda motor görevi gören büyükşehir belediyelerini Erdoğan-Bahçeli ittifakının kaybetmesinin ardından oluşan bir moral üstünlük kaplayacak ezilenleri. Bu üstünlük sadece bir gün sürecek. Zira, Millet İttifakı’nın hem cumhurbaşkanlığını hem de meclis çoğunluğunu kazandığı versiyon da dahil olmak üzere bütün senaryolarda, seçimden sonra, egemen sınıfların tüm kesimleri için, içinden geçtiğimiz derin krizden daha fazla hasar almadan kurtulmanın yolu, krizin faturasını işçi sınıfına ve ezilenlere ödetmek olacak. Bu yüzden, saldırının seçimlerin ardından da süreceğini görmek zorundayız. Erdoğan’ın gitme ihtimalinden duyulan sevinç, ki çok haklı bir sevinçtir bu, yerini düpedüz sağcı muhalefet ittifakından beklentiye girmeye bırakmamalıdır.
Bunun iki nedeni var. Birincisi, krizin faturasını toplumsal kesimlerden birisinin ödemek zorunda olması. Diğeri ise, aşırı sağ iktidara karşı birleşen egemen sınıfın bir başka programını savunan muhalefetin işçi sınıfının gözünün yaşına bir saniye bile bakmayacak oluşudur.
Önce ikinci gerekçe üzerinde durursak, Kılıçdaroğlu liderliğinde en sonunda uzlaşan ittifakın işçi sınıfına vaat ettiklerinin neler olduğunu hem 6’lı Masa’nın mutabakat metninde hem de seçim kampanyası sırasında dile getirilen önerilerde görebiliyoruz. Mutabakat metni, kesin bir şekilde ‘eskiye duyulan özlemin gizlediği sağcılığın’ bir toplamı olmasına rağmen İktidar medyasının mutabakat metniyle ilgili yazdıkları ve metni terörle mücadelenin eksikliği açısından ele almaya çalışması, bu çevrelerin bu topluma anlatacakları “yeni” hiçbir şeyin kalmadığını, demokrasi denilen ögenin en geri yorumlarından bile bütünüyle koptuklarını gösteriyor. Ama bu iktidar yaklaşımı aynı zamanda muhalefetin ve mevcut rejimde bunalanların mutabakat metnine teveccüh göstermesine neden oluyordu. Şunu unutmamak gerekiyor, öylesine sağcı, öyle kural tanımaz, en geri fikir, eğilim ve uygulamalara öylesine cevaz veren bir iktidar blokuyla cebelleşiyoruz ki bu kapandan kurtulma isteği nedeniyle, çürümeden, yolsuzluk sarmalından, yoksulluktan, yasakçılıktan, kayırmacılıktan, ekolojik yıkımdan kurtulmak için, “normale” bir ölçüde yakın görünen her girişim, iktidara yönelik her meydan okuyuş moral veriyor, umut duygusunun yeşermesine neden oluyor. Ama muhalefetin “normal”e dönüş çağrısı işçi sınıfı ve ezilenler açısından, Kürtler ve azınlık bırakılanlar açısından, kadınlar açısından, LGBTİ+’lar açısından, ekoloji savunucuları, ormanların savunucuları açısından vahim önermelerle doluydu.
6’lı Masa, mutabakat metninde öncelikle sermaye gruplarına güven vermeye dayalıydı. İktidarın inşaat sermayesine kaynak aktarmasını eleştirirken İstanbul’u finans merkezine çevireceklerini ilan ederek mali sermayeye kol kanat gereceklerini söylemiş oluyorlar ve halkın 5’li Çete diye adlandırılan, AKP döneminde iyice şişmanlayan rant çevreleri dışında kalan sermayeye güven verme isteği hem mutabakat metninin hem de 6’lı Masa bileşenlerinin yaklaşımının özünü oluşturuyor. Bu açıdan mutabakat çağrısının özünü neoliberal politikaları, neoliberal konsensüs çağının kurallarına bağlı kalarak, Erdoğan’ın yıktığı bu kuralları yeniden inşa ederek uygulayacağını ilan etmek oluyor. Demokrasi anlayışları, bu kuralların uygulanmasını garanti altına almayı amaçlayan neoliberal bir uzlaşma, diyalog, kapsayıcılık ve tartışma perspektifinin ürünü. “Sermayenin tabana yayılmasını sağlayacak, uzun vadeli kaynakları özellikle sürdürülebilir kalkınma amaçlarının gerçekleştirilmesine dönük şirketlere yönlendireceğiz” gibi önermeleri bu yüzden dile getiriyorlar. Türkiye’de 1980’lerden sonra yaşanan değişimlerden, sınıflar mücadelesinden ve sert siyasal tartışma, kutuplaşma ve mücadelelerden habersizmiş gibi görünen anaakım muhalefetin bir diğer sorunu da seçim tartışmaları başladığından beri perspektifini Erdoğan’dan kurtulmak olarak kodlamasına neden olan restorasyonculuğudur.
Kapitalizmin hükmü sürerken iktidara gelen tüm siyasi partiler, koalisyonlar bir sorunla karşı karşıya kalıyorlar. Çağdaş kapitalist toplum emek gücü sahipleri ve sermaye sahipleri olarak ikiye bölünmüş durumdadır ve sadece krizi atlatmak için değil toplumsal hayatın üretim ve yeniden üretimi için gerekli olan kaynakların sağlanması için de bu iki toplumsal kesimden birisinin faturayı ödemesi gerekir. Örneğin, Türkiye’nin 2020 yılında vergi olarak bütçesine yaklaşık 790 milyar 7 milyon lira gelir sağlaması bekleniyordu. Bu vergi gelirlerinin yüzde 20’si sermaye çevrelerinden, yüzde 80’i ise ay sonunu getirmesi imkânsız olan yoksullardan, işçilerden toplanıyor. Mutabakat metninde savunma sanayine çok etkin yatırımlar yapılacağı vurgusunun yer aldığını da düşündüğümüzde, seçim sonrası Milet İttifakı çatısı altında bir araya gelen iktidar koalisyonundan, kaynakların eğitim, sağlık ve yeni iş alanlarına aktarılmasını beklemek için hiçbir nedenimiz yok. Tersine, iktidar ittifakının hemen hemen yıkıma uğrattığı ekonomik tahribatın tüm yükü, yeni iktidar tarafından işçilere kesilecek.
Seçim kampanyasında ağzından çıkanı duymayanlar
Elbette bu iki etken dışında bir de mutabakat metninde kökleri net bir şekilde görülen ve mevcut seçim kampanyasında dile getirilen sorunlar var. Metinde göç kelimesi 52 kere geçiyordu ama göçmenlere yönelik insani ve vicdani bir bakış açısının izine rastlamak mümkün değildi elbette. Suriyeli bir aktivistin söylediği gibi:
Göçmenler 6’lı masadan korkuyor. Çünkü bu masadaki bazı partiler; mesela CHP ve İYİ Parti yıllardır seçim meydanlarında mültecileri seçim malzemesi olarak kullandılar, kullanmaya devam ediyorlar. Partilerin mültecilere yönelik söylem analizini yapsak, elbette Ümit Özdağ’ın Zafer Partisi hariç, mültecileri göndermekten en çok bahseden, mültecilere dönük ayrımcı ve nefret dilini en çok kullanan partiler, CHP ve İYİ Parti.1
İYİP halihazırda liderliği ana faşist partiden kopan faşistler için oluşturulan bir parti olduğu için tüm sağcıların üzerinde hemen ortaklaştıkları ırkçılığı ve göçmen düşmanlığını seçim propagandasının aparatı olarak kullanması garipsenmeyebilir. Kılıçdaroğlu ise neredeyse solun umudu ilan edilmişken göçmen sorununda çok tehlikeli bir yaklaşım sergiliyor. Irkçı pogrom örgütleme peşinde koşan internet sitesi ve siyasi odakların göçmenler hakkındaki yalanlarını birebir tekrarlayan Kılıçdaroğlu çok daha vahim bir şey yaptı ve sınırdaki askerleri göreve çağırdı. Kılıçdaroğlu’nun bu çağrısına karşı yazdığım mektupta şunları ifade etmeye çalışmıştım:
…iki gün önce bir kez daha göçmenlerle ilgili yaptığınız bir çağrı var ki çok açıkça size sadece göçmen düşmanlarının, ırkçıların, Tanju Özcanların, Ümit Özdağların oy vereceğini düşündüğünüzü gösteriyor. İki gün önce “Afgan kaçakların ülkemize aktığının haberleri geliyor. Mehmetçiğimize sesleniyorum. Vatan hepimizin vatanı, hudut da hepimizin namusu. Sınırda görevinizi yapın, kimseyi dinlemeyin.” dediniz!
Bu, görülmemiş ölçüde insanlık dışı bir çağrıdır!
