Alex Callinicos
6 Ocak 2021’de, çoğu Konfederasyon bayrağı taşıyan ve bazıları açıkça faşist olan aşırı sağ göstericiler, Amerika Birleşik Devletleri Kongresi’nin merkezi olan ve Washington DC’de bulunan Kongre binasını bastı. Liberal ve solcu yorumcular hemen, beş kişinin hayatını kaybettiği bu eylemin bir darbe olduğunu ilan etti. Peki, bu baskın Edward Luttwak’ın klasik “biçimsel ve işlevsel darbe” tanımına uyuyor muydu: “Devlet aygıtının küçük ama kritik bir kesiminin içeri sızması ve bunun, daha sonra hükümetin devletin geri kalanı üzerindeki kontrolünü elinden almak için kullanılması”?
Bu tanım ile Kongre baskını arasındaki bariz fark, Kongre binasına yapılan saldırının “hükümeti yerinden etmek” değil, Donald Trump yönetimini görevde tutmak için yapılmış olmasıydı. Kongre, Trump’ın Demokrat Joe Biden tarafından mağlup edildiği Kasım 2020 başkanlık seçimlerinin sonuçlarını onaylamak için toplanmıştı. Dolayısıyla, Kongre binasını işgal edenler, seçim sonucunu tersine çevirmesi ve Trump’ı Beyaz Saray’da tutması için Kongre’nin gözünü korkutmaya çalışıyorlardı. Bir başka darbe uzmanı olan Naunihal Singh, bu eylemlerin en iyi şekilde “ayaklanma teşebbüsü” olarak tanımlanabileceğini, çünkü darbeyi tanımlayıcı özelliğinin “devletin güvenlik güçlerinin katılımı olduğunu” söylüyor.
Bu “ayaklanmanın” maskaralık olarak görülebilecek birçok yönü var. Liberal tarihçi Timothy Snyder, “Kimsenin bunun nasıl işe yarayacağı veya neyi başaracakları konusunda net bir fikri yok gibi görünüyordu. Böyle çok önemli bir binanın ele geçirildiği, etrafta boş boş dolaşan bir sürü insanın olduğu ve bununla karşılaştırılabilecek başka bir ayaklanma anını anımsamak zor” yorumunu yaptı. Ancak, saldırıya dair daha fazla video görüntüsü ortaya çıktıkça, olayda söz konusu olan gerçek ve potansiyel şiddet daha da netleşti.
“Asın Mike Pence’i!” diye bağıranların, bırakın Kongre’nin solcu kadın üyeleri Alexandria Ocasio-Cortez ve İlhan Omar’ı, Temsilciler Meclisi Demokratik Başkanı Nancy Pelosi ile karşılaşsalardı yapabileceklerinin düşüncesi bile dayanılmaz. Ocasio-Cortez, hayatından endişe ederek ofis banyosunda nasıl saklandığını anlattı. FBI, tutukladıkları bir kadının çocuklarına “Nancy’yi lanet olası beyninden vurmak için arıyorduk, ama bulamadık” dediği bir video mesajı gönderdiğini iddia etti. İstilacılar beceriksiz olabilirler ama kesinlikle çok kötüydüler.
Sol görüşlü İngiliz yazar Paul Mason, 6 Şubat 1934’te Paris’te yaşanan olaylarla faydalı bir karşılaştırma yapıyor. Çoğunlukla eski askerlerden oluşan, Palais Bourbon’a (Temsilciler Meclisi) ve Élysée Başkanlık Sarayı’na saldırmayı hedefleyen aşırı sağ gruplar, basının Fransız Üçüncü Cumhuriyeti’nin kaotik parlamentarizminin yerine otoriter bir rejim kurmaya yönelik ajitasyonu eşliğinde bