Sayıların Ötesinde: Nüfus ve Çevre Üzerine Sosyalist Bir Tez

Martin Empson, Ian Rappel

 

Çevrecilik, toplumun kapitalizmin yarattığı çevre kırımına karşı gösterdiği çok önemli bir tepkidir.[1] Tüm siyasal biçimleriyle çevrecilik; kapitalist toplumun doğa üzerinde yarattığı kontrolsüz yıkım ve barbarlıktan duyulan iğrenme tepkisinin bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Çevreciliğin savunucuları temelde aynı felsefeyi paylaşırlar; yaşayan dünya benzersiz ve sınırlıdır, doğanın ve insan medeniyetinin iyiliği için ona dikkatli davranılması gerekir. Ancak bu görüşün ötesinde çevrecilik farklı siyasal tutumları barındırabilen bir akımdır. Çevrecilik toplumsal bir hareket olarak tanımlanırsa, bu hareketin siyasal olarak birlik olduğu nokta, kapitalizmin ekolojik işlevsizliğinin belirtileridir. Belirtilere odaklanmak, ortaya çıkan iklim değişikliği, biyolojik çeşitliliğin kaybı ve kirlilik gibi ciddi çevresel “sorunlar” üzerinde siyasal bir konsensüs oluşmasını teşvik eder.

Fakat altta yatan belirleyici etmenler ve düzeltici adımlar ele alınmaya başlandığında çevrecilik, tarafları iyice yerleşmiş bir ayrışmaya uğrar. Bu ayrışma “anaakım” (kapitalizm yanlısı) ve “eleştirel” (antikapitalist) toplum teorileri temelinde gerçekleşir. Anaakım yaklaşımlar kâr sağlama güdüsüyle ve şirketlerin gücüyle uyumlu olan, doğanın finansallaştırılması ile karbon ticareti gibi kapitalist ve teknokratik çözümleri savunur. Eleştirel yaklaşımlar ise alternatif ve yeniden dağıtımcı değer sistemlerini veya şirketler ve egemen sınıf aktörler üzerinde demokratik kontroller kurulmasını destekleyerek kapitalist normları reddeder.

Çevreciliğin sağ ve sol temelindeki bu siyasal bölünmesi önemlidir. Çevre siyaseti içerisindeki Marksist, sosyalist ve ekososyalist stratejiler, altta yatan bu siyasal ayrımı vurgulamalıdırlar. Bunu yaparak toplumsal dönüşüme katkı sağlayacak ve ana akım çevrecilik tarafından yedeklenmeye karşı koyabilecek anlamlı ve etkili iklimsel kazanımlar elde edilebilir. Pek çok alanda doğrudan böyle radikal müdahaleler yapılabilir.

İklim değişikliğinin “hayırseverlik” yoluyla kısıtlanmasının anahtarını ellerinde tuttuklarını düşünen Bill Gates, Jeff Bezos ve Elon Musk gibi milyarderler, kendi astronomik zenginlikleriyle uyumlu olan sınırlı “çözümleri” pazarlamaya çalışıyorlar.[2] Yine de çevreciliğin siyasal yelpazesini yatay kesen ve çevre siyasetinde kafa karışıklığına neden olarak sosyalist müdahalenin önünde ciddi bir zorluk yaratan bir konu var: insan nüfusunun artışı ve “nüfus fazlalığı”.

Nüfus fazlalığı tezi, ideolojik olarak özellikle Soğuk Savaş döneminde, Küresel Güney’deki [Küresel Güney: Genellikle Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın kastedildiği ekonomik olarak dünyanın daha az gelişmiş bölgeleri için kullanılan kalıp] “azgelişmiş” ülkeleri kendi demografik budalalıklarının kurbanı olarak gösteren, kurbanları suçlayan anlatıda önemli bir rol oynadı. Bu anlatı, kendisini doğrulamak için kapitalizmi ve onun tarihindeki emperyalizmi, sömürgeciliği ve neoliberalizmi görmezden geldi. Yine de modern çevreciliğin 1960’ların başında ilk kez gelişmeye başladığı günlerden bu yana, hızlı nüfus artışı ve aşırı nüfus konusundaki endişeler bu hareket içerisinde daha incelikli bir rol oynadı. Çevresel anlamda, hızlı nüfus artışıyla kaynakları sonlu gezegenimizin birbiriyle bağdaşmadığı düşüncesi kulağa sezgisel olarak doğru geliyor. Gerçekten de David Attenborough gibi nüfuzlu doğa tarihçileri ve çevreciler, ekolojik yıkıma ve biyoçeşitlilik kaybına şahit oldukça gayretlerinin büyük bölümünü nüfus kontrolünü savunmaya ayırdılar.[3]

Çevrecilerin nüfusa yönelik bazı endişeleri doğrudan ekolojik ve biyolojik bilimlerden kaynaklı mesleki önyargıların ifadesidir. Basitleştirilmiş ekolojik tezler, dünyanın “doğal sınırlarını” geride bırakmış haydut bir tür olarak “taşıma kapasitemizin” üzerine çıktığımızı öne sürer. Bu tezlere göre insanlık için ideal (kaçınılmaz olarak daha düşük) bir nüfus büyüklüğü vardır ve bu büyüklüğe düşülmesi, bizim doğayla kurduğumuz ilişkiyi dengeleyecektir. Bu hatalı perspektif, kimilerinin nüfus artışı konusundaki endişelerini mizantropik – yani insan türüne, insan davranışına veya insan doğasına yönelik genel nefret, hoşlanmama, güvensizlik veya küçümseme- ve insan karşıtı bir konumdan kurmasına neden olur; hatta savaşları, kıtlıkları ve hastalıkları doğanın bizim sayımızı kontrol etmesinin bir aracı olarak gören çarpık öjenik ve Malthusçu tezleri bile cesaretlendirebilir. Ekolojik genellemeleri, öjeni ve mizantropiyi sosyalist bir perspektifle boşa düşürmek kolaydır; bu ilkel gerici tutumu alanlar çoğunlukla yeterli analiz ve özenli yorumlar olmadan, büyük ölçekli demografik istatistiksel bağlantıları ortaya çıkarma iddiasındadırlar. Böylece nüfus sayıları ve ekolojik kriz arasındaki genel korelasyonlar, kapitalizmin doğaya olan saldırısının ortak belirtileri olarak değil, nedensel bir ilişki olarak sunulur.

Aşağıda tartışacağımız gibi, sosyalizmin aşırı nüfus konusundaki ilkel ideolojik tezleri çürütmek için yürüttüğü tartışmalar zengin bir miras oluşturmuştur. Bu mirasın önemli bir parçası da Karl Marx ve Friedrich Engels’in Thomas Malthus ve destekçilerinin çalışmalarına karşı çıktığı metinlerdir. Malthus’un 18. yüzyılda nüfus artışının gıda üretimini geride bırakacağına dair düşünceleri, erken dönem tarımsal genişleme ve Sanayi Devrimi sonrasındaki gelişmeler tarafından neredeyse hemen yanlışlandı. Nüfus artışı konusundaki endişelerin çevreciliğe son dönemde uygulanan hali, aynı fikirlerin modern dönemde yeniden dile getirilmesi olarak nitelendirilebilir. Gerici yazarlar aşırı nüfus konusundaki düşüncelerinin ilgi görmesini sağlamak için yeni bir alan arayışındalar.

Bu yazarların kapitalizmin sistematik başarısızlıkları yerine nüfus sayılarına odaklanılmasını sağlamak için tezlerini eğip bükme ölçüleri dikkate değerdir. Doğum oranları ve nüfus artışı projeksiyonları düştüğünde, Paul Ehrlich gibi kötü üne sahip yazarlar – kendisini biraz sonra derinlemesine ele alacağız – tezlerini bu duruma adapte ettiler. Onlar, çevrecilik meselesinde ilginin odağının nüfus artışı olmaya devam etmesi gerektiğini, ama şimdi sorunun “süper tüketicilerin” sayısı olduğunu savunuyorlar.[4] Yakın zaman önce, başka anaakım yaklaşımlar yerkürenin hem zenginlerden hem de fakirlerden korunması için, nüfus artışı konusundaki endişeleri doğanın finansallaştırılmasını savunan ekonomik argümanlarla birleştirmeye çalıştılar.[5]

Ancak nüfus artışı ve aşırı nüfus kaygılarının ideolojik fonksiyonlarının bu kadar aşikâr olmasına rağmen, bu tezler Yokoluş İsyanı [XR: Extinction Rebellion] gibi eylemci gruplarda ve solda yeniden canlanıyor. Yokoluş İsyanı eylemcisi ve ulaşım uzmanı Steve Melia, Britanya’daki çevre eylemlerine odaklı son kitabında, Roma Kulübünün “büyümenin sınırları” olduğu [1972 yılında bilgisayar modellemesiyle hazırlanan, ekonomik büyümeyi ve nüfus artışını ele alan ve 30 dile çevrilen The Limits to Growth (Büyümenin Sınırları) raporuna gönderme -çn] sonucuna varmasından neredeyse kırk yıl sonra, “ekonomik büyüme ve nüfus artışının tüm hızıyla sürdüğünü”[6] yazıyor. Melia’nın hızı kesilmeyen nüfus artışına geçerken yaptığı değinme önemsiz görülebilir ama çevre hareketi ve sol içerisindeki başka figürler bu tezleri çok daha açıkça ortaya koydular. David Attenborough’un 2013’teki sözleri buna örnek olarak verilebilir; “Çevresel tüm sorunlarımızın çözümü, daha az sayıda insan olsaydı çok daha kolaylaşırdı ve aynı şekilde insan sayısı arttıkça bu sorunları çözmek giderek daha da zorlaşacak ve en sonunda imkânsız hale gelecek.”[7]

Devrimci solun bile bu yanılgıyı paylaştığı olmuştur. Örneğin Britanyalı sosyalist Alan Thornett şöyle yazıyordu:

En tehlikeli durum Afrika’da. Örneğin Nijerya, Afrika’nın en kalabalık ve etnik olarak en çeşitli halkıdır… Ülkenin 2050 yılına kadar 278 milyona ulaşması, 2060’a kadar ise Amerika Birleşik Devletleri’nin nüfusunu geçmesi bekleniyor. Bu gerçekleştiğinde ülke dünyadaki en kalabalık üçüncü ülke olacak.[8]

Devamında şunu söylüyor:

Artan nüfusun, ekolojik krizin temel sebebi olduğunu iddia etmiyorum… Bu kapitalist üretim sisteminin ve gezegenin metalaştırılmasının suçu… Ben nüfus artışının, ekolojik kriz konusunda önemli yardımcı faktörlerden biri olduğunu savunuyorum.[9]

İlerici çevre siyaseti alanında böylesine basite indirgenmiş nüfus artışı tezleri kullanıma sokuluyor. Bu makale kısmen bahsi geçen tezlere karşı yazılmıştır. Ama aynı zamanda nüfus argümanının ırkçılar, aşırı sağ ve kapitalist çıkar odakları tarafından kullanıldığında ortaya çıkardığı tehlikeleri vurgulamayı da amaçlıyor.

