Çağla Oflas
Bundan 100 yıl önce 15 Ocak 1919 günü Rosa Lüksemburg tutuklandığı günün akşamı katledildi. Onun katledilmesi Alman Devrimi’nin yenilgisi dışında uluslararası sosyalist harekete ağır bir darbe oldu. Polonya’da doğan Rosa Lüksemburg, Almanya, Polonya ve Rus devrimci hareketinin içinde yer aldı. Polonya Sosyalist Partisi’nin kurucusu olan Rosa, parçası olduğu Rus devrimci hareketinin içinde aktif yer alırken, dünyanın en kitlesel, en güçlü partisi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD)’nin de önde gelen liderleri arasındaydı.
Rosa Lüksemburg Marx’tan sonra Marx’ın fikirlerinin en önemli taşıyıcısıdır. Yaşamı boyunca devrimci Marksist geleneğin mihenk taşı olan aşağıdan sosyalizm anlayışını “bürokratik ve devletçi sosyalizm” anlayışına karşı aralıksız savundu. Marx ve Engels’den sonra halefi sayılan Kautsky’e karşı çağdaşları hayranlık beslerken, Kautsky’nin reformist fikirlerini ilk teşhir eden devrimci oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda SPD’nin işçi sınıfını birbirine kırdıran sosyal şovenizmine karşı enternasyonalizmin bayrağını ilk yükseltenlerdendi.
Rosa, genç yaşlardan itibaren atıldığı işçi mücadelesinden hayatının sonuna kadar kopmadı. “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” yaklaşımından ömrünün sonuna kadar vazgeçmedi. Sosyalizm ne aydınlanmış kadrolar tarafından, ne parlamenter yolla ne de küçük bir komplocu grubun çabalarıyla yukarıdan aşağıya kurulabilirdi. Kapitalizm ancak işçi sınıfının kitlesel eylemleriyle aşağıdan yukarıya yok edilebilirdi.
Stalinist gelenek, Rusya’da egemenliğini kurmaya başladığı 1920’li yılların sonundan itibaren Rosa Lüksemburg’un kitaplarını yasakladı. Stalinist bürokrasi, Troçki gibi Rosa Lüksemburg’un eserlerinde de işçi sınıfının aşağıdan kolektif eylemine dayanan bir sosyalizm anlayışı anlatıldığı için Rosa’yı “kendiliğindenci” olmakla, örgütsüzlüğü savunmakla yaftaladı. Ne yazık ki Stalin sonrası birkaç kuşakta süren, kendi eylemini işçi kitlelerin yerine koyan ikameci yaklaşımlar, hâlâ bu sağcı fikirleri savunmakta bir beis görmemekte. Oysa Rosa Lüksemburg tüm yaşamı boyunca örgütlü mücadele içinde yer aldı. Bu mücadele içinde defalarca hapis yattı, kaçak yaşadı.
Ancak içinde yer aldığı SPD’nin bürokratik aygıtına ve reformizme karşı mücadele etmekten vazgeçmedi. Bunu yaparken her zaman işçi sınıfının eyleminin gücüne inandı. Bu nedenle de işçi sınıfı hareketiyle kopmamaya özen gösterdi. Örgütsel çıkarlarını, sınıfın çıkarları yerine koyan her türlü sekterizmle arasına mesafe koydu.
Tarihin akışı Rosa’nın pek çok konuda haklı olduğunu ispatladı. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ilk işçi devrimi 1917’de Rusya’da gerçekleşti. 1918’de Almanya’da devrimci işçi konseyleri savaşa son verdi. 1919’da İtalya’da, 1925’de Çin’de, 1936’da İspanya’da geniş işçi kitleleri toplumu altüst ettiler.
Rosa Lüksemburg, Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi’ne tüm kalbiyle sahip çıktı. İşçi sınıfının kazanmasında Lenin ve Troçki’nin payını teslim etti: Lenin, Troçki ve yoldaşları tarihsel bir dönemeçte bir partinin gösterebileceği, cesaret, devrimci öngörü ve tutarlılığı gösterebilmişlerdir. Batıdaki Sosyal Demokrasi’de olmayan bütün devrimci onur ve yetenek Bolşeviklerde temsil edilmekteydi. Onların Ekim başkaldırısı sadece Rus Devrimi’nin gerçek kurtuluşu olmakla kalmadı, aynı zamanda uluslararası sosyalizmin onurunun da kurtuluşu oldu.1
Rus Devrimi’ne sahip çıkmakla birlikte eleştirmekten geri durmayan Rosa, devrimi bekleyen temel sorunu ortaya koydu. Rusya’da problemin ortaya konulabileceğini ancak Rusya’da çözülemeyeceğini anlatan Rosa, tek ülkede sosyalizmin imkânsızlığına vurgu yaptı. Rus Devrimi’nin yalnız kalması hâlinde eski toplumun tüm kalıntılarının Rusya’da gerçekleşen devrimi boğacağının altını çizdi. Nitekim Ekim Devrimi’nin izole olduğu koşullarda iktidarı alan Stalinist bürokrasi işçi sınıfının tüm kazanımlarını gasp etti.
Rosa Lüksemburg derin bir hümanizm ile birlikte canlı sevgisine sahipti. Günümüzde yaşasaydı kuşkusuz türcülüğe karşı mücadelenin en ön saflarında yer alırdı. Rosa Lüksemburg, 1916 ve 1917 arasında tutuklu bulunduğu hapishaneden yazdığı mektupta, kısa gezintilerinden birinde sığırlara yapılan kötü muamelenin onda açtığı derin yaradan bahsetti. Ancak devrimci Marksist Tony Cliff’in dediği gibi, “Rosa Lüksemburg, insanlık trajedisinin destanlaştığı yerde, gözyaşlarının yeterli olmadığını biliyordu. Onun temel inancı, Spinoza’nınki gibi: ‘Ağlama, gülme, fakat anla’”2 biçiminde olabilirdi. Ölümünün ardından yakın arkadaşı Klara Zetkin onu şöyle anlattı:
Rosa Lüksemburg’ta sosyalist fikir, hem kalbin, hem beynin hiçbir zaman sönmeden yanan güçlü ve egemen bir ihtirasıydı. Bu şaşırtıcı kadının büyük amacı toplumsal devrim yolunu hazırlamak, sosyalizme giden tarih patikasını temizlemekti. Devrim denemesi, devrim için çarpışmak onun en büyük mutluluğuydu. Bütün hayatını sosyalizme adadı. Kendisini sadece trajik ölümünde değil, fakat bütün hayatı boyunca, her gün, her saat, yıllar boyu süren bir mücadelede sosyalizme hasretti. O keskin bir kılıç, canlı bir devrim aleviydi.3
Reformizme karşı devrim: “Amaç her şeydir”
Rosa Lüksemburg kapitalizmi devrimci yöntemlerle alaşağı etmek yerine onu parlamenter ya da başka biçimlerle iyileştirmeye çalışan reformist fikirlere karşı açık cephe aldı. Engels’in ölümünden sonra SPD içinde reformizm adım adım etkili hâle geldi. Reformist çizgi 1890 sonrasında güç kazandı. Partinin etkinlik alanının da genişlemesi sayesinde sağcı fikirler İkinci Enternasyonal içinde de hegemonya kurabildi. SPD içinde reformist fikirlerin gelişmesinde partinin yapısal sorunları önemli bir faktör olmakla birlikte reformizmin dayanağını oluşturan fikirlerin gelişiminde kuşkusuz en etkili figür Eduard Bernstein’dı.