…
Nasıl seçim kampanyanızda aşırı sağcıların idam talebini dillendirmiyorsanız tüm dünyada aşırı sağcıların göçmen düşmanı iddialarını, fantezilerini ve taleplerini de dillendirmeyin.
Uluslararası hukuku, insanlığın küresel kazanımlarını insan haklarını merkezinize alın. Bu, iktidarın kullanmakta olduğu dilin, dezavantajı gruplara yönelik hakir gören yaklaşımının bir ve aynısıdır.
Eğer siz oy toplayacağını düşündüğünüz için göçmen düşmanlığı yapıyorsanız, bazı başka kesimlerin oyunu almak için idamı savunabilirsiniz örneğin. Kadına yönelik şiddeti teşvik edebilirsiniz, emin olun yine başka bazıları size kucak açacaktır. Temel insan haklarının referandum konusu olamayacağı dezavantajlı gruplar da seçim süreçlerinde düşmanlaştırılamaz.2
Mansur Yavaş’ın, daha seçimlere üç hafta kala kendisini savunma bakanı ilan etmesi ve derhal Kandil’i yakıp yıkacağını ilan etmesi ise Millet İttifakı’nın çözüm sürecinden anladığı şeyin iktidar ittifakının anladığı şeyden, özetle 50 yıllık devlet yaklaşımından çok da farklı olmadığını gösteriyor. Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Seçimlere iki hafta kala Kürt gazeteci, yazar, aktivist, avukat ve siyasilerine yönelik gözaltı ve tutuklama furyası karşısında 6’lı Masa’nın içine girdiği sessizlik ise bir başka örnek.
Fakat durum sadece 6’lı Masa’nın sağcılığından ibaret değil. Sınıf mücadelesi alanı oldukça dinamiktir ve siyasi öznelerin davranışlarını sayısız değişken etkileyebiliyor. Sermayenin bir partisi olan CHP’nin genel başkanının sağa karşı sağcı yaklaşımları hiçbir şekilde meşrulaştırılmaması gereken sert eleştiri başlıkları olarak öne çıkarken, aynı anda işleyen başka bir dinamiği görmezden gelmek, sınıflar mücadelesinin dinamizmine arkasını dönen tipik boykotçu sol tutumun alınması anlamına gelmektedir. Örneğin Kılıçdaroğlu mart ayında HDP genel merkezinde HDP temsilcileriyle yaptığı görüşmeden sonra kadına şiddetin son bulması ve kadınların özgürlüğü, tüm dezavantajlı grupların haklarının tanınması ve bu açıdan siyaset kurumunun üstüne düşeni yapması yönündeki vurgularıyla birlikte demokrasi ve insan hakları savunusu, iklim kriziyle cebelleşilmesi ve insan haklarının geliştirilmesi için mücadeleye kadar bir dizi noktaya değindikten sonra, parti kapatmalara karşı, Kürt sorununda son yılların anaakım politik iklimini de düşündüğümüzde, sıra dışı bir tutum sergiledi. “Kürtçe, bilinmeyen bir dil midir? Devlete çifte standart yakışmaz. Herkesin diline saygı göstereceksiniz,” dedikten sonra Kürt sorununda çözümü savunması elbette önemli gelişmelerdir. Bu adımın ne kadar önemli olduğunu, tüm HDP liderliğinin görüşme hakkında olumlu fikirlerine bakarak anlamak mümkün. İktidar ittifakı tarafından Kürtçe konuşana terörist muamelesi yapıldığı koşullarda bir sonraki dönemin olası cumhurbaşkanı adayının konuşmalarının Kürtlere umut vermesi kaçınılmaz oldu. Burada yakalanması gereken nokta, Kılıçdaroğlu’nu küçük de olsa bazı olumlu adımları atmaya iten nedenlerdir. Bu nedenlerin başında, dezavantajlı gruplar dediği kitlelerin mücadelesi geliyor. Kılıçdaroğlu HDP’yi ziyaret etmek zorunda, çünkü HDP tüm bu ağır baskı ve yıldırma politikaları karşısında bir milim bile gerilemedi.
Aynı anda yapılması gereken bir tartışma da Kılıçdaroğlu’nun teşhiridir. Bu, şu anlama geliyor; Kılıçdaroğlu herkese mavi boncuk dağıtan bir siyasetçi gibi görünmek istemiyorsa, hem Kürt sorununun çözümünü savunup hem de ülkücü olmakla gurur duymamalı. Bu ikisi aynı anda olmaz zira. Ülkücü denilen siyasi odak, Kürt sorununda çözümsüzlükten beslenenlerdir.
Aynı şekilde hem dezavantajlı grupların haklarının tanınmasından söz edip hem de sınırda göçmenlere kapıların kapatılacağını da söyleyemez. Göçmenler, en korunmasız ve en büyük tehditle yüzleşen toplumsal kesimdir. Göçmen düşmanı tek bir argümana bile taviz verilemez.
Bu, bizi elinizde tuttuğunuz derginin daha önceki sayılarında Joseph Choonora’nın, Hal Draper’den yola çıkarak yaptığı tartışmaya getiriyor. Türkiye’de mevcut rejimin yarattığı öfkeyi sadece Erdoğan karşıtlığını pekiştirmek ve yeniden parlamenter bir rejimin, ama bu sefer güçlendirilmiş bir şekilde inşa edilmesini istemek gerçekte Türkiye’ye özgü bir tartışma değil. Egemen sınıfların çeşitli kesimlerinin çıkarlarını savunan anaakım siyasi geleneklerin kutuplaşması, özellikle bu kutuplaşmada yer alan uçlardan biri olan ‘neoliberal konsensüs’ kapitalizmi korumak üzere üretilmiş tüm dengeleri aşırı sağ lehine darmadağın ediyorken – ve tüm bu çelişkilerin ortasında işçi sınıfı milyonluk hareketleri ve güçlü sol siyasal alternatifleriyle siyasal alana pençesini geçirmediğinde– gerçek bir siyasal sıkışma yaşanıyor. Draper’ın böylesi durumları ele aşını Choonora şöyle değerlendiriyor:
Marksist solun önemli bir kısmı, Hal Draper’ın “Kötünün İyisi Kim Olacak” (1968) başlıklı makalesinde tipik bir biçimde ifade ettiği görüşündeki gibi, seçmenlerin kapitalizm yanlısı iki partinin tekelinde yürütülen seçimlerde, bu ikisinden birine oy vermek zorunda bırakıldıklarını belirtip ikili sisteme karşı çıkmaya devam ediyor. Üzerine eklenen yarım asırlık deneyim, Draper’ın elini biraz daha güçlendirdi. Burada önemli mesele, Trump dehşetine bir dönem daha katlanmaktansa Biden’a oy vermeyi tercih eden solun utanılacak bir şey yapmadığını görebilmek ve aynı zamanda üçüncü̈ bir partiye, mücadele hareketlerine giriş bileti verip desteksunabilmektir.3
Erdoğan iktidarına bir dönem daha katlanmaktansa Kılıçdaroğlu’na oy vermek isteyen insanları anlamak, bu insanların, yani milyonlarca emekçinin değişen siyasal ve karmaşık eğilimlerinin ifadesini politik olarak yakalamak, milyonlarla birlikte tutum almak, bu tutumu alırken yaşanacak değişimin beklentilerle uzaktan yakından alakası olmadığını anlatmak, Choonara’nın “mücadele hareketlerine giriş bileti verip destek sunabilmektir” dediği yaklaşımın bir örneğidir.
Sol içinde, sadece üç seçim tutumu olduğu konusunda bir uzlaşma yoktur. Bazıları sınırsız seçim tutumu alınabileceğini düşünür. Oysa bir seçimde ya bir partiye/adaya oy verilir, ya kendi partiniz/adayınız etrafında seçim kampanyası yapılabilir ya da boykot edilebilir. Sosyalist İşçi’nin tarihinde, 1990’lı yıllarda dönemin CHP/SHP’si milyonlarca işçinin oyunu alır ve emek örgütleri açıkça bu partileri desteklerken, “5 dakikalık demokrasi için ve daha sonra CHP’nin bir çözüm olamayacağını göstermek için” CHP’ye oy çağrısı yaptığımızda, “milyonlarca sinek pislik yiyor diye biz de mi aynısını yapacağız?” diye soranlar olabiliyordu. Milyonların siyasal tercihini pislik yemekle itham etmenin içerdiği sekterlik solun çeşitli kesimlerinin umurunda olmaz. Yetmez Ama Evet kampanyasına düşmanlığıyla tanınan, son yılların çok ilgi gören medya kanalı Medyascope’tan Ruşen Çakır, 2010 Anayasası referandumunun olduğu gün sandığa gitmemesiyle övünüyordu. Başkaları ise milyonlarca işçinin çeşitli tutumlar aldığı koşullarda kendi parti adlarıyla seçimlere katılmakta, kendi küçük partilerinin sözcülerini aday gösterip kaç kişiden oy alabildiklerini görmeyi tüm seçim sürecinin en önemli hamlesi olarak görebilmektedir.
