Arife Köse
“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar.”
KARL MARX – Louis Bonapart’ın 18. Brumieri
Giriş
Son yıllarda sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yaşanan siyasi gelişmeleri açıklarken yaygın bir otoriterleşme eğiliminden söz ediliyor. Dünyada bu eğilimin simge isimleri arasında Donald Trump, Victor Orban, Vladimir Putin ve Recep Tayyip Erdoğan gibi isimler sayılırken kısa süre önce Brezilya’nın başkanı olarak seçilen Jair Bolosonaro gibi yenileri de bu listeye ekleniyor. Bu eğilime eşlik eden bir diğer küresel olgu ise, zaman zaman ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına kadar varan bir milliyetçilik. Bu makale, otoriter yönetimlerin anti-demokratik uygulamalarını meşrulaştırmak için milliyetçilikten yararlandıklarını, bunu yaparken ‘güçlü devlet, güçlü millet’ ve yabancı ve göçmen düşmanlığı söylemlerine dayandıklarını anlatıyor. Aynı zamanda, bu otoriter yönetimleri, ‘sultanlık’, ‘çarlık’, ‘imparatorluk’ gibi modern öncesi kavramlarla ve faşizm, islami-faşizm gibi yönetim biçimleriyle açıklamanın yanlış olacağını, otoriterleşme ve milliyetçiliğin kapitalizme özgü modern olgular olduklarını ve bu bağlamda anlaşılmaları gerektiğini söylüyor.
Erdoğan yeni sultan, Putin yeni çar mı?
Günümüzde dünyada otoriter yönetimlerin iki simge ismi olarak kabul edilen Recep Tayyip Erdoğan ve Vladimir Putin hakkında google’da genel bir araştırma yaptığınızda karşınıza yüzlerce çar ve sultan fotoğrafı ve bunlarla ilgili yazı çıkıyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın eski Osmanlı sultanlarına, Vladimir Putin’in de eski Rus çarlarına özendiği iddiası sadece günlük gazete yazılarında değil, akademik çalışmalarda da sık sık dile getiriliyor. The Washington Instıtute’un Türkiye programının başında bulunan Soner Çağaptay’ın 2017’de yayınlanan kitabının adı The New Sultan: Erdoğan and the Crisis of Modern Turkey (Yeni Sultan: Erdoğan ve Modern Türkiye’nin Krizi). Özellikle Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçmesinin ardından başta Batı medyası olmak üzere her yerde hemen hemen her gün şöyle başlıklar görmek mümkün: ‘Recep Tayyip Erdogan: The sultan of 21st-century Turkey’1 (Recep Tayyip Erdoğan: 21 yy Türkiye’sinin Sultanı), ‘From reformer to ‘New Sultan’: Erdoğan’s populist evolution’2 (Reformcudan ‘Yeni Sultan’a: Erdoğan’ın Popülist Evrimi). Hatta Tunç Aybak, Open Democracy’de yayınlanan yazısında Erdoğan’ın yönetimini ‘yeni-sultanizm’ olarak adlandıracak kadar ileri gidiyor.3
Benzer bir açıklama yönteminin Putin için de kullanıldığını görmek şaşırtıcı değil. Tıpkı Erdoğan gibi, Putin hakkında yayınlanan bir kitabın başlığı The New Tsar: The Rise and Reign of Vladimir Putin (Myers, 2016) (Yeni Çar: Vladimir Putin’in Saltanatının Yükselişi) . Ve yine kendisi hakkında şöyle yazı başlıklarına rastlamak mümkün: ‘Putin: The New Tsar review – a portrait of a lonely, lying narcissist’4 (Putin: Yeni Çar hakkında bir inceleme – yalnız ve yalancı bir narsistin portresi). Hatta BBC kendisi hakkında ‘Putin: The New Tsar’ (Putin; Yeni Çar) başlıklı bir program bile yaptı.5 Tüm bunlar bize günümüzde yaşanan otoriterleşmeyi modern öncesi kavramlarla açıklamaya çalışan bir eğilimin varlığını gösteriyor. Ancak bu doğru bir açıklama biçimi değil. Günümüzde tanık olduğumuz otoriterleşme Türkiye’de Erdoğan’ın sultan ya da Rusya’da Putin’in çar olma hevesinden kaynaklanmıyor. Kimse Osmanlı İmparatorluğu ya da Çarlık Rusyası günlerine dönmeyi planlamıyor, bunun olamayacağının da farkında.
Bu otoriterliğe, zaman zaman ırkçılığa varan güçlü bir milliyetçiliğin eşlik ettiği ise yine yaygın olarak kabul edilen bir gerçek. Milliyetçiliğin bir tehdit olarak yükselişinden bahsetmeyen kalmadı galiba. Bu milliyetçilik ise çoğu zaman, özellikle her türlü baskıyı faşizm ile eşitleme eğiliminin güçlü olduğu Türkiye’de faşizm/islamo-faşizm gibi kavramlarla açıklanıyor. ‘AKP faşizmi’ lafını artık sadece yazılarda değil sosyal medyadan gündelik hayatımıza kadar her alanda sık sık duyuyoruz. Benzer bir durum dünyada da yükselen aşırı sağ hareketlerin sık sık Hitler ve Nazi Almanyası ile açıklanmasında ortaya çıkıyor. Bu açıklamaların kısmen haklılık payı var çünkü Türkiye’de Erdoğan’ın özellikle MHP ile kurduğu ittifaktan sonra bu faşist partinin dilini daha fazla kullanmaya başladığı, faşizmin en temel ideolojik argümanı olan beka meselesinin neredeyse siyasetin tamamını kaplar hale geldiği bir gerçek. Dünyada ise farklılık göstermekle birlikte yeni popülist aşırı sağ hareketleri Nazileri desteklediklerini ya da yeniden canlandırmaya hevesli olduklarını ya açıktan dile getiriyorlar ya da onların hem örgütsel hem de ideolojik güçlenmelerine yol açacak politikaları benimsiyorlar. Örneğin Almanya’nın popülist aşırı sağ partisi AfD, yasal olarak örgütlenemeyen ve Almanya’nın Nazi geçmişinden dolayı oldukça marjinalleşmiş olan çok sayıda faşisti içinde barındırarak güçlenmelerine yol açtı. Bugün otoriter rejimler dediğimizde yönetimde bu tür politikaları benimseyen parti ya da liderlerin olduğu Rusya, Türkiye, Brezilya, Macaristan gibi ülkeleri kastediyoruz, dolayısıyla aşırı sağın bulunduğu her yerde rejimler otoriterleşmiyor. Ancak aşırı sağ popülist milliyetçi hareketler mevcut yönetimlerin örneğin göçmen kontrolü konusunda daha fazla önlem alması ve dolayısıyla otoriterleşmesi için baskı yapıyor. Makalenin ilerleyen bölümlerinde bu hareket ve partilere daha yakından bakacağız ancak şimdilik sadece şunu söyleyelim; gördüğümüz gibi, faşizm azımsanmayacak bir tehdit olarak önümüzde duruyor ancak mevcut otoriter rejimleri faşizm olarak adlandırmak doğru olmaz. Bu makale ise içinden geçtiğimiz otoriterleşme sürecinin kapitalizmin birbirinden hiçbir şekilde ayrı olmayan üç krizinin bir araya gelmesinden oluşan bir konjonktüre egemen sınıfın bir kesiminin yanıtı olarak ortaya çıktığını ve ne faşizm ile ne de kapitalizm öncesi yönetim biçimleriyle açıklanamayacağını söylüyor.