Marx ve Engels’in Malthus eleştirisi

Aşırı nüfus teorisiyle en çok ilişkilendirilen kişi Thomas Robert Malthus’tur.[10] Malthus küçük toprak sahiplerinden oluşan bir ailede doğdu. Cambridge’te matematik eğitimi gördükten sonra 1789’da Wotton’ın Surrey köyünde vaizlik yapmaya başladı. Din adamlığı görevini yürütürken siyasal iktisatla ilgilenmeye başladı ve geniş kapsamlı okumalar yaptı. En iyi bilinen eseri, ilk baskısını 1798’de yapan ve en sonuncusu 1826’da olmak üzere çeşitli düzeltmelerle altı kez basılan Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme’dir. Deneme son derece büyük bir etki yarattı, erken dönem evrim teorisinin en önemli iki figürü olan Charles Darwin ve Alfred Russel Wallace’ın ikisi de onu temel çalışmalardan biri olarak gördü. Malthus daha sonra Doğu Hindistan Şirketi Koleji’nde Siyasal İktisat kürsüsünün başına geçti. Öğrencileri arasında, gelecekte Britanya’nın İrlanda’daki Büyük Kıtlık [İrlanda’da 1845-1852 arasında yaşanan ve yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne neden olan kıtlık -çn] karşısındaki tepkisinden sorumlu olacak Charles Trevelyan ile pek çok sömürge yöneticisi de vardı. Malthus’un ölümünden uzun yıllar sonra bile, onun fikirleri devlet siyasetini şekillendirmeye devam etti. Mike Davis’in belirttiği gibi, “İngiltere’de, Hindistan’da uygulanan kıtlık siyasetini savunmak için sıklıkla sosyal Darwinizm tarafından güncellenen Malthusçu ilkelere başvuruldu.”[11]

Bugün Malthus’un Deneme’si çoğunlukla gıda üretiminin aritmetik olarak (1, 2, 3, 4, 5, …) nüfusun ise geometrik olarak (1, 2, 4, 8, 16, …) artması nedeniyle, bir noktada nüfus artışının bu nüfus için gerekli gıda üretimin ötesine geçeceği teziyle hatırlanıyor. Ancak Malthus’un Deneme’si asıl olarak Fransız Devrimi’nin ardından gelişen radikal fikirlere karşı bir tepki olarak anlaşılmalıdır.[12] Deneme’nin 1798 baskısının ilk bölümünde; “dünyadaki nüfusun ve üretimin iki gücü arasındaki doğal eşitsizlik nedeniyle … tüm canlı hayatına hâkim olan bu yasanın ağırlığından kaçış olmadığı” sonucuna varıyordu:

Ne hayali bir eşitlik ne de en geniş ölçekte uygulanmış tarımsal düzenlemeler [bu yasanın] baskısını kaldırabilir, bir yüzyıl için dahi olsa bile yapamaz. Bu yüzden bu yasa; tüm üyelerinin huzur, mutluluk ve göreli serbestlik içinde yaşadığı, kendileri ve ailelerine geçimlerini sağlayacak araçları sağlamak konusunda kaygılanmadığı bir toplumun var olma ihtimali karşısında yıkıcı bir etki yapar.[13]

Aynı baskıda daha sonra şöyle yazar:

İnsanoğlu bolluğun ortasında yaşayamaz. Herkes doğanın cömertçe sunduklarını eşit bir şekilde bölüşemez. Mülkiyet konusunda yerleşmiş bir düzen olmadığı durumda, her insan kendi küçük dükkanını güç kullanarak korumakla mükellef olacaktır. Bencillik hâkim olacaktır.[14]

Malthus’un radikal fikirlere yönelik saldırısı aynı zamanda, yoksulların hayatlarına karşı bir saldırıydı. Nüfus artışının ekonomik eşitliği imkânsız hale getirdiğine karar verdikten sonra, hayırseverliğin yanlış olduğu sonucuna vardı:

Gayrimeşru çocuklara gelirsek… Onların hiçbir şekilde kilise yardımı talep etmesine izin verilmemeli ve onları desteklemek tamamen özel hayırseverlik kurumlarına bırakılmalıdır. Eğer anne babalar çocuklarını terk ederlerse, bu suçlarından sorumlu tutulmalıdırlar. Çocuğun ise, başka çocuklar hemen onun yerini alabileceğinden, göreli olarak konuşursak toplum için çok az bir değeri vardır.[15]

Malthus’a göre fakirlere yardım etmek, sadece daha fazla nüfus artışı yaratacaktı:

Doğal olarak bizler, onların daha fazla sayıda çocuğu büyütüp yetiştirmesine neden olmadan hiçbir şekilde yoksullara yardım edemeyiz.[16]

Deneme’nin ilk baskısının yayınlanmasıyla birlikte, hemen ona karşı eleştirel tepkiler gelmeye başladı. Fransız Devrimi’nden ilham alarak radikal eserler ortaya koyan William Godwin, Malthus’un Deneme’sinde hedef aldığı kişilerden biriydi. Godwin şöyle yazıyordu: “Eski düzenlerin ve eski suiistimallerin savunucuları … tüm reformları durdurmak ve gelişmeyi sonsuza kadar engellemekte dilediklerinde kullanabilecekleri, bundan daha etkili bir doktrin bulamazlardı.”[17] Godwin başlangıçta Malthus’un başlıca tezini kabul etti ama – kendi düşüncelerine de uygun şekilde – nüfus artışı “sorununun” çocuklar konusunda alınacak kişisel kararlarla çözülebileceğine inandı.[18] Daha sonraları, aldığı tutum daha da sertleşti. Kasım 1820’de Godwin Nüfus Üzerine kitabını yayınlayarak Malthus’la tartıştı; Godwin “eşitsizlik, Malthus’un teorisinin belli ki temize çıkarmaya çalıştığı siyasal ve ahlaki hataların doğrudan bir sonucuydu” diye yazıyordu. Godwin’in kitabı Malthusçuluğa saldırmak için dünyanın farklı yerlerinden elde edilen nüfus verilerini kullandı.[19] Ancak Malthus’un eleştirisini, daha geniş bir toplumsal ve tarihsel değişim bağlamına sıkı bir şekilde yerleştirenler Marx ve Engels oldu. Malthus’un Deneme’sinin ilk basımından neredeyse 50 yıl sonra, Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfının Durumu adlı kitabı Malthus’un fikirlerinin “tüm hakiki İngiliz burjuvalarının gözde teorisi” haline geldiğini öne sürüyordu.[20]

Engels kendisinden önce Godwin’in yaptığı gibi, Malthus’un teorisinin kapitalist toplumun eşitsizliğini meşrulaştırdığını belirtti. Malthus’un, her zaman kendi aşırı nüfus teorilerini, daha geniş ekonomik tartışmalarla nasıl ilişkilendirdiğini vurguladı:

Birkaç sözcükle bunun sonucunu özetleyebiliriz; dünya nüfusu sürekli olarak artmaktadır, bu yüzden de sefalet, ıstırap, acı ve ahlaksızlık hüküm sürmektedir. Kalabalık bir nüfusa sahip olmak ve bu yüzden de kimileri zengin, bilgili ve ahlaklı iken kimilerinin de yoksul, acı içinde, cahil ve ahlaksız kaldığı bir sınıf düzeni içinde yaşamak insanlığın değişmez kaderidir… Yoksullara yapılan yardım ve yoksulluk vergisi saçma sapan bir şeylerdir, çünkü bunlar yarattıkları rekabet dolayısıyla işçilerin ücretlerinin daha da düşmesine sebep olan artık nüfusun daha da artmasından başka hiçbir şeye yaramazlar. Yoksullar Yasası’nı uygulayanların yoksullara iş bulması da saçma bir şeydir. Çünkü ancak ürünlerin belli bir miktarı tüketilebilir ve bu yolla kendisine iş bulunan her işsiz emekçi için, iş sahibi bir başkası işsizliğe itilir ve özel teşebbüsler Yoksullar Yasası sayesinde kötü durumda kalırlar. Bir başka deyişle tüm mesele artık nüfusun nasıl besleneceği değil, onun şu ya da bu yolla sınırlandırılmasıdır.

Böylece Malthus “açıkça, yaşama hakkının … saçmalık olduğunu söylemektedir.”[21]

Marx ve Engels, Malthus’un ekonomi ve nüfus teorilerinin en uzlaşmaz eleştirmenleriydi. Yeterli alanımızın olmaması bizim Malthus’un ekonomi çalışmalarının ayrıntılı bir eleştirisini yapmamızı engelliyor.[22] Yine de Malthus’un nüfus konusundaki fikirlerinin ekonomi teorisiyle uyumlu olduğuna dikkat çekeceğiz. Örneğin, ekonomik krizin arkasındaki ana etken eksik tüketim olduğu için, bunu çözmenin yolunun, metaları satın alabilecek olanların sayısını artırmak için “üretici olmayan tüketiciler” sınıfının artırılmasından geçtiğini iddia etmişti. Malthus 1821’de siyasal iktisatçı David Ricardo’ya yazdığı bir mektupta şöyle yazıyordu: “Ülkenin kaynaklarını harekete geçirmek için … belli bir oranda üretici olmayan tüketim mutlak ve müstakil olarak kesinlikle gereklidir.”[23] Malthus “üretici olmayan tüketiciler” olarak hem toprak sahipleri gibi üretici olmayan güçleri, hem de “üretim için gerekli teşviki sağlayan tüketimi temin eden” kamu görevlilerini kastediyordu.[24] Marx, Malthus’un tezinin hem “emekçi sınıfların sefaletinin gerekli olduğunun” ortaya konulmasına, hem de “iyi beslenmiş bir kilise ve devlet görevlileri takımının, ürünleri için uygun olan talebin yaratılmasında vazgeçilmez olduğunu kapitalistlere göstermesine” hizmet ettiğine işaret etti.[25]

Marx, özellikle sınıflar arasındaki uzlaşmazlıkları “derinleştirdiği” ve “açığa çıkardığı” için Malthus’un diğer burjuva tarihçilere olan üstünlüğünü teslim eder.[26] Ancak bu onun Malthus’un fikirlerine karşı olan öfkesini dizginlemez. Marx Grundrisse’de Malthus’tan “babun” diye bahseder:

Malthus insanlığın çoğalmasının tamamen doğal bir süreç olduğunu ve [bu çoğalmanın] geometrik bir şekilde ilerlemesinin engellenebilmesi için dış kısıtlar ve kontroller gerektiğini ifade ediyor. Bu geometrik çoğalma insanlığın doğal çoğalma sürecidir. Tarihte nüfusun çok farklı ilişkiler içerisinde ilerlediğini görecektir. Aşırı nüfus da aynı şekilde tarihsel olarak belirlenen bir ilişkidir. Onun belirleyicisi, hiçbir şekilde soyut sayılar veya hayatın gereksinimlerinin üretkenliğinin mutlak limiti değil, üretimin özel koşullarının koyduğu sınırlardır.[27]

Marx ve Engels Malthus’a birkaç farklı yerden hücum etti. Bunlardan biri Malthus’un temel tezi olan nüfusun geometrik, kaynakların ise aritmetik olarak arttığı tezinin bilimsel bir kanıttan yoksun olduğunun vurgulanmasıydı. Marx iğneleyiciydi, Malthus’un düşüncesinde çok merkezi bir yer tutan bu tezin “tamamen yoktan uydurulduğunu” söylüyordu.[28] Aynı zamanda Darwin’in Türlerin Kökeni’nin de bu noktada Malthus’un teorisinin altını oyduğunu belirtti; Darwin geometrik nüfus artışının insanların yanı sıra bitkilere ve hayvanlara da uygulanabileceğini savunurken, Malthus bu tür bir artışın sadece insanlara uygulanabileceğinde ısrar etti.[29]

Asıl önemlisi Marx’ın, Malthus’un insanları içinde bulundukları tarihsel bağlamdan soyutladığını savunuyor olmasıydı. Ünlü bir paragrafta Marx, aşırı nüfus kavramıyla, insanlık tarihindeki farklı dönemlerde farklı şeylerin kastedildiğini belirtti; “Atinalılar için aşırı nüfus olan sayılar bize ne kadar da az gözüküyor!” Marx için verili bir toplumdaki özgün toplumsal ilişkiler aşırı nüfus kavramına belirli bir anlam yükler; “Özgür Atinalıların aşırı nüfusu ve bundan kaynaklı olarak bazı Atinalıların koloniciler haline gelmesiyle, işçilerin aşırı nüfusuyla bazı işçilerin düşkünler evinde kalanlar haline gelmesi arasında büyük bir fark vardır.”

Marx’a göre, Malthus’un temel hatası nüfus sorununu tarih dışı bir tarzda ele alması ve üstelik gerçek tarihsel bulgulardan öğrenmek yerine, teorisini gerçekliğe dayatmasıydı:

Gerçek tarih Malthus’a öyle bir biçimde görünüyor ki, onun doğal insanlığının çoğalması, gerçek tarihsel çoğalma sürecinden üretilen bir soyutlama olmuyor. Bunun tam tersine, gerçek çoğalma Malthusçu teorinin bir uygulaması halini alıyor. Dolayısıyla tarihin farklı dönemlerinde hem nüfusun hem de aşırı nüfusluluğun doğasında var olan koşullar, ona nüfusun Malthusçu bir biçimde gelişmesinin önüne geçmiş olan bir dizi dış engel olarak gözüküyor.

