Hakan Gürvit
İnsan toplulukları diğer sosyal hayvanlardan, üyesi oldukları primat takımının diğer türlerinden, örneğin, bireylerinin yaklaşık yüzde 96 genetik homoloji taşıdığı şempanzeden farklı olarak biyolojik bireylerden değil kültürel öznelerden kuruludur. Böyle bakıldığında, Homo sapiens bebeğinin toplum içinde “normal” işlev gören bir birey olabilmek için genetik olarak belirlenmemiş, fakat kültürel olarak verilmiş bir dizi ontogenetik evreden başarıyla geçerek özneleşmek zorunda olan bir primat olduğu söylenebilir. Bu evreler nörobilimde ‘gelişimsel nöroplastisite’, psikanalizde ‘Oidipus kompleksi’ başlığı altında toplanır.
Gelişimsel nöroplastisite, bir primat yavrusunun infantil beyin mimarisinin verili insan toplumsal düzenin normlarına (kültürel kodlar) maruziyeti sonucu bu normları belli düzeylerde içselleştirmiş (veya hiç içselleştirememiş) erişkin bir insan bireyine dönüşürken, buna paralel olarak şekillenmiş bir beyin mimarisini edinmesiyle sonlanır. Psikanalitik bir kavram olan Oidipus kompleksi ise türe özgü, doğal (biyolojik) değil fakat kültürel bir evrensel yasa olan ensest yasağının içselleştirilmesi süreci olarak özetlenebilir. Homo sapiens beyninin primat takımı içindeki benzersiz büyüklüğü, yavrusunun, başlıca annenin doğum kanalına uyum baskısı nedeniyle, takımın türlerinin diğer üyelerine kıyasla doğum sonrası yaşama uyum için çok erken bir evrede doğmasını zorunlu kılar. Sağkalmak için erişkin bakımvericilerin (özellikle de gerçek anneler veya bu rolü üstlenenlerin) başka türlerle kıyaslanamayacak kadar uzun süren bakımına ihtiyacı vardır. Bu, bir ötekiye duyulan yaşamsal ihtiyaç, genetik olarak belirlenmiş bir biyolojik adaptasyon programı ile değil de bir öteki (Öteki) tarafından işlevselleştirilmedir; gezegendeki yaşam tarzları arasında büyük ölçüde benzersiz bir durumdur.
Bu yaşamsal bağımlılık veya çaresizlik zorunluluğundaki insan bebeği, Freud tarafından “Hilflosigkeit” olarak adlandırılır (Freud, 1926). Hilflosigkeit bağımsız bir birey olana kadar dış dünya ile kıyasıya bir etkileşime girmelidir. Bu etkileşim, yani bir yandan kültürel olanın şekillenmeyi bekleyen immatür beyni istila etmesi, diğer yandan doğal tarafta nörobiyolojik olarak gelişimsel nöroplastisite mekanizmalarının benzersiz dinamizmi, büyük beyninin infantil mimarisini zaman içinde erişkin modüler yapısına ulaştıracaktır. Bir başka deyişle, nörofelsefe adı da verilen bazı tasfiyeci materyalist felsefe akımlarının (örneğin, karı-koca Churchland’ler) ileri sürdüğü gibi zihin, beynin doğal yapısına indirgenebilecek ve dolayısıyla da mevcut zihin bilimleri (her türlü psikoloji ve bu arada psikanaliz de) beyinde bilgi işlemenin nörobiyolojik mekanizmaları bir kez kavranınca bilimsel olmayan epistemolojiler olarak, yani, “folk” psikolojisi olarak tasfiye edilecek atıl (inert) epifenomenal bir özellik değil, şekillenmeyi