Küreselleşme, ulus devlet, milliyetçilik
Komünist Manifesto’da (1848) yer alan ve Karl Marx ve Friederich Engels’in en çok bilinen ve alıntılanan sözlerinden biri günümüzde hala geçerliliğini koruyor. Şöyle diyordu Marx ve Engels:
Peşlerinde kadim ve hürmete şayan önyargılar ve kanaatler silsilenisi sürükleyen tüm durgun, donuk ilişkiler silinip süpürülüyor; yeni ortaya çıkan her şey daha kemikleşemeden miadını dolduruyor. Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar kendi hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar.
Marx ve Engels 1848 yılında yazdıkları bu satırlar, kapitalizmin gelişimi ile birlikte muazzam bir ivme kazanan değişimin, bir yandan insanlığın zenginlik üretme kapasitesinde meydana getirdiği muazzam artış ile birlikte toplumsal ilişkilerde ve gündelik hayatta yarattığı sonuçlara vurgu yapar. Kapitalizm, muazzam bir hız ve zenginlik ile birlikte kendi sorunlarını da beraberinde getirir hayatımıza. Aradan geçen 171 yılda dünya Marx ve Engels’in zamanında olduğundan daha da hızlı biçimde değişiyor. Ancak bu değişimi neo-liberal kapitalizmde durdurup artık tarihin sonunun geldiğini iddia edenler de olmadı değil. Fukuyama (1992), bunu söylerken sadece tarihsel bir sürecin sonundan bahsetmiyordu, aynı zamanda, insanlığın ideolojik evriminin de sonunun geldiğini ve Batı liberal demokrasisinin, insanlığın ulaştığı nihai yönetim biçimi olarak evrenselleştiğini iddia ediyordu.
90’lı yılların bir başka klişesi de küreselleşme ile birlikte ulus devletlerin de sonunun geldiği ve bu sürecin milliyetçiliğin de zayıflamasına yol açacağı iddiasıydı. Küreselleşme teorisyenlerinin bu iddiasına göre artık sınırların bir önemi kalmamıştı. Phil Marfleet’in (2016) da açıkladığı gibi, küreselleşmenin kendisi sınırların olmadığı bir dünya yaratacak, bu dünyada sermaye sınırsız bir şekilde dünyanın her yerine ulaşabilecek ve böyle bir dünyada ulus devletlerin ve bu devletler arasındaki çatışmanın hiçbir önemi kalmayacaktı.
Ancak yaşanan gelişmeler her iki efsaneyi de yalanladı. Ne tarihin sonu geldi ve neo-liberal kapitalizm kendini hem ekonomik bir sistem hem de ideolojik bir söylem olarak nihai kazanan olarak ilan edebildi. Ulus devletler ve milliyetçilik, zayıflamak ve yok olmak şöyle dursun, daha müdahaleci ve güçlü bir şekilde dünya sahnesinde yerini aldı. Bunun üç nedeni vardı; birincisi 1980’lerde tüm dünyada kurulan neo-liberal uzlaşının 2000’lerde yaşanan ekonomik kriz ile birlikte sona ermesi, ikincisi, bu ekonomik krize eşlik eden politik kriz ve üçüncüsü yine bunlarla bağlantılı olarak jeo-politik rekabetin artmasıyla birlikte emperyalizmin içine girdiği kriz ve bunun küresel ve bölgesel sonuçları. Bu üç gelişmenin pek çok sonucu var ancak otoriterleşme ve milliyetçilik açısından şunu söyleyebiliriz; bu krizlerle birlikte ülkeler daha içe kapanmacı ve korumacı politikalar izlemeye başladı. Üstelik sadece ekonomik anlamda değil siyasi olarak da daha fazla kendilerine döndüler, ulus devletlerin ve sınırların neredeyse kutsallaştırıldığı, demokrasinin bunların korunmasına feda edilmesinin normal sayıldığı bir döneme girdik. Bu dönemin en popüler ideolojisi de tabii ki milliyetçilik oldu. Şimdi yukarıda saydığımız bu üç faktörün nasıl otoriterleşmeye yönelime zemin oluşturduğuna bakalım.
Ekonomik krizi
Dünya 2000’lerin başından bu yana zaman zaman şiddetlenen, zaman zaman daha sakin bir seyir izleyen ekonomik bir krizin içinde. Bu kriz önce 2007 Ağustos ayında bankaların kredi verme kapasitelerinde daralma ile başladı ve ardından 2008’de Lehman Brothers’ın batması ile devam etti. Böylece 1929’daki Büyük Buhran’dan sonra yaşanan en büyük krizin zemini oluşmuş oldu. Ekonomik krizin üçüncü dönüm noktası 2010 baharında patlayan Euro bölgesi krizi oldu. 2011 yazında ise finans piyasalarında yaşanan panikle dünya bir diğer kriz dalgası ile karşı karşıya kaldı (Callinicos, 2011). Aynı günlerde IMF, ABD ve Avro bölgesinde yaşanan politik ve ekonomik gelişmelerin bu ülkelerde yaşanan resesyonu artıracağını söyleyerek ‘ekonominin tehlikeli yeni bir aşamaya’6 girdiği konusunda uyardı Tüm bunlar şu anlama geliyor; ileri kapitalist ülkeler, ekonomiyi yeniden yapılandırmak için harcanan onca çabaya ve sömürü oranlarında yaşanan artışa rağmen, 1960’lardan bu yanan yavaş yavaş ilerleyen uzun dönemli birikim ve kar krizlerini çözemediler. Neo-liberal ekonomik patlamaya ivme kazandıran şey ucuz kredilerdi ve bu balon patladı.
Günümüzde Financial Times’ın saygın ekonomi yazarları da dahil olmak üzere pek çok yorumcu 2018 yılı itibariyle bu kriz döneminin sona erdiğini, nihayet dünya ekonomisinin kendini toparlamaya başladığını iddia ediyor. Ancak Joseph Choonora (2018) bu iyimserliğin hatalı olduğu konusunda uyarıyor ve şöyle diyor: Daha 2010 yılında, krizi atlatma sürecinin ‘zayıf, kırılgan ve belirsiz’ olduğunu yazmıştım. Bahsettiğim zayıflığın nedeni 2008-9’da yaşanan durgunluğun karlı olmayan sermayeyi yeteri kadar ortadan kaldıramamasından ya da devalüe edememesinden ve böylece kar oranlarındaki artışı yeniden güçlü bir şekilde yakalayamamasından kaynaklanıyor. Kırılganlığın nedeni, iyice şişmiş finansal sistem ve bu sistem her krizi genelleştirme potansiyeline sahip. Belirsizlik ise, bu krize neden olan temel sorunları çözmeden sürece dahil olan devletlerin müdahalelerinden kaynaklanıyor.