Devam ediyor:

Malthus insanın çoğalması sürecinin doğasında olan tarihsel olarak değişen sınırlamaları, dış kısıtlamalara, doğal çoğalmanın önündeki bu dış kısıtlamaları da çoğalmanın doğal yasalarının içsel kısıtlamalarına dönüştürüyor.[30]

Bu tarih dışı teze karşı çıkan Marx ve Engels, insanlığın nüfusu için genel bir yasa ortaya konulamayacağını savundular. Onlar bunun yerine, nüfus artışını anlamak için önermeler ortaya koymaya yönelik her çabanın tarihsel bağlamı temel alması gerektiğini öne sürdüler:

İşçi nüfusu, bizzat kendisi tarafından üretilen sermaye birikimi ile birlikte, giderek büyüyen bir ölçüde, kendisinin göreli artık nüfus haline getirilmesinin araçlarını da üretiyor. Bu, kapitalist üretim tarzına özgü bir nüfus yasasıdır; gerçekten de her özel tarihsel üretim tarzı, kendi özel, tarihsel olarak geçerli nüfus yasalarına sahiptir. Soyut bir nüfus yasası, yalnızca bitkiler ve hayvanlar için vardır; o da ancak, insanın tarihsel olarak müdahale etmemesi ölçüsünde.[31]

Marx ve Engels kapitalizmde, işsizliğin ve eksik istihdamın, çok fazla insan olmasının bir sonucu olmadığını savundular. Bu durum, sadece kârı temel alarak üreten bir üretim sisteminin sonucuydu. Her insan ihtiyaç duyduğundan fazlasını üretebileceğinden, artan bir nüfus kendi gereksinimlerini karşılayabilmeliydi. Modern bilimin uygulanmasıyla verimlilikte meydana gelen gelişmeler de bunu kolaylaştırıyordu. Engels’in 1844 yılındaki Bir Ekonomi Politik Eleştirisi İçin Taslaklar metninde açıkladığı gibi:

İstihdam araçları, geçim aracı değildir. İstihdam araçları, yalnızca makine gücü ve sermayenin artışının nihai sonucu olarak artar, oysa üretici güçteki en ufak bir artış bile, geçim araçlarında derhal bir artış yaratır.[32]

Engels, Sir Humphry Davy ve Justus von Liebig gibi bilim insanlarının çalışmalarının tarımsal ürünü çarpıcı bir biçimde artırdığının farkındaydı. Bu tür teknik gelişmelerin daha önce mümkün olandan çok daha geniş bir nüfusa olanak sağlayabileceğini savunuyordu. Ayrıca artan nüfusun ihtiyaç duyacağı gıdayı üretmek için kullanılabilecek olan, hiç işlenmemiş veya işlendiği halde yetersiz ürün alınan çok geniş alanlar vardı. Engels’e göre dünyanın “sadece üçte biri işlenmiş olarak nitelendirilebilirken” ve “sadece Mississippi vadisi bile Avrupa’nın bütün nüfusuna yetebilecek boş araziye sahip” iken “aşırı nüfustan bahsetmek saçmalık” idi. Burada Engels, Mississippi Vadisi gibi toprakların yerli halklar tarafından çoktan iskân edilmiş olduğunu görmezden geldiği için suçludur. Yine de Engels, kapitalist üretimin irrasyonel doğası hesaba katıldığında dahi, bilim ve üretimdeki gelişmelerin daha geniş bir nüfusa olanak sağlayacağına işaret etmekte haklıydı. 1950’lerdeki Yeşil Devrim de dahil [1940’lar ile 1970’ler arasında dünya genelinde gözlenen tarımsal üretim artışını ifade eden terimdir. -çn] sonraki gelişmeler, kapitalizmin yeni teknolojiyi kullanarak gıda üretimini sözde Malthusçu sınırların çok daha ötesinde artırabilme yeteneğini gözler önüne serdi.[33] Elbette Engels ve Marx asla sınırsız nüfusun mümkün olduğunu öne sürmediler, onlar yalnızca Malthus’un temel fikirlerindeki tutarsızlıklara ve bilimsel kanıtların eksikliğine işaret ettiler.

Peki, öyleyse insanlar neden açtı? Engels açıklıyor:

Çok az üretiliyor; her şeyin nedeni bu. Ama neden çok az üretiliyor? Üretimin sınırlarına –bugün elimizde olan araçlarla bile– dayanıldığı için değil. Hayır, bunun nedeni üretimin sınırlarının aç karınların değil, satın alabilecek ve ödeme yapabilecek dolu cüzdanların sayısına göre belirleniyor olmasıdır. Burjuva toplumu daha fazlasını üretmeyi istemiyor ve isteyemez. Parasız karınlar, kâr için değerlendirilemeyen ve dolayısıyla kendisi de satın alamayan emek, ölüm oranına terk edilir.[34]

Marksistler için, kaynaklara, konuta, eğitime, istihdama vb. ulaşabilme eksikliği gibi açlık da nüfus sayısının bir fonksiyonu değildi ve hâlâ değildir. Bunun yerine, yukarıda sayılanlar toplumun yapısıyla ilişkilidir. Bugün insanlar ödeme yapamadıkları için veya başlangıçta kapitalizmin genişleme dönemlerinde verilmiş kamu hizmetlerinin aşınması yüzünden elverişsiz konutlarda yaşıyor, gıda eksikliği çekiyor ve temel hizmetlere yeterince erişim sağlayamıyorlar.

Paul Burkett, Malthus’un argümanlarının egemen sınıf için önemli olmasının sebebinin tam da egemen sınıfın sistemi için bu kadar etkili bir meşrulaştırma sağlaması olduğunu savunuyor. Malthus kâr maksimizasyonu peşinde koşan kapitalistlere “sermayenin insanlara ve onların doğal koşullarına, onlar kâr ve birikim için kullanılabilecek birer araç olamadıkları noktada gereksiz ve harcanabilir şeyler olarak davranılmasının ideolojik meşruiyetini sağladı.”[35]

Peki, nüfus konusu, üretimin bütün nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için dönüştürüldüğü bir toplumda nasıl ele alınabilir? Engels daha sonraki hayatında komünist toplum ve nüfus sorunu tartışmalarına katılmıştı. 1881’de Alman Marksist Karl Kautsky ile yeniden gündeme gelen aşırı nüfus meselesinde yaptığı bir tartışmada, toplumda yaşayan insanların sayısına “bir sınır koyulması gerekebileceği” gibi “soyut bir ihtimali” belirtmişti. Ancak aynı zamanda uyarıyordu:

Eğer komünist toplum bir noktada insanların çoğalmasını, tıpkı üretimi düzenlediği gibi düzenlemek zorunda kalırsa, bunu güçlüklerle karşılaşmadan yapabilecek olan da bu toplum ve yalnızca bu toplum olacaktır. Daha şimdiden Fransa ve Güney Avusturya’da plansız, kendiliğinden bir biçimde elde edilen sonucun, bu tür bir toplumda planlama ile gerçekleştirilmesi bence hiç de güç olmayacaktır. Her şekilde, bunun yapılıp yapılmamasını, ne zaman ve nasıl yapılacağını ve bu amaçla ne gibi araçların kullanılacağını kararlaştıracak olanlar, komünist toplumdaki insanlar olacaktır. Ben kendimi onlara yol gösterme ve önerilerde bulunma durumunda görmüyorum. Bu insanlar elbette bizlerden daha az zeki olmayacaklardır.[36]

Engels daha önce alıntıladığımız 1844 tarihli Bir Ekonomi Politik Eleştirisi İçin Taslaklar metninde benzer bir açıklama yaptığını belirtiyordu. Bu eserde Engels, Malthus’un haklı olması durumunda dahi, sadece sosyalist bir toplumun, demografik değişimi toplumun en yoksullarını ve en savunmasızlarını günah keçisi haline getirmeden yönetebileceğini savundu. Kapitalizmin devrimci bir şekilde alaşağı edilmesi toplum ve doğa arasındaki ilişkiyi dönüştürecek, kolektif üreticilere doğayla olan ilişkilerini rasyonel bir biçimde yürütme yeteneği kazandıracaktı. Burkett’in işaret ettiği gibi:

Komünizmin kolektif-demokratik ilişkileri, insanların çoğalmasını kuralsız bir rekabet içindeki kapitalizmin de dahil olduğu sınıflara bölünmüş toplumlara kıyasla çevresel olarak sürdürülebilir bir biçimde çok daha etkili bir şekilde ‘düzenleyebilir’.[37]

Bu gibi tezler Malthusçuluğa boyun eğmek olarak görülmemeli. Aksine onlar, sosyalist bir toplumun, açlık ve işsizlik gibi sorunları nasıl çözeceğine ışık tutuyor: Bu sorunların çözümü sıradan insanların demografi gibi konular hakkında önemli sosyal kararlar verebilmeleri için ihtiyaç duydukları bilginin ve demokratik erişimin onlara sağlanmasından geçecek. Böylesi bir anlayış, Malthus’un sunduğu düşünceden fersah fersah uzakta, Godwin’in evrensel olarak eğitimli bir nüfusun gerçek siyasete ve demokratik tartışmaya katılmasını içeren idealine çok daha yakındır.

Bugün, Malthus’un fikirleri çevre hareketinin bazı kesimleri tarafından sahipleniliyor. Ancak John Bellamy Foster’ın işaret ettiği gibi, Malthus çevre meseleleri hakkında geniş anlamda konuşmaz. Yeni-Malthusçuların aksine Malthus, nüfus ve gıda konusundaki düşüncelerini kaynak kıtlığı gibi daha geniş kapsamlı konulara doğru asla genelleştirmemiştir. Aslında, bunun tam tersini savunmuştur. Foster’ın vurguladığı gibi Deneme’sinin ilk baskısında Malthus “hammaddelerin” “istenildikleri kadar büyük ölçeklerde” hazır bulunduğunu görüyordu. Foster yazıyor:

Yeni-Malthusçuların gerçek amacının, en baştan beri Malthusçu ideolojinin temel itkisini oluşturan düşünceyi yani; burjuva toplumunun ve hatta bütün dünyanın tüm önemli sorunlarının kökeninin yoksulların aşırı üremesine dayandığı ve onlara yardım etmeye yönelik çabaların durumu … sadece daha da kötüleştireceği düşüncesini diriltmek olduğuna pek de şüphe yoktur.[38]

Nüfus artışı, demografi ve kapitalizm

Son 50 yılın demografik eğilimleri ve bunun sonucunda ortaya çıkan nüfus projeksiyonları dikkate alındığında nüfus artışı konusundaki kaygıların yeniden canlanması garip gözüküyor. Eğer yalnızca – nüfus artışında sadece kısmi bir rol oynamasına karşın, ki bunu aşağıda tartışıyoruz – yüksek doğum oranları dikkate alınsaydı, o zaman nüfus kontrolü savunucularının halinden en memnun çevreciler olması gerekirdi. 1970’lerdeki ve 1980’lerdeki nüfus tartışmalarının felaket habercisi üslubuna rağmen, “toplam doğurganlık oranı” (TFR) ile ölçülen doğum oranlarında son 40 yılda dünya genelinde çarpıcı bir düşüş kaydedildi (Şekil 1). Toplam doğurganlık oranı (TFR), ortalama bir kadının üreme çağı içerisinde doğurduğu ortalama çocuk sayısını ifade ediyor. Gerçekten de küresel olarak bizim kolektif TFR’mizin yaklaşık 2,5 olması, bugün bir “yenileme düzeyine” tekabül ediyor. Bu, yeni doğan çocukların sayısının, ebeveynlerinin ortalama ömürleri düşünüldüğünde sadece onların yerini alacak kadar olacağı anlamına gelir.

Birleşmiş Milletler’in (BM) küresel nüfus projeksiyonları, toplam nüfusun bu yüzyılın sonlarında 11 milyar düzeyinde zirve yapacağını öngörüyor.[39] Bu tahminler, ölüm oranındaki düşüşün, dünya genelinde doğum ve ölümlerin denkliğe ulaşacağı noktaya kadar süreceğini ve yenilenme TFR’sinin sağlanacağını varsayıyor. Ölüm oranları Batılı ortalama ömürle eşitlendiğinde, kadın başına yaklaşık olarak 2,1 çocuk düşmesi anlamına gelir. Son 40 yılda dünya genelinde doğum oranlarında bir düşüş gözlendi. Aslında bugün Güney Kore ve Çin gibi bazı ülkelerde doğum oranları yenilenme düzeyinin o kadar altında ki, nüfus azalıyor ve “yaşlanan nüfusların” büyüyen bir sorun olarak görülmesi, doğum yanlısı politikaların uygulanması çağrılarının yapılmasına neden oluyor.[40]

Küresel TFR günümüzde bir yenilenme düzeyindeyken, çevresel açıdan nüfus artışına odaklanılmaya devam edilmesi motivasyonunun mercek altına alınması gerekir. Doğurganlık düzeylerinin hâlâ en yüksek olduğu yerin Küresel Güney – özellikle de Sahra Altı Afrika’sı – olması, çevre hareketinin bazı kesimleri içerisinde nüfus artışı meselesine sürekli öncelik verilmesinin apolitik bilimsel bir yaklaşım olarak görülemeyeceğini gösteriyor. Bu nedenle, nüfus artışına ve doğum kontrolüne odaklanan çevreciler – aşağıda da tartışıldığı üzere- ırkçılık ve kültürel şovenizm ile suçlanmaya açıktır.