Bernstein, Marksizm’in devrimci özünü tahrip edip, revize ederken Marksizm’den tüm sapmalarda olduğu gibi Marx’a yaslandı. Bernstein’a göre işçi sınıfının kapitalizmi yıkması gerektiği fikri, kapitalizmin ehlileştirildiği, günden güne uysallaştırıldığı koşullarda bir anlam ifade etmiyordu. “Ne olursa olsun, nihai amaç benim için hiçbir şeydir; hareket ise her şeydir”4 diyen Bernstein, kapitalizmin çelişkilerinin keskinleşmediğini iddia etti. Karteller, tröstler ve kredi kurumları sistemin anarşik yapısını adım adım düzeltiyorlardı. Marx’ın öngörülerinin aksine, durgunlukların sürekli tekrarlanması yerine sürekli refaha doğru bir eğilim vardı. Üretim dallarının sürekli çeşitlenmesi nedeniyle geniş işçi kesimlerinin orta sınıfa yükselmeleri sonucunda orta sınıfların sağlamlaşması ve sendikal mücadeleyle işçi sınıfının yaşam, çalışma ve siyasal koşulları düzelme gösteriyordu. Bernstein’ın sahip olduğu sağcı fikirlerin özünü kapitalist sistemin içinde varlığın sürdüren “sosyal refah devleti” oluşturuyordu. Bu çözümlemeye göre sosyalist bir parti, nihai hedefini işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının adım adım iyileştirilmesiyle sınırlandırmalıydı. Kapitalizmi yıkmak yerine ele geçirmeyi önerdi. Sendikalar, kooperatifler sosyalizme geçmek için temel ekonomik araçlardı. Değişimin yolu parlamenter demokrasiden geçmekteydi.
Bernstein’ın Marksizm’e ilişkin en temel tahribatı devlet ve devrim konusunda oldu. Kapitalist devletin burjuvazinin çıkarlarını koruyan baskı aygıtından başka bir şey olmadığı gerçeğinin üzerini örttü. Devleti sınıflar üstü bir kategoriye oturttu ve devleti tüm toplumun temsilcisi gibi göstermeye çalıştı. Parlamenter yolla, kapitalizm altında tüm topluma hizmet verecek, kapsamlı sosyal reformları gerçekleştirecek “sosyal devlet” fikrini ortaya koydu. Rosa Lüksemburg ise reformlar için verilen mücadeleyle devrim arasında ayrılmaz bir bağ kurdu. Rosa Lüksemburg için işçi sınıfının demokratik talepler, yaşam ve çalışma koşularının iyileştirilmesi için verdiği mücadele, kapitalizmin yıkımına giden tek yoldur. Aynı zamanda reformlar için mücadele işçi sınıfı için bir okuldur. İşçi sınıfı mücadele içinde egemen sınıfa ait tüm fikirleri siler, süpürür. Kapitalizmi yıkma konusundaki gücünün farkına var. Bu ise onu daha cüretkâr hâle getirir ve aynı zamanda bu mücadelelerin bütünü, geleceğin sınıfsız toplumuna giden yolu açar. Tüm bu mücadelelerin belirleyici yanı nihai hedefidir. Reformlar için mücadele işçi sınıfının kapitalist devleti parçalayıp, yerine işçi devletini kurma görevini asla ortadan kaldırmaz. Aksine işçi sınıfının her bir kazanımını koruması nihai hedefine bağlıdır. Rosa Lüksemburg’un dediği gibi “amaç her şeydir”.
Kapitalizmin kaçınılmaz döngüsü kriz
Bernstein’a göre krizler, işleyişte ortaya çıkan bazı arızalardan kaynaklanmaktaydı ve bunlar olmasa, sistem aksamadan işleyebilirdi. Rosa Lüksemburg aksine, kapitalist sistemin “arızalar” olmadan var olamayacağını anlattı:
Kapitalist üretimin “rahatsız edilmeden” yürümesinde, kapitalizme yönelik, bunalımlardan daha büyük bir tehlike vardır. O da üretim ile değişim arasındaki çelişkiden kaynaklanan, tehlike değil, kâr oranlarının sürekli düşmesine yol açan emek verimliliğindeki büyümenin kendisidir. Kâr oranlarının düşmesi, tüm küçük ve orta boy sermayenin üretimini olanaksızlaştırma, böylece yeni oluşumu, onunla birlikte sermayenin yerine konmasını sınırlama gibi çok tehlikeli bir eğilime yol açmaktadır.5
Rosa Lüksemburg karteller, tröstler ve kredi düzeninin krizi derinleştirdiğine dikkat çekti. Kredi sisteminin kapitalizmin tüm ana çelişkilerini yeniden ürettiğini, son sınırına getirdiğini ve çöküşü yönündeki gidişatı hızlandırdığını anlattı. En genel tanımıyla kredinin özgül işlevi diyordu Rosa:
Tüm kapitalist ilişkilerdeki son sağlamlılığı yok etme, her tarafı en fazla esnekliğe sokma, tüm kapitalist güçleri son sınırına kadar genişletme, göreceli ve duyarlı yapmaktan başka bir şey değildir. Böylece capitalist ekonominin birbirlerini iten güçlerinin periyodik çarpışmalarından başka bir şey olmayan bunalımlarının derinleşip, kolaylaşacağı çok açıktır.6
Dünya kapitalizminin 1973-74 sonrası yaşadığı büyük krizden sonraki kırk yıllık süreç Rosa Lüksemburg’un haklılığını ortaya çıkardı. Son kırk yıllık yeni liberal süreçte kârlılık oranlarının görece düşük, işsizlik rakamlarının yüksek olduğu, üretkenlik artışlarının zayıf kaldığı ve gelir eşitsizliğinin ciddi şekilde artmasının sonucu finansal piyasaların ve işlemlerin hacminin olağanüstü büyüdüğü bir tablo ortaya çıktı. Sermayeler arası ilişkilerden, devletlerarası ilişkilere, hane halkına kadar genişleyen kredi sistemi nedeniyle son kırk yılda kapitalizm devasa çöküşler yaşadı. 1997-98 yılında Tayland’da başlayan Güney Kore, Malezya, Filipinler ve Endonezya’ya yayılan ekonomik kriz “Asya Kaplanları” nın çöküşüne yol açtı. Ardından 2001 yılında Türkiye ve Arjantin büyük bir çöküş yaşadı. 2008 yılında ABD’li işçilerin en yoksul kesimlerinin konut kredileri ve kredi borçlarının menkul kıymetleştirilmesi kapitalizmin tarihinde görülmüş en derin ekonomik krizlerden birine yol açtı.