Sanki bir seçim döneminin en kızgınlaştığı anda değilmişiz gibi, “kime oy vereceksin?” sorusuyla karşılaşınca duymamış gibi davranmanın, sosyalizm geleneğiyle bir alakası yoktur. Bu soruyu görmezden gelenler, sanki böyle bir sorun yokmuş gibi tartışanlar, seçim sürecinin kendisinin sınıf mücadelesinin bir evresi olduğunu ve sosyalistlerin burada da milyonlarca insanın kaderini paylaşmasını, bunu yaparken de seçimlerden hemen sonraki mücadeleye devrimci bir hazırlık yapılması gerektiğini görmezden gelirler. Bu tutumların hepsi, seçimi boykot etmek ve kendi küçük dünyasında solculuk oyunları oynamaktır. Seçim sürecinin bir oyun alanı olmadığını çok iyi bilen Lenin, boykot tutumunun, sadece ve sadece ‘aktif boykot’ olarak ele alınabileceğini anlatıyordu: “Aktif boykot . . . açık, kesin ve dolaysız bir slogan olmadan düşünülmez. Bu slogan ancak silahlı ayaklanma sloganı olabilir.” 1905 devriminin daha ileri hamlelerle gelişeceğini düşünen Lenin, ezilenlerin mücadelesinin parlamenter sınırlamaları aştığı koşullarda, devrimin sınırsız bir şekilde gelişeceğini düşündüğü bir zamanda önermişti boykotu ve onda bile seçim süreçlerinin her bir olanağından yararlanmanın önemini anlatıyordu: “Pasif çekimserlikten farklı olarak aktif boykot, ajitasyonun on kat arttırılması, her yerde toplantılar düzenlenmesi, zorla girecek bile olsak seçim toplantılarından yararlanılması, gösteriler, siyasi grevler yapılması vb. anlamına gelmelidir.”4 Ruşen Çakır’ın 2010’da siyasi grevleri zorlamadığı açık. Türkiye’de daha moda olan sekter sol davranış ise, kendi adaylarını öne sürmek, kendi partisinin seçime katılmasını sağlamak ya da havaya bakıp ıslık çalmaktır.
Lenin’in en önemli özelliği, zamane Lenin taklitçilerinin yaptığı gibi sekter geleneklerine süslü sözlerle güç kazandırmaya çalışmayıp işçi sınıfına gerçeği açıklamasıydı. Cliff ’in aktardığı gibi, “Lanet olası karşı devrim bizi bu lanet olası domuz ağılına sürmüşse biz de sızlanmadan, ama öğünmeden de, devrimin yararı için orada da çalışacağız.”5
Lenin, büyük yığınların ve devrimci faaliyetin çıkarlarını aynı anda savunmanın ne anlama geldiğini de çok iyi özetliyordu:
Koşullar çoğu zaman savaşmakta olan bir partiyi kaçınılmaz bir şekilde taviz vermeye zorlar. Gerçekten devrimci bir partinin görevi taviz vermeyi reddetmenin olanaksız olduğunu ilan etmek değil, fakat bu tavizlerin kaçınılmaz olduğu hallerde, kendi ilkelerine, sınıfına, devrimci amaçlarına, devrim için yolu açma ve devrimin zaferi için halk kitlelerini eğitme görevine sadık kalabilmektir.
Üçüncü ve dördüncü Duma’lara katılmak bir tavizdi, devrimci taleplerden geçici olarak vazgeçmekti. Fakat bu, bizim tamamen mecbur kaldığımız bir tavizdi, çünkü güçler dengesi o an için bizim kitlesel ve devrimci mücadeleyi yürütmemizi olanaksız kılmıştı ve bu mücadeleyi uzun bir dönem boyunca hazırlamak için böyle bir domuz ağılının içinde bile çalışabilmekzorundaydık.6
Burada, devrimci günlerde işçi sınıfı içinde etkin, dönemin meclisine vekil seçtirebilecek bir güce de sahip olan bir partinin tartışmalarından söz edildiğini unutmayalım. Ama bu durum, boykot üzerine dile getirdiği bu sözlerinin ne kadar doğru olduğu gerçeğini değiştirmez. Bolşeviklerin o dönemki işçi sınıfı içinde sahip olduğu ağırlıkla kıyaslanamayacak durumda olan solun seçim taktiklerini belirlerken ya da belirlenmiş seçim taktiklerini ele alırken, her önüne gelene reformist dediğinde düşeceği kötü pozisyondan kurtulmasının tek yolu, meclise kendi başına işçi vekil sokabilmesi ya da partisinin seçimlere katılabilir olmasıdır. Burada, seçimlere katılabilme hakkını kazanmaktan söz etmiyorum. Bu hemen hemen belirli sayıda kurucu üyeyi bulmaya bağlı olan teknik bir sorundur, sözünü etmeye çalıştığım şudur; seçimlere işçi sınıfı ve toplumun mücadeleci ezilen kesimleri içinde aktif, güçlü bir destekle katılmak.7
İktidarın korku imparatorluğu
Elbette bu tartışmalara sürüklendiğimiz zeminler, iktidarın 2015’ten sonra net bir şekilde giriş yaptığı güzergahı anlamadan, özellikle toplumun sıtkının sıyrıldığı zulüm ve yoksulluk ortamının boyutu anlaşılmadan sürdürülmesi zor olan bir tartışmadır. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından kurulan OHAL rejimi keyfe keder yönetim anlamına gelen Türk usulü başkanlık rejiminin de temeli oldu. Solun bazı kesimleri AKP’nin yaşadığı değişimi göremiyorlar. Kuruluşundan beri bir ve aynı AKP ile karşı karşıya olduğumuzu sanıyorlar. Bazı çevreler bunu, “AKP ile hiçbir iyi adım atılamazdı” tezlerini güçlendirmek için, bazıları ise gerçekten AKP’nin topyekun yaşadığı değişimi kavramakta zorlandığı için yapıyorlar. Birinci gruptakiler çözüm sürecini bile, “AKP ile barış olmaz” teziyle sabote etmekte bir beis görmezken, ikinciler AKP’nin devletle örtüşme düzeyini kavrayabilmiş değiller. Enternasyonal Sosyalizm’in 9. sayısının kapağı, “Bildiğimiz AKP’nin Sonu”ydu ve konuyu işleyen yazımda, AKP’nin metamorfozunun, bir vakitler Erdoğan bunu metal yorgunluğu olarak adlandırsa da, AKP’nin sınıfsal niteliğinde yaşadığı bir değişimden değil, siyasal alanda tuttuğu konumun, devletle ve diğer partilerle ilişkisinin, kendi kitlesiyle kurduğu bağın ve giderek bu kitlenin sınıfsal ve ideolojik değişimlerinin toplamını ifade eden bir süreç olduğunu vurgulamıştım. Bir siyasi hareket olarak AKP’nin liderliği demokrasiyi tam olarak benimsememiş olsa da, devletin baskıcı yapısı nedeniyle, özellikle dindar kesimler arasında popülerlik kazanarak 1990’larda militan mücadelelerle tanıştı ve bu hareketlerle ilişkiye geçti. Ayrıca, birçok öfkeli hareketin siyasi liderlikleri dağınık olduğundan veya hiç liderlikleri olmadığından, bu hareketlerle daha örgütsel temaslar kurmaya başladılar. Ancak, elbette devletin rolünü Marksistler gibi reddediyor değillerdi.
AKP tarihini önceden anlattığım yazılardan özetlemeye devam etmem gerekirse, 2010’ların başlarına kadar AKP iktidarının ilk on yılı dahil olmak üzere, kadınlar, kent yoksulları ve işçi sınıfının çeşitli kesimleri bu parti etrafında birleşti ve siyasal krizler, darbeler, darbe girişimleri ve toplumsal mücadelede yükseliş yaşandı. Sağcı liderlik, toplumsal muhalefetin aktif bir parçasına dönüşerek devlet baskısından kaçınırken, işçi sınıfı ve yoksullar adil bir düzeni savunan bir eğilimden etkilendiler. Dönemin “sosyal demokrasisi” ise ekonomik ve siyasal sarsıntılar arasında siyasal arayış içinde olan kitlelere devlet ve büyük sermayenin çıkarlarından başka hiçbir alternatif sunamadı.
AKP liderliğinin dinle kurduğu ilişkiyi öne çıkartıp bu partiye karşı mücadeleyi, bu liderliğin ekonomi politikalarını işçi sınıfı açısından teşhir etmek üzere değil de laikliğe karşı düşman olduğu iddiasından ele alan sol muhalefet Erdoğan ve çevresindekilerin iki temel sınırlılığının gizlenmesinde çok belirleyici oldu.