Nüfusumuzdaki hızlı artış, tarihsel bir olgu olarak tek başına kapitalizmle ilişkilendirilir. Ancak bu ilişkinin dikkatli bir biçimde incelenmesi gerekir. Evet, küresel nüfus Sanayi Devrimi’nden bu yana hızla yükselmiş, 1750’de yarım milyarken bugün 7,7 milyara ulaşmıştır. 21. yüzyılın sonuna gelindiğinde ise bu sayıya 3 ila 5 milyar kişinin daha eklenmesi bekleniyor.[41] Görünüşte ve çeşitli çevrekorumacı sivil toplum kuruluşlarının internet sitelerini süsleyen canlı ve seçici grafiklerde bu artış, yoksulluk, atmosferdeki karbondioksit, ormansızlaştırma ve türlerin neslinin tükenmesi gibi sanayi kapitalizminin diğer çıktılarıyla korelasyon içindeymiş gibi gözüküyor. Ancak korelasyon ile nedensellik aynı değildir. Bu eğilimlere eşlik eden insan nüfusundaki artış, kapitalizmin kaotik sınıf dinamiğinin bir başka belirtisidir.

Kapitalizm ve nüfus artışı arasındaki karşılıklı etkileşim sıklıkla yanlış anlaşılmıştır. Nüfus efsanesi, çoğalma davranışını kültürle, cinsiyetle, sınıfla ve mali yeterlilikle ilgili etkenlerin çok yönlü bir bileşimi olarak değil, insan türü tarafından paylaşılan bir özellik olarak gören Batılı kültürel önyargıları ve burjuva görüşleri yansıtır. Bazı açık demografik hatalar ideolojik kaynakları da olan yanlış yorumlardır. Örneğin, basit aritmetik ve soyut bir yaklaşımla “yüksek doğum oranlarına” odaklanılması, başlarda nüfus artışının arkasındaki itici gücün, kamu sağlığında, hastalıkların kontrol altına alınmasında ve sağlık hizmetinin sağlanmasındaki gelişmelerin sonucu olarak ölüm oranlarındaki azalma olduğunun görmezden gelinmesine neden olur. Savaş sonrası yaşanan doğum patlamalarının nadir örneklerini istisna tutarsak, yüksek doğum oranları meselesinin etkili olmasının nedeni, hane halkının daha çok çocuk yapması değil azalan ölüm oranları nedeniyle daha fazla çocuğun yetişkinliğe kadar gelebilmesidir. Nüfus artışına neden olan şey, ölüm oranındaki azalmayla – kendisi de ekonomik gelişimin kültürel ve maddi etkilerinin bir sonucu olan – düşen doğum oranları arasındaki gecikmedir.

Sosyalist bir bakış açısından, nüfus artışını tetikleyen sağlıktaki gelişmeler ve azalan ölüm oranları elbette sosyal ilerlemeye dair olumlu işaretlerdir, bunlar çoğu zaman sınıf mücadelesi ile kazanıldıkları için özellikle olumludurlar. Ancak sayısal artışımızı gezegen çapında bir vebaya veya virüse benzeterek, nüfus artışımızın savaşlar, kıtlık, hastalık ve çevresel çöküş gibi yollarla kısıtlanması gerektiğini savunan bazı mizantropik “koyu yeşil” tezler de vardır. Nüfus artışından kaygı duyan liberallerin çoğu en azından çabalarını kitlesel ölümleri arttırmaya değil, doğum oranlarını azaltmaya yoğunlaştıracak kadar düzgün insanlardır. Ancak belirttikleri bu iyi niyetlerine rağmen, doğum kontrol önlemleri yoluyla nüfusun azaltılmasını savunmaları sorunludur. Sosyalistler elbette kadınların doğum kontrol araçlarına parasız ve evrensel olarak ulaşabilmesinden yanadır. Yine de doğurganlık kontrol politikaları ve programlarını siyaseten özel olarak merkeze koymak, kapitalizmin mağduru suçlayan ideolojik tekniklerinin apaçık bir örneğidir. Bu aynı zamanda ırkçılık için de verimli bir alan yaratan bir tutumdur.

Nüfus kontrolü politikaları, kapitalizm ve ırkçılığın nasıl çakıştığını anlamak için demografik tartışmaların nasıl geliştiğine bakmalıyız. Nüfus artışı meselesini çevreleyen pek çok efsane ve yanlış yorum, demografinin kapitalist statükoyu meşrulaştırmak için siyaseten kullanılmasından ve istismar edilmesinden kaynaklandı. Kapitalizmin savunucuları nüfus artışını, radikal reformların ve devrimci değişimin kapitalizme yönelttiği tehdidi karşılayacakları bir tartışma olarak kullandılar. Tarihsel olarak, bu öfkelerinin odağı, kendilerine rakip olan sınıfların – proleterler ve köylüler – ve yoksulların yüksek doğum oranları olmuştur.

19.yüzyılda yoksulların çok çocuk yaptıkları için yoksulluklarından kendilerinin suçlu olduğu düşüncesi Victoria dönemi Britanyası, Avrupası ve ABD’sinin ahlaki atmosferini etkiliyordu. 20. yüzyıl boyunca batıda doğum oranlarının düşmesiyle birlikte, yeni Malthusçular dikkatlerini Küresel Güney’e ve yeni ulus devletlerin sömürge boyunduruğunu atmasıyla yaşanan hızlı nüfus artışına yönelttiler. Nüfus artışı konusundaki batılı endişeler, ülke içindeki yoksulluk ve Katoliklik gibi inançlara yönelik kültürel önyargılardan, “ekonomik gelişme” ve sömürge sonrası kendi kaderini tayin hakkı mücadeleleri gibi alanlara kaydı. Son 50 yılda, çevresel yıkım, sorumlu tutulan faktörlerin arasına zar zor girebilirken, savaş sonrası kapitalizminin savunucuları nüfusa ilişkin kaygılarında Küresel Güney’e odaklanmaya devam ettiler.

1960’ların sonundan 1990’ların ortalarına kadar BM ve Dünya Bankası gibi uluslararası “yardım” kuruluşları, Küresel Güney’in genelinde doğum kontrol hedefleri, politikaları ve programları yoluyla detaylı nüfus kontrol önlemleri geliştirme çabalarına sponsor oldular.[42] Bu çabalar Çin’in demografik deneyiminin yanlış yorumlanmasından kaynaklanıyordu. Çin’de 1980 yılında, kötü bir üne sahip olan Tek Çocuk Politikasının uygulanmasına başlanılmasının öncesinde, doğum oranları zaten yenilenme düzeyine yakın bir seviyedeydi.[43] Bu programların arkasındaki itici faktörlerden biri de Hindistan’ın 1971 nüfus sayımını izleyen ahlaki panikti. Bu sayımda ülke nüfusunun hızla arttığı görülmüştü. Böyle bir atmosferde, ülkenin başında bulunan İndira Gandi’nin yönetiminde zorunlu kısırlaştırma programları bile uygulandı. 1970’lerin ortalarındaki bu olağanüstü hâl döneminde onun siyasal rakiplerine yönelik kısıtlamalar da uygulandı. Doğum karşıtı politikaların devlet destekli aile planlama programları yoluyla dayatılabileceğine ilişkin yanlış inanç, Stanford Üniversitesi profesörü Paul Ehrlich gibi sağcı ve yeni-Malthusçu düşünürler tarafından teşvik edilmişti. Ehrlich Nüfus Bombası kitabını, Malthus’un kendi kitabını Fransız Devrimi’nin ardından yayımlamasına benzer bir şekilde, 1968’in küresel mücadeleleri zirve yapmışken yayınladı. Kitapta Küresel Güney’in yoksulları, insan uygarlığı karşısında varoluşsal bir tehdit olarak resmediliyordu. Küresel Güney’in eylemcileri ve radikal hükümetleri 1974 yılında Bükreş’te yapılan Dünya Nüfus Konferansı’nda bu gerici tutumlara “Kalkınma en iyi doğum kontrolüdür” sloganıyla cevap verdiler. Sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmasından ve ABD’nin Vietnam’da yenilmesinden sonraki özgüven atmosferinde bu devletler, Batı’nın – yüksek doğum ve ölüm oranlarından düşük doğum ve ölüm oranlarına olan – “demografik dönüşümü” yalnızca ekonomik gelişmeyle tamamlayabildiğine dikkat çekiyorlardı.

1990’lardan beri, doğurganlık oranlarının dünya genelinde düşüş göstermesi, nüfus kontrolü savunucularını önceki iddialarını yumuşatmak zorunda bıraktı. İlk hedefleri hâlâ Küresel Güney’in yoksul kitleleridir. Ancak yeni-Malthusçuların kuşağı, nüfus kontrolünü savunmanın yanında, doğum oranlarının görece yüksek olduğu Sahra altı Afrika gibi bölgelerde kadınların eğitimine ve istihdamına da odaklanıyorlar. Burada varsayım, eğitim temelli cinsiyet güçlendirmesinin Küresel Güney’deki kadınları daha az çocuk sahibi olmak yönünde cesaretlendirebileceğiydi; maddi olarak güçlenmeleriyle birlikte ataerkil kültürel uygulamalara meydan okuyabileceklerdi.[44] Elbette kırsal yoksulluk içerisinde yaşayan kadınları güçlendirmeyi hedefleyen çabalar alkışlanmayı hak ediyor ve kadınların eğitim düzeyleri ile düşük doğum oranları arasında istatiksel bir bağlantı bulunduğuna da hiç şüphe yok. Ancak bu korelasyonun altında dikkate alınması gereken nedensel ve motivasyonal mekanizmalar konusunda büyük bir belirsizlik var. Kadınların eğitim durumunun kendisi ekonomik gelişmenin ve eğitime sınıf temelli erişimin bir ürünüdür; kadınların eğitimi ve çocuk doğurma kararı arasındaki ilişki, azalan yoksulluk ve hane halkının artan maddi güvenlik düzeylerini de içeren daha derin sosyoekonomik eğilimlerin ortak göstergesidir. Gerçekten de ekonomik göstergeler ve doğurganlık oranları arasındaki korelasyonla, kadınların eğitimi ve doğurganlık oranları arasındaki korelasyon neredeyse birbirinin aynıdır. Bu durum, kültürel normlar ve pratiklere bakılmaksızın, yoksulluk, sağlık, istihdam ve ileri yaşlardaki güvenceler gibi maddi faktörlerin aile büyüklüğünün şekillenmesindeki etkisinin daha ağır bastığını akla getiriyor.[45]

Sonuçta, II. Dünya Savaşı sonrası nüfus tartışmalarına katılan – radikal ve gerici – farklı kampların tamamı, 21. yüzyılın ilk on yıllarında doğum oranlarında görülen hızlı düşüşe hazırlıksız yakalandılar. Ancak bu düşüşün nedenleri ne olursa olsun hiç şüphe yok ki neoliberalizm, demografik dönüşümler için insani ve ilerici bir toplumsal bağlam oluşturmamaktadır. Bireycilik ve tüketim çılgınlığı gibi kültürel etkiler Küresel Güney’e nüfuz ederken, neoliberalizmin kaotik ekonomik stratejileri, geriletici ekonomik yeniden yapılandırmalar yoluyla doğurganlıkta düşüşlere neden olmuş olabilir. Yine de bu ideolojinin çevresel bozulma, derin eşitsizlikler ve boşa harcanan insan potansiyelleri alanlarında ödettiği yüksek bedel düşünüldüğünde, neoliberalizmin bu çıktıları demografik zaferler olarak değerlendirilemez. İnsan nüfusu artışı yavaşlıyor olabilir, ancak küresel toplumumuzun uzun vadede varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği konusunda güven içinde olmaktan çok uzağız. Doğurganlık oranlarındaki düşüş ve yaklaşan nüfus düşüşü, “aşırı nüfus” argümanını vaaz edenler için bir başarı gibi görünebilir; yine de bu gelişmelerin beklenen çevresel ve toplumsal iyileşmelere yol açmadıkları görüldüğünde, içi boş zaferler olduğu açığa çıkacaktır.