bekleyen plastik beyin yapısını Öteki’nin empoze ettiği dilin gösterenlerinin (signifiers) edinilmesiyle yoğurup ona nihai şeklini veren, Adrian Johnston’ın deyimiyle onu “denatüralize” eden “doğal-olmaktan-daha-fazla” (more-than-natural) veya “maddi-olmaktan-daha-fazla” (more-than-material) olandır (Johnston 2008). İnsanın maddi beyninden Oidipus diyalektiği (veya gelişimsel nöroplastisite) boyunca zuhur eden benzersiz özneliği bir daha doğal olana indirgenemeyecek bir otonomi kazanır, Johnston’a göre “artık geri dönüş yok”tur. Bu nedenle de bu maddi-olandan-daha-fazla olanı kavramakta yetersiz kalan materyalizmleri yeni bir materyalizm ile (transandantal materyalizm) ikame etmeyi ve maddi olandan içkin olarak zuhur eden zihnin sahibi “aşkın özne”yi klasik felsefede tutuklu kaldığı idealizmin elinden kurtarmayı hedefleyecektir.1
Nöral mimari terimi ile farklı zihinsel, algısal ve motor işlevlerde özelleşmiş nöral ağların bağlantısallık tarzları anlaşılabilir ve bu bağlantısallık tarzları gelişim, normal erişkinlik ve çeşitli nöropsikiyatrik hastalıklardaki değişimler bağlamında artık görüntülenebilmektedir. İnfantil serebral mimariden erişkin mimariye geçiş tarihi, insan yavrusunun plastik beyninin türün benzersiz bir bireyi olacak şekilde şekil alması anlamına gelir. Catherine Malabou’ya göre plastik şekil almanın elastik veya esnek eğilip bükülmeden farkı, ilkinin geri dönüşsüz olmasıdır (Malabou 2008). Malabou “Beyinlerimizle Ne Yapmalıyız?” isimli kitabına Marx’tan bir analoji ile başlar: “İnsanlar kendi tarihlerini yaparlar, fakat onu yaptıklarını bilmezler, der Marx, bu sözler belli bir şekilde tam da bizim bağlamımıza ve nesnemize uyarlanabilir: İnsanlar kendi beyinlerini yaparlar, fakat onu yaptıklarını bilmezler”. Malabou bu ifade ile, Marx’ın insan toplumlarının tarihselliğinin kendilerinin haricindeki doğal veya ilahi yasalar veya teleolojiler tarafından belirlenmediği, fakat kendi ellerinde ve değiştirilebilir olduğunu ifade etmesi gibi, insan beyninin bireysel tarihinin de doğal yasalar gibi değişmez belirleyiciler tarafından değil, maruz kaldıkları, değiştirilebilir insani kültürel bağlam tarafından belirlendiğini söylemektedir. Malabou, Johnston ile birlikte yazdıkları “Benlik ve Emosyonal Yaşam” kitabında (halen bu kitabı çevirmekteyim) Descartes’ın cogito’su ile modernitede zirvesine erişecek klasik felsefenin kendinde otonom olarak zuhur eden ruh olarak öznelik karşılığı “otoaffeksiyon” kavramı yerine öteki tarafından özneleştirilen insan bireyi karşılığı “heteroaffeksiyon” kavramını önerir. Heteroaffeksiyona maruz kalamamak, insan yavrusunu bir primat olarak bırakacaktır. Terkedilme veya kaybolma sonucunda, insanlar tarafından yetiştirilmeden sağ kalabilmiş “vahşi çocuk” (feral child) başlığında bildirilmiş, linguistik ve sosyal kognitif yeteneklerden yoksun olgular bulunmaktadır.