Elinizde tuttuğunuz derginin 9. sayısında yazdığım gibi:
Birisi, bu parti işçi sınıfının taleplerini programatik düzeyde savunan bir parti olmadığı için tüm varlığı egemen sınıfa yaranmaya, onun çıkarlarını en iyi kendisinin savunacağını kanıtlamaya, bunu da geniş ve bu politikalarla uzlaşmaz bir nesnel karşıtlık içinde olan kitleleri ikna ederek yapmaya adamıştı. Bu, devletle karşı karşıya geldiği ilk yıllarında da böyleydi, şimdilerde artık açık etmeden duramadıkları hallerinde de böyle. AKP’nin sınırlamalarından ikincisi ise liderliğinin aşırı sağcılığıydı. Erdoğan ve AKP önde gelenlerinin normali, şimdiki siyasal halleridir. Bu partinin önde gelenlerinin ilk dönemlerinde LGBTİ+ haklarını savunmaları, İstanbul Sözleşmesi sürecine ev sahipliği yapmaları, Oslo süreci ve çözüm süreci adını alan Kürt sorununa çözüm hamlelerinde bulunmaları, askeri vesayetle cebelleşmeleri hem hayatta kalma güdüsünden hem de bu kitlelerden bir dereceye kadar etkilenmelerindenkaynaklanıyordu.8
Partinin yaşadığı şu dönüşümü kavrayamayanlar, ne içinde olduğumuz koşulların siyasi mimarisini ne de AKP tabanından geriye neler kaldığını kavrayabilir, dolayısıyla bu partiye karşı bugün verilecek mücadelenin özü de kavranmış olmuyor. Devletin geleneksel yapısı kendi varlığına da kast ettiği için bu yapının baskıcılığına karşı direnen toplumsal kesimlerin en azından sesine kulak verirken, burjuvazinin ekonomik politikalarının savunucusu olan bir siyasal odak olmaktan, devletin geleneksel yapısıyla hemhal olup iktidarın her türlü sağcı politikasını destekleyen faşistleri yanına çeken ve tüm sağcı, köhne, çürümüş fikirlere sahip çekirdek kitleye yaslanırken burjuvazinin ekonomi politikalarını uygulayan devlet aparatına dönüştü AKP. Bildiğimiz AKP Hakk’ın rahmetine kavuşurken, AKP’ye dair dönemsel farklılığı belirleyecek bazı sorular ortada durmaya devam ediyor.
Devletin kapatmak istediği AKP, HDP’yi kapatmak isteyen AKP! LGBT hakları tanınmalı elbet diyen AKP, LGBTİ+ karşıtı nefret yürüyüşlerini düzenleyen AKP! Başörtüsü özgürlüğü için girişimde bulunuyormuş gibi yapan AKP, CHP başörtüsü özgürlüğünden söz ettiğinde aileyi yeniden tanımlamak isteyen AKP! Bir gözü mecburen AB›ye ve liberal demokratlara bakan AKP, MHP›nin ittifak ortağı AKP! Darbelere karşı söz söyleyen AKP, OHAL’le bir darbe yaşanmışçasına insanları mahveden AKP! İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan AKP, sözleşmeden çıkan AKP! Devletin ezdiği AKP, devlet olarak halkı ezen AKP! Çözüm sürecini örgütleyen AKP, Kürtçe konuşanı tutuklatan AKP! 24 Nisan anmalarına izin verilen dönemdeki AKP, 24 Nisan anmalarını yasaklayan AKP! En son ulusalcıların halkla dalga geçtiği günlerde bu eleştirilerle muhatap olan AKP ile şimdi soğan, domates fiyatlarını eleştiren yoksullarla dalga geçen AKP! Elbette dış politikada Ermenistan’la ilişkilerin demokratikleştirilmeye çalışıldığı, Kıbrıs konusunda devletin milliyetçi reflekslerinin dışında çözüm önerilerinin devreye girdiği dönemin AKP’si ile Azerbaycan’la beraber Ermenistan’a tehdit üzerine tehdit yağdıran ve Kıbrıs’ı Kıbrıslıların iradesini hiçe sayarak arka bahçesi gibi yönetmeye çalışan AKP!
Elbette, her iki dönemin AKP’sine oy veren kitlelerin sınıfsal kompozisyonunda ve ideolojik şekillenmesinde keskin bir farklılık var. 2015’ten sonra MHP ile kurulan ve devletin daha geleneksel kadrolarının desteğini de bu vesileyle arkasına almaya çalışan AKP, tüm bu tartışmalı mücadeleler döneminin bir sonucu olarak bir parti ve bir hareket olarak öldü ve başka bir şeye dönüştü. Dönüşümü özetleyen en önemli gösterge, artık kendisine ölse oy vermeyeceğini bildiği kitlelere öfke saçıp bu kitlelerin oy verdiği partileri ve siyasileri tehdit etmiş, bununla da yetinmeyip, kendisine oy verme potansiyeli olan kitleleri de tehdit etmeye başlamış olmasıdır.
Enternasyonal Sosyalizm dergisi, AKP’nin MHP’yle kurduğu ittifakı bir mecburlar koalisyonu olarak adlandırmış ve bu koalisyonun her bir adımının aynı zamanda çürümenin koalisyonu anlamına geldiğini, analizinin merkezine almıştı. AKP’nin devletle, faşistlerle kurduğu iktidar koalisyonu, her saniye AKP’nin kitle desteğini azaltsa da bu parti kendi tabanını, devlet baskısını kullanarak sağcı fikirleri destekleyen bir kitleye indirgedi. AKP, bu kitlenin ve zaman zaman yakınlaştığı faşistlerin ruhunu okşayan politikalardan geri adım atamaz, çünkü bu kitleyi kaybetmek tuzla buz olmasına yol açar. Bu nedenle, milyonlarca insana “bu kadar da olmaz ki!” dedirten adımlardan vazgeçmiyorlar ve seçim sürecine bu politikaları tırmandırarak girdiler.
Korku imparatorluğu çözülürken
Anketlerin büyük çoğunluğu Erdoğan’ın bu seçimlerde yenileceğini gösteriyor. Ya ilk turda ya da ikinci tura kalırsa, kesin bir şekilde yenileceğini bilmek Erdoğan açısından acı verici. Kaybedeceği bir seçime girmesi beklenen Erdoğan bu seçime gerçekten kaybedeceğini bile bile giriyor. Seçimsiz yönetmek henüz geçerli bir politik eğilim değil AKP liderliği açısından. Seçimlerle meşruluğunu kazanmadan otoriter rejimi pekiştirmesinin imkansız olması AKP-MHP koalisyonunun ağır bir çelişkisidir. Bu çelişkiyi aşmak için hangi adımları atacakları henüz kesinlik kazanmadı ama İç İşleri Bakanı’nın seçimi daha şimdiden bir darbe olarak nitelemesi, seçim anında başımıza çeşit çeşit çoraplar örülmek istendiği anlamına gelmekle kalmıyor, seçimden sonra iktidardan düşecek olanların yapacağı propagandanın eksenlerinden birini de oluşturuyor. AKP ve MHP’nin seçimlere ortak liste üzerinden girmemesinin de gösterdiği gibi, iktidar partileri şimdiden muhalefet olmaya, yeni iktidarı ve dönemi içinden çıkılmaz bir siyasal krizle kilitlemeye hazırlanmaktalar.
Başkanlık rejiminin derinleştirdiği kriz başlıkları çok yönlü. Her şeyden önce Türkiye egemen sınıfı çeşitli şekillerde bölünmüş durumda. İktidara yakınlık-uzaklık, ihalelerden pay kapabilme-kapamama, Merkez Bankası’na yaklaşım, faiz-enflasyon tartışmalarında alınan tutum, asgari ücret, orta vade ekonomi programı, yargı alanında yaşananlar, Cumhur ve Millet ittifaklarına yaklaşım egemen sınıfın çeşitli kesimlerinin farklılıklarını derinleştiriyor.
İktidarın istifa müessesinden uzak karakteri, ortada sağlam bir rejim varmış gibi bir görünüm sunsa da bunun bir yanılsama olduğu çok açık.
Bu bölünmüşlük sanki o alanda işlemiyormuş gibi davranılsa da gerçekte dış politika alanında da apaçık görülüyor. Mavi Marmara tezini hatırlayan yok bugünlerde. Bölgesel güç olma hayallerinin ifadesi olarak diş gösteren dış politika yerine, “kardeşim Esad” dönemine geri dönüleceğinin işaretleri verilirken, Mısır, Suudi Arabistan rejimleriyle iş birliğini geliştirme çabaları da gizlenemiyor. Her şeye rağmen köpürtülen ‘dünyaya kök söktüren Türkiye’ imajının dayanağı ise ne ABD ne de Rusya, yani hem ABD hem Rusya “stratejisi”dir.