Demografik olarak, Sahra altı Afrika ve Orta Doğu’nun bazı bölümleri dışında, çoğu ülkede ve dünyanın kendisinde, doğurganlık oranlarının yenilenme düzeyine yaklaştığı veya bu düzeyin altına düştüğü görüldü. Bu, dünyanın geri kalanında öngörülen nüfus artışının neredeyse tamamının “nüfus ivmesinin” ürünü olduğu anlamına geliyor. Nüfus ivmesi, daha önceki yüksek doğum oranlarının sonucu olarak – kendileri ebeveynlerinden daha az çocuk yapacak olsalar da- üreme çağına giren gençlerin demografik etkisini ifade eder. Bu olgu düşük doğurganlık ile de aynı derecede etkili bir biçimde tersine çalışır, bu yüzden “gelişmiş” ülkelerde, gelecekte görülecek nüfus düşüşleri ve yaşlanan nüfus yapıları hakkındaki bazı endişeler de dile getiriliyor.

Küresel nüfus artışı temelde sabit kalmasına rağmen aşırı nüfus argümanlarının devam ediyor olduğu gerçeği, onların savunucularının suçu kapitalizmden uzaklaştırma konusundaki çaresizliği hakkında çok şey anlatıyor. İyi niyetli eylemcileri bu tür neo-Malthusçulardan uzaklaştırmak için, doğum oranlarındaki son düşüşlerin içi boş bir zafer olduğunu savunmaya hazır olmalıyız. Nüfus kontrolü savunucuları merkezine yoksulluğun azaltılmasını koyan insani bir yaklaşımı benimsemek yerine, yanlış tezleri desteklemeye devam ediyorlar. Onlar, neoliberalizmin mimarları Küresel Güney’i ekonomik kurtlara yem ederken de bu şekilde davranmışlardı.[46] Son zamanlarda doğum oranında gerçekleşen hızlı düşüşün nedenleri ne olursa olsun, bunun sosyalizmde gerçekleşecek adil bir demografik dönüşüme eşlik edebilecek toplumsal önlemler ile sağlık önlemlerinden dağlar kadar farklı olduğunu biliyoruz.

Çağdaş ırkçılık ve nüfus tartışmaları

Küresel nüfus büyüklüğünü tartışmanın yolu ırkçı bir tutumdan geçmek zorunda değildir. Bununla birlikte, çağdaş nüfus artışının çoğu Afrika ve Asya’da olduğu için, nüfus büyüklüğünü kaynak kullanımı, açlık ve çevresel yıkım ile ilişkilendirmeye çalışan argümanlar kaçınılmaz olarak ırkçılığa çalıyor. Meseleyi kapitalizm bağlamı içine yerleştiren net sosyalist tezler buna karşı koymak açısından önemlidir.

Nüfusla ilgili modern tartışma, göç ve göçmenlik siyasetiyle yakından ilişkilidir. Nüfus siyasetini tartışmak, özü itibarıyla ırkçı olmasa da sağ ve aşırı sağın ırkçı bir anlatıyı güçlendirmek adına bu konuyu sıklıkla gündeme getirmesi dikkate değerdir. Bu nedenle, aşırı nüfus anlatısı genellikle yalnızca veya en azından çoğunlukla yalnızca Küresel Güney ile ilgili endişelerle bağlantılıdır. Dahası, sağcılar göçü ve nüfus düzeylerini daha geniş siyasal sorunlarla ilişkilendiren argümanlar da kullanıyor. Bu argümanlar, genellikle kişi başına tüketim rakamlarının suistimal edilmesiyle yakından bağlantılıdır ki bu konuyu birazdan tartışacağız.

Dünyanın bazı bölgelerinde çevre hareketinin göçmen karşıtı fikirlerle yakın bağlantıları olduğu görülebilir. “Eko-faşist” siyaseti anlatan son çalışmalar bunu genellikle yeni bir olgu olarak tasvir ediyor, ancak bu aşırı sağ ve faşist düşüncelerin kökleri derinlere uzanmaktadır.[47] Barry Commoner, 1971 tarihli radikal ekoloji kitabı, Kapanan Çember: Doğa, İnsan ve Teknoloji’de, Nüfus Patlamasını Kontrol Kampanyası’nın bir Amerikan gazetesine verdiği ilana dikkat çekiyor. İlanda şöyle deniliyordu:

Aç, aşırı kalabalık bir dünya korku, kaos, yoksulluk, isyanlar, suç ve savaşın dünyası olacaktır. Hiçbir ülke güvende olmayacak, bizimki bile… Bu konuda ne yapabiliriz? Hem içeride hem de dışarıda nüfus artışını kontrol etmek için bir düşüş programına ihtiyaç var.[48]

Kendisini “Uzun Vadeli Nüfus-Göç-Kaynak Planlaması için Amerika’nın Liderlik Ekibi” olarak adlandıran bir kuruluş tarafından 2008’de New York Times’a verilen bir ilanda da benzer düşünceler ifade edildi. İlan, ABD nüfusunun 300 milyondan tahmini 400 milyona doğru ilerlediğini belirterek başlıyor ve bunun çevre için ne anlama geldiğini soruyordu. Hava kalitesi, su tüketimi ve trafik gibi çevre sorunlarına dikkat çekerek şunları savunuyordu:

Bütün bu sorunlar, kalabalık ve hızla artan bir nüfustan kaynaklanmaktadır. Ne kadar çok insan varsa, sorunlar o kadar zorlu hale geliyor… Üstel olarak artmak nüfus artışının doğasında vardır. Ama gerçek şu ki, Amerikalılar az çocuk yapıyorlar. Diğer gerçek ise, Amerika’nın gelecekteki nüfus artışının yüzde 82’sinin göçmenlerden ve göçmen doğumlarından oluşacağıdır.[49]

İlanı verenler birkaç kısa paragrafta, çevresel yıkımı, kişi başına düşen tüketim rakamlarını kullanarak aşırı nüfusa bağladılar ve bunu ABD’ye olan göçün kısıtlanmasını savunan bir teze dönüştürdüler. Bu argümanın temel aldığı kaba ama sıkça rastlanan hesap, kişi başına 3,9 ton karbondioksit salımı gerçekleştiren Meksika’dan gelen göçmenlerin, kişi başına karbondioksit salımının 15,5 ton olduğu ABD’ye yerleştiklerinde daha fazla emisyona neden olacakları olabilir. Ancak gerçek şu ki, ABD’ye gelen göçmenler büyük olasılıkla yoksul olacaklar ve bu nedenle çevre üzerinde en düşük etkiye sahip kişiler arasında yer alırlar. Göçmenlerin daha fazla çocuk yaptığını ima eden bu söylem, göçmen topluluklar arasındaki doğurganlık oranının sonraki nesillerde düşme eğiliminde olduğunu da görmezden geliyor.

Büyük çevre protestoları ve iklim grevlerinin damgasını vurduğu 2019’da Britanya’da aşırı sağcı bir grup, üzerinde “Üçüncü Dünya’daki Aşırı Üreme Gezegeni Yok Eder”, “Yalnızca Beyaz İnsanlar Çevreyi Önemsiyor” ve “Tekneleri Batır, Dünyayı Kurtar” yazıları olan sahte Yokoluş İsyanı çıkartmaları yaptı. Bunları üreten grup küçük de olsa, kullanılan sloganlar, çevresel yıkımda en düşük payı olanları suçlamak için aşırı nüfus argümanlarını kullanan daha yaygın bir ırkçı anlatıyı yansıtıyor. John Hultgren, ABD çevre hareketindeki göçmen karşıtı fikirlerin tarihini incelediği çalışmasında bu retoriğin iki farklı aşamasını tespit etti. 1800’lerin sonu ile 1930’ların ortaları arasında, romantik ve Darwinci bir doğa anlayışı, “hem doğal ve hem de ulusal saflığa yönelen ortak bir adanmışlık” yoluyla “ırksal milliyetçiliğe” bağlandı. 1940’lardan 2000’lere kadar yeni-Malthusçuluk, “kısıtlama yanlılarının, göçmenlerin dışarıda bırakılması yoluyla Amerikan egemenliğini takviye etmesine” olanak sağladı.[50] Aşırı sağ ve faşistlere göre bu fikirler, göçmenlerin beyaz nüfusun “yerini alacağına” dair ırkçı korkularla mükemmel bir uyum içindedir.

Aslında, gelişmiş dünyadaki, yaşlanan nüfus ve azalan doğum oranlarıyla karşı karşıya kalan ülkeler, gelecekte işgücü bulabilmek için göçe ihtiyaç duyacaktır. Göç şimdiden Küresel Kuzey’deki nüfus seviyelerine önemli bir katkıda bulunmaktadır. Örneğin, 2005 ve 2010 yılları arasında “gelişmiş ülkelerde” 70 milyon bebek dünyaya gelirken, göçmenler buna 17 milyon kişi daha ekledi, yani “yeni gelenlerin” yaklaşık yüzde 20’sini oluşturdu. Bu yıllarda göçmenlik, hükümetlerin göçü kısıtlamaya yönelik artan girişimlerine rağmen, “zengin dünyanın ekonomik ve sosyal sistemlerinin çok önemli – gerçekten de yapısal – bir unsuru” haline geldi.[51] Birçok Avrupa ülkesinde, toplam nüfus, bu göçler yaşanmasaydı düşmeye devam edecekti. İtalya’da yeni göçmenler olmasaydı nüfus düşüşü çok dramatik olacak, ülke nüfusu 61 milyondan 2050’ye kadar 45 milyona düşecekti.[52]

ABD’de, “kısıtlamacı” bireyler ve gruplar, aşırı nüfus konusunda göçmen karşıtı tezleri öne sürmek için anaakım çevre örgütlerini ele geçirmeye çalıştılar. Hultgren, sağcıların göçmen karşıtı tutumlar almaya zorladığı Amerikan çevre örgütlerinin en büyük ve en eskilerinden biri olan Sierra Kulübü’nde göç konusunda yaşanan yoğun tartışmaları belgeliyor. Güney Yoksulluk Hukuk Merkezi, “Sierra Kulübü’nün, göçmenlik karşıtı eylemci John Tanton’la ve çeşitli aşırı sağcılarla müttefik olan güçlerin düşmanca bir ele geçirme girişimine uğradığı” uyarısında bulundu.[53] Bu mücadele 1998’de, Sierra Kulübü üyelerinin bu konuda “tarafsız kaldığının” teyit edilmesinin az farkla kabul edilişiyle sonuçlandı. Bununla birlikte, 2000’lerin başında, Sierra Kulübü yeniden göçmenlik karşıtı lobicilikle karşı karşıya kaldığında artık “göçmen toplulukları ve göçmen haklarını savunan kuruluşlarla dayanışma içinde olmak” tutumunu savunan daha ilerici bir konum almıştı.[54]

Sierra Kulübü’nün göçmenlik karşıtı gruplarca ele geçirilmeye karşı başlangıçtaki savunmasızlığı, göçmenlik ve ırkçılık konusundaki daha önceki olumsuz konumundan kaynaklanıyordu. 1980’de Sierra Kulübü’nün Nüfus Komitesi “ABD’ye göçün, nüfus istikrarının sağlanmasına yetecek kadar olandan daha fazla olmaması gerektiği” tavsiyesinde bulunmuştu.[55] 2018’de Kulübün Örgütsel Dönüşüm Müdürü Hop Hopkins, üyeleri arasında göçmen karşıtı fikirlere olan desteğin kökenini şöyle açıkladı:

Bu, dışlayıcı tarihimizin bir yansıması ve çevre hareketinin, nüfus kontrolü ve öjeni hareketleriyle, muhafazakâr hareketin ideolojileri ve eylemcileriyle sorunlu bir şekilde çakışmasının bir göstergesidir. Sierra Kulübü’nün Güney Kaliforniya’daki Angeles Şubesinin 1950’lerde Afrikalı Amerikalı üyelere izin vermeme politikasını benimsediği gerçeği, bu dışlayıcı tarihin bir örneğidir.[56]

Sierra Kulübü’nün, böylesi tutumları istisna değildi. Hultgren, bazı Amerikan çevre örgütlerinin göç ve nüfus konusundaki zayıflığının, çevrenin daha geniş toplumsal, siyasal ve ekonomik meselelerle nasıl bağlantılı olduğuna dair yanlış anlayışlarından kaynaklandığını savunuyor:

Hareket; doğanın, siyasal topluluğun, siyasal iktisadın, ırkın, sınıfın, cinsiyetin birbirleriyle ilişkilerinin karmaşıklığı ile baş etmekte zorlanıyordu, çünkü egemen söylemler tüm bunları açıklamaktan uzaktı. Bu örnek, ekolojik eylemi şekillendiren egemen iktidar modellerinin, fiilen var olan iktidar yapılarında ortaya çıkan herhangi bir etkin ve etik sosyo-ekolojik direniş karşısında bağlantı kurma sorunu yaşadığını gösterir.[57]