İnsan yavrusu için etkileşime girilecek ve böylelikle beyin mimarisini heteroaffeksiyon ile geri dönüşsüz bir biçimde şekillendirecek dış dünya bağlamı değişmez doğal yasalarla belirlenmediği gibi, o tek bireyin gelişimi boyunca karşılaşacağı tümüyle raslantısal (contingent), şansa bağlı fenomenal yaşantı bağlamları da değildir; sosyo-sembolik düzenin kuralları ile sınırlanmış bir hakikat, Hegelcede bir aktüalitedir (Wirklichkeit).2 Bu plastik şekillenme bir tarihsel antite olan verili sosyo-sembolik aktüalite yasaları aracılığıyla gerçekleşecektir. Heidegger insan yavrusunun belli bir tarihsel aktüalitede doğmasını ‘fırlatılmışlık’ (Geworfenheit) kavramıyla tanımlar (Heidegger 1927). Kendi seçmediği, kendine özgü bir tarihi olan bir toplumsal çerçeve ve aile ilişkileri içinde kendini bulan ve o bağlamın sınırlanımları ile şekillenip ölüme yürüyecek olan (Sein-zum-Tode) insan bireyi “orada olan”dır (Dasein). Hegel diyalektiğinde aktüalite statik bir değişmez mutlak olmadığı gibi, Hegel’in hatalı popüler yorumlarında çoğunlukla ifade edildiği üzere, harici bir mutlak akıl (Tanrı) tarafından a priori belirlenmiş, tetiklenmiş bir teleoloji uyarınca çizgisel sürekli bir gelişim, değişim de değildir. Hegelci mantık modalitelerinde belli bir aktüalite, ilahi de dahil olmak üzere, belli bir nedenselliğe sahip olmayacak şekilde rastlantısaldır (Zufälligkeit). Rastlantısal olarak kurulan tarihsel Wirklichkeit, içrek olarak (immanent) kendi kuralları, yasaları uyarınca belli neden-sonuç ilişkileri ve sınırlanımlar dolayısıyla belirlenim anlamında zorunluluklar (Notwendigkeit) ile kurulur. Bununla birlikte, zihnin veya Hegelcede Ruh’un (Geist) fırlatıldığı aktüalitenin yasaları doğanın yasaları gibi mutlak belirleyici çizgisel bir neden-sonuç ilişkisine sahip değildir. Bu yüzden her aktüalite Dasein için belirli sayıda imkanlar (Möglichkeit) sunar; Aristotelesci kavramlarla Dasein tuşe imkanları olan bir otomatondur, yani maruz kaldığı belirlenimleri değiştirme imkanlarına sahiptir. Althusser’in deyimiyle, böylesi bir belirlenim, belli bir nedenin çizgisel olarak belli bir etkiye yol açtığı klasik doğal belirlenim değil, maruz kalınan tarihsel bağlamın şekillendirdiği toplumsal yapının unsurlarının dinamik iç etkileşiminin sonucu olan bir üstbelirlenimdir (surdétermination).3
Bu terim (Überdeterminierung) Freud tarafından bir dizi rüya düşüncesinin tek bir imajda yoğunlaşması (kondanse olması/Verdichtung) veya psişik enerjinin çok güçlü bir kaynak düşünceden görünüşte sıradan imajlara yer değiştirmesi (deplasman/Verschiebung-Verstellung) mekanizmalarının ardındaki nedensellik olarak kullanılmıştır.4
Psikanalitik açıdan Oidipus diyalektiğini bir Dasein olarak, insan yavrusunun fırlatıldığı sosyosembolik aktüalite yasalarını edinerek biyolojik bir canlıdan sembolik bir özneye dönüşmesinin tarihi olarak görebiliriz. Aristotelesçi iki kavramı kullanan Lacan 1964’teki XI. Seminer’inde psikanalitik özneyi tuşe olanaklarına sahip, bilinçdışı tarafından belirlenen bir otomaton olarak tanımlar (Lacan 1964); psikanalitik tedavi tam da bir tuşe imkanıdır. Psikanalitik şifa, fırlatılan toplumsal düzen (aktüalite) tarafından empoze edilen ve öznenin tüm manalandırma (signification) düzenini, Lacanca söylemek gerekirse “teğellendirerek” (point-de-capiton) mümkün kılan efendi gösteren’i (signifiant maître: S1) lağvederek söz konusu özne için yeni bir S1’in üretilmesidir. Bu yüzden, psikanaliz aynı Marksizm gibi bir praksis felsefesidir. Psikanalitik şifaya analoji ile toplumsal devrimler (veya toplumsal şifa) kitlelerin politik kolektiflerinin eylemiyle (praksis) hegemonik düzeni anlamlandırarak asimetrik mülkiyet ilişkilerini kabul edilir kılan efendi gösterenin lağvedilmesidir.