2008 krizi sonrasında sisteme para pompalamak suretiyle genel bir çöküş engellendi ama bu krize yol açan sorunlara çare olmadığı için krizin etkileri hâlâ sürmekte. Nitekim ABD’nin yüksek faiz uygulaması ve sıkı para politikasına geçmesiyle birlikte gelişmekte olan ekonomiler yeniden kriz döngüsüne girdiler. Türkiye 2001’den sonra en derin borç krizini yaşamakta. Arjantin de kriz nedeniyle IMF’in kapısını çalmak zorunda kaldı. Rosa’nın da söylediği gibi kredi sistemi sermayenin zor durumda kaldığı zamanlarda kullandığı son bir çıpa ve çöküş kaçınılmaz. Ancak yaşanan her kriz sermayenin işçi sınıfına daha yoğun saldırılarına yol açmakta. Milyonlarca insanın sefalet koşullarında yaşamasına yol açan krizden kurtulmanın tek yolu kapitalizmden kurtulmak.
Reformizmle tarihsel hesaplaşmanın önemi
1917 Ekim devrimi ve sonrasında, 2. Dünya Savaşı’na kadar geçen zamanda dünyanın pek çok yerinde devrimler, çalkantılı durumlar yaşandı. Bu devrimler Stalinizmin etkisindeki 3. Enternasyonal’in ihaneti sonucunda yenildi. 2. Dünya Savaşı sonrasında dünya Rusya ve ABD ekseninde iki kampa ayrıldı. Doğu Avrupa ülkeleri Rusya tarafından işgal edildi. Savaş sonrasında işçi hareketi yeniden yükselişe geçti. 1930’lu yılların sonunda Fransa’da ve İspanya’da devrimci durumlar ortaya çıktı. Yunanistan’da iç savaş yaşandı. Stalinizmin ihaneti devrimin ilerlemesinin önüne geçti. İşçi sınıfı devrim yapamasa da tavizler koparabildi. Bir yandan sosyal demokrasi ve Stalinist partiler aracılığıyla işçi hareketi kontrol edildi. Diğer yandan işçi sınıfını sistemle bütünleştirmek için pek çok taviz verildi. Paralel bir şekilde devletin piyasaları düzenlediği ve hâkim olduğu Keynes politikaları uygulanmaya başlandı. Yıkılan Avrupa, devletler eliyle yeniden inşa edildi. Kamu yatırımları arttı. İşsizlik oranları önemli ölçüde azaldı. Batı Avrupa ülkelerinin tamamında sosyal güvenlik sistemi hayata geçirildi. İşçi sınıfı emeklilik hakkı ve ücretsiz sağlık hizmetleri hakkına kavuştu. İşsizlik sigortası fonu, kira yardımı gibi pek çok sosyal kazanım işçi sınıfının yaşam koşullarının iyileşmesine yol açtı. Kitlesel işçi mücadelelerinin bu kazanımlardaki rolü görmezden gelindi. “Sosyal devlet” adı altında verilen bu tavizler işçi devrimine gerek duymadan, kapitalizmin yarattığı zenginliğin paylaşılabileceğini savunan sosyal demokrat ve sendikal bürokrasinin reformist fikirlerinin güçlenmesine yol açtı.
Aslında reformizme “devletin restorasyonu” fikri Lasalle’dan beri hâkimdi. Bernstein sosyal reformlarla sosyalizme geçilebileceğini söylemişti. Sendikalarda örgütlenen işçi sınıfı baskı kurarak yasaları değiştirebilir, sömürüyü sınırlandırabilirdi. Bu yaklaşım Stalinizm’in “devlet sosyalizmi” anlayışıyla birleştiğinde kapitalist devlete müdahale edilip, ıslah edilebilirliği algısı işçi sınıfı içinde güçlendi. Üretilen toplumsal değerden işçi sınıfının ne kadar pay alacağını sınıf mücadelesinin düzeyinin belirlediği gerçekliği unutuldu. Oysa her bir tarihsel dönüm noktasında sınıflar arasındaki çatışmada kimin kazanacağı terazinin hangi kefesinin ağır bastığıyla ilgilidir. İşçi sınıfının kazanımlarının korunmasının teminatı “sosyal devlet” değil mücadeledir. Rosa Lüksemburg’un söylediği gibi:
Yasal reform çabaları devrimden bağımsız, kendi başına itici bir güç değildir; Her tarihsel dönemde, son devrimin etkisiyle gösterdiği doğrultuda hareket eder ve bu itkiyi duyumsamaya devam ettiği müddetçe de sürer ya da, somut söylemek gerekirse, yalnızca son devrimin oluşturduğu toplumsal biçim ve çerçevesinde hareket eder.7
“Sosyal devlet” adı altında yapılan uygulamaların, kitlesel işçi mücadeleleri karşısında sermayenin vermek zorunda kaldığı tavizler olduğunu zaman gösterdi.
1970’li yılların sonunda kapitalizmin kâr oranları düşmeye başlayıp kriz kapılarını çaldığında “sosyal sorumluluklar” unutulup gitti. Sermaye toplumsal değerden üretilen payın işçi sınıfına düşen kısmını düşürmeye girişti. Yeni liberal politikalar adı altında işçi sınıfına yönelik geniş çaplı saldırılar gerçekleşti. Eğitim ve sağlık hizmetleri özelleştirildi. Sosyal harcamalar kısıldı. Üretim sürecinde de köklü değişimler yapıldı. Batıdaki işyerleri Asya ülkelerine taşınmak suretiyle iş gücü maliyetleri düşürüldü. Ayrıca üretim sürecinde esnek üretim modelleriyle işgücü süreçleri atomize edildi.
Reformist ve Stalinist liderlikler yeni-liberal saldırılar karşısında etkili bir mücadele geliştiremedi. 1989’da Rusya ve Doğu Avrupa’da devlet kapitalisti rejimlerin çökmesi sermayenin hegemonyasının daha da artmasına yol açtı. İşçi sınıfına yönelik saldırılar devam etti. İşçi sınıfının içinden doğup gelişen ve sendikalarla organik bağları olan sosyal demokrat partiler, işçi sınıfının “burjuva” partileri olmaktan çıkıp, burjuvazinin işçi partilerine dönüştüler. Bugün reformist partilerin ve sendikaların gücü ve etkisi işçi sınıfı saflarındaki etkisini eskiye oranla yitirmiş olmakla birlikte reformist fikirler hâlâ etkili. Ancak bir dönem kapandı, “sosyal devlet”in dayanağı ortadan kalktı. Bu tarihsel süreç işçi sınıfının kazanımlarının güvencesinin kapitalizmi ortadan kaldırmaktan geçtiğini bir kez daha gösterdi. Şimdi işçi sınıfının önünde hem kayıplarını giderip kazanımlarını garanti altına alacak hem de kendi toplumunu inşa edecek ikili bir mücadele duruyor. Kuşkusuz bu mücadelenin en önemli ayağı reformizme karşı mücadele.