Kriz ile birlikte gündeme gelen önemli tartışma konularından biri de küreselleşme oldu. Sermayenin sınırsızca akma olanağı bulacağı, ulus devletlerin ve bu devletler arası gerginlik ve savaşların artık önemini yitireceği üzerine kurulu olan neo-liberalizm ideolojisinin temellerinin çöküşüne ve dünyanın dört bir yanında çatışmaların artışına, Suriye’nin gözlerimizin önünde büyük ve küçük tüm güçlerin oyun alanına çevrilmesine tanıklık ederken artık 1980’lerin bu efsanelerini tekrarlamak o kadar da kolay değildi. Nitekim yine Choonora (2018) bu sürecin küreselleşmenin sonu anlamına gelmese de küreselleşmenin ortaya çıkma biçiminde bir değişim anlamına geldiğini söylüyor:
Bu illa ki küreselleşme döneminin sona erdiği anlamına gelmiyor, çünkü küreselleşme, küresel değer zincirlerinden (bu zincirler, finans akışının yanı sıra, çok uluslu şirketlerin üretimlerini sınırlar ötesine taşımasını sağlıyor) ve bu süreçte bir gerileme görünmüyor. Ancak savaş sonrası ABD hükümetlerinin, küresel serbest ticareti Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar yoluyla artırmasına ilişkin tarihsel vaatleri gücünü kaybetmiş gibi görünüyor. Trump yönetiminin, güneş enerjisi panelleri ve çamaşır makinesinin gümrük vergilerini Ocak ayında artırması Beyaz Saray’da yeni bir ruh haline işaret ediyor. Bu gümrük tarifeleri sadece Çin’i etkilemiyor – 2017’de ABD’ye en fazla çamaşır makinesi ihraç eden ülkeler Vietnam, Tayland ve Güney Kore; en çok güneş enerjisi paneli ihraç edenler ise Malezya, Güney Kore ve Vietnam’dı. Bu değişikliği Trump’ın gümrük vergisini ABD çelik ithalatında yüzde 25, alüminyum ithalatında yüzde 10 artırdığına dair açıklaması izledi. Bu açıklama AB ve Çin gibi ülkelerin intikam tehditlerinde bulunmasına ve Trump’ın ekonomi baş danışmanı Gary Cohn’un istifa etmesine yol açtı.
İngiltere Middlesex Üniversitesi’nde Uluslararası İstihdam İlişkiler dersi veren Martin Upchurch de (2018) küreselleşmenin sona erdiğini değil yeniden şekillendiğini söylemenin daha doğru olacağını ifade ediyor:
Hiç şüphe yok ki dünya ekonomisinde güç odağının yeniden düzenlenmesine tanıklık ediyoruz. ABD ekonomisine meydan okunuyor ve çok merkezli bir dünya görüşü giderek yaygınlaşmaya devam ediyor. Genel olarak, ekonomik korumacılık ve göçün daha fazla kısıtlanmasına odaklanan milliyetçi bir popülizm olarak tanımlanan Trump ve “Trumpism”, küreselleşmiş ekonominin sözde kazançlarından yararlanamayan hoşnutsuz işçilere yönelmek üzere giyinip kuşanmış sağın tepkisi gibi görünüyor. (…) Ancak, tanık olduğumuz şey küreselleşmenin sonu değil, yeniden şekillenmesi. Bu yeniden şekillenme sürecinde mevcut ticaret ilişkileri dağılıyor ve sermaye birikiminin yeni dünyasında onların yerine yenileri kuruluyor.
Chonoora’nın ve Upchurch’un yukarıda ifade ettiği gibi bu yeniden şekillenme süreci sadece belli başlı ülkeleri değil, farklı derecelerde ve şekillerde bütün dünyayı etkiliyor. Örneğin, 2008 yaz aylarında Türkiye’de patlak veren ekonomik kriz her ne kadar Papaz Brunson krizi gibi görünse de, aslında onun sadece fitilini ateşlediği ama yukarıda açıklamaya çalıştığım sürecin devamı olan bir krizdi. Marksist ekonomist Micheal Roberst Türkiye’de yapılan son genel seçimlerin ardından yazdığı yazıda şöyle diyordu:
Artan küresel faiz oranları ve ABD Başkanı Trump’ın başlattığı ve giderek büyüyen ticaret savaşı, Türkiye gibi yükselen kapitalist ekonomileri vuracak. Döviz üzerinden borçlanmanın maliyeti çok artacak ve yabancı yatırım azalacak… Türkiye şu anda, Arjantin (burada başladı bile), Ukrayna ve Güney Afrika ile birlikte bu borç krizinin eşiğinde duruyor”. Önümüzdeki günlerde bu kriz daha da büyüyecek.7
Gerçekten de Roberts’ın dediği gibi oldu ve Ağustos 2018’den itibaren Türkiye hala içinden geçtiğimiz bir krizin içine girdi. Ümit Akçay bu krizin görünür yüzünü şöyle anlatıyor:
Türkiye’de 2013 sonrasında oluşan yapısal kriz konjonktüründe 2014, 2016 ve 2018’de üç kere ekonomik darboğaz yaşandı. İlk darboğaz sermaye hareketlerinin kısa süreli canlanması, ikincisi de devlet destekli kredi genişlemesi sayesinde atlatılabildi. … Ağustos ayındaki döviz krizinden birkaç ay sonra, ekonomik tablo hızla kötüleşti. Ocak-Ekim 2018 arasında, enflasyon yüzde 10,3’ten 25,2’ye, tüketici kredisi faizi 18,5’ten 38,2’ye fırladı. Sanayi üretimi 2018 boyunca temmuz ayı hariç sürekli geriledi, aralıkta daralma yüzde 9,8’e ulaştı. İşsizlik ise sert bir artışla yüzde 12,3 seviyesine geldi. Bu tablonun önümüzdeki dönemde daha da kötüleşmesi bekleniyor.8
Marksist.org yazarlarından Faruk Sevim ise OECD’nin, 2019 yılında Türkiye ekonomisinin yüzde 0,4 daralacağını öngördüğünü, 2002 yılında 3 bin dolar olan kişi başı gelirin, 2013 yılında 12 bin 500 dolar seviyesine yükseldiğini, kişi başına gelirlerimizde, son bir yılda en az yüzde 20 azalma olduğunu, sanayinin Eylül 2018’de bir önceki yıla göre yüzde 2,7 daraldığını, kayıtlı işsizliğin 2019 yılında 8 milyona yükselmesinin beklendiğini anlatıyor.9
Politik kriz
Tüm dünyayı etkisi altına alan bu ekonomik krizin bir başka boyutu da kapitalizmde zaten mevcut olan adaletsizliği daha da derinleştirmesi oldu. İngiliz yardım kuruluşu Oxfam’ın Forbes ve Credit Suisse’in verilerini kullanarak 2018 Ocak ayında hazırladığı rapora10 göre, 2015’ten bu yana en zengin yüzde 1’lik kesimin toplam serveti dünyanın geri kalan yüzde 99’unun servetinden daha fazla. Rapor ayrıca en zengin 26 kişinin servetinin dünya üzerindeki 3.8 milyar insanın servetine eşit olduğunu ve zenginlerin 2018 yılında servetini 900 milyar dolar artırmasına rağmen Brezilya ve İngiltere gibi bazı ülkelerde en fakir yüzde 10’luk kesimin bütçelerine oranla zenginlere göre daha fazla vergi verdiklerini ortaya koyuyor. Oxfam Direktörü Winnie Byanyima, raporun verilerine dayanarak bu durumun tüm dünyada büyük bir eşitsizliğe ve öfkeye yol açtığını söylemişti.11