Daha önce ifade edildiği gibi, maturite nörobiyolojik olarak gelişimsel nöroplastisitenin sona ermesi ve erişkin serebral nöral mimarinin edinilmesidir ve kronolojik olarak erken yirmili yaşlarda sonlanır. Psikanalitik matürite Oidipus kompleksinin çözülmesi ve sembolik öznenin kurulmasıdır. Gelişimsel nöroplastisite ile Oidipus tarihi arasında mantıksal bir tekabüliyet ilişkisi varmış gibi görünse de Oidipus kompleksi diyalektiğine kronolojik bir evrim olarak bakan klasik psikanalize göre, kompleks 5 yaşlarında çözülür ve o zamana kadar Freudca tabirle “polimorf-pervers” bir infantil cinsel yaşam sürdüren çocuk sosyal olarak adaptif bir cinselliğe (heteronormativite tarafından empoze edilen) sahip bir erişkin olarak uyanacağı zamana kadar uzayan bir latent döneme girer. Bununla birlikte, Lacancı psikanalizde Oidipal evrelerin kronolojik değil geçilmesi gereken mantıksal evreler olduğu da vurgulanmalıdır. Böyle bir bakış açısı, nörobiyolojik ve psikanalitik evrim arasındaki, bağdaşması kabil olmayan uyumsuzluğu kaldırıp tekabüliyet ilişkisine hitap edebilmeyi mümkün kılmakta gibi görünmektedir.
Nöral ağlarda temsil edilen farklı zihinsel modüllerin gelişimsel tarihleri birbirlerinden farklıdır (heterokroni). Primat evriminin başlıca kazanımı olan çok gelişkin görsel işleme modülü doğumdan sonra çok kısa süre içinde gelişimini tamamlarken motor koordinasyonun gelişimi için uzun aylar, dilin edinimi için çok uzun yıllar gerekecektir (konu üzerine derlemeler için bkz. örneğin, Neville 2002 ve Maffei 2008). Hilflosigkeit durumu tanımlayan başlıca özellik, bu gelişkin görsel işlemeye karşın bedeni kontrol etmekteki çaresizlik ve üretilen-işitilen seslerin henüz anlam taşımamasıdır. Bu durum, Öteki ile zorunlu ilişki içinde, psikanalitik teori tarafından öngörülebilir bir diyalektiği tetikler. Pre-Oidipal ve Oidipal evrelerden oluşan bu diyalektik bir primat yavrusunu, Lacan’ın deyimiyle “yaşayan şey”i (le vivant), “konuşan varlık” (parlêtre), özne haline getirir; bu kavramları kullanarak Lacan 1958’deki V. Seminer’inde ünlü Arzu Grafiği’ni çizecektir (Lacan 1957-58). Bu süreç nörobiyolojik olarak da gelişimsel nöroplastisitenin en dinamik dönemine karşılık gelir. Freudcu terminolojiyle; sırasıyla oral, anal ve genital dönemlerle belirlenen ve kastrasyon ile sonlanan bu süreç klasik psikanalizde yukarıda anıldığı gibi kronolojik çizgisel bir evrim olarak tasarlanır ve 5 yaşlarında sonlanması beklenir. Lacancı terminolojide Oidipus evreleri kronolojik olmaktan çok mantıksaldır, bebeğin-çocuğun belli bir yaş dönemine birebir karşılık gelmesi beklenmez.