Demokrasi devrimle gelecek
Rosa Lüksemburg emperyalizm çağında burjuva toplumuna ait, demokratik yapıların işlevini yitirdiğine dikkat çeker ve şunları söyler: “Özellikle dünya ekonomisinin geliştiği emperyalist aşamada rekabetin keskinleşmesi sonucu ortaya çıkan militarizm, hem iç hem de dış siyasette belirleyici oldu. Bu koşullarda sermayenin dünya ölçüsündeki rekabetinin önünü açabilmek için işgücü maliyetlerinin kısılması ve emek hareketinin baskılanması ihtiyacı demokrasiyi gereksiz hâle getirdi. Dünya siyaseti ile militarizmin içinde bulundukları aşamada yükselen bir eğilimi temsil ettikleri doğru ise, bunun mantıksal sonucu olarak burjuva demokrasisi inişe geçen bir çizgide hareket etmek zorundadır”8
Rosa Lüksemburg’un kapitalist emperyalist sisteme ilişkin tespiti 21. yüzyıl açısından da oldukça yerinde. Özellikle 2008 krizi sonrasında yeni-liberalizmin sonunun gelmesiyle birlikte devletlerarası rekabetin tırmandığı, serbest ticaretin yerini korumacı politikaların ve ticaret savaşlarının aldığı koşullarda devletler silahlanma yatırımlarını arttırırken militarizm ve milliyetçilik hâkim siyaset hâline geldi, liberalizm yerini otoriter yönetimlere bıraktı. ABD’de Trump’ın iktidara gelişi sonrasında, Macaristan, Fransa, İtalya ve Türkiye’de iktidardaki otoriter figürler, parlamenter sistem zayıflatarak sessizce yere bıraktı.
Rosa Lüksemburg aynı noktadan hareketle demokrasinin kazanımı için burjuva devletin yıkılmasının zorunluluğunu anlattı. Marx gibi burjuva toplumunun yıkıntıları üzerinden inşa edilen işçi devletinin özünün tam demokrasiye dayanması gerektiğini savundu. Rosa Lüksemburg, şöyle diyordu:
Kapitalizm başlangıcında –meta üretimi olarak- Ortaçağ’ın kent komünlerinde demokratik bir anayasayı yaşama geçirmiştir. Kapitalizm sonraları, daha gelişmiş biçimiyle, manüfaktür olarak mutlak monarşide kendisine uygun siyasal biçimleri bulmuştur. Ve nihayet gelişmiş bir sanayi ekonomisi olarak Fransa’da, sırasıyla, demokratik cumhuriyet (1793), I. Napolyon’un mutlak monarşisi, restorasyon döneminin aristokrat monarşisi (1815’den 1930’a kadar), Luis Phillippe’nin burjuva anayasal monarşisi, yeniden demokratik cumhuriyet, yeniden III. Napolyon’un monarşisi, nihayet üçüncü kez demokratik cumhuriyet yaşam bulmuştur.9
Rosa Lüksemburg’un da belirttiği gibi kapitalizm demokrasi olmadan da var olabilirdi. 2. Dünya Savaşı’na da yol açan Naziler, iktidara geçtiğinde, burjuva toplumunun tüm araçlarının; parlamento, sendikalar ve siyasi partilerin kökünü kazıdı. 2. Dünya Savaşı sonrasında Rusya’da Stalinist diktatörlük, İspanya’da Franko, Portekiz’de Salazar rejimi, Yunanistan’da askeri darbeler yaşandı. Burjuvazi adına burjuvazinin güvenliğini sağlayan bu rejimler, kitlesel işçi mücadeleleriyle yıkıldılar. 68 ve sonrasındaki 10 yılda tüm dünyayı altüst eden hareket, kanlı rejimleri ortadan kaldırdı. 1974’de Portekiz Devrimi, Salazar diktatörlüğünün sonunu getirdi. İspanya’da 1975’te Franko rejimi kitlesel işçi mücadeleleri sonucunda yıkıldı. Yunanistan’da Politeknik öğrencilerinin ayaklanmasıyla başlayan mücadele cuntanın sonunu getirdi. Kapitalist sistemde her türden rejim var oldu. Bir tek demokrasi olmadı. Küçük bir azınlığın çoğunluk üzerindeki diktatörlüğüne yaslanan kapitalist toplumda demokrasi mümkün değil. O nedenle Rosa’nın da söylediği gibi “Demokrasinin güçlenmesini isteyenler sosyalist hareketin zayıflamasını değil, güçlenmesini istemek zorundadırlar; sosyalizm mücadelesinden cayılması işçi hareketinden ve demokrasiden de cayılması olur.”10
Devrimin kalp sesleri, kitle grevleri
Rosa Lüksemburg’un, kitle grevlerinin toplumsal devrim mücadelesinde etkili bir silaha dönüştüğüne ilişkin görüşleri Rusya’daki 1905 Devrimi öncesinde şekillenmeye başladı. 1891-93 yıllarında 375 bin işçinin katılımıyla “oy hakkı” talebiyle gerçekleşen siyasal grevlerin devrimci doğası üzerine yazılar yazdı. Kitle grevine ilişkin görüşleri 1905’te Rusya’da gerçekleşen işçi devrimiyle keskinleşti.
Rusya’da 1905 Ocak ayında patlak veren kitle grevi Putilov fabrikalarında çalışan iki işçinin işten atılması ve ardından 12.000 işçinin dayanışma grevine çıkmasıyla başladı. İşçi sınıfı saflarında grevci işler arasında Bolşevik işçilerin ajitasyonunun etkisiyle sekiz saatlik işgünü, ifade ve basın özgürlüğü gibi ekonomik ve siyasal talepler hızla benimsendi. Grevci işçilerin sayısı birkaç günde 140.000’e ulaştı. 22 Ocak günü 200 bin işçi Papaz Gapon önderliğinde Çarlık Sarayı’na yürüdü. Rosa Lüksemburg’un deyimiyle “Disiplin cezasına çarptırılmış iki Putilov Fabrikası işçisinin yol açtığı çelişki bir hafta içinde yeniçağın en muazzam devriminin önsözüne dönüşüyordu.” 11
Papaz Gapon önderliğindeki yürüyüşün bir katliama dönüşmesi, Rusya’da, Polonya’da, Litvanya’da, Baltık Bölgelerinde, Kafkasya’da, Sibirya’da, kuzeyden güneye, batıdan doğuya tüm şehirlerin sanayi bölgelerinde devasa kitlesel grevlere yol açtı.