Tüm dünyada neo-liberal uzlaşı bozulurken ve katı olan her şey buharlaşıp dünya yeniden şekillenirken egemen sınıfın bunun yerine ne koyacağına dair bir önerisi yok. Bu da sadece ekonomik krizi derinleştirmekle kalmıyor aynı zamanda siyasal alanda da büyük bir boşluk yaratıyor. Hala eskinin ezberleriyle yeni ortaya çıkan olgulara yanıt vermeye çalışan anaakım partiler dünyanın her yerinde erirken ve yok olurken onların yarattığı boşluğa Yunanistan ve İspanya’da olduğu gibi bazen sol ama daha çok aşırı sağ popülist milliyetçi partiler talip oluyor. Örneğin Almanya’da yılların efsanevi Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin oyları eriyerek aşırı sağ popülist parti AfD ile aynı orana, yani yüzde 17’ye gelmiş görünüyor. Aynı şekilde Hristiyan Demokratlar’ın oyu yüzde 36’dan yüzde 30’a düşmüş görünüyor. İngiltere’de ise bu yıl Nisan ayı ortasında kurulan AB karşıtı sağ popülist Brexit Partisi’nin oyu şimdiden yüzde 15 olarak görünüyor. Daha bir hafta önce kurulan bir partinin bu oy oranına ulaşmasının tek yolu İngiltere’nin köklü iki partisi olan İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti’nin tabanından oy almış olmasıdır. Bu parti, İngiltere’nin hükümetin vaat ettiği tarihte Avrup Birliği’nden çıkmayı başaramamasını protesto etmek için sağcı popülist politikacı Nigel Farage tarafından kuruldu. Partinin hedefi Mayıs ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerine AB karşıtı bir kampanya yaparak katılmak. Üstelik, aslında 1991 yılında kurulmuş olan ama Nigel Farage’ın 2006’da partinin başına geçmesiyle popülerleşen sağcı popülist bir diğer parti UKIP’ın yüzde 14 olan oy oranı ile birleştiğinde ikisinin oy oranı yüzde 29 yapıyor. Farage İngiltere’de ‘elitler’ ve ‘sıradan insanlar’ popülizmini göçmen karşıtlığı ile birleştiren söylemin en önde gelen temsilcisi. Kendisi 2018 Ağustos ayında yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:
Westminster, entelektüeller, liberaller elitler bir türlü anlamıyorlar. Hala göçmen meselesini halının altına süpürmeye çalışıyorlar. Örneğin İngiltere’de son beş yılda trafiğe iki buçuk milyon yeni araba çıktı. Eğer nüfusumuz yılda üç yüz ile beş yüz bin artmaya devam ederse trafiğe daha çok yeni araba katılacağını tahmin etmek için Einstein olmanı gerekmiyor. Dolayısıyla İngiliz halkının bu konudaki kaygısı ırkçılıktan, göçmenlerden hoşlanmamaktan ya da onları sevmemekten kaynaklanmıyor. Bence, dizginleri ele almamız, kontrolü sağlamamız gerektiğine dair sağduyudan kaynaklanıyor ve ben bu kaygının kısa sürede ortadan kalkacağını sanmıyorum’.12
Bu tüm dünyada örnekleri görülen yeni sağ popülist milliyetçi söylemin belki de en iyi örneklerinden biri çünkü ırkçı değilmiş gibi görünerek ırkçılık yapmanın nasıl bir şey olduğunu bize çok iyi gösteriyor. Avro bölgesinin diğer ülkelerine baktığımızda ise, örneğin İtalya ve Yunanistan’da seçimle gelen hükümetlerin yerini ekonomik krizi aşmak için öne sürülen kemer sıkma politikalarını uygulamak üzere göreve gelen teknokrat hükümetlerin aldığını ve yine başarısız olduklarını görüyoruz. Neo-liberal politikaların krizinin tüm dünyaya yayılmasıyla birlikte politik kriz de küreselleşiyor. Arjantin, Macaristan, Hindistan, Polonya örneklerinde olduğu gibi bazı ülkelerde seçimle, Brezilya, Honduras, Paraguay örneklerinde olduğu gibi bazı ülkelerde yargı ve parlamento yoluyla yapılan darbeyle, Türkiye’de seçimler ve sistem değişikliği yoluyla ve Mısır ve Tayland’da askeri darbe yoluyla otoriter hükümetler iktidara geldi.
Ancak otoriter iktidarlar sadece bu ülkelerle sınırlı kalmadı. Dünyanın süper gücü ABD’nin başına sağcı Trump seçildi. Avusturya, İsviçre ve Skandinavya’da yine aşırı sağ partiler girdikleri seçimlerden güçlenerek ve hatta zaman zaman hükümet ortağı olarak çıktılar. Trump’ın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı, tüm dünyada aşırı sağın bir numaralı açık fikirsel ve mali sponsoru Steve Bannon’un 2018 Şubat ayında Florida’da yaptığı bir konuşma tüm bu sağ ve milliyetçi hareketlerin bu ortaya çıkan boşluğu nasıl doldurmayı planladıklarını çok iyi gösteriyor:
İnsanlar kendi ülkelerinin kontrolünü yeniden ellerine almak istiyorlar ve kendi yaşamlarının ve ailelerinin yaşamlarının kontrolünü de yeniden kendi ellerine almak istiyorlar. (Alkışlar) Ulus devlet insanın mutlu olabileceği tek model olmaya devam ediyor ve Amerikan ulusu Tanrı’nın Yeryüzü’nde özgürlüğün, bağımsızlığın ve adaletin sembolü olmaya devam ediyor. (Alkışlar) … Ulusal sınırları ortadan kaldırmak insanları daha güvenli ve müreffeh yapmaz – demokrasiyi zayıflatır ve refahı yok eder. … Sözde küresel elit kendini zengin etti, ama işçi ailelerini çok az ücretle geçinmek zorunda bıraktı … On sekiz yıl önce, bu odada bulunanların çoğu çalıştığı işte şu anda iki, üç işte çalışarak kazandığından daha fazla para kazanıyordu. (Alkışlar) Barış yerine, sonu gelmeyen savaşlar ve hiçbir zaman yok olmayan çatışmalar gördük. Kazanmak için savaşmayız. Politik olarak doğru olan savaşlarda savaşırız. Artık kazanmıyoruz. Ticarette kazanmıyoruz. Hiçbir yerde kazanmıyoruz.
Artık kazanmıyoruz. Yeniden kazanacağız, inanın bana. (Alkışlar).13
Böylece bir yandan içe kapanmacı politikalar diğer yandan neo-liberalizmin krizine bir çözüm bulamadıkça oluşan memnuniyetsizliğin üstesinden gelmek için daha fazla otoriterterleşen yönetimler hem tabanlarının kendilerine olan desteğini artırmak hem de bu otoriter uygulamalarını herkesin gözünde meşrulaştırıp doğallaştırmak için daha fazla ırkçılığa ve milliyetçiliğe başvuruyorlar. Bunu nasıl yaptıklarını aşağıda daha detaylı olarak ele alacağız ancak ondan önce otoriterleşme ve onunla bağlantılı olarak milliyetçileşme eğilimini güçlendiren bir başka faktörden, neo-liberalizmin krizi ile birlikte emperyalizmin krizinden de bahsetmek şart.