İnsan yavrusu dili edinmeden önce le vivant olarak gelişmiş görsel işleme kapasitesi ve yetersiz motor yetenekleriyle, Öteki ile karşılaşır. Le vivant’ın Hilflosigkeit durumu ona Oidipus diyalektiği süresince geçmesi ve edinmesi gereken, geçebildiğinde de geçemediğinde de ödemesi gereken bedellerle bir dizi Notwendigkeit veya heteroaffektivite kuralları/olanakları sunar. Nitekim vahşi (feral) çocukların “le vivant” olarak kaldıklarını söyleyebiliriz. Böylelikle pre-Oidipal ayna evresinde kontrol edemediği parçalı bedenini (Lacancada corps morcelé) aynadan yansıyan şekliyle yanıltıcı biçimde bütüncül olarak görüp, kendini hatalı tanıyıp (méconnaissance), bu ters imgeyle birincil yabancılaştırıcı özdeşleşmesini yapacaktır.5 Bu yolla kurduğu ilksel (primordial) egosunun (Ur-ich) imgesini tüm diğer canlı-cansız nesnelere, özellikle de kardeşler ve yaşıtlara yansıtarak ayna imgesinde temeli atılan ideal egosunu yansıtmalarla katmanlandıracak, narsisizminin de temelini atacaktır. İdeal egonun katmanları haline gelen alter-egolar şeklindeki ötekiler aynı zamanda, yerlerine geçmek istemek ve arzularını arzulamak şeklinde, saldırganlığın da temelini oluştururlar. Narsisistik-saldırgan imgesel ideal egonun bu haliyle toplumsal işlev görmesi mümkün değildir. Dolayısıyla ayna evresinden ileri geçememenin, sembolik babanın müdahalesinin topyekûn engellenmesinin (Verwerfung) bedeli psikotik psişik yapı olacaktır. Ur-ich’in ıslah edilmesi için Oidipus kompleksinin ileri aşamalarında babanın yasa taşıyıcı olarak devreye girmesi, hâlâ annenin arzusunun nesnesi olmaya çalışan ve bu yüzden babayla yarışan çocuğu kastre ederek ona Yasa’yı tanıtması ve kabullendirmesi gerekir. Kastrasyonun kabullenilmemesi (Verleugnung) pervert yapıyı oluşturur. Sosyo-sembolik düzene girmenin koşulu olan Yasa’nın kabullenilmesi, sonunda annenin esrarengiz arzusunun göstereninin Babanın-adı (le nom-du-père) ile, yani Efendi Gösteren ile yer değiştirmesi ve paternal metaforun kurulması ile gerçekleşir. Böylelikle çocuk bu kez baba imagosuyla simgesel olarak özdeşleşir. Bu ikincil özdeşleşme Ego idealini oluşturur ve kendisini mantıksal olarak önceleyen imgesel ideal egoları ıslah edecek şekilde yeniden şekillendirir. Bu adım eş zamanlı olarak bilinçdışını da kurar. Oidipus’u “başarı” ile geçen ve artık bilinçdışı ve bilinç olarak yarılmış bir şekilde kurulmuş öznenin bedeli bastırılmış (Verdrängung) materyalden oluşan bilinçdışı ile belirlenen ancak eylemlerini harici özdeşleşmelerin ürünü olan merkezi boş Egosu kaynaklı olduğunu vehmeden nörotik psişik yapıdır. Lacancı psikanalizde “normal” bir psişik yapı yoktur.6
Elbette ki bu mümkün üç psişik yapı mantıksal olarak beyin mimarisini de kendilerine özgü bir biçimde şekillendirmiş olmalıdırlar. Ancak, elimizdeki buna ilişkin ampirik veriler henüz son derece yetersiz. Bununla birlikte, bu yüzyıldan itibaren kognitif nörogörüntülemenin gösterdiği hızlı gelişim ve önündeki potansiyel oldukça heyecan vericidir. Fonksiyonel nörogörüntüleme bu yüzyılla birlikte farklı zihinsel işlevlerde özelleşmiş, zihinsel talebe göre birbirleriyle bağlantısallıklarını artırarak veya azaltarak işlev gören nöral ağları (intrinsic neural networks – ICN) ortaya koydu. Bunlardan ilk tanımlanan ICN, olağan durum ağının (default mode network – DMN) temel işlevinin benlik algısı (yani ego) olduğunu gösterdi (Gruberger 2011). Dahası, insan DMN’sinin gelişimsel nöroplastisite ve/veya Oidipus ile analoji kurulabilecek bir gelişim tarihi olduğu da belirlendi (Supekar 2010). Paralel olarak, yapısal nörogörüntülemedeki gelişmeler ile bu ağlar arasındaki bağlantısallığı sağlayan asosiasyon lifleri de görüntülenebilir oldu.