Günümüz hareketlerinde sürmekte olan tartışmalar, bu argümanların önemini koruduğunu göstermektedir. Bir örnek, sosyal adalete odaklanan bir “dördüncü talebin” benimsenmesiyle ilgili Yokoluş İsyanı’ndaki iç tartışmalardır. Bu talep etrafındaki tartışmalar, Yokoluş İsyanı eylemcilerinin, ekolojik yıkımın yapısal nedenleri ve sonuçlarının daha geniş bir ölçekte kavranabilmesi adına, hem sömürgecilik ve emperyalizmin tarihsel mirasının, hem de bugünkü ırkçılığın, cinsiyetçiliğin ve sosyal eşitsizliğin varlığının hesaba katılması için giriştiği belirgin bir çabadır.[58]

Aşırı nüfus argümanları ırkçı fikirleri körükleyebilir. Aşırı sağ, nüfus sorununu kullanır ve hatta istismar eder. Bununla birlikte, aşırı nüfus argümanlarının daha genel anlamda sağcı politikaları körükleyebileceğini de belirtmeliyiz. Örneğin, Paul Ehrlich 1970’te şunları savunuyordu:

ABD, nüfusunu sınırlamak için mümkün olan her şeyi yaptığına bizi ikna etmedikçe, nüfusu artan bir ülkeye olan tüm yardımları kesmeli… Dünyanın en acil sorununa bir çözüm bulunmasını engelleyen her ülke veya uluslararası kuruluşa şiddetli siyasal ve ekonomik baskı uygulanmalıdır. Bu önlemlerden bazıları baskıcı görünüyorsa, alternatifler üzerine düşünün.[59]

Gerçekten de aşırı nüfus teorileri, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD dış politikasının merkezinde yer aldı. ABD egemen sınıfı, nüfus artışının devrimci hareketleri körükleyebilecek gıda kıtlıklarına yol açacağından korkuyordu. “Yeşil Devrim”in başlatılması, yaşanabilecek bir “kızıl devrimi”, mahsul veriminin ve diğer çıktıların artırılması için gıda sisteminin dönüştürülmesi yoluyla önleme girişimiydi. Bununla birlikte, Yeşil Devrim aynı zamanda gıda sisteminin endüstriyel, ABD merkezli bir modele dönüştürülmesi anlamına da geliyordu. John Bellamy Foster bunu şöyle tanımlıyor; “ABD tarım işletmeciliği modeli kullanılarak Küresel Güney’deki toprağın ticarileştirilmesi. Malthusçu nüfus eğilimlerine atıfta bulunarak meşrulaştırılan acımasız bir ‘toprak reformu’ (yani, arazi gaspı)”[60]

Nüfus artışı, kapitalizm ve çevre

Kapitalizm bir fosil yakıt sistemidir. Fosil yakıtlar, Andreas Malm’un gösterdiği gibi, kapitalist sınıf için tercih edilen enerji kaynağı haline gelmiştir, çünkü fosil yakıtlar bu sınıfın, daha önce su gücüne bel bağlamanın dayattığı coğrafi kısıtlamalardan kurtulmasını sağlamıştı. En önemlisi, bu aynı zamanda kapitalist sınıfın kentsel işgücüne erişmesini sağladı.[61] Bir kez bir grup kapitalist bu fosil yakıtları kullanmaya başladığında, her yerdeki tüm kapitalistler aynısını yaparak fosil yakıtların sistemin işleyişinin ayrılmaz bir parçası olacağı bir yola girdiler. 2019’da ABD, enerjisinin yüzde 63’ünü fosil yakıtları yakarak üretti. Küresel enerjinin üretimi ve taşınması, atmosfere pompalanan sera gazlarının neredeyse dörtte üçünden sorumludur.

Ne var ki kapitalizmin çevresel yıkımını sadece fosil yakıtlara indirgememek önemlidir. Yenilenebilir enerjiye dayalı varsayımsal bir kapitalizm bile çevresel olarak yıkıcı olacaktır çünkü kapitalizmin doğal dünya ile sürdürülmesi mümkün olmayan bir ilişkisi vardır. John Bellamy Foster, Marx’ın, kapitalizmin insan toplumu ile doğa arasındaki metabolizmada onarılamaz bir çatlak yarattığını anladığını göstermişti. Bu “metabolik yarık”, kapitalizmin yalnızca kârı maksimize etmekle ilgilenen bir üretim sistemi olması yüzünden vardır ve ancak toplum ile doğa arasındaki ilişkinin rasyonel bir şekilde örgütlenmesi yoluyla iyileştirilebilir.[62] Çevresel bozulmanın, kapitalizme içkin olmasının nedeni tam da doğanın kapitalist üretimle bütünleştirilmiş olmasıdır.

Bunu vurguluyoruz, çünkü aşırı nüfus argümanının neden yanlış olduğunu anlamanın anahtarı burada. Bunu, aşırı nüfusu çevre sorunlarına bağlayanların neden genellikle kişi başına emisyonlara odaklandıklarını gözlemleyerek daha iyi anlayabiliriz. Bu veri, bir ülkeden gelen toplam salıma bakılarak ve bunu o ülkenin toplam nüfusuna bölerek hesaplanır. Lakin kişi başına emisyonlara odaklanmak, açıkladığından daha fazlasını gizleyen bir veriye odaklanmaktır. Veriler, emisyonlardaki hem bölgesel farklılıkları, hem endüstriler arasındaki farklılıkları, hem de kentsel ve kırsal alanlar arasındaki farklılıkları gizlemektedir. Daha da önemlisi, bu hesaplama sınıfın rolünü de gizler.

Örneğin 2016’da yıllık kişi başına düşen karbondioksit emisyonlarının yaklaşık 5,8 ton olduğu İngiltere’yi ele alalım.[63] Bunu Suriye (1,7 ton), Uganda (0,1 ton) ve Hindistan (1,8 ton) gibi ülkelerle karşılaştırın. Britanya ve ABD (15,5 ton), Avustralya (15,5 ton) ve Almanya (8,8 ton) gibi diğer sanayileşmiş ülkelerdeki nüfus artışının, salımlar açısından çevreye Küresel Güney’deki bir nüfus artışından çok daha zararlı etkileri olacağını savunmak mantıklı görünüyor.

Ancak tüm bunların gizlediği şey, Küresel Kuzey ülkelerinin neden olduğu emisyonlara özgü muazzam bir farktır. Bir örnek vermek gerekirse, yakın tarihli bir araştırma, 2018’de küresel havacılık emisyonlarının yüzde 50’sinden, insanların sadece yüzde 1’inin sorumlu olduğunu göstermişti.[64] Elbette Guardian’daki haberin yorumunda da işaret edildiği gibi, belirgin bölgesel farklılıklar da bulunuyordu: “Kuzey Amerikalılar 2018’de Afrikalılardan 50 kat, Asya-Pasifik bölgesindekilerden 10 kat, Latin Amerikalılardan 7,5 kat daha fazla uçtu. Avrupalılar ve Orta Doğu’dakiler Afrikalılardan 25 kat daha uzağa uçarken, Asyalılardan beş kat daha fazla uçtular.” Bununla birlikte; Britanya, Avrupa ve ABD içindeki emisyonların büyük bir kısmı “sık uçan yolculardan” kaynaklanıyor. Bu grubun hava yolculuğu “yılda üç uzun mesafeli uçuşa, ayda bir kısa mesafeli uçuşa veya ikisinin bir kombinasyonuna eşdeğerdir”. ABD ve İngiltere’de, insanların yaklaşık yüzde 50’si bir kez bile uçmadı. Yolcu uçaklarından kaynaklanan emisyonların büyük bir kısmına zengin bir azınlık neden olmaktadır.

Uçuşlardan kaynaklı kişi başına emisyonları temel alan kaba bir “nüfusçu” argüman, örneğin Britanya’nın nüfusundaki genel bir artışın, uçuştan kaynaklanan salım miktarında orantılı bir artışa yol açacağını öne sürer. Ancak bu, zengin ve yoksul insanların yaptıkları uçuş sayıları arasındaki farkı görmezden gelen bir açıklama olur. Ne yazık ki, kişi başına düşen emisyon yaklaşımı, aşırı nüfus teorisyenlerinin nüfusun tamamı veya çok büyük sayıda insan hakkında genelleme yapmasına olanak sağlıyor.

Bu yaklaşım, kötü şöhretli IPAT denklemi aracılığıyla bilimsel bir inandırıcılık cilası kazanmıştır. Formül, çevresel etkinin (I), zenginlik (A) ve teknoloji (T) ile çarpılan nüfus büyüklüğüne (P) eşit olduğunu öne sürmektedir. Nüfus büyüklüğünü çevresel yıkım için üç belirleyici faktörden biri olarak görür. Bir toplum ne kadar zengin, teknolojik ve kalabalıksa, çevreye o kadar zarar verir. IPAT denklemi en eski biçimiyle Ehrlich ve John P. Holdren tarafından Commoner gibi radikallerin çalışmalarına yönelik saldırılarında ortaya atıldı. 1971 tarihli bir makalede, Ehrlich ve Holdren “şüpheli iddialar” olarak adlandırdıkları bir dizi şeye karşı çıkıyorlardı:

Bunların belki de en ciddisi, ABD nüfusunun büyüklüğünün ve artış hızının, bu ülkenin yerel ve küresel çevreler üzerindeki olumsuz etkisine yalnızca küçük bir katkısı olduğu fikridir.[65]

Buna karşılık, yazarlar beş “teorem” önermektedir. Birincisinin tezi şudur; “Nüfus artışı çevre üzerinde orantısız ve olumsuz bir etkiye neden olur”:

Nüfus büyüklüğü, kişi başına düşen etkiyi, azalan verimlerden başka şekillerde etkiler. Bir örnek olarak, nüfustaki her bir kişinin diğer her bir kişiyle – yollar, telefon hatları ve benzeri biçimlerde – bağlantılara sahip olduğu aşırı basitleştirilmiş ancak öğretici durumu ele alalım. Bu bağlantılar, yapım ve kullanımlarında enerji ve malzemeleri içerir. Bağlantı sayısı, insan sayısından çok daha hızlı arttığından, bağlantılarla ilişkili kişi başına tüketim de artar.[66]

Ehrlich ve diğerleri, bu argümanları daha sonraki makalelerde biraz daha geliştirdiler, ancak IPAT denklemine sonradan çekilen bilimsel cila da dikkatle incelendiğinde dağılıp parçalanıyor. Ian Angus ve Simon Butler’ın açıkladığı gibi:

Aslında, IPAT hiçbir şekilde bir formül değildir; hesap uzmanlarının özdeşlik dediği, tanımı gereği doğruymuş gibi kabul edilen bir ifadedir. Ehrlich ve Holdren, etkinin nüfus çarpı zenginlik çarpı teknolojiye eşit olduğunu kanıtlamadılar; sadece onu bu şekilde tanımladılar.[67]

Angus ve Butler, IPAT’ın nüfus tartışmalarına yönelik bütünsel bir yaklaşımı tarifler hale gelmesine rağmen, onun yanlışlığını gösteren bir dizi güçlü kanıtın da bulunduğunu gösteriyor. 1993 tarihli “Nüfusu Denklemden Çıkarmak: I=PAT’ı Yeniden Şekillendirmek” başlıklı makalesinde, denklemin “insanları doğal çevredeki parazitler ve yırtıcılar olarak alan tekil bir görüşe” dayandığı sonucuna varan Patricia Hynes’den alıntı yapıyorlar.[68]

IPAT yaklaşımıyla ilgili sorunları daha iyi anlamak için, Ehrlich’in, 1971 tarihli Nüfus Bombası kitabında, çağdaş bir çevre sorunu olan Los Angeles’taki smog [İngilizce smoke (duman) ve fog (sis) sözcüklerinin birleştirilmesi ile oluşturulmuş, özellikle büyük şehirlerde havaya karışan çeşitli emisyon gazların neden olduğu hava kirliliğini tanımlarken kullanılan bir kavram -çn] sorununu açıklamak için benzer argümanları nasıl kullandığına bakalım. Ehrlich, kent nüfusunun büyümesinin daha fazla otomobile ve dolayısıyla daha fazla egzoz dumanına yol açtığını savunuyor:

Los Angeles ve benzeri şehirlerde insan nüfusu, en azından atmosferin atıkları uzaklaştırma kabiliyeti açısından, çevrenin taşıma kapasitesini aşmıştır. Ne yazık ki, Los Angeles duman yasaları – smog’un ana kaynağı olan- artan motorlu taşıt nüfusuna ayak uydurmakta güçlük çekiyor. Ve ekonomimizde büyük bir değişim gerçekleşene kadar hava kirliliğinin bu yönünde çok fazla gelişme beklenmesi pek olası görünmüyor… Duman çıkışını kısıtlamak için cihazların üretilmesi ve bu cihazların iyileştirilmesi için çok daha fazla çaba gösterilmedikçe, artan motorlu araç nüfusu Los Angeles ve benzeri şehirleri insan yerleşimine uygunsuz hale getirmektedir.[69]

Ehrlich, kirliliği azaltmak için yapılabilecek değişiklikler olduğunu biliyor. Örneğin, “fabrikalar ve motorlu taşıtlar kirletici madde üretim standartlarını karşılamaya zorlanabilir” diyor.[70] Yine de sorunun kaynağını yanlış yerde arıyor. Otomobil kullanımındaki artış, büyüyen nüfusla değil, daha karmaşık sorunlarla ilgiliydi. Angus ve Butler’ın çevre sosyoloğu Alan Schnaiberg’in çalışmalarını ele alırken açıkladıkları gibi;

1960 ile 1970 arasında ABD nüfusu 23,8 milyon artarken, özel otomobil sahiplerinin sayısı 21,8 milyon arttı. Nüfusçu bir model, daha fazla insanın daha fazla otomobile eşit olduğu sonucuna varır. Ancak, bu akıl yürütmede büyük bir mantıksal kusur var. 1960 ile 1970 arasındaki nüfus artışı neredeyse tamamen, o on yılda doğan ve hiçbiri otomobil alacak yaşta olmayan çocuklardan oluşuyordu.