Emperyalizmin krizi
Her ne kadar solun büyük çoğunluğu için emperyalizm dendiğinde akla sadece ABD emperyalizmi geliyor olsa da emperyalizm sadece ABD ile eşitlenemez. Marksist teoriye göre emperyalizm, en genel anlamıyla, kapitalistler arası yarış ve rekabet sistemi demektir. Lenin Marksist emperyalizm teorisine ‘eşitsiz gelişim’ kavramını geliştirerek katkıda bulunmuştur. Callinicos, Lenin’in bu yaklaşımını şöyle açıklıyor:
Kapitalizm her yerde eşit derecede büyümez; bazı devletler ve bölgeler önden gider, bazıları arkada kalır. Bu eşitsizlik, dünyadaki güç hiyerarşisini belirler. Fakat kapitalizmin eşitsiz gelişimi, önde gelen devletlerarasında gücü yeniden dağıtır. Bu, güç dengesinin, yeni çatışmalar yaratacak şekilde sürekli değiştiği anlamına gelir. 20. yüzyılın ilk yarısındaki en önemli jeopolitik gelişme, o zamana kadar egemen kapitalist devlet olan İngiltere ile ABD ve Almanya arasındaki güç dengesinin değişmesiydi; bugün bir diğer güç dengesi değişimi ABD ve Çin arasında yaşanıyor. Lenin, bu güç dengesi değişimlerinin, Karl Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” olarak adlandırdığı sermayelerin barışçıl ulus ötesi entegrasyonunu ve Michael Hardt ve Toni Negri’nin “İmparatorluk” olarak adlandırdığı durumu imkânsız hale getirdiğini söyledi: Gücün yeniden dağılımı, böyle bir entegrasyonun işleyebilmesi için gerekli olan anlaşmaların temelini ortadan kaldırıyordu.14
Bunun günümüzdeki ifadesi ise Callinicos’un da yukarıda belirttiği gibi, ABD’nin artık rakipsiz bir süper güç olmaktan çıkmış olması. Üstelik karşı karşıya olduğu tek rakip Çin değil, ya da emperyalizmin krizine neden olan tek faktör ABD ve Çin’in karşı karşıya gelme olasılığı olan rakipler olarak ortaya çıkmış olması değil.
Daha önemli sorun ABD’nin dünyanın farklı yerlerinde kendisine karşı aynı anda ortaya çıkan tehditlerle baş etmek zorunda olması. Bir yandan Çin’in yükselişi, diğer yandan Rusya’nın kendisini uluslararası alanda daha güvenli bir biçimde ileri sürmesi ve Orta Doğu’da hala devam eden belirsizlik ve karmaşa ABD’nin aynı anda dünyanın dört bir yanına müdahale edebiliyor olmasını gerektiriyor. Ve bu neredeyse imkansız ve ABD için ciddi bir kriz.
Üstelik bu durum sadece büyük güçler arasındaki güç dengesini değiştirmekle kalmıyor, dünyanın çeşitli yerlerindeki bölgesel güç dengelerini de yerinden oynatıyor ve alt-emperyalist aktörlere alan açıyor. Bu gelişmenin en açık şekilde yaşandığı örnek ise Suriye. Ann Alexander (2018) şöyle yazıyor:
Irak’ın uzun süren ızdırabının ardından ABD’nin kendi isteğiyle görece olarak buradan geri çekilmesi sonucunda emperyalist rekabet yavaşlamadı, tam tersine, bölgesel güçlerin (İran, Suudi Arabistan, İsrail ve Türkiye) ve rakip büyük güçlerin (Rusya) oluşan boşluğu doldurma yönündeki hırsları ile birlikte daha da arttı.
Ancak bu bölgesel aktörler arası rekabet sadece o bölge ile sınırlı kalmıyor. Yine Anne Alexander bölgesel ve küresel rekabet arasındaki karşılıklı ilişkiyi aynı makalesinde şöyle açıklıyor:
Aslında, mevcut alt-emperyalist sistemin son on buçuk yıldaki belirleyici ve dolayısıyla önemli yapısal özelliği, ABD’nin 2003’de Irak’ta Saddam Hüseyin’e karşı elde ettiği Pirus zaferi ve bunun ardından gücünü kaybetmeye başlaması oldu. ABD’nin Irak politikasının felaketi, alt-emperyalist sistemlerdeki süreçlerin nasıl küresel düzeydeki eğilimleri hızlandırabildiğini gösteriyor. ABD’nin görece gerileyişinden faydalananlardan biri de Rusya oldu. Rusya, ekonomik açıdan önemsiz fakat SSCB’nin askeri ve diplomatik mirasına sahip. Üstelik, ABD ve onun Doğu Avrupa ve Suriye’deki müttefikleri ile jeopolitik rekabette giderek daha saldırganlaşıyor.
Böylece neo-liberalizmin ekonomik ve politik krizine emperyalizmin krizi ile başka bir boyut daha eklenmiş oluyor. Diğer ülkelerle hem ekonomik hem de jeo-politik olarak rekabet etme zorunluluğu ülkeleri daha da içe kapanmaya, ‘güçlü devlet, güçlü yönetim’ sloganı etrafında hızlı işleyen yürütme mekanizmaları kurmaya ve dolayısıyla otoriterleşmeye yöneltiyor. Milliyetçilik, bu rekabetin altından kalkmanın ideolojisi olarak bir kez daha devreye giriyor. Bunun belki de en talihsiz ancak iyi örneklerinden biri Türkiye’nin, alt-emperyalist bir ülke olarak Suriye iç savaşının kendisi için yarattığı olanakları görmesiyle Kürtler ile kurduğu barış masasını devirmesi oldu. Suriye’de özerk bir Kürt bölgesi kurulmasını büyük bir tehdit olarak algılayan Erdoğan, MHP ile de yakınlaşmanın da bir sonucu olarak hızla ‘devletin bekası tehdit altında’ söylemini benimsedi. Ardından, yaklaşık 6 bin kişinin hayatını kaybettiği, kentlerin yakılıp yıkıldığı şiddetli şehir çatışmaları başladı. Barış bildirisini imzalayan binlerce akademisyen işinden atıldı, insanlar sosyal medya paylaşımları nedeniyle tutuklandılar. Bırakın Kürt sorunundan bahsetmeyi ‘barış’ kelimesini kullanmak bile suç oldu. Mecliste üçüncü büyük parti olan HDP’li olmak terörist olmakla eşitlendi. Böylece Suriye dolayımıyla Kürt sorunu Erdoğan’ın otoriter politikalarının en büyük zeminini oluşturdu. Buna itiraz eden herkes ‘vatan haini’ olmakla suçlandı. Üstelik bu söylem sadece AKP’nin ve MHP’nin tabanında değil, muhtemelen HDP ve bir grup sol parti dışında, AKP’ye muhalif olma iddiasındaki CHP, İyi Parti gibi partilerin tabanlarında da karşılık buldu. Milli koalisyon bu sefer yine Kürtlere karşı kuruldu. Peki milliyetçilik nasıl oluyor da en uzlaşmaz görünen muhalifleri bile aynı noktada buluşturuyor? Bu sorunun yanıtı için kısaca milliyetçilik ile ilgili teorilere bakalım.
Milliyetçilik
Milliyetçilik teorileri literatüründe dönüm noktası niteliğinde olan çalışma kuşkusuz Benedict Anderson’un Imagined Communities (2006) (Hayali Cemaatler) kitabıdır. Anderson, bu kitabında milliyetçiliği kapitalizm ile ilişkilendirir ve onun insanların birbirlerini tanımasalar ve hiç görmemiş olsalar bile hayal edebilecekleri bir topluluk yarattığını iddia eder:
Olumlu anlamda, bu yeni toplulukları hayal edilebilir yapan şey, bir üretim sistemi ve üretim ilişkileri (kapitalizm), iletişim teknolojileri (matbaa) ve insan dilinin çeşitliliğinin ölümlülüğü arasındaki yarı-rastlantısal ilişkidir.
Ancak, bunları söylerken milliyetçiliği sadece kapitalist modernleşmeye dair bu gelişmelerin bir yan ürünü olmaya indirgemez ve geçmişi hatırlamanın ve hafızanın yeni insan topluluğu biçimleri yarattığını anlatır ve ‘ulus hayal edilmiş bir siyasi topluluktur- kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir’ der.