Son zamanlarda fonksiyonel ve yapısal nörogörüntülemenin birleştirilmesine yönelik çabalar artmaktadır (Guye, 2008). Çizge teorisinden kaynaklanan matematik modellere dayanarak, beynin yapısal (sNET) ve fonksiyonel bağlantısallığını (fNET) bir “küçük dünya” şeklinde organize olmuş konnektomlar şeklinde haritalamak da giderek mümkün olmuştur. Bu araştırma alanına konnektomik (connectomics) adı verilmiştir. Konnektomlar bir dizi “n” düğümlerini (verteksler) bağlayan “k” kenarlarını (bağlantılar) temsil eden çizgeler (graphs) şeklinde modellenebilir. Küçük dünya konnektomunda bağlantısallık başlıca komşu n’ler arasındaki k’lar (kısa mesafeli) ve daha az sayıda rasgele konumlardaki iki n’yi bağlayan k’lardan (uzun mesafeli) oluşur. Multi-modal sNET-fNET yaklaşımı bir dizi gelişimsel ve yıkıcı nöroplastisite durumlarında (gelişimsel nöropsikiyatrik bozukluklar, nörodejenerasyon, inme, travmatik beyin hasarı) bağlantısallığın gelişimsel evrimi ve sonradan bozulması dahil, bir dizi klinik duruma uygulanmıştır. Konnektomik uygulamayla çizilen bağlantısallık haritaları (konnektogramlar) tek bir bireyin zihin haritasını adeta bir parmak izi gibi resmedecekmiş gibi durmaktadır. Konuyla ilgili kapsamlı bir gözden geçirme, Moody ve arkadaşlarının yakın tarihli derlemelerinde bulunabilir (Moody 2021).
Nörobiyolojik gelişim ile Lacancı psikanalizin Oidipus diyalektiği arasında bire bir tekabüliyet aramanın önünde, her şeyden önce epistemolojik bir uçurum var. Psikanalizdeki, özne kurulduğunda hiçbir zaman tatmin edilemeyecek arzusunun nesne nedeni olacak “nesne küçük a” (objet a), yer yüzündeki benzersiz maladaptifliğinin başlıca nedeni olacak ölüm dürtüsü (todestrieb) ve onun tezahürü olan tekrarlama kompülsiyonuna nörobiyolojik perspektifle tam olarak hitap etmenin şimdilik uzağındayız. Epistemolojik engele rağmen, gösterenlerin represyonu sonucu “bir dil gibi yapılaşmış” Lacancı psikanalitik bilinçdışı ile temel olarak koşullanma öğrenmelerinin tezahürü olarak görülebilecek kognitif bilinçdışı arasındaki örtüşmelerin üzerine düşünmeye değer. Ölüm dürtüsünün maladaptif tekrarlama kompulsiyonu ile kognitif bilinçdışının temel örtük öğrenme biçimlerinden biri olan ‘operan koşullanma’ ile edinilen, sağkalımı tehdit edici patolojik bağımlılık davranışlarına kadar uzayabilen ve popüler dilde “can çıkmadan çıkmayacak” olan maladaptif huylar arasındaki örtüşme de buna örnek gösterilebilir.
Nörobilimin gelişimsel nöroplastisitesi ile psikanalizin Oidipus diyalektiği arasında iki perspektiften de hitap edilebilecek arayüzler bulunabileceğine hiç şüphe yok. Bununla birlikte, Malabou’nun da psikanalize temel eleştirisi olan yıkıcı plastisitenin psikanalizde bir karşılığı bulunmaz. Oysaki, özne gelişimsel nöroplastisite/Oidipus ile kurulabildiği gibi, yaşam süresi içinde yıkıcı nöroplastisite ile (nörodejenerasyon, travmatik beyin hasarı, inme, vb.) yıkılabiliyor da. Yaşam içinde öznenin çalınmasını da odağına alan bir psikanaliz nasıl olurduyu tahayyül etmek de kışkırtıcı geliyor.