Emperyalist kamplaşmasının Ukrayna işgali sonrası artan ivmesi Türkiye gibi bölgesel güç olmak isteyen ülkeleri sert bir şekilde sınırladı. Yüksek rütbeli subaylar, ABD ve Çin›in Tayvan konusunda hesaplaşacağına inandıklarını ifade ettiler. ABD Hava Kuvvetleri Komutanı General Mike Minihan, “2025’te savaşacağımızı hissediyorum” dedi. Cumhuriyetçiler, Tayvan’a kışkırtıcı bir ziyaret yapma planlarıyla savaş tartışmalarını şiddetlendiriyorlar.
Tıpkı 1960’ta olduğu gibi, bu olay nükleer silahlarla kuşanmış iki emperyalist rakibin karşılıklı güvensizliğini besliyor. Daha da kötüsü, tüm bunlar başka bir nükleer emperyalizmi kışkırtan savaşın, Rusya ile Ukrayna ve ittifakları arasındaki savaşta bahar taarruzuna hazırlanıldığı bir zamanda gerçekleşiyor. Bu güçler arasındaki rekabet, insanlığa açık bir tehdit haline gelmişdurumda.9
ABD’nin önde gelen bir komutanının 2025’te savaşacaklarını hissettiğini söylemesi, Türkiye gibi bölgesel güç olmak isteyen tüm ülkelerin gerilmesine ve ama diğer taraftan sınırlı kapasitelerini görmesine de neden oluyor. Türkiye açısından sorun, egemen sınıfın bölünmüşlüğünün devlet katında son yıllarda revaçta tutulan yerli-milli dış politik anlayışın da işlevsiz kalmasıyla el ele gitmesinde. Bu, yıllardır devletin üzerinde yükseldiği bölünme paranoyasının daha da şişirilmesine neden oluyor.
Bu paranoya, 2015 yerel seçimleri döneminde zirve yaptı. Bir yandan Rojava’da yaşanan gelişmeler, öte yandan çözüm sürecinden Kürtlerin, yani HDP’nin seçimlerde üçüncü parti olacak kadar büyük bir güç biriktirerek çıkması, yerli-milli diye adlandırılan ama iç ve dış politikada Kürtlerin elde ettiği kazanımların kökünün kazınmasını amaçlayan baskıcı askeri politikaların devreye girmesi anlamına geldi. Bu politikanın özellikle Suriye kesiminde büründüğü şekli Türkiye’nin başının hem ABD hem de Rusya’yla derde girmesine neden oldu. Sonuç ise ortada: ne Rojava’da istediğini elde edebilmiş bir rejim var karşımızda ne de milletvekilleri, parti üyeleri ve belediye başkanlarına kan kustursa da HDP’nin diz çökmesini sağlayabilmiş bir rejim. HDP/YSP yüzde 10-12 bandında görülüyor ve hem seçimi hangi cumhurbaşkanı adayının kazanacağında hem de meclis çoğunluğunun hangi ittifak tarafından kazanılacağında kilit bir role sahip olmayı sürdürüyor. Bunun beraberinde egemen sınıfın bölünmüşlüğü, dış politikada hedeflenenlerin bütününden uzaklara savrulan adımlar – tıpkı Esad’la ilişkilerin, tekrarlamak gerekirse Sisi’yle dostluğun gelişmesi gerektiğinin söylenmesinde olduğu gibi– ve bu adımların atılmasının mecburen bağlı olduğu tavizler silsilesi, Kürt sorununda iç ve dış politikada devreye sokulan askeri çözümün net bir prestij kaybına yol açması gibi etkenlerin de devreye girmesi korku duvarının tuğla tuğla yıkılmasına yol açtı. Elbette bunda OHAL rejimine karşı tüm cephelerde direnişin de büyük bir payı var. Daha önce “mahkeme sosyalizmi” diyerek özetlediğim, binlerce KHK’lının, sosyalistin, Kürt siyasi aktivistin, gazetecinin yargılandığı davalarda kimse geri adım atmadı. Bu yargılamaların çoğu mahkeme salonlarında güçlü savunmalar yapan insanların ördüğü duvara çarptı.
Korku duvarını yıkan bir başka etken, iktidar saflarında yaşanan ve artık üzerinin örtülmesi mümkün olmayan çürümeydi. Bu iktidar kurgusunun böyle bir çürümeye yol açacağını görmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Çeşitli mafya reislerinin ayda bir bayrak yarışı yapar gibi listelediği bu çürüme sıradan bir yozlaşmanın ötesindedir. Toplumun ezici çoğunluğu derin bir yoksulluğa itilirken çökülen oteller, adları anılan bakanlar, eski başbakanların çocukları, bazı hakimler, savcılar ve gazetecilerin aranan suçlularla aynı otellerde buluşmaları, işlenen cinayetler, uluslararası uyuşturucu ticareti, Kıbrıs’ta işlenen gazeteci cinayetinde kontrgerillanın oynadığı rol, o cinayette rolü olanların bugün el koydukları marinalar, ihale yolsuzlukları, silah dağıtılan çeteler, yurtdışına aktarılan paralar listesinin sonsuza kadar uzaması öfkenin daha da derinleşmesine neden oldu. Yeterli sosyal medya baskısı olmadığı takdirde kadın katillerinin serbest bırakılması, hayvan hakları yasasının hayvanları korumak yerine özellikle köpek katliamlarını hızlandırması, iktidar liderlerinin haftalık olarak terörist ilan ettiği toplumsal kesimler, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme, muhalefet partilerinin denetimindeki belediyelerin hizmet vermesini engelleme girişimleri, hemen her grevin yasaklanması, muhalefetin açık açık tehdit edilmesi, alt mahkemelerin üst mahkeme kararlarına uymaması, Anayasa Mahkemesi’nin devrinin bittiğinin ilan edilmesi, yoksulların göz ardı edilmesi, asgari ücretin açlık sınırının altında tutulması, kaynakların sermaye gruplarına aktarılması, müzik yasağı, doğanın talan edilmesi, hizmet garantili yap-işlet-devret modeliyle çocukların bile borçlandırılması, ve aynı anda birden fazla maaş alan insanların sayısındaki artış gibi birçok olumsuzluğun toplumun her düzeyinden muhaliflere yansıtıldığı görülmektedir. Toplumsal, kültürel, siyasal, hukuksal, bürokratik ve ticari alanlarda çürümenin tahminlerin ötesinde yaygınlaşması öfkenin de tahminlerin ötesinde bir hızla birikmesine neden oldu.
Son olarak, şubat ayının başında toplumsal öfkeyi bildiğimiz öfkeden, kızgınlıktan ayıracak ve telafisi olmayan bir acıyla beraber dokunduğu yeri yakabilecek bir düzeye sıçratan Suriye-Türkiye depremini yaşadık. Yine daha önce altını çizmeye çalıştığım gibi, Türkiye ve Suriye depreminin çapı ile oluşan tahribatın büyüklüğü daha önceki felaketlerle kıyaslanabilecek gibi değildi. Fakirlerin boğazındaki son lokmaya da gözünü dikmiş olan AKP-MHP koalisyonuna yönelik öfkemiz depremle beraber bambaşka bir boyuta sıçradı. Eski Türkiye’nin bu boyutta yaşama şansı yok. Büyük tsunamiler tek bir dalganın gelip geçmesi ile değil sessiz ve derinden gelen su baskınının şiddeti ve büyüklüğü anlaşılana kadar her yeri yıkıma uğratması ile karakterize edilir. İşçi sınıfı ve yoksulların önüne konan bentlerin tek tek yıkıldığını göreceğimiz günlere girdik. Bir başka açıdan daha bildiğimiz Türkiye’nin sonuna geldik. Artık, AKP’siz bir Türkiye’ye geçiş süreci yaşanıyor. Böyle bir felaketin ardından tek bir üst yöneticinin bile istifa etmemiş olması, enkazın altında kalan insanlar için, canlılar için, toplum için devletin üzerimize çökmüş olması anlamına gelir. Oysa bu depremin cinayete dönüşmesinin siyasal bir sorumlusu var: AKP ve iktidar ortakları. Sorumluluklarını kabul edip istifa etmemeleri, milyonlarca insanın gözünde yok hükmünde oldukları gerçeğini değiştirmiyor.
Türkiye kapitalistleri arka arkaya gelen sağcı iktidarlarla, devleti sadece yoksullara eziyet etmekte kullandıkları bir araç olarak ele almalarıyla, kamusal yarar diye bir dertlerinin olmamasıyla, devlet ve hükümetlerle beraber Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan felaketlerin sorumlusudur.
Bu aynı zamanda içinden geçtiğimiz günlerde milyonlarca insanda ‘inceldiği yerden kopsun’ duygusunun neden güçlendiğini de açıklıyor. Korku duvarı işte böyle aşılıyor. İstanbul’da yaşayan milyonlarca yoksul ve işçi Suriye-Türkiye depreminde kendi geleceklerini görüp öfkeleniyorlar. Korku duvarını yerle bir edense, depremin ilk haftasında enkazın başında bekleyen insanların feryadı, haykırışları ve depremi yaşayan bölgelerle devlete aldırış etmeden kurulan dayanışma ağlarının cesaretiydi.