Milliyetçilik, bu hayali cemaat içinde insanları ‘biz’ ve ‘onlar’ olarak ikiye ayırır ve bu ‘biz’i tarif ederek ona özel, ayrıcalıklı bir anlam yükler. Dolayısıyla, örneğin egemenlikten ya da haklardan bahsederken sadece İngilizlerin, Türklerin, Almanların egemenliğinden ve haklarından değil, ne olduğu, neyi içerip neyi dışarıda bıraktığı tarif edilmiş bir Türklükten, İngilizlikten ve Almanlıktan ve onların egemenliği ve haklarından bahseder. Dolayısıyla milliyetçilik, aslında evrensel olmayan belirli bir grup insana evrensellik atfeder.
Bu tanımlama sürecinde milliyetçilik her zaman kendi sınırını belirleyeceği bir öteki üretir. Stuart Hall’un (1996) da çok yerinde şekilde söylediği gibi ‘Sadece bir öteki olduğunda kim olduğunu bilebilirsin. … İngilizlerin ırkçı olmasının nedeni Siyahlardan nefret ediyor olmaları değil, kim olduklarını bilmek için kim olmadıklarını bilmek zorunda olmalarıdır’.
Ancak milletlerin hayal edildiklerini söylemek onların gerçek olmadığı anlamına gelmez. Etienne Balibar’ın (1996) söylediği gibi, ‘belirli koşullar altında sadece hayal edilen topluluklar gerçektir’. Ulusal oluşumlarda ise hayal edilen şey millettir. Bu millet kendisini bir devlet ile birlikte tanımlar, bu devleti, başka devletlere karşı kendi devleti olarak görür. Balibar, kendisini bir devlet ile birlikte tanımlayan bu insan topluluğunu ‘hayali etnisite’ ifade eder (1996). Ona göre, Hiçbir ulus doğal olarak etnik bir kökene dayanmaz, fakat toplumsal oluşumların uluslaşması ile birlikte bu uluslar içinde yer alan ve bu oluşumlar tarafından bölünen ya da egemenlik altına alınan popülasyonlar etnikleştirilir – yani, geçmişte ya da gelecekte doğal bir topluluk olarak varolmuşlar ya da varolmaya devam edeceklermiş ve bireyleri ve toplumsal koşulları aşan bir ortak köken, kültür ve çıkarlardan oluşan bir kimliğe sahipmişler gibi sunulurlar.
Yine Balibar’a göre, milliyetçi ideoloji, insanları etnik gruplara bölerek sadece devlet tarafından toplumu kontrol altında tutmak için geliştirilen stratejilerin meşrulaştırılmasını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda onları aynı topluluk içinde yaşayan diğer insanlara bağlı hale getirir ve bu bağın da doğal ve ezeli ve ebedi görünmesini sağlar (1996).
Ronald Grigor Suny (2001), böyle bir söylemin insanları ‘insanlığın doğal bir şekilde ayrı ve birbirinden farklı uluslara bölünmüş olduğu ve kendi özlerinin özgürlüğünün ve tam anlamıyla yerine getirilmesinin tek yolunun milli kimliklerini geliştirmek olduğu ve milli kimliklerinin bütün diğer kimliklerinden – sınıf, cinsiyet, aile, din vs – üstün oldukları konusunda’ ikna etmeye yaradığını söyler.
Kısaca özetleyecek olursak, yukarıda sözünü ettiğimiz milliyetçilik teorileri bize, milliyetçiliğin birincisi bir tasarım ürünü olduğunu, ancak bu tasarımı ezeli, ebedi ve doğal kılmayı başardığını ve en önemli işlevinin de devletin ve/veya politik aktörlerin yapıp ettiklerini meşru ve doğal göstermek olduğunu söyler. Siyasi örgüt ve hareketler milliyetçi söyleme başvurmakla kendilerini sözünü ettikleri milletin gözünde doğallaştırmış olurlar. Otoriter rejimler açısından da milliyetçilik tam da bu teorilerin bize anlattığı işlevi görür.
Otoriterleşme ve milliyetçilik
Yukarıda anlattıklarımızı kısaca özetleyerek devam edecek olursak, bir yandan 80’lerden bu yana zaferini ilan ettikleri neo-liberal uzlaşının 2000’lerin başında dağılması ve bunun yarattığı politik boşluk, diğer yandan jeo-politik rekabetin artması ve bununla birlikte bir yandan süper güçler dünyanın çeşitli yerlerinde (Ukrayna, Latin Amerika, Balkanlar) ama en çok Suriye’de karşı karşıya gelimesi ve aynı zamanda bu jeo-politik rekabete Türkiye, Suudi Arabistan, İran gibi bölgesel alt-emperyalist güçlerin de dahil olması otoriter uygulamalara ya da otoriterleşme söyleminin benimsemesine zemin oluşturan gelişmeler oldu. Bunlarla birlikte artık bütün devlet yetkilerinin bir elde toplanması ve kurumların bütün özerkliklerini kaybetmesi tercih edilen yönetim biçimi oldu.
Bugün bu eğilimi savunan bir dizi milliyetçi-popülist parti dünyanın çeşitli ülkelerinde tek başına ya da koalisyonun bir parçası olarak iktidarda. İtalya’da League ve Five Star Hareketi, Brezilya’da Bolsonaro, Macaristan’da Victor Orban 2010’dan bu yana aralıksız şekilde, Polonya’da PiS ve Avusturya’da Avusturya Özgürlük Partisi, Rusya’da Putin iktidarda. Aynı şekilde, genellikle Recep Tayyip Erdoğan da dünyada son yıllarda giderek otoriterleşen yönetim anlayışı ile birlikte bu eğilimin içinde sayılıyor.
Bu hareket ve iktidarların, onlara otoriter sıfatını kazandıran ortak özellikleri ‘güçlü millet, güçlü devlet’ anlayışı etrafında daha merkezileşmiş ve yetkileri artırılmış bir yönetimi savunmaları, özgürlüklere saldırmaları, medyayı sürekli hedef almaları ve kontrol altına almaya çalışmaları ve tüm bunları yaparken aynı zamanda, göçmenlere ve azınlıklara da saldırarak kendi milletlerinin üstünlüğünü savunmaları. Ayrıca, diğer yandan da sürekli terörizm, kendi ulusal ve kültürel kimliklerinin kayboluyor olması gibi tehditleri öne sürmek yoluyla yarattıkları tedirginliği kendi iktidarlarını pekiştirmek ve yetkilerini artırmak için kullanıyor olmaları. Ve tüm bunları yaparken, güçlü bir popülizme dayanarak, insanları ‘elitler’ ve ‘sıradan insanlar ‘ diye iki gruba ayırarak kendilerinin bu ‘sıradan insanlar’ın ya da ‘millet’in tek temsilcisi olduğunu ileri sürmeleri.
Bu otoriter eğilimin milliyetçi söyleminin belki de en fazla öne çıkan argümanı ‘büyük ve güçlü’ ülkeler yaratmak. Trump’tan, Erdoğan’a ve Orban’a kadar tüm liderlerin en büyük vaadi kendi ülkelerini ‘yeniden büyük yapmak’, yani ‘büyük Türkiye’yi kurmak, ‘Amerika’yı yeniden büyük yapmak’, ve hatta sadece Macaristan’ı değil ‘bütün Avrupa’yı yeniden büyük yapmak’. Bu öyle büyülü bir vaat ki hiçbir engel, hak ve hürriyet bundan daha kıymetli olamaz ve bu vaadin karşısında duran herkes ‘terörist’ ve de hatta ‘vatan hainidir’ ve mutlaka Amerika’nın, Avrupa’nın, Türkiye’nin yeniden en büyük olarak ortaya çıkmasını istemeyen ‘güçler’in maşasıdır.