Rosa Lüksemburg Almanya’dayken büyük bir heyecanla takip ettiği 1905 devrimi üzerine kaleme aldığı Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar adlı broşüründe şöyle anlatıyor:
…bu ilk genel ve doğrudan sınıf eylemi tam da bu haliyle, milyonlar ve milyonlarca kişinin sınıf bilincini ve sınıf duygusunu adeta bir elektrik şokuyla uyandırarak daha da güçlü bir şekilde içe doğru etkide bulundu. Ve bu sınıf duygusunun uyanışı, milyonlarla sayılan proleter kitlesinin birdenbire kapitalizmin zincirleri arasında on yıllardır sabırla katlandığı sosyal ve ekonomik varoluşun ve dayanılmazlığın keskin bir biçimde bilincine varmasında buldu ifadesini. 12
Kendiliğinden başlayan ayaklanma çok sayıda küçük mücadelenin birikimi sonucu meydana gelmişti. 1896 ve 1897’de on binlerce tekstil işçisi St. Petersburg’da greve gitti. 1902’de Kafkasya’daki petrol işçileri bir kitle grevi düzenlediler ve 1903’te Rusya’nın büyük şehirlerinde genel grevler oldu. Rusya ile Japonya savaşının sona erdiği 1905 Eylül’ünde grevlerin sayısı daha da arttı. Rosa Lüksemburg yıllarca süren çeşitli acıların, bu mücadelelerin kitle mücadelesine dönüşmesindeki payına dikkat çekti:
Burada sekiz saatlik işgünü için, orada götürü usulü çalışmaya karşı mücadele edilir, burada gaddar bir usta bir el arabasındaki çuval içinde dışarı taşınır, bir başka yerde utanç verici ceza yasalarına karşı savaşılır, her yerde daha yüksek ücretler için, burada ve orada ev işçiliğinin kaldırılması için mücadele edilir.13
Ekonomik taleplerle başlayan grevlerde işçiler kendilerini Çarlık otokrasisinin ordusuyla karşı karşıya buldular. Ekonomik mücadele hızla siyasal talepleri beraberinde getirdi. Devrim, Çar’ın sınırlı da olsa oy hakkı tanıdığı parlamentonun oluşmasıyla kısmi reformlara yol açtı. Aralık ayında Moskova’da işçilerin sekiz saat sürecek ayaklanmasının Çar orduları tarafından bastırılmasıyla hareket geri çekildi. Ancak Rusya’da işçi sınıfı muazzam kazanımlar elde etti. Her şeyden önce politik mücadeleler kendilerine güvenmelerini sağladı. İşçi sınıfı çok daha gelişmiş, sanayileşmiş ülkelerdeki işçilere oranla daha gelişkin sendikal haklar, ücretler ve kazanımlar elde etti. Almanya’da işçiler 10 saat çalışırken, Rusya’da işçiler 8 saatlik çalışma talebini kazandılar. 1905 Devrimi, Rusya’da başlayan devrimin önsözüydü. 12 yıl sonra 1917’de Rusya’da işçi sınıfı otokrasiyi yıkıp yerine kendi iktidarını kurdu. Bir yıl sonra da Almanya’da Rosa Lüksemburg’un kitle grevleri tezlerini doğrulayan Alman Devrimi gerçekleşti.
Emperyalizme karşı mücadele ve Enternasyonal
Rosa Lüksemburg’un mücadele dolu yaşamında, emperyalizm ve savaşa karşı mücadele, reformizme karşı mücadelesi kadar önemli bir yer tutar. Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasından 7 yıl önce 1907’de sömürgeler gündemiyle düzenlenen Stuttgart Kongresi İkinci Enternasyonal’in emperyalizme desteğini somut bir şekilde gözler önüne sermişti. Kongre tarafından görevlendirilen komisyon üyelerinin sömürgeciliğin bazı olumlu yanları olduğuna ilişkin raporu 108’e karşı 127 gibi çok az bir oyla reddedildi. Rosa Lüksemburg emperyalizme karşı savaş açtı ve yeni bir karar taslağı önerdi. Bu taslakta sosyalistlerin açıkça emperyalizme ve onun savaşına karşı olmaları gerektiğini, emperyalizmi ve savaşı sona erdirmenin tek yolunun kapitalizmi ortadan kaldırmak olduğunu ortaya koydu. Bu karar taslağı kabul edilse de başta Kaustky olmak üzere SPD liderliği kapitalizmi ve onun neden olduğu emperyalizmi ortadan kaldırma fikrine ikna olmadılar.
Birinci Dünya Savaşı uluslararası sosyalist hareket açısından önemli bir katalizör işlevi gördü. 2. Enternasyonal’in önde gelen partisinin liderliğinin ihaneti partinin çürümüşlüğünü gün ışığına çıkardı. Buna paralel olarak sosyal şovenizme, emperyalizme ve savaşa karşı ödünsüz ve canları pahasına mücadele eden devrimci liderler öne çıktılar. Enternasyonalistler açısından kara gün ilan edilen, savaş kredilerinin oylandığı 4 Ağustos 2018 günü, Kautsky ve SPD liderleri, saflarının işçi sınıfının değil burjuvazinin yanında olduğunu gösterdiler. Rosa Lüksemburg ve yoldaşları Karl Liebknecht, Clara Zetkin, Franz Mehring; Lenin ve Troçki’nin de içinde yer aldığı diğer enternasyonal sosyalistlerle birlikte İkinci Enternasyonal içindeki savaş işbirlikçilerine karşı savaş açtılar.
Kaustky savaşı ve emperyalizmi kapitalizmin bir sonucu olarak görmüyor, kapitalist sınıfın zamanla kendisinden kurtulmak isteyeceği bir virüs olduğunu düşünüyordu. Kautsky’e göre emperyalizm küçük ama güçlü kapitalist bir grup olan bankalar ve silah sermayesinin genişleme metoduydu. Bu güçlü grup tüm kapitalist sınıfın ihtiyaçlarına karşı durmaktaydı. Silahlanma giderleri ülkede ve ülke dışındaki yatırılabilir sermayeyi azalttığı için kapitalist sınıfın çoğunluğu emperyalist genişleme politikasına karşı duracaktı. Bernstein de 1911 yılında dünya ölçeğinde barış isteğinin yaygınlaşmaya başladığını, yeni bir savaşın patlamayacağını öne sürüyordu. Kaustksy savaşa ve silahlanmaya karşı kapitalizm içinde bir çözüm öneriyordu. Genel silahsızlanma anlaşmaları, uluslararası mahkemeler, Avrupa Birleşik Devletleri’nin oluşumuyla savaşlar önlenebilirdi. Bu öneriler bugün Birleşmiş Milletler’den, Avrupa Birliği’nden ve uluslararası zirvelerden medet umanlara çok benziyordu.