Angus ve Butler, Schnaiberg’in vardığı sonuçları açıklıyor:

Yani otomobillerdeki artış, daha fazla insan veya daha fazla aileden değil, bazı ailelerin birden fazla otomobil satın almasından kaynaklandı… Otomobili olmayan aileler daha yaşlı, daha yoksul ve şehirli olmaya eğilimliyken, iki arabası olanlar ise orta yaşlı, daha iyi ekonomik durumlu olmaya, banliyö veya kırsal bölgede oturmaya eğilimliydi.

Schnaiberg, taşıtlardaki artışın, işgücüne giren kadınların sayısının artmasıyla ilgili olduğunu öne sürüyor.[71] Angus ve Butler’ın, Schnaiberg’in çalışmasını özetlerken gösterdiği gibi, araç kullanımındaki artış daha geniş toplumsal, siyasal ve ekonomik değişikliklerin ikincil bir sonucuydu. Bu, Los Angeles örneğinde açıkça görülebilir.

1950’lere kadar Los Angeles, geniş bir elektrikli tramvay ağının hizmet verdiği bir şehirdi. Şehir büyüdükçe, şehir planlayıcıları banliyöleri genişletmek istediler, ancak tramvay sistemini genişletmediler. Muazzam bir yol ağı oluşturuldu ve toplu taşıma şirketleri tramvaylardan otobüslere geçti. Böylece, şehrin büyümesi nüfus artışı nedeniyle değil, ulaşımın diğer daha az kirletici alternatifler yerine otomobillere ve otobüslere yönelmesi nedeniyle daha fazla smog’a yol açtı.

Los Angeles’taki ulaşım örneği, çevre kirliliğindeki değişiklikleri doğru bir şekilde anlamak için insan sayısı ve kirlilik düzeyleri arasında yüzeysel ilişkiler kurmayı bırakmak gerektiğini gösteriyor. IPAT gibi denklemleri kullanarak çevresel yıkımı anlamaya çalışmak, kapitalizmin doğasını görmezden gelmemize neden olur. Örneğin, ABD ordusu 140 ülkenin toplamı kadar salım yapar. Bir gazetecinin belirttiği gibi, “Pentagon bir ülke olsaydı dünyanın en büyük 55. karbondioksit emisyonunu yapan ülkesi olurdu”.[72] Ancak, ABD ordusunun ölçeği ülke nüfusunun bir fonksiyonu değildir; ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası küresel ekonomik egemenliğinin ve emperyalist hırslarının bir sonucudur.

Nüfus, politik tartışmanın “bir kolu” olamaz. Bizleri gerçek tartışmadan uzaklaştıran retorik bir dikkat dağıtıcıdır. Odak noktamız, bireylerin tüketim şekilleri değil, kapitalist üretim sistemi olmalıdır. Kapitalizm her zaman yeni talepler ve pazarlar yaratmıştır; bu gereklidir çünkü kuralsız piyasa sistemi aşırı meta üretme eğilimindedir. Sorun, daha fazla satın alan ve tüketen insan sayısının artması değil, merkezinde verimsizlik, atık ve fosil yakıtların bulunduğu bir sistemdir.

Sonuç

Dünyanın aşırı nüfuslu olduğunu iddia edenler her zaman sağdan gelmiyor. Bununla birlikte, nüfusla ilgili baskın argüman, sağcı bir toplum görüşünden kaynaklanmaktadır. Bu bakış açısına göre, ekolojik felaket, işsizlik, yoksulluk ve açlık, kapitalizmin yapısal sorunlarından değil, bireysel tercihlerin toplamından kaynaklanmaktadır. Buna karşılık, sosyalistler sayıların önemsiz olduğunu iddia etmezler, ancak türümüzün ve nüfusumuzun çevresel etkilerinin toplum biçimimiz tarafından belirlendiğini ve düşmanın, sermaye birikimini insanların ve gezegenin önüne koyan bu sistem olduğunu savunurlar. Marx ve Engels’in Malthusçu siyasete böylesine şiddetle saldırmasının nedeni de budur. Onlar suçu kitlelere yükleyen böylesi argümanların, sonunda öfkeyi kapitalizmden uzaklaştırdığını fark ettiler. Bu, sosyalist bir toplumun insan nüfusunu hiçbir olumsuz sonuç olmaksızın sonsuza kadar arttırabileceği anlamına da gelmez. Hatta bunun olmayacağından emin olabilirsiniz. Devrimci dönüşüm ve insan ihtiyacı temelinde örgütlenmiş bir toplumun yaratılması, insan demografisinde bununla ilişkili dönüşümler yaratacaktır.

Kapitalist üretim ekolojik yıkımı körükler, çünkü kapitalistler tarafından ve daha fazla servet biriktirmek için amansız bir talep tarafından yönlendirilmektedir. Kapitalizmde üretimin örgütlenmesi, işçileri kentsel alanlarda, fabrikalarda ve diğer büyük ölçekli işyerlerinde yoğunlaştırırken aynı zamanda zenginliği küçük bir azınlığın elinde yoğunlaştırır. Üretimin irrasyonel bir biçimde organizasyonu, kırsal alanların şehirler lehine azalmasına yol açar. Bu şekilde kapitalizm, sürdürülemez olan sosyal ilişkileri yeniden ve yeniden üretir. Eğer sürdürülebilir bir gelecek umudu varsa, o umut bu ilişkilerin dönüştürülmesinden geçer.

Marx ve Engels, açık bir şekilde sosyalist bir toplumun, insanlığın çevreyle ilişkisinin daha rasyonel bir şekilde düzenlenmesine olanak sağlayacağını düşünüyorlardı. Komünist Manifesto’daki on taleplerinden biri olarak, “kent ve köy ayrımının kademeli olarak kaldırılarak, nüfusun ülkede daha dengeli bir biçimde dağıtılması” çağrısında bulundular.

Kapitalizmin sürdürülemezliği, nüfusun çevreyle olan gerçek ilişkisini gizler. Sosyalist bir toplum, doğayla ilişkimizi dönüştürecek ve üretimi organize etmenin yeni, sürdürülebilir bir yolunu yaratacaktır. Bu, Angus ve Butler’ın işaret ettiği gibi, nihayet “Dünya’nın taşıma kapasitesini bilimsel olarak ölçmemizi” sağlayabilir.[73] Gerçekten de yozlaştırıcı kâr güdüsünden kurtulduğumuz bir dünyada, böyle bir ölçüm bizi olumlu anlamda şaşırtabilirdi. Ancak, o netliğe ulaşmak için önce kapitalizmden kurtulmamız gerekiyor. Bunu başarmanın ilk ve temel adımı, toplumsal hastalıklarımızın suçunu kitlelere yükleyerek kapitalist statükoyu koruyan argümanlara boyun eğmemekten ve sisteme odaklanmaktan geçer.

Bugün milyonlarca insan kapitalizmin dünyayı felakete sürüklediğini anlıyor. Suçlunun sıradan insanlar, onların üreme hakları ve çocuk doğurma konusundaki kararları olduğu fikrine boyun eğmeden büyüyecek bir isyanın alevlerini körüklemeliyiz. Alternatifimiz, üretimin Marx’ın “birleşmiş üreticiler” dediği insanlar tarafından demokratik olarak planlanan, insan ve doğa arasındaki ilişkinin rasyonel bir organizasyonuna dayanan bir toplumdur. Oraya varmak için, işe ezilenlerin yanında yer almakla ve gerçek düşmanı öne çıkarmakla başlamalıyız: Kapitalizm.

Martin Empson Kill all the Gentlemen: Class Struggle and Change in the English Countryside [Bütün Beyleri Öldürün: İngiliz Kırsalında Sınıf Mücadelesi ve Değişim] (Bookmarks, 2018) kitabının yazarı ve İklimi Değil Sistemi Değiştir: Çevre Krizine Devrimci Bir Yanıt kitabının (Z Yayınları, 2020) editörüdür.

Ian Rappel bir çevrekorumacı ve İngiltere’deki Sosyalist İşçi Partisi’nin (SWP) bir üyesidir. 1990’larda Cardiff Üniversitesi’nde Nüfus Araştırmaları bölümünde öğretim üyesiydi.

Çeviri: Onur Devrim Üçbaş

Kaynakça

Angus, Ian ve Simon Butler, 2011, Too Many People? Population, Immigration and the Environmental Crisis (Haymarket).

Attenborough, David, 2020, A Life on Our Planet: My Witness Statement and a Vision for the Future (Ebury Publications).

Bacci, Massimo Livi, 2017, Our Shrinking Planet (Wiley).

Barry, John, 2007, Environment and Social Theory (Routledge).

Burkett, Paul, 1998, “A Critique of Neo-Malthusian Marxism: Society, Nature, and Population”, Historical Materialism, cilt 2; 1.

Carrington, Damian, 2019, “Improve Contraception Access to Tackle Wildlife Crisis, Urges Campaign”, Guardian (11 Temmuz), www.theguardian.com/environment/2019/jul/11/improve-contraception-access-to-tackle-wildlife-crisis-urges-campaign

Carrington, Damian, 2020, “1% of People Cause Half of Global Aviation Emissions—Study”, Guardian (17 Kasım), www.theguardian.com/business/2020/nov/17/people-cause-global-aviation-emissions-study-covid-19

Commoner, Barry, 1972, The Closing Circle: Confronting the Environmental Crisis (Jonathan Cape).

Dasgupta, Partha, 2021, The Economics of Biodiversity: The Dasgupta Review, https://assets.publishing.service.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file/962785/The_Economics_of_Biodiversity_The_Dasgupta_Review_Full_Report.pdf

Davis, Mike, 2002, Late Victorian Holocausts (Verso).

Ehrlich, Paul, 1971, The Population Bomb (Ballantine). [Nüfus Bombası, Ayyıldız Matbaası, 1976]

Ehrlich, Paul R, ve John P Holdren, 1971, “Impact of Population Growth”, Science, cilt 171, sayı 3977.

Engels, Friedrich, 1982 [1845], The Condition of the Working Class in England (Granada). [İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Ayrıntı, 2015, İstanbul]

Foster, John Bellamy, 2002, Ecology Against Capitalism (Monthly Review Press).

Foster, John Bellamy, ve Brett Clark, 2020, The Robbery of Nature: Capitalism and the Ecological Rift (Monthly Review Press).

Gates, Bill, 2021, How to Avoid a Climate Disaster: The Solutions We Have and the Breakthroughs We Need (Allen Lane).

Holmes, George, 2012, “Biodiversity for Billionaires: Capitalism, Conservation and the Role of Philanthropy in Saving/Selling Nature”, Development and Change, cilt 43, sayı 1.

Hopkins, Hop, 2018, “How the Sierra Club’s History With Immigrant Rights Is Shaping Our Future”, www.sierraclub.org/articles/2018/11/how-sierra-club-s-history-immigrant-rights-shaping-our-future

Hultgren, John, 2015, Border Walls Gone Green: Nature and Anti-Immigrant Politics in America (University of Minnesota Press).