Seçim kampanyası sırasında duvar inşa ederek daha fazla göçmenin ABD’ye gelmesini engelleyeceği, ABD’nin dahil olduğu uluslararası ticaret anlaşmalarını yeniden gözden geçireceği ve gümrük düzenlemelerini değiştireceği, orduya daha fazla mali kaynak ayıracağı, ülke içinde işlenene suçlarla daha etkin bir şekilde mücadele edeceği, kürtaja karşı olacağı gibi vaatlerle yönetime gelen Trump, bir yandan içe kapanmacı ekonomik politikalarını milliyetçi söylem ile birlikte kullanma konusunda en çarpıcı örneklerden biri. Kendisi 2018 Mayıs ayında yayınladığı popüler twitlerinden birinde şöyle diyordu; “ABD yıllardır ticarette diğer ülkeler tarafından kazıklanıyor, artık akıllanmanın zamanı geldi!”. Yine Trump’ın bir başka twiti günümüzde bu tür yönetimlerin kullandığı milliyetçi söylemin belki de en tipik örneğini oluşturuyor: “Ülkemizi seviyoruz. Ülkemizin büyüklüğünü korumaya devam etmek istiyoruz”.
Benzer bir örneği Recep Tayyip Erdoğan’ın bir konuşmasından verebiliriz. Şubat 2019’da yaptığı bir konuşmada Erdoğan, ‘Türkiye’nin çıkarlarına, kazanımlarına, büyük Türkiye hedefine karşı kurulan her tuzağı bozacağız’ diyor.
İktidarlar, yarattıkları bu yapay ‘ulusal gurur’ hedefi ile, sadece hükmettikleri coğrafyaları, demokrasi ve özgürlükler pahasına yeniden büyük ve rakipsiz kılma vaadini değil, aynı zamanda, o coğrafyaların ötesindeki emperyalist ve militarist hedeflerini de sadece kendilerine ait olmaktan çıkarıp ‘hepimize ait’ bir vaat ve hedef haline getiriyorlar. Böylece ABD’nin kilometrelerce öteden gelerek Orta Doğu topraklarına istediği gibi müdahale edebilmesi birdenbire Orta Doğu’ya ve orada yaşayan insanlara değil, ABD’ye ait ve ‘ABD’nin yeniden büyük olması’ ile ilgili bir hale geliyor. Hepimiz, örneğin Suriye’den başka bir ülkenin toprakları gibi değil, sanki bize ait bir yermiş gibi bahsetme ve öyle davranma hakkını kendimizde buluyoruz. Böylece milliyetçilik tarihsel olarak en başat işlevini yerine getirmiş ve sınıfsal olarak yan yana gelemeyecek kesimleri bir potada toplamış oluyor.
Otoriter adı altında sınıflandırılan rejimler ve liderlerin ikna edici olabilmelerinin bir diğer yolu da bu otoriter uygulamaları gerekçelendirebilmelerinde ve toplumu buna ikna etmelerinde yatıyor. İşte yine burada milliyetçilik en işlevli anahtar olarak devreye giriyor. Günümüzde örneğin Avrupa’da sınırları kapatmak, en temel hak ve özgürlüklerden biri olan seyahat hakkını sınırlamak gibi uygulamaların gerekçesi olarak çok fazla sayıda mültecinin Avrupa’ya gelerek orayı Müslümanlaştırma olasılığı olduğu söyleniyor ve bu tehdide karşı muazzam bir Müslüman düşmanlığı inşa ediliyor. Trump, özellikle göçmenlere yönelik politikaları ile dünyada otoriterleşmenin simgesi haline gelirken, gerekçe olarak, göçmenlik politikasında odaklanılması gereken konunun “Amerikalıların yaşamlarının ve güvenliklerinin geliştirilmesi” olduğunu ileri sürüyor. Sık sık basın özgürlüğünü, kadınları, her tür muhalefeti tehdit eden açıklamalar yapıyor.
Yine bir başka örnek; önümüzdeki Mayıs ayında Avrupa Parlamentosu seçimleri yapılacak ve Avrupa’da siyasi partiler kampanyalarına başladı. Bu seçimin bir numaralı gündem maddelerinin birinin göçmenler olacağı kesin. Macaristan Başbakanı Orban, ‘bu seçim göçmen yanlıları ile ülkelerimizi göçmenlerden korumak isteyenler arasında olacak’ diyerek şimdiden bunu ilan etti bile. Kendisi, bu yıl Şubat ayında Avrupa Parlamentosu seçimleri ile ilgili açıklamasında “Göçmen kabul eden ülkelerde Hristiyan-Müslüman dünyası meydana geliyor ve Hristiyanların oranı sürekli düşüyor ama biz Orta Avrupalıların kendi geleceğimiz var” dedi.15 Orban aynı açıklamasında ‘bize daha fazla çocuk lazım’ diyerek ülkede doğum oranının artması için dört ya da daha fazla çocuğu olan annelerin ömür boyu gelir vergisinden muaf tutulacağını açıkladı.16 Sanırım bu açıklamalar yine Türkiye’de bize çok tanıdık gelecektir. Ahmet Yıldırım’ın AltÜst dergisinin 29 sayısında göçmenlerle ilgili yazısında değindiği nokta bize otoriterleşme ile milliyetçilik arasındaki ilişkiyi çok iyi özetliyor. Şöyle diyor Yıldırım:
Bugün dünya ülkelerinin üçte birlik kısmı (67 ülke) sınırlarına binlerce kilometrelik duvarlar inşa ediyor. Bu duvarlara gözetleme kuleleri, radarlar, gece görüş kamera sistemleri ve hava denetimi eşlik ediyor. Bütün bu önlemler kaçak girişleri ve mülteci akınını engellemek için gerekçelendiriliyor. Küreselleşen kapitalizm, sınırları kaldırmak bir yana, dünyayı koca bir açık hava hapishanesine dönüştürüyor.17
Avrupa’nın göbeğine göçmenlere karşı duvar ören ülkelerden biri de Macaristan. Macaristan, göçmenlerin ülkeye girişini önlemek için 175 kilometrelik bir duvar inşa etti. Ancak, bu yönetimler göçmenlerin gelişini sadece karadan değil denizden de engelleyerek son 25 yılda Akdeniz’de binlerce mültecinin hayatını kaybetmesine yol açtı.
AKP ve Erdoğan’ın otoriterliğine ve milliyetçiliğine ayrıca değinmek faydalı olabilir. AKP 2002’de iktidara geldikten sonra kendisine yönelik bir dizi hamleyi püskürtmeyi başararak iktidarını sağlamlaştırdı. Ancak 2013 yılında gerçekleşen 17-25 Aralık yolsuzluk dosyaları ve Gezi Parkı eylemleri genellikle AKP’nin otoriterleşme eğilimin belirginleştiği dönüm noktası olarak kabul ediliyor. AKP bu bahsettiğimiz gelişmelerden sonra kendisine yönelik tehdit olarak gördüğü her tür demokratik eylem, açıklama vs’yi ‘darbe’ olarak adlandırmak ve yargı, medya ve sosyal medya üzerinde benzersiz bir denetim kurmak yoluyla giderek otoriterleşti. Bu sürece, yukarıda değindiğimiz Kürt sorununda barış masasının devrilmesi ve Suriye’de yaşanan gelişmeler ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi de eklendi. Erdoğan bu gelişmelerin hepsini büyük bir tehdit anlatısı içinde birleştirdi. FETÖ-PKK-IŞİD diye başlayan zaman zaman HDP’nin ve CHP’nin de dahil olduğu bir terör örgütleri listesi ‘iç düşmanlar’ olarak sürekli uzadı.