Marksizm, yani ekonomi politiğin eleştirisi yukarıda değinildiği gibi, bir kolektif politik eylem ile efendi göstereni ve bir önceki toplumsal düzendeki mülkiyet ilişkileri ile “normal” kabul edilen özneliği radikal olarak değiştirme teori ve pratiği olarak tanımlanabilir. Fransız Devrimi bunun en çarpıcı örneklerindendir. Bu devrimle birlikte, Fransızca sujet veya İngilizce subject göstereni efendiye tabii yani teba olmak gösterileni (signified) ile ilişkisini koparıp özgür iradeye haiz gösterileni karşılayan özne gösterenine dönüşmüştür (Türkçe bu nüansları karşılamıyor). Yukarda değinildiği gibi, Hegelci diyalektiğin temel iddiası olan çelişkinin (Wiederspruch) mutlaklığına karşılık gelen mutlak ruhu (absolute Geist) kavrayıp, tersine sanki çelişkinin sonlanacağı bir Cennet algısı gibi teleolojik son olarak kabul etmemek kurtuluşçu sosyalist projeler için esastır. Stalinizm tam da ikincisine karşılık gelir. Proletarya devrimi başarıldığında komünist ütopya (Cennet) gerçekleşmiş, tarih nihayete ermiştir. Oysaki, Stalinist partinin politbürosu ve onun genel sekreteri tam da pre-modern merkezci evren anlayışına (pre-Kopernik Ptolemus’un terrasantrik evreni, bütün monarşilerin tanrı temsilcisi hükümdarları) geri dönüşlerdir. Gerçek kurtuluşcu sloganlar Lenin’in “Bütün iktidar Sovyetlere!” – iktidarı alanlar merkezsiz kollektif emek meclisleri olmalıdır– ve Troçki’nin “Sürekli devrim” – çelişki mutlak ise devrim sürekli olmalıdır– sloganlarıdır. Kurtuluş sonrası “bütün iktidarın Sovyetlerde” ve “sürekli devrim” ilkeleriyle kurulmuş bir toplumsal düzendeki Homo sapiens bebeklerinden insan öznesi üretecek devrimci pedagoji, bebeğin yukarda anılan Lacancı “ayna evresi”nde alter-egosuyla imgesel özdeşleşmesi sırasında Öteki’nin yerinde olma saldırgan dürtüsünü baskılayıp, eşit derecede mümkün Öteki’ni içine alarak altruistik özdeşleşmesini destekleyecek bir pedagoji olmalıdır. Bu da Fransız Devrimi’nin burjuva toplumlarında altı çizilen, tebanın yerini alan özgür ve eşit (piyasa karşısında) yurttaşlarını, yine bu devrimin üçüncü ilkesi olduğu halde unutulan kardeşlik ilkesiyle tanıştıracak ve bu yeni özne bütün iktidarın Sovyetler’de kalmasının ve devrimin sürekli olmasının güvencesi olacaktır.
Nesne a’nın kalıntısı olduğu, simgesel-imgesel düzen tarafından hazmedilemeyen psikanalitik Gerçek ile nörobilimin de bir üyesi olduğu doğal bilimlerin nesne edindiği simgesel-imgesel düzenler tarafından sınırlanan gerçekliğin unsurları aynı tözden değil. Yine de bu özne (insan zihni), bu maddeden (Homo sapiens beyni) zuhur ettiğine göre, gösterilecek çaba beyhude değildir; giderek kurtuluş sonrası toplumsal düzenlerin de tahayyül edilebilmesini sağlayacak, en heyecan verici çabadır diye de düşünülebilir.7
Dipnotlar:
1 Ayrıca bkz. Johnston 2012 ve 2014.
2 (Hegel 1817, Johnston 2018).
3 Althusser 1965.
4 Freud 1900.
5 Lacan 1949.
6 Yukardaki paragraf için ayrıca bkz. Chiesa 2007.
7 Böylesi bir çaba için bkz. Deacon 2012.
KAYNAKÇA
Althusser, L. (1965). ‘‘Contradiction and Overdetermination,’’ in For Marx. New York: Verso, (2005), s. 89.
Chiesa, L. (2021). Öznelik ve Ötekilik: Lacan’ın Felsefi Bir Okuması. Çev.: Hakan Gürvit. Axis Yayınları.