Kim, Jungho, 2016, “Female Education and its Impact on Fertility”, IZA World of Labor, https://wol.iza.org/articles/female-education-and-its-impact-on-fertility/long

Leather, Amy, 2021, Capitalism and the Politics of Food (Socialist Worker).

Malm, Andreas, 2016, Fossil Capital: The Rise of Steam Power and the Roots of Global Warming (Verso).

Malthus, Thomas, 1826, An Essay on the Principle of Population, cilt 2 (John Murray), www.econlib.org/library/Malthus/malPlong.html

Malthus, Thomas, 1970 [1798], An Essay on the Principle of Population (Penguin).

Marx, Karl, 1977, Grundrisse (Penguin). [Grundrisse, İletişim, 2018, İstanbul]

Marx, Karl, 1990, Capital, cilt 1 (Penguin). [Kapital, Cilt 1, Yordam Kitap, 2021, İstanbul]

McCarthy, Niall, 2019, “The US Military Emits More CO2 Than Many Industrialized Nations”, Forbes (Haziran 2019), www.forbes.com/sites/niallmccarthy/2019/06/13/report-the-u-s-military-emits-more-co2-than-many-industrialized-nations-infographic

McCurry, Justin, 2021, “South Korea’s Population Falls for First Time in its History”, Guardian (4 Ocak), https://tinyurl.com/y4ayme96

Meek, Ronald L (ed), 1971, Marx and Engels on the Population Bomb (Ramparts Press). [Nüfus Sorunu ve Malthus, Sol Yayınları, 1976, İstanbul]

Melia, Steve, 2021, Roads, Runways and Resistance: From the Newbury Bypass to Extinction Rebellion (Pluto).

Murdoch, William, 1980, The Poverty of Nations: The Political Economy of Hunger and Population (Johns Hopkins University Press).

Rappel, Ian, 2021, “The Habitable Earth: Biodiversity, Society and Rewilding”, International Socialism 170 (bahar), http://isj.org.uk/the-habitable-earth

Rappel, Ian, ve Neil Thomas, 1998, “An Examination of the Compatibility of World Bank Policies Towards Population, Development and Biodiversity in the Third World”, The Environmentalist, cilt 18, sayı 2.

Reisman, David, 2018, Thomas Robert Malthus (Palgrave Macmillan).

Roser, Max, 2017 [2014], “Fertility Rate”, Our World in Data, https://ourworldindata.org/fertility-rate

Shiva, Vandana, 2016 [1991], The Violence of the Green Revolution: Third World Agriculture, Ecology and Politics (University Press of Kentucky).

Sparrow, Jeff, 2020, Fascists Among Us: Online Hate and the Christchurch Massacre (Scribe).

Thomas, Neil, 1991, “Land, Fertility and the Population Establishment”, Population Studies, cilt 45, sayı 3.

Thomas, Neil, 1995, “The Ethics of Population Control in Rural China, 1979-92”, International Journal of Population Geography, cilt 1, sayı 1.

Thomas, Richard Gough, 2019, William Godwin: A Political Life (Pluto).

Thornett, Alan, 2019, Facing the Apocalypse: Arguments for Ecosocialism (Resistance Books).

United Nations, 2015, “World Population Prospects: Key Findings and Advanced Tables”, https://population.un.org/wpp/Publications/Files/Key_Findings_WPP_2015.pdf

United Nations, 2019a, “World Population Prospects 2019: Data Booklet”, https://population.un.org/wpp/Publications/Files/WPP2019_DataBooklet.pdf

United Nations, 2019b, “World Population Prospects 2019: Highlights”, https://population.un.org/wpp/Publications/Files/WPP2019_Highlights.pdf

Webb, Richard, 2020, “Paul Ehrlich: There Are Too Many Super-Consumers on the Planet”, New Scientist (11 Kasım), www.newscientist.com/article/2232011-paul-ehrlich-there-are-too-many-super-consumers-on-the-planet

World Bank, 2021, “Fertility Rate, Total (Births per Woman)”, https://data.worldbank.org/indicator/SP.DYN.TFRT.IN?end=2018&start=1960&view=chart

Yu, Sun, 2021, “China Set to Report First Population Decline in Five Decades”, Financial Times (27 Nisan), www.ft.com/content/008ea78a-8bc1-4954-b283-700608d3dc6c

 

Dipnotlar:

[1]     Barry, 2007. Ian Angus, Joseph Choonara, Sheila McGregor, Laura Miles, Camilla Royle ve Neil Thomas’a bu makalenin taslakları üzerinde yaptıkları faydalı yorumları için teşekkürler.

 

[2]     Gates, 2021; Holmes, 2012.

 

[3]     Attenborough, 2020.

 

[4]     Webb, 2020

 

[5]     Bunun son dönemlerdeki bir örneği için bkz. Dasgupta, 2021.

 

[6]     Melia, 2021, s. 208.

 

[7]     Carrington, 2019.

 

[8]     Thornett, 2019, s. 133. Aslında Thornett’in tahminleri 2050 yılı ABD nüfusu için, 2015 yılı raporunda 399 milyon, 2019 yılındaki raporunda ise 401 milyonluk bir nüfus tahmininde bulunan Birleşmiş Milletler’in gerisindedir. Bkz. Birleşmiş Milletler, 2015, s. 31; United Nations, 2019a, s. 15.

 

[9]     Thornett, 2019, s. 161.

 

[10]    Malthus’un hayatı ve fikirlerine bir giriş için bkz. Reisman, 2018, sf. 1-25.

 

[11]    Davis, 2002, s. 32.

 

[12]    Malthus’un Robert Wallace’ın daha önceki, ancak bugün büyük ölçüde unutulmuş argümanlarını geliştirdiğini belirtmek gerekir. 1761’de Wallace, kaçınılmaz nüfus artışının mevcut kaynakları geride bırakacağı için eşitlikçi bir toplumun imkânsız olduğunu savunan İnsanoğlu’nun Farklı Olasılıkları’nı yayınladı. Bkz. Reisman, 2018, s. 41 ve Foster, 2002, s. 138-139.

 

[13]    Malthus, 1970, s. 72.

 

[14]    Malthus, 1970, s. 134.

 

[15]    Malthus, 1826, s. 340.

 

[16]    Malthus, 1826, s. 424.

 

[17]    Alıntılayan Thomas, 2019, s. 80. Richard Gough Thomas’ın William Godwin hakkındaki kitabı, Malthus ve Godwin’in yazdığı ideolojik ve politik atmosfere mükemmel bir giriş niteliğindedir. Godwin’in nüfus tartışmalarına ilk girişi Wallace’a yazdığı bir yanıttı ve Malthus’un Deneme’si, Godwin’in bu daha erken dönemli çalışmaya yönelik eleştirisine verilmiş bir cevaptı. Bkz. Foster, 2002, s. 139.

 

[18]    Thomas, 2019, sf. 80-81.

 

[19]    Thomas, 2019, s. 128.

 

[20]    Engels, 1982, s. 309.

 

[21]    Engels, 1982, s. 309.

 

[22]    Malthus’un iktisat üzerine görüşlerinin iyi bir eleştirel özeti ile Marx ve Engels’in yanıtı için bkz. Meek, 1971, s.16-26’da bulunabilir.

 

[23]    Alıntılayan Reisman, 2018, s. 204.

 

[24]    Alıntılayan Reisman, 2018, s. 227.

 

[25]    Artı Değer Teorileri’nden, Cilt 3. Alıntılayan Meek, 1971, s. 33

 

[26]    Meek, 1971, sf. 16-17.

 

[27]    Marx, 1977, s. 606.

 

[28]    Marx, 1977, s. 606.

 

[29]    Foster, 2002, sf. 146-147.

 

[30]    Marx, 1977, sf. 606-607.

 

[31]    Marx, 1990, sf. 783-784.

 

[32]    Alıntılayan Meek, 1971, s. 60.

 

[33]    Yeşil Devrim, tarımsal üretkenliği büyük ölçüde artırdı, ancak teknolojiye ve kimyasal girdilere ağırlık vermesinin çok büyük sosyal ve ekolojik etkileri oldu. Yeşil Devrim ile yakından bağlantılı bir şekilde, sanayileşmiş tarım ABD’den Küresel Güney’e yayıldı. Bu süreç, köylüleri ve küçük ölçekli üreticileri, esas olarak Küresel Kuzey’de bulunan çok uluslu gıda üreticilerinin kârlarını maksimize etmeye yönelik küresel bir gıda ekonomisine bağlayarak, Küresel Güney’deki mevcut tarım yöntemlerini baltaladı. Bununla ilgili daha fazla bilgi için bkz. Leather, 2021, s. 30-32.

 

[34]    Meek, 1970, s. 87.

 

[35]    Burkett, 1998, s. 140.

 

[36]    Meek, 1971, s. 120.

 

[37]    Burkett, 1998, s. 136.

 

[38]    Foster, 2002, sf. 150-151.

 

[39]    Birleşmiş Milletler, 2019b.

 

[40]    McCurry, 2021; Yu, 2021.

 

[41]    Birleşmiş Milletler, 2019b.

 

[42]    Rappel ve Thomas, 1998.

 

[43]    Thomas, 1995.

 

[44]    Kim, 2016.

 

[45]    Kim, 2016; Roser, 2017; Thomas, 1991.

 

[46]    Nüfus yönetimine insancıl bir yaklaşım, Küba’da ve güney Hindistan’daki Kerala eyaletinde doğum oranlarında büyük düşüşe yol açan sosyal kalkınma deneyimlerinden çıkan derslerden faydalanabilir. William Murdoch’un bu alandaki çığır açıcı çalışmasına bkz. Murdoch, 1980.

 

[47]    Çağdaş “eko-faşizm” ve onun uzun tarihi hakkında daha fazla bilgi için bkz. Sparrow, 2020 ve Hultgren, 2015.

 

[48]    Commoner, 1971, s. 233.

 

[49]    Bu ilanın resmi için bkz. Hultgren, 2015, s. 15

 

[50]    Hultgren, 2015, s. 25.

 

[51]    Bacci, 2017, s. 46.

 

[52]    Bacci, 2017, s. 49.

 

[53]    Alıntılayan Hultgren, 2015, s. 50.

 

[54]    Hopkins, 2018.

 

[55]    Hultgren, 2015, s. 46.

 

[56]    Hopkins, 2018.

 

[57]    Hultgren, 2015, s. 144.

 

[58]    Yokoluş İsyanı ABD tarafından kabul edilen dördüncü talebin metni şöyledir: “En savunmasız insanlara ve Yerli egemenliğine öncelik veren, yıllarca süren çevre adaletsizlikleri için siyahlara, Yerli halklara, beyaz olmayan insanlara ve yoksul topluluklara, onların önderliğinde ve onlar için tazminat ve iyileştirmeler tesis eden, ekosistemlerin sürekli olarak gelişmesi ve yenilenmesi için yasal haklar belirleyen, insanların ve diğer tüm türlerin neslinin tükenmesini önlemek, herkes için yaşanabilir, adil bir gezegen sağlamak için devam eden çevre kıyımının etkilerini onaran adil bir dönüşüm talep ediyoruz.” https://extinctionrebellion.us/demands

 

[59]    Alıntılayan Commoner, 1972, s. 241.

 

[60]    Foster, 2002, s. 149. Yeşil Devrim’in ekolojik ve toplumsal etkilerinin analizi için bkz. Shiva, 2016.

 

[61]    Malm, 2016.

 

[62]    Bu argümanları savunan son dönemdeki bir çalışma için bkz. Foster ve Clark, 2020.

 

[63]    Kişi başına düşen tüm veriler Dünya Bankası veri bankasından alınmıştır. https://data.worldbank.org/indicator/EN.ATM.CO2E.PC

 

[64]    Carrington, 2020.

 

[65]    Ehrlich ve Holdren, 1971, s. 1212.

 

[66]    Ehrlich ve Holdren, 1971, s. 1213.

 

[67]    Angus ve Butler, 2011, sf. 47-48.

 

[68]    Alıntılayan Angus ve Butler, 2011, s. 49. İnsanların ekolojik etkilerine ilişkin bu hatalı ve basit görüş bu dergide [International Socialism] daha önce tartışılmıştı. Bkz. Rappel, 2021.

 

[69]    Ehrlich, 1971, s. 66.

 

[70]    Ehrlich, 1971, sf. 66-67.

 

[71]    Angus ve Butler, 2011, sf. 38-39.

 

[72]    McCarthy, 2019.

 

[73]    Angus ve Butler, 2011, s. 62.

 

sosyalizm