O duvarın tuğlalarının teker teker sökülmesinde belirleyici olan bu üç etmenin10 seçimlere nasıl yansıyacağı ise birazdan kısaca değinmeye çalışacağım bir konu. Buraya kadar ele aldığım tüm bu başlıklar, fakirden alıp zengine veren korkunç bir ekonomik mekanizmayla beraber, seçimlerden sonra toplumun her kesimini bekleyen mücadele başlıklarıdır. Bu mücadele başlıklarının her biri aynı zamanda ‘küresel kapitalizmin çoklu krizleri’ diyerek özetlenen sorunların da bir parçasıdır ve küresel gelişmelerden doğrudan etkilenir. Özelikle iklim krizi, halihazırda tek tek ülkelerin alacağı tedbirlerle çözülmesinin mümkün olmadığı bir aşamaya geçmiş vaziyette ve AKP liderliği de iklim krizini derinleştirmek için çok özel bir çaba sergiledi, sergiliyor. Türkiye’nin iklim krizinin küresel ölçekli derinleşmesine yaptığı katkılar ve krizin bizzat Türkiye’de yarattığı tahribat seçim sonrasında işçi sınıfı ve iklim aktivistlerini bekleyen bir başka önemli direniş alanıdır.
Son olarak göçmenlere yönelik tehdit dilinin seçim kampanyalarında hem iktidar hem muhalefet saflarında rahatça kullanılması meselesi var. Nitekim bu da seçim sonrası nasıl bir durumla yüzleşeceğimizin göstergesidir. Bu yüzden, “sana söz baharlar gelecek” diyenlere, baharın yolunun mücadele olduğunu ısrarla anlatmak zorundayız.
Sol ya da solun solu?
Sol içinde sekter bir eğilim her zaman vardır. Örgütsel güçlerden bağımsız olarak, sosyalistlerin Karl Marx ve Engels tarafından tarif edilen görevlerinden bağımsız olarak, sosyalizm anlayışının ikamecilik tarafından tahrip edilmesinin ürünü olan bir yaklaşımı benimseyebiliyorlar. İki yazar, Komünist Manifesto’da “Komünistler işçi sınıfının acil hedeflerine ulaşılması ve o andaki çıkarlanın gerçekleşmesi için savaşırlar; ama şimdiki hareket içerisinde, bu hareketin geleceğini de temsil eder ve gözetirler” diyor ve hemen öncesinde tarihsel önemi tartışılmaz olan şu tarifi yapıyorlardı:
Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerinden yalnızca şunlarla ayrılırlar: 1. Farklı ülke proleterlerinin ulusal savaşımlarında, her türlü milliyetten bağımsız olarak, tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret eder ve bunları öne sürerler. 2. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde, bir bütün olarak hareketinçıkarlarını temsil ederler.11 (KomünistManifesto)
14 Mayıs seçimleri öncesindeki süreç gösterdi ki Türkiye’de solun kahir ekseriyetinin bu perspektifle uzaktan yakından ilgisi yokmuş. Cumhurbaşkanlığı seçiminde kim seçilirse seçilsin, diye lafa başlayandan tutun da bir şehirde kendi bağımsız milletvekilliği için kampanya yapanına, kendi partisinin oy gücünü görmeyi her şeyin üstünde tutanlardan Kürt hareketiyle ilişkilenmemek için kendi partisiyle seçimlere katılanına kadar, öncü işçilerin saflarında bezginlik yaratan bir ‘sol tutumlar kakofonisi’ ile karşı karşıyayız.
Zaman zaman kendi partisinin neden güçlü bir şekilde mecliste olması gerektiğini seçimlerden sonra yaşanacak mücadelenin kritik önemine bağlamaya çalışarak anlatmayı deneyenler ise komik duruma düşüyorlar. 146 oy alınan bir seçim kampanyası büyük kitlelerin ruh halinden kopuk bir sekt dünyasında yaşandığını gösteriyor. 2019 yerel seçimlerinde olduğu gibi İstanbul Belediyesi için başkan adayı olup 2 bin 437 oy alabilmiş olmayı olağan görebilir, hatta buradan kendileri ya da siyasi grupları için zafer şarkıları çıkartabilirler. Ama hiçbir zafer şarkısı milyonların siyasi eğilimleriyle aralarına aşılmaz duvarlar ördükleri gerçeğini gizleyemez.
Gerçek bir sosyalist seçim taktiği her zaman seçim öncesi, seçim anı ve hemen seçimlerden sonrasını gözetmeli ve tüm bu süreçlerde işçi sınıfının en geniş kesimlerinin ve mücadeleci bloklarının eğilimlerini kavramaya çalışarak oluşturulmalıdır. Sosyalistler açısından, nasıl bir dönemden geçilirse geçilsin vazgeçilmez olan prensip, egemen sınıf milliyetçiliğine müsamaha gösterilmemesidir. Seçimlerden önceki mücadelenin de seçim sonrası sınıf mücadelesinin alacağı biçimlerin de asli belirleyeni, milliyetçi fikirlerin işçi sınıfının mücadelesinden ne kadar uzak tutulabileceğidir.
Bu tartışma açısından, TİP’in de HDP/YSP ile ağırlıklı ittifak içinde aldığı tutum, sol adına kabul edilemez bir durumdur, ama bu sorun sadece bir seçim tartışmasından ibaret değildir, söz konusu siyasi yapının, en azından liderliğinin Stalinist ve Kemalist köklerinde yatmaktadır.
Son olarak milletvekili Ahmet Şık’ın bir konuşmasında açığa çıkan görüşlerde dahi sorun sadece Şık’ın bu görüşleriymiş gibi bir tartışma yaşandı ama bu tartışmadan önce TİP’in çok sayıda bölgede YSP’ye rakip olarak gireceğini ilan etmesi gibi bir problem de mevcut. Bu minik bir problem değildir. Binlerce sosyalistin, Kürt hareketinin ve HDP bileşenlerinin neden verildiğini bir türlü anlamadıkları bir tavizdir. TİP’in ayrı liste çıkarttığı yerler arasında yer alan Ankara 3. bölgede bir, Aydın’da bir, İstanbul 1. bölgede bir, İstanbul 2. bölgede bir diye devam eden en az 5 milletvekilliğini, hatta Antalya’yı da eklersek 6 milletvekilliğini sol muhalefetin kaybetmesine neden olabilirler. Bu projeksiyon TİP’in yüzde 2 oy almasına göre yapılan bir araştırmanın sonucudur.
Meclise omuzlarında taşındıkları bir hareketi yok sayarak ve olmadık, garip, tepeden bakan açıklamalarla ittifak ruhu gibi önemli politik öğeleri dağıtarak konuşup bu hareketin sırtından atlayarak, meclise HDP sayesinde girmeyi garantiledikleri için kendilerini saydırmayı, güçlerini görmeyi çok önemli bir etkenmiş gibi dile getirenler, gerçekte güncel seçim tartışmasını seçim pazarlığına indirgeyen bir yaklaşımın çok ötesinde, büyükçe bir probleme sahipler. Çünkü TİP’in programında Kürt sorununu ele alış tarzı, Türkiye’de ezen ülke sosyalistlerinin geleneksel bakışından bir milim farklı değil.
Bu parti programında şöyle deniyor; “TİP, Kürt halkının kendi geleceğini ve kaderini belirleme hakkını kabul eder. Bununla birlikte, bu hakkın kullanımına dair tutumunu işçi sınıfı mücadelesinin çıkarları doğrultusunda oluşturur. Kürt halkının haklı taleplerinin savunulması ve desteklenmesi, Kürt siyasal hareketinin yönelim ve tercihlerinden bağımsız bir ilkedir.” Sorsanız, TİP içerisinde bu programın yazılış sürecine katılanların kendilerine Leninist dediklerine tanık olabilirsiniz. Ama, ezen ülke sosyalistlerinin ezilen ülkenin mücadelesini sürdürenlere koşullu destek vermesi – bu örnekte Kürt halkının–, işçi sınıfının çıkarları doğrultusundaysa Kürtlerin mücadelesinin destekleneceğinin söylenmesi, Lenin’in hayatının sonuna kadar ısrar ettiği ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesiyle uzaktan yakından bir bağa sahip değildir.
Aynı şekilde, programlarında, “TİP, Kürt halkını ve mücadelesini, Türkiye’deki özgürlük mücadelesinin ve işçi sınıfı öncülüğündeki devrimci halk hareketinin vazgeçilmez bileşenlerinden biri olarak değerlendirir. Kürt siyasal hareketi ile TİP arasındaki ilişkiler, işçi sınıfının çıkarları ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçları göz önünde bulundurularak belirlenir” diyen parti liderliğinin, ezen ülkenin sosyalistlerinin görevini hatırlamaları acil bir zorunluluktur. Kürt halkının mücadelesini desteklemeyi işçi sınıfının çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda ele almak demek, bu kendinden menkul ihtiyaçların tarifine göre Kürtlere verilecek desteğin niteliğinin değişmesi demektir. Örneğin, bu seçimlerde işçi sınıfının çıkarlarının her nedense TİP’in mecliste 4 değil de 14 sandalyeyle temsilinden geçtiği öngörüsü yapılırsa, Kürt halkıyla kurulacak ilişki de buna göre tayin edilecek demektir.