Rosa da Lenin gibi emperyalizmi sermayenin dünya çapındaki siyasal egemenliğinin gelişmesinin en yüksek aşaması olarak değerlendirdi. Emperyalizm ve savaşın kapitalist sistemin bir parçası olduğunu, savaşa karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamayacağını söyledi. Rosa Lüksemburg, Spartaküstler Birliğinin kuruluş ilkelerinde şöyle diyordu:
Dünya barışı ne kapitalist diplomatlarla, ne uluslararası arabulucu mahkemelerle, ne “silahsızlanma”, “denizlerin serbestliği” üzerine yapılan diplomatik anlaşmalarla, ne de “Avrupa Devletleri Birliği”, “Orta Avrupa Gümrük Birliği”, “tampon ulusal devletler” kurulması vb. gibi ütopik ve özünde gerici planlarla güvence altına alınabilir. Kapitalist sınıflar tartışılmaz sınıf egemenliklerini kullanabildikleri sürece, emperyalizm, militarizm ve savaşlara son verilemez, bunlara engel olunamaz. Dünya barışının tek güvencesi ve tek desteği, uluslararası proletaryanın devrimci iradesi ve siyasal eylem yeteneğidir.14
“Savaşa karşı savaş”
Rosa Lüksemburg, İkinci Enternasyonal’in yozlaştığına ilişkin çok daha erken zamanlarda sinyal vermeye başladı. Dünya işçi sınıfının artık yeni bir örgütlenmeye ihtiyacı olduğunu ilk dillendiren oldu. 1916 yılında kaleme aldığı Junius Broşürü’nde yeni bir enternasyonal kurulmasının işçi sınıfı için yaşamsal bir zorunluluk olduğunu vurguladı.
Lenin, 1914 ihanetine kadar SPD’deki örgütlülük, eylemsizlik ilişkisini ve Kautsky’nin teori ile pratik arasındaki uçurumun baş mimarı olduğu gerçeğini fark edememişti. Bunu 1914 tarihinde Shilapnikov’a yazdığı mektupta itiraf etti: “Rosa Lüksemburg haklıydı.
Kaustsky’nin parti çoğunluğuna kısacası oportünizme hizmet eden eyyamcı bir teorisyen olduğunu çok önceden anlamıştı.”15
Oysa Rosa Lüksemburg’un da söylediği gibi 4 Ağustos ihaneti “bulutsuz bir havada patlayan bir fırtına değildi”. Engels’in ölümünden sonra Marksizm’in baş temsilcisi unvanını taşıyan Kautsky’nin iç yüzünü görmeye başlamıştı. Kaustsky dünyayı değiştirmek için değil, mevcut durumu korumak için teorinin bekçiliğini üstlenmişti. Reformizm üzerine tartışmalarda da Bernstein’e yönelik eleştirilerinin de temelinde de kuramsal bekçilik yatmaktaydı. Aslında “bazı şeyler söylenmeden de yapılabilirdi”. SPD’nin büyüme takıntısı partinin eylemsizliğini örten bir örtü hâline gelmişti.
Nihayetinde partinin sayısal büyüklüğüyle eylemsizliği arasındaki çelişki, teoriyle pratik arasındaki uçurum ; 4 Ağustos tarihi SPD liderliği açısından daha fazla ortada kalamayacağı bir durum yarattı . Liderlik tercihini Alman burjuvazisinden yana kullandı.
Rosa Lüksemburg reformizmin sınıf uzlaşmacı yanlarını teşhir etti. 1916 yılında Junius takma adıyla yayınlanan “Sosyal Demokrasinin Buhranı” adlı broşüründe emperyalizm ve daha pek çok sorundan bahsetti. Emperyalist savaş tüm Avrupa’yı yakıp yıkmakta serbest kalmıştı. Avrupa işçi sınıfı birbirini boğazlarken, “medeni dünya” sessiz kalmayı tercih etmişti. Kapitalizmin gerçek yüzü ortaya çıkmış, burjuva toplumu barbarlığa dönüşmüştü. Rosa’nın deyişiyle insanlık bir seçimle yüz yüze bulunuyordu: “Ya emperyalizmin zaferi ve bütün bir kültürün yok olması, eski Roma’daki gibi çökme, yıkılma, bozulma, uçsuz bucaksız bir mezarlık; ya da sosyalizmin zaferi!” 16
Ancak bu ikilemde terazinin hangi kefesinin ağır geleceği işçi sınıfının mücadelesine bağlıydı. Bu savaş ancak işçi sınıfının egemen sınıfların hizmetkârı olmayı reddetmesi ve kendi kaderinin efendisi olmayı öğrenmesi hâlinde nihai bir zafere dönüşebilirdi. Tam da bu noktada Rosa Lüksemburg savaşta ve barışta emperyalizme karşı mücadeleyi uluslararası işçi sınıfının birinci sıraya alması gerektiğine vurgu yaptı. O da Lenin gibi, kapitalizm açısından emperyalist savaş nasıl kaçınılmazsa, işçi sınıfı açısından kapitalizmi yıkıp, yerine kendi devletini kurma görevi tarihsel anlamda da kaçınılmaz olduğunu dile getirdi. Nitekim Rosa Lüksemburg aynı broşürde,
Proletarya hareketi, ütopik tavsiyeler ve burjuva toplumlarında yapılacak kısmî reformlarla emperyalizmi zayıflatmaya, uysallaştırmaya ya da yatıştırmaya dönük projelerle hak ettiği yeri yeniden eline geçiremez. Dünya savaşının sosyalist partilerin önüne koyduğu gerçek sorun, proleter kitlelerin emperyalizme karşı savaşa hazır olup olmadıklarıdır ki, işçi sınıfı hareketinin geleceği bu sorunun çözümüne bağlıdır. Uluslararası proletaryada eksik olan öneriler programlar, sloganlar değil, savaş gibi belirleyici anlarda eylem, etkili direniş ve emperyalizme saldırıdır. Eski sloganı olan “savaşa karşı savaş”ı uygulamaya dönüştürmeyi başaramamıştır. Proleter hareketin önünde duran Gordion düğümü budur.17
Emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizm 20. yüzyılın başında milyonlarca insanın ölümüne yol açan iki büyük dünya savaşı ve sonrasında devam eden bölgesel savaşlarla yol aldı. 21. yüzyılda da değişen bir şey olmadı. Aksine, kapitalizmin krizi derinleştikçe, devletler arasındaki mücadeleler arttıkça, bölgesel savaşlar şeklinde cereyan eden paylaşım savaşlarının alanı genişledi. Çatışmalar sonucunda binlerce insan yaşamını yitirirken, milyonlarca insan yerlerinden yurtlarından oldu, olmakta. Göçmen düşmanlığı ile ırkçılık ve bu siyasetlerin beslediği faşist partilerin yükselişi emperyalizmin ürünleri. Öte yandan devletler arasındaki jeopolitik rekabet, silahlanma bütçelerindeki fahiş artışlar adı konulmamış dünya savaşının fiili bir duruma dönüşmesinin riskini taşımakta. Rosa Lüksemburg dünyayı cehenneme çeviren emperyalist savaşlardan kurtuluşun mümkün ve zor olmadığını dile getirdi. “Tüm ülkelerin işçilerinin temsilcileri bir kez sosyalizm bayrağı altında el sıkışır sıkışmaz, barış birkaç saat içinde erişilebilecek bir sonuç olacaktır.” Ve işçileri bölen milliyetçiliğe karşı enternasyonalin birleştirici gücünü savundu: “Tek bir halk olacak yalnızca:
her ırk ve dilden emekçiler. Tek bir yasa olacak: tüm insanların eşitliği. Tek bir amaç olacak yalnız: herkes için zenginlik ve ilerleme” 18
Alman devrimi: ihanete uğrayan devrim
2 Aralık 1914 tarihinde parlamentoda yapılan oylamada SPD vekillerinden sadece Karl Liebknecht savaşın aleyhine oy kullandı. Karl Liebknecht, SPD politikalarından koparak Rosa Lüksemburg’un içinde yer aldığı muhalefete katıldı. O tarihten itibaren Rosa ve Karl’ın mücadeleleri ölümlerine kadar birbirlerinden ayrılmadı. 1914 yılındaki milliyetçi histeri, şehirlerdeki açlık ve ölümlerin artması sonucunda hızla öfkeye döndü. Sokağın baskısı parlamentoda yankısını hissettirdi. 1915 yılına gelindiğinde parlamentoda savaşın aleyhine oy kullanan SPD’li vekil sayısı 15’e ulaştı. Aynı anda savaşa karşı eylemler ve sokak gösterileri de artmaya başladı. 1916’da Karl Liebnecht’in hapis cezasına çarptırıldığı gün 55 bin işçi greve gitti. Gösteriler ve çatışmalar diğer kentlere de sıçradı. 1917’de Rusya’da işçi devrimi gerçekleşti. Rusya’da işçi ve askerler tarafından kurulan Sovyetler tüm Avrupa’da domino etkisi yarattı. 1917’de Berlin’de 300 bin işçi grev yaptı. Ekim 1918’de isyanlar orduya sıçradı. Kiel’deki 20 bin denizcinin ayaklanması sonucunda asker konseyleri ve onu takip eden işçi konseyleri kuruldu. 5 ve 6 Kasım tarihlerinde ayaklanma Frankfurt, Hannover, Münih gibi büyük şehirlere yayıldı. 7 Kasım’da güney ve orta Almanya’da yayıldı. 8 Kasım’da Bavyera Cumhuriyeti ilan edildi. Rosa’nın anlattığı gibi kitlelerin eylemliği hem savaşın hem de Prusya imparatorluğunun sonunu getirdi. SPD bu sefer devrimi ezmek için burjuvazinin hizmetine girdi. Liebknecht imparatorluk sarayından işçi ve asker konseylerinin sosyalist cumhuriyetini ilan ettiği sırada, SPD lideri Scheidemann cumhuriyeti ilan etti. İşçi sınıfı içinde yaygın ve geniş etkisi olan SPD, hareketi kontrol altına aldı. Alamadığı yerlerde de karşı devrimci güçler; genelkurmay ve imparatorluk özel hareket askerlerinden oluşan “Freikorps” denilen silahlı birlikler aracılığıyla devrimi ezdi.
Devrimin kaderini belirleyen olaylar Berlin’de yaşandı. SPD’li Ebert ve Scheidemann hükümeti Berlin’de giderek kaybettiği kontrolü sağlamak üzere bir provokasyon düzenledi. Hükümet kitleleri erken bir ayaklanmaya kışkırtacak, sonrasında da düzeni yeniden tesis etme bahanesiyle ayaklanmayı bastıracaktı. Kasım Devrimi’nde göreve getirilen bağımsız sosyal demokrat liderlerden polis şefi Eichhron görevinden alındı. Polis şefinin görevinde kalması için yapılan gösteri ayaklanmaya dönüştü. Harekete liderlik eden komitenin kitlelerle doğru ve kararlı bir iletişim kuramayışı ve ayaklanma esnasındaki kararsız tutumları ölümcül sonuçlara yol açtı. Noske’nin emri altındaki Freikorps birlikleri Berlin’de hunharca katliamlar gerçekleştirdi. Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknecht de aynı birlikler tarafından katledildi.
Yenilginin dersleri
Rosa Lüksemburg devrimin geldiği aşamada kitlelerin eyleminin boyutlarını aşan taktiklerin zararlarını önceden görmesine ve yoldaşlarını uyarmasına rağmen mücadelenin tam göbeğinde yer aldı. O, kitlelerin siyasal gücünün farkında olmakla birlikte bir ayaklanma için henüz yetersiz olduğunun farkındaydı. Yine de son nefesine kadar hareketin kazanması için mücadele etti. Ocak yenilgisinden önce kaleme aldığı yazıda “Devrim, nihai zaferin bir dizi yenilgilerden geçerek hazırlanabildiği tek savaş biçimidir; bu da onun özel hayat kanunudur.”19 sözleriyle yenilgilerin nihai zaferin tek güvencesi olduğunu söylüyordu. Rosa’nın son sözleri kuru kuruya bir umut vaat etmekten çok daha fazlasıydı, ama yenilgilerden ders çıkarmak koşuluyla. Nitekim Rosa Lüksemburg da yenilgiden “Berlinli kitlelerin güçlü, kararlı, saldırgan tutumu ile liderliğin ikircikli, çekingen, kararsız tutumu arasındaki çelişki”yi20 sorumlu tutuyordu. Berlin’deki katliam bir ilk değildi. Burjuvazi daha önce Fransa 1848 Haziran ayaklanmasında işçilere, 1871’de Paris komünarlarına ve 1917 Rusya’sında Temmuz günlerinde Sovyetlere karşı aynı türden oyunlar oynadı. Bu saldırılar sadece Rusya’da püskürtüldü ve işçi sınıfı kazandı. Böyle olması bir tesadüf değildi. Rusya’da uluslararası işçi sınıfının tüm deneyimlerini özümseyen, yıllarca işçi sınıfı içinde sürdürdüğü ilişkiler sayesinde harekete rehberlik edebilme yeteneğine sahip devrimci parti vardı. Alman Devrimi’nde ise eksik olan buydu. Yakın tarihin önemli devrimcilerinden biri olan Chris Harman da Kaybedilmiş Devrim adlı eserinde: “Berlinli işçi sınıfı, Ebert, Noske ve generallerin kurduğu tuzağa düşmezdi. Eğer ortada güçlü bir devrimci parti olsaydı, hareketin liderliği, kendi önerisine rağmen fiilen başlatılan bir ayaklanmada devrimci güçler arasında gerekli koordinasyonu sağlayabilirdi”21 sözleriyle Alman devriminin yenilgisinden çıkarılacak en önemli dersi anlatıyordu. Rosa Lüksemburg ve yoldaşları böyle bir adım atmakta gecikmişti. Spartakistler, 1916 yılında SPD’den ayrılan bağımsız sosyal demokrat parti olan USPD içinde ayrı bir hizip olarak yer aldılar. USPD ise parlamentarist bir partiydi ve asıl amacı savaşçı devletlerin hükümetleri üzerinde barış görüşmeleri için baskı yapmaktı. Devrim anlarında, devrimci bir parti inşa etmek ise imkânsıza yakın bir olasılıktı.