Üstelik Erdoğan’a göre bu iç düşmanlar Türkiye’ye karşı dış düşmanlarla işbirliği halindeydi. Dış düşmanlar ise zaten gerek Suriye’de Kürtlere destek olmak yoluyla, gerek Gezi olaylarını planlamak yoluyla gerekse de ekonomiyi baltalamak suretiyle sürekli ‘biz’e karşı komplo planları içerisindeydiler. Neden? Çünkü Batı İslam’a düşmandı ve Batı’da yükselen İslam karşıtlığına karşı İslam medeniyetini bu saldırıya karşı koruyup kollayacak, hatta bu saldırıyı püskürtecek tek lider kendisiydi. Böylece Erdoğan, İslam dinini medeniyetçi bir milliyetçilik anlayışı içinde din olmaktan çıkarıp milliyetçiliğin kültürel bir unsuru olmaya indirgeyerek ‘yedi düvele karşı’ yerli ve milli bir medeniyet söylemini benimsedi. Tabii ki bunda yalnız değildi, Batı’nın İslam düşmanı aşırı sağ popülist partileri de benzer bir medeniyetçi milliyetçiliği, İslam’ın Batı’ya yönelik en büyük tehdit olduğunu, Batı’nın İslam’ın işgali altında olduğunu ve Batı kültürünün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ve hükümetlerin buna karşı önlem alması gerektiğini anlatırken yapmış oluyorlardı. Yeni Zelanda’da kısa süre önce gerçekleşen Christchurch saldırısının her iki medeniyetçi milliyetçilik tarafından nasıl kendi otoriter anlayışlarını güçlendirmek için kullanıldığı hepimizin hafızalarında hala taze. Dolayısıyla Türkiye bir yandan Batı’daki diğer örneklerle benzerlik gösterirken diğer yandan kendine has konjonktürel bir takım farklılıklara sahip. Ancak bu yine de bu makalede tartışmaya çalıştığımız otoriter yönetimler ve bu yönetimlerin milliyetçilik ile ilişkisinde dünyadaki diğer örneklerle beraber aldığı yeri değiştirmiyor.
Sonuç
Otoriterleşme eğiliminin tüm dünyada arttığı yaygın olarak kabul görüyor. Bu eğilim zaman zaman sultanlık, çarlık gibi modern öncesi kavramlar ve yönetim biçimleri, zaman zaman da faşizm ile açıklanıyor. Ancak bu açıklamalar son derece modern, kapitalizmin gelişiminin belirli bir dönemine ait olan bu otoriterleşmeyi ve ona eşlik eden, zaman zaman ırkçılığa varan milliyetçiliği açıklamaya yetmiyor. Bu makale, mevcut otoriterleşmeyi ve ona eşlik eden milliyetçiliği kapitalist sistemin birbiriyle bağlantılı üç alanında (ekonomik, politik, jeo-politik) yaşadığı kriz ile ilişkilendirerek, otoriterleşmenin bu krizlere verilen bir yanıt olarak ortaya çıktığını ve milliyetçiliğin de bu anti-demokratik söylem ve uygulamaları meşrulaştırmak için kullanıldığını anlatıyor.
Ancak ne dünyada ne de Türkiye’de bu yönetimler ve hareketler sınırsız bir güce sahip değiller. Tüm dünyada gerek anti-demokratik uygulamalara gerek milliyetçiliğe karşı göçmenlerin ve azınlıkların haklarını savunan, ‘büyük Amerika’, ‘büyük Türkiye’ uğruna demokrasinin feda edilmesine itiraz eden kitleler var. Otoriterliğin sonunun ne olduğunu en iyi gösteren son örnek Sudan’da yaşanan devrim sonucunda ülkenin 30 yıllık diktatörü el-Beşir’in devrilmesi oldu. Er ya da geç bütün otoriter yönetimleri bekleyen son buna benzer olacaktır. Bize düşün bunun olabildiğince hızlı olmasını sağlamaktır ve milliyetçiliğe karşı mücadele bunun çok önemli bir parçasıdır. Milliyetçilik, egemen sınıfın ezilenleri, işçi sınıfını, yoksulları bömek için kullandığı en etkin yollardan biridir ve ona karşı mücadele otoriterliğe karşı mücadeleden, ve her ikisi birden kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamaz.
Dipnotlar
1 https://www.dw.com/en/recep-tayyip-erdogan-the-sultan-of- 21st-century-turkey/a-44569548
2 https://www.theguardian.com/world/2019/mar/11/from-reformer- to-new-sultan-erdogans-populist-evolution
3 https://www.opendemocracy.net/en/sultan-is-dead-long-live-bay- ce-erdogan-sultan/
4 https://www.theguardian.com/tv-and-radio/2018/mar/10/putinthe- new-tsar-review-bbc2
5 https://www.bbc.co.uk/programmes/b09vb7m3
6 http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/imf-baskanindan-kuresel- ekonomide-tehlike-uyarisi-18803794
7 https://thenextrecession.wordpress.com/2018/08/11/turkey-total- meltdown/
8 https://www.rosalux.de/en/publication/id/40069/die-kommunalwahlen- im-schatten-der-wirtschaftskrise/
9 https://marksist.org/icerik/Yazar/11040/Ekonomik-kriz-buyuyor,- isci-sinifi-ayaga-kalkmak-zorunda
10 https://www.oxfam.org/en/pressroom/pressreleases/2018-01-22/ richest-1-percent-bagged-82-percent-wealth-created-last-year
11 https://www.mepanews.com/en-zengin-yuzde-1lik-kesiminin- serveti-dunyanin-yuzde-99undan-daha-cok-23620h.htm 1
14 https://dsip.org.tr/index.php/kutuphane/93-brosurler/1077-alex- callinicos-emperyalizmin-coklu-krizi
15 https://www.haberler.com/basbakan-orban-dan-gocmen-aciklamasi- 11729666-haberi/
16 https://www.trthaber.com/m/?news=macaristan-basbakani-orban- bize-daha-fazla-macar-cocuk-lazim&news_id=404496&category_ id=4 17 https://gocmeniz.org/f/ulus-devletler-degil-acik-hava-hapishaneleri? fbclid=IwAR1doOPZ9eWpkLzkBwXMRHUYTuShFagUnyJV3L- qsBU-EnCifPXG7okqhRc
Bibliyografi
Anderson, Benedict, 2006, Imagined Communities, London and New York, Verso.
Alexander, Anne, 2018, The contemporary dynamics of imperialism in the Middle East: a preliminary analysis International Socialism Journal, Sayı: 159.
Balibar, Etienne ve Wallerstein Imanuel, 1991, Race, Nation, Class, London and New York, Verso.
Callinicos, Alex, 2011, The crisis of our time, International Socialism Journal, Sayı: 132. Choonara, Joseph, 2018, The political economy of a long depression, International Socialism Journal, Sayı: 158.
Fukuyama, Francis, 1992, The End of History and the Last Man, The Free Press, New York. Hall, Stuart, 1996, “The Question of Cultural Identity”, Modernity: An Introduction to Modern Societies, der.
Stuart Hall, David Held, Don Hubert, Kenneth Thompson, Malden, MA: Blackwell, 595–634.
Marfleet, Phil, ,2016, States of exclusion, Socialist Review, Sayı: 418.
Marx, Karl ve Engels, Frederich, 2018, Komünist Manifesto, İletişim Yayınları: İstanbul.
Suny, Ronald Grigor, 2001, “Constructing Primordialism: Old Histories for New Nations”, The Journal of Modern History, Cilt 73, No. 4, s. 862-896 Upchurch, Martin, 2018, Is globalisation finished?, International Socialism Journal, Sayı: 157.