Kürt halkının ya da ezilen bir halkın mücadelesine, çok ulvi sözlerle, hedeflerle, hatta işçi sınıfının çıkarları gibi yüce amaçlarla da olsa şart koşmak, şart koşanı o ‘sosyal şovenizm’ adı verilen alanın sınırları içine sokuverir. Ezen ulusun işçilerinin görevi, ezilen halkın mücadelesini koşulsuz desteklemektir.
Ezilenlerin talep ettiği desteği verirken, varsa işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda eleştirileriniz, bu eleştirileri yaparsınız. Bu yüzden Lenin bu yaklaşımı, “eleştirel ama koşulsuz destek” diyerek vurgular. Kürt halkının en büyük talihsizliği, ittifak halinde olduğu kurumların bazılarının Lenin’in yaklaşımını “sınırsız eleştiri ve koşullu destek” şeklinde ele almış olmalarıdır. Bu yaklaşımın TİP içinde bu prensibi bilenleri rahatsız etmemesi ise yükselen bir sol odağın rüzgârı içinde gezinmenin yarattığı geçici zafer sarhoşluğuyla açıklanabilir.
Sadece Kürt sorununa değil göçmenlere yaklaşım da milli!
Bu parti şimdi kurucularının beklediği bir ilginin ötesinde büyüme temposu yakalamış olsa da çekirdek liderliğinin Kemalizm ve Stalinizm’le hesaplaşmayı başaramamış bir gelenekten geldiği çok açık. Bu sadece Kürt sorununa yaklaşımda değil, göçmen meselesinde aldıkları tutumda da açıkça görülebiliyor.
Bir televizyon programında partinin genel başkanına, önümüzdeki dönemde meclisteyken ve Kılıçdaroğlu seçimi kazandığında göçmenleri geri gönderme yasası çıkartmak isterse tutumunuz ne olur sorusu yöneltildi ve Erkan Baş’ın yanıtı özetle şundan ibaretti; “Kahrolsun emperyalizm” ve “AKP iktidarı çok berbat”.
Göçmenleri geri gönderme yasası, kim tarafından meclise sunulursa sunulsun, ırkçı bir yasadır. Bu yasaya kesin bir hayır diyemeyenler ve göçmen sorununu anaakım medyanın ele aldığı gibi değerlendirenler sol adına çok tehlikeli bir manevra yapıyorlar. Baş, bu televizyon programında AKP’yi, ABD’yi, elbette AB’yi de Suriye’nin bugünkü durumundan sorumlu tutarken yaklaşık 500 bin Suriyeliyi öldürmüş olan Esad’ın diktatörlüğüne dair tek bir eleştiride bulunmamıştır.
Göçmen tartışmasında daha rahatsız edici bir yaklaşım ise yine Baş’ın bir soruyu yanıtlarken, ülkesinden “göç etmek zorunda olan herkesin hayali geri dönmektir” demiş olması. Fakat yüce gönüllü TİP’liler Suriye’nin şu anda pek de geri dönülebilecek gibi bir yer olmadığının farkındalar. Bu yüzden de özetle
“Suriye’nin yeniden inşasını üstlenelim. Borcumuzu ödeyelim” gibi tuhaf açıklamalar yapabiliyorlar. Geri kabul anlaşmasından bahsedildiğindeyse birdenbire daha milli bir tutum devreye giriyor bu siyasi çevrenin sözcülerinde. Baş, geri kabul anlaşmasının iptal edileceğini, ama dış politikanın tümüyle değişmesi gerektiğini söylerken, dış güçlerin AKP’nin desteğiyle Suriye’yi parçalayıp bütün yükünü de Türkiye’nin sırtına yüklediğini ifade ediyor.
Klişelerin arka arkaya sıralandığı bu konuşmada ne göçmenlerle tam çaplı bir politik ve insani dayanışma zorunluluğu görülüyor ne de halk düşmanı Esad’ın Suriye’de bir iç savaşın çıkmasındaki rolüne değiniliyor. Ortada dev bir problem var ve “AKP, ABD eliyle iktidara oturtuldu”, “BM, AB, Körfez sermayesi hepiniz yıktınız Suriye’yi, bedelini Türkiye’ye ödetmeyin”, “Nüfusun yüzde 10’u kadar bir göçmen hangi ülkeye giderse gitsin sorun yaratır” gibi iddialarla TİP, göçmen konusundaki politikasını çok şey söyleyerek hiçbir şey söylememek üzerine kuruyor. Göçmenlerle fiili bir dayanışmaya girmek yerine hiçbir şey söylememek, Türkiye işçi sınıfının göçmenlerle dayanışmasının önüne dikilen bir engel olarak görülmelidir.
Seçimlerden sonra
Uzun bir süredir, mücadelenin seçimler nedeniyle ertelenmesinin vahim bir hata olduğunu savunuyoruz. Şimdi seçimler bir adım uzakta. Öyleyse mücadeleye, seçimlerin hemen ardından hazırlanmaya başlamak da çok önemli.
Bu nedenle Kılıçdaroğlu’na oy çağrısı yapacak olan sosyalistler, hem bu siyasetçi hem de partisi hakkında hiçbir olumlu beklenti yaratmamalıdır. Bu konuda Enternasyonal Sosyalizm dergisini çıkartan aktivistlerin de savunduğu DSİP’in aldığı seçim tutumu oldukça belirleyici bir rol oynamaktadır:
İktidarın baskıcı, zorba ve talancı uygulamalarına karşı demokrasi ve özgürlükler etrafında buluşarak “Bu iktidar gitmeli” diyoruz!
Bu yüzden Cumhurbaşkanlığı seçiminde oylarımız da uyarılarımız da Kemal Kılıçdaroğlu’na.
Irkçılara, milliyetçilere, azınlıklara yönelik nefret söylemlerini kullananlara oy yok!
Parlamento seçimlerinde herkesi HDP’nin kapatılmasına karşı çıkmaya, sandıkta ise Yeşil Sol Parti’ye oy vermeye ve tüm yaşamsal taleplerimiz için de bugünden itibaren sokaklarda, fabrikalarda, okullarda mücadele etmeye, hep birlikte antikapitalist bir alternatifi inşa etmeye davet ediyoruz.
Oylar Yeşil Sol’a, oylar emek, özgürlük, eşitlik ve d mokrasiye! Hazırlıklarımız sokakta direnişe!
Seçimlerin hemen ardından sokaklara çıkmaya hazırlanmak lazım. Kılıçdaroğlu da kazansa Erdoğan da kazansa seçimlerin ardından yaşanacak olan şey belli; geniş ölçekli bir ekonomik ve siyasi kriz. Erdoğan da Kılıçdaroğlu da bu krizden çıkışın faturasını işçi sınıfına kesmeye çalışacak. Belki Kılıçdaroğlu “5’li Çete” ile de cebelleşecek ama bu mücadele işçi sınıfı açısından ekonomik olarak hiçbir anlam taşımayacak. Bu yüzden, Kılıçdaroğlu’na oy çağrısı yapanlar, bunu keskin bir uyarıyla yapmak, oy verecek insanların beklentisini kırmak, bu adımı örgütlemek zorunda.
Kılıçdaroğlu, egemen sınıfın bir başka programının savunucusudur ve elbette bu programın hiçbir başlığı ezilenlerin haklarının tanınmasını istemez. Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazandığı gün, işçi sınıfı açısından, Erdoğan rejiminden kurtulmuş olmanın moraliyle ve bir saniye bile kaybetmeden, yeni iktidarın hiçbir vaadine kanmadan, mücadele takvimini “faturayı üstlenmeyeceğiz” diyerek ilan edeceği gün olmalıdır.
Kürt sorununda çözüm için mücadele, seçimin hemen ardından tüm gündemi kaplamalıdır. OHAL döneminde Kürtlerde açılan tüm yaralar hızla onarılmalı ve yeni bir çözüm süreç dinamiği devreye sokulmalıdır.
Peki böyle mi olacak? Hayır! Böyle bir adım atılacaksa, mücadeleler ve mücadele eden kitleler arasında Kürt halkının özgürlüğünü savunanların sesinin yükselmesi sayesinde atılacak. Ancak seçimlerin hemen ardından kaçınılmaz bir şekilde gündeme gelecek erken seçim tartışmaları, siyasal olarak kaotik bir ortamın gelişmesi, krizin bir ölçüde zincirlerinden boşalması, sadece ve sadece mücadeleyle atlatılacak koşullarla yüzleşmemizin de ötesinde egemen sınıfların tüm kesiminin kapitalizmi onarmak için dikkatleri dağıtacak olmaları anlamına geliyor ve bunu da başka düşmanlar yaratarak yapacaklar.