İradenin devrimci rolü
Rosa Lüksemburg’un bağımsız bir parti kurmamasının ardında yatan sosyalizm anlayışıydı. Rosa’ya göre “Sosyalizm, kararnamelerle yaratılamayacak ve yaratılamaz da. Ve de sosyalizm, ne kadar sosyalist olursa olsun herhangi bir hükümet tarafından kurulamaz, tek tek her proleterin katılmasıyla yaratılabilir. Kapitalizmin zinciri dövüldüğü yerde kırılmalıdır.”22 Dolayısıyla kitlesel işçi mücadeleleri çürümüş, köhne dünyanın değişmesinde merkezi rol oynamaktaydı. Haklılığı su götürmez bir gerçeklik olmakla birlikte Rosa Lüksemburg kitlelerin kendiliğinden harekete geçme gücünü olduğundan fazla büyütürken örgütlenme unsurunu da olduğundan fazla küçümsedi. Evet, şimdiye kadar tüm devrimler kendiliğinden meydana geldi. Hiçbirinin başında kararlı devrimciler yoktu. Ancak devrim gerçekleşip, kitleler ileriye atıldıktan sonra devrimin zikzakları arasında işçi sınıfına rehberlik eden bir parti olmaksızın nihai zafere ulaşılamazdı. Rusya’da 1917’de devrim kendiliğinden patlak verdi ama bütün önemli noktalar Bolşevikler tarafından hazırlanmıştı. Şubat ve Ekim arasındaki süreçte Bolşeviklerin etkisiyle hareket karşı devrimci saldırıları püskürttü. İşçi ve Asker Sovyetleri -yani üniforma giymiş köylüler- birbirine iyice yakınlaştı. Ve tüm bunlar sayesinde devrim başarılı oldu.
Rosa Lüksemburg’un aşırı merkezîleşmiş bürokratik bir yapıda siyaset yapıyor olması çubuğu harekete bükmesine yol açtı. İşçilerin aşağıdan kitlesel eylemlerinin reformizmin muhafazakâr kabuğunu kıracağını düşündü. Rusya’da ise durum farklıydı. Çarlık otokrasisinin baskısı işçilerin uzun süreli serbestçe örgütlenmesini engellemekteydi. Rusya’daki siyasal koşullar örgütlenme sorununu keskin bir şekilde gösterdi. Lenin’in örgütsel görüşlerinin şekillenmesinde özerk ve amatör hâlde bulunan yapıların dağınıklığı etkili oldu. Bu gruplar, işçi sınıfının artan eylemlilikleri ve grevleri karşısında ekonomik taleplerden başka bir öneri getirmediler. Lenin bu noktada tüm gücüyle ekonomizme ve sendikalizme saldırdı. Birbirinden kopuk, amatör, yerel grupların merkezileşmesini sağlayan ulusal çapta bir parti inşa etti. Merkezi liderliğin emrinde çalışan profesyonellerden oluşan parti, düzenli şekilde yayımlanan gazetenin etrafında örgütlendi. 23
Rosa Lüksemburg, Lenin’nin örgütsel yaklaşımını eleştirdi. Ancak ilerleyen zamanlar Lenin’nin haklılığını ortaya koydu. Almanya’da devrimci partinin zayıflığı işçi sınıfının yenilgisine yol açtı. Alman devriminin yenilgisi Rusya’da Ekim devriminin izolasyonuna yol açtı. İç savaş ve izolasyon koşullarında karşı devrimle Stalinizm iktidarı ele geçirdi. Sonrasında Stalinizmin etkisindeki Üçüncü Enternasyonal’e bağlı partiler işçi sınıfının devrimci kabarışını kontrol ederek yenilgiye uğrattığı her sefer, devrimci parti sorunu keskin bir şekilde kendini ortaya koydu.
Bugün emperyalizm koşullarında ekonomik alanda derinleşen krizlere paralel olarak yaşanan siyasal çalkantı ve istikrarsızlık, sisteme karşı yükselen hoşnutsuzluk temelinde değişimler yaşanması işçi kitleleri içinde düzenli faaliyet sürdüren bir partinin önemini ortaya koymakta. Ancak, Rosa’nın tüm yaşamı boyunca anlattığı, işçi sınıfının kitlesel eylemlerinin merkezi rolü de unutulmamalı. İşçi sınıfının kitlesel mücadelesinin kapitalizmi yıkma konusundaki merkezi rolünü, parti ve kitle mücadelesi arasındaki diyalektik ilişki bağlamında bütün olarak kavramak gereklidir. İşçi kitlelerinin yaratıcı gücüne inanan Rosa da Marx gibi sosyalizmin işçilerin komün tipi örgütlenmesiyle gerçekleşebileceğini söyledi ve işçi iktidarının sürekliliği için demokrasinin zorunluluğuna dikkat çekti. Lenin’in anlattığı devrimci partinin gerekliliğinin doğruluğu kadar, sosyalizmin parti iktidarı olmadığı da doğrudur. Marx proletarya diktatörlüğünden bahsederken aslında işçi demokrasisinden bahsetmişti ve demokrasinin olmadığı yerde sosyalizmden bahsedilemezdi.
Rosa Lüksemburg; Lenin, Troçki ve Gramsci gibi işçi sınıfı tarihinin dönüm noktalarında hem sınıf mücadelesinin ileriye sıçramasında hem de devrimci Marksist geleneğin günümüze taşınmasında tarihsel rol oynadı. Marx ve Engels’in izinden giderek tarihi kitlelerin yaptığını söyledi. Bu da onun bize bıraktığı en değerli mirastır.
Dipnotlar
1 Rosa Luxemburg, 2013, Rosa Luxemburg Kitabı: Seçme Yazılar, der. Peter Hudis, Kevin B. Anderson, çev. Tunç Tayanç, Dipnot Yayınları, Ankara. s.430.
2 Tony Cliff, 1998, Rosa Lüksemburg, çev. Metin Fırtına, Z Yayınları, İstanbul. s.122.
3 a.g.e. s.122.
4 Rosa Lüksemburg, 1993, Sosyal Reform mu Devrim mi?, çev. Nihal Yılmaz, Belge Yayınları, İstanbul. s.42
5 Rosa Luxemburg, 2013, a.g.e., s.215.
6 a.g.e., s.201.
7 a.g.e., s.234.
8 a.g.e., s. 230
9 a.g.e., s. 227-228
10 a.g.e., s. 232
11 Rosa Lüksemburg, 2011, Kitle Grevi Parti ve Sendikalar, Çev. Ertan Koca, Sosyalist İşçi Özel Eki, İstanbul. s.19.
12 a.g.e., s.21. 13 a.g.e., s.21.
14 Rosa Luxemburg, 2012, Spartakistler Ne İstiyor?, çev. Ragıp Zarakolu, Belge Yayınları, İstanbul. s.134.
15 a.g.e., s. 24.
16 Rosa Luxemburg, 2013., a.g.e., s. 478.
17 a.g.e., s. 501.
18 Rosa Luxemburg, 2012, a.g.e., s.142.
19 a.g.e., s. 200.
20 A.g.e, s. 201.
21 Chris Harman, 2011, Kaybedilmiş Devrim: Almanya 1918-1923. Çev. Cengiz Alğan, Pencere Yayınları, İstanbul. s. 111. 22 Rosa Lüksemburg, Seçme Yazılar, S.545
23 Tony Cliff, 1994, Lenin, Cilt 1: Partinin İnşası, Çev. Tarık Kaya, Z Yayınları, İstanbul. s.90-108.