Churchland, P.S. (1986) Neurophilosophy: Toward a Unified Science of the Mind/Brain. Cambridge, Massachusetts: MIT Press.
Churchland, P.M. and Churcland, P.S. (1998). Intertheoretic Reduction: A Neuroscientist’s Field Guide. On the Contrary Critical Essays, 1987-1997. Cambridge, Massachusetts, The MIT Press: 65-79.
Deacon, T. (2012). Incomplete Nature. New York: W. W. Norton & Co.
Freud, S. (1900). The interpretation of dreams. Strachey, James.
New York: Basic Books A Member of the Perseus Books Group (2010).
Freud, S. (1926). Inhibitions, symptoms and anxiety. In J. Strachey, & A. Freud (Eds.), The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud (s. 186). London: The Hogarth Press.
Gruberger, M., E. Ben-Simon, Y. Levkovitz, A. Zangen, and T. Hendler. 2011. ‘Towards a neuroscience of mind-wandering’, Front Hum Neurosci, 5: 56.
Guye, M., Bartolomei, F., & Ranjeva, J.P. (2008). Imaging structural and functional connectivity: towards a unified definition of human brain organization? Curr Opin Neurol, 21(4), 393-403. doi:10.1097/WCO.0b013e3283065cfb
Hegel, G.W.F. (1817). The Science of Logic: Part 1 of the Encyclopaedia of Philosophical Sciences, trans. T. F. Geraets, W. A. Suchting, and H. S. Harris (Indianapolis: Hackett, 1991).
Heidegger, M. (2008). Being and Time. New York: Harper Perennial.
Johnston, Adrian (2008). Žižek’s Ontology: A transcendental materialist theory of subjectivity Evanston, IL: Northwestern University Press
Johnston, Adrian (2012). “The Voiding of Weak Nature.” Graduate Faculty Philosophy Journal 33.1: 103–57.
Johnston, Adrian, ve Catherine Malabou. 2013. Self and emotional life: Philosophy, psychoanalysis, and neuroscience (Columbia University Press).
Johnston, Adrian (2014). Adventures in Transcendental Materialism. Edinburgh: Edinburgh University Press.
Johnston, Adrian (2018). A New German Idealism: Hegel, Žižek, and Dialectical Materialism. Columbia University Press.
Lacan, J. (1949). The Mirror Stage as formative of the function of the I as revealed in psychoanalytic experience. In: Écrits. The first complete edition in English. Translated by Bruce Fink in collaboration with Heloise Fink and Russell Grigg. New York : London : W.W. Norton & Company, (2006).
Lacan, J. (1957-58). Formations of the Unconscious: The Seminar of Jacques Lacan, Book V. Translated by Russell Grigg, edited by Jacques-Alain Miller. Polity (2017).
Lacan, J. (1964-65). ‘Tuché and Automaton,’ The Four Fundamental Concepts of Psychoanalysis. The Seminar of Jacques Lacan, Book XI. Translated by Alan Sheridan, edited by Jacques-Alain Miller. London: Penguin Books (1979), s. 53-56.
Malabou, Catherine (2008). What Should We Do with Our Brain? Fordham University Press: 1-14.
Maffei, A., & Turrigiano, G. (2008). The age of plasticity: developmental regulation of synaptic plasticity in neocortical microcircuits. Prog Brain Res, 169, 211-223. doi:10.1016/S00796123(07)00012-X
Moody, J. F., Adluru, N., Alexander, A. L., & Field, A. S. (2021). The Connectomes: Methods of White Matter Tractography and Contributions of Resting State fMRI. Semin Ultrasound CT MR, 42(5), 507-522. doi:10.1053/j.sult.2021.07.007
Neville, H., & Bavelier, D. (2002). Human brain plasticity: evidence from sensory deprivation and altered language experience. Prog Brain Res, 138, 177-188. doi:10.1016/S0079-6123(02)38078-6
Supekar, K., L. Q. Uddin, K. Prater, H. Amin, M. D. Greicius, and
- Menon. 2010. ‘Development of functional and structural connectivity within the default mode network in young children’, Neuroimage, 52: 290-301.