Seçimlerde ana muhalefetin asli meselesi, Türkiye kapitalizmini onarmaktan ibaret. Sosyalistlerin asli meselesi ise “Batsın Türkiye kapitalizmi” diyerek, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesinin ideolojik, sendikal, yerel, politik her düzeyde bir adım daha birleşik bir karakter kazanmasını sağlamak ve burjuvazinin, devletin saldırılarını püskürtmektir.
İşte göçmen sorunu olarak adlandırılan sorun tam olarak burada devreye giriyor. Ümit Özdağ gibi, Kilis’e her gittiğinde göçmenlere yönelik şiddet eylemlerini tetikleyen siyasilerle mücadele burada devreye giriyor. Seçimlerden önce olduğu gibi seçimler biter bitmez de göçmenlerle ve ırkçılığa karşı geniş dayanışma ağlarının kurulması yaşamsal bir öneme sahiptir. Siyasal istikrarsızlıkla, seçimlerin hemen ardından başlayacak mücadelemizde geniş emekçi kitlelerin göçmen işçilerle birleşik direnişine ihtiyaç duyacağız. Aksi halde, bu mücadelenin kazanımla sonuçlanması mümkün değildir. İşte bu, krizin faturasını kimin yükleneceğini de gösteren asli alan olacak.
Cumhuriyetin 100. yılını coşkuyla kutlayan siyasi çevreler, aklımızdan çıkarmamak lazım ki faturayı işçiler, yoksullar, ezilen halklar ve göçmenler ödesin, diyenlerdir.
Ötekilerin 100 yılında halkların eşit koşullarda kardeşliğini savunanlar ise işçi sınıfının mücadelelerinde etkilerini artırdıkları ölçüde, sadece seçim sonrası siyasi dinamiklere değil, bir bütün olarak kapitalizme de meydan okuyacak bir mücadele dalgasının yükselmesine yardımcı olacaklar.
Diptnotlar:
1. İsmini vermek istemiyor
2. https://marksist.org/icerik/Yazar/19438/Kemal-Kilicdarogluna-mektup-Gocmen-dusmanligina-son-verin
3. https://www.enternasyonalsosyalizm.org/krizler-derinlesiyor.html
4. Lenin.
5. Cliff, Lenin 1.
6. Lenin.
7. Lenin Sol Komünizm adlı eserinde bu konuda uzun uzun tartışıyor: 1905 Ağustos’unda, Çar, bir danışma “parlamento”sunun toplantıya çağrıldığını bildirdiği zaman, bolşevikler, bütün muhalefet partilerinin ve özellikle menşeviklerin tersine, bu parlamentoyu boykot etmişlerdi; ve bu parlamentoyu, Ekim 1905 devrimi süpürmüş atmıştır. O tarihte, bu boykot kararı, gerici parlamentolara katılmamanın genel olarak doğru bir davranış olduğu için değil, yığın grevlerinin siyasi greve ve sonra da devrimci greve ve en sonunda da çarlığa karşı ayaklanmaya doğru hızla dönüştüğü nesnel durumun doğru olarak hesap edilmiş olmasından ötürü verilmişti. O zamanki tartışmanın konusu, birinci temsili kurumu çağırma inisiyatifinin Çara mı bırakılacağı, yoksa bu inisiyatifin eski iktidarın elinden mi alınacağı konusuydu. Bu nesnel duruma benzeyen bir durum olduğu, ve bu durumun aynı doğrultuda ve aynı hızla gelişeceği kesin olmadıkça, boykot, haklı gösterilemez. 1905’te “parlamento”nun bolşevikler tarafından boykot edilmesi, proletaryaya bazı durumlarda -legal ve illegal, parlamenter ve parlamento-dışı biçimlerden aynı zamanda yararlanıldığı bir sıradaparlamenter biçimlerden vazgeçilmesi gerekebileceğini göstermesi bakımından, devrimci proletaryaya son derece değerli bir siyasi tecrübe kazandırmıştır. Ama, basit bir taklitçilikle, eleştirici ruhu olmadan, bu tecrübeyi, başka koşullarda, başka bir durumda olduğu gibi uygulamaya kalkmak en büyük yanılgıya düşmek olur. Zaten bolşeviklerin 1906’da ‘’Duma”yı boykot etmeleri, pek önemli olmasa da ve kolayca onarılsa da gene de yanlış olmuştur. (Lenin’den devamla, seçimlerde gerçekten özel bir koşula yoksa kendi üye sayını saydırmak üzere adaylar etrafında kampanya yapmak, meclise girme ihtimali hiç yokken saf ajitasyon yapmak için “bağımsız aday faaliyeti örgütlemek” bu boykot tutumunun daha utangaç, işçi sınıfının silahlı ayaklanma öncesinde olduğunun açıkça iddia edilememesinden kaynaklanan bir devamıdır.)
8. Enternasyonal Sosyalizm, 9. Sayı.
9. https://marksist.org/icerik/Yazar/19160/ABD-ve-Cin-savas-balonunu-sisiriyor
10. Mahfi Eğilmez’in Türkiye kapitalizminin toparlanması açısından sorunları listeleyiş şekli, aynı zamanda ezilenler açısından kendilerine fatura edilecek kriz başlıkları olarak da okunabilir: Seçim bittiğinde kim kazanmış olursa olsun karşımızda şöyle bir manzara bulacağız: Hukukun üstünlüğünü ve adalet kavramını neredeyse tümüyle yitirmiş durumdayız. Eğitim sistemimiz sürekli geriye gidiyor. Avrupa Birliği’ne girme hedefinden uzaklaşmış bir konumdayız. Göçmenlerle ilgili pek çok sorunumuz var. Liyakat gözetilmeksizin yapılmış atamalarla doldurulmuş devlet kadroları hizmet veremez durumda. Giderek bozulan bir gelir dağılımı dolayısıyla orta sınıfın yok olmuş. 100 – 120 milyar dolarlık bir deprem ve afet faturasıyla karşı karşıyayız. 6,5 milyon konutu kentsel dönüşüme sokmak zorundayız. Yılın ilk yarısından ötesini çıkaramayacak, GSYH’nin yüzde 5’ini aşması beklenen bir açığa ulaşması beklenen bir bütçeye sürekli yeni yükler bindiriyoruz. Merkez Bankası’nın swaplar hariç net rezerv eksi 40 – 45 milyar dolar dolayında bulunuyor. Dış borç stokumuz 450 milyar dolar dolayına ulaşmış. Yükümlülükleri bilinmeyen Varlık Fonu’nun nasıl tasfiye edilebileceği başlı başına bir sorun oluşturuyor. Değer kaybeden paradan sürekli kaçtığı ve eline geçen parayı harcadığı için enflasyona olumsuz katkı yapan bir tüketici topluluğuyla birlikte yüzde 50 dolayında (muhtemelen gerçekte iki katı) bir enflasyon karşımızda dağ gibi duruyor. Tasfiyesi gereken büyük bir Kur Korumalı Mevduat yükü mevcut. Yüzde 22 dolayında bir geniş (gerçek diye okuyun) işsizlik oranına sahibiz. GSYH’nin yüzde 5,5 – 6’sı dolayında bir cari açık var ve bu cari açığın yarısını nereden geldiği bilinmeyen paralarla (net hata ve noksan kaleminin önemli bir kısmı) finanse etmeye çabalıyoruz. Ülkenin risk primi (CDS primi) 500 baz puanın üzerine çıkmış (300 baz puanın üzeri aşırı riskli kabul ediliyor.) Dış borçlanmada yüzde 10’lara gelip dayanmış bir dolar faizi maliyetine katlanmak zorundayız. İnanılmayacak derecede şişmiş konut satış fiyatları ve kiralar söz konusu. Bankacılık kesimi, her gün çıkan yeni düzenlemelerden ve sözlü talimatlardan ne yapacağını bilemez durumda bulunuyor. Konut alımı veya portföy yatırımı dışında ülkeye yabancı sermaye gelmiyor. Pek çok sorunun kaynağı olan düşük Merkez Bankası politika faizi, enflasyonun çok altında belirlendiği için hızla düzeltilmesi mümkün görünmüyor. Tutulması imkânsız görünen harcama vaatleri verilmiş bulunuyor ve bu vaatler devam ediyor (son olarak bedava doğalgaz verilmesi sözü de verildi.) Eklenecek pek çok sorun var, ama bu kadarı bile seçimden sonra ülkeyi nasıl bir çıkmazın beklediğini göstermeye yeterli sanırım. (Seçimden Bir Gün Sonra (mahfiegilmez.com)
11. Marx ve Engels, Komünist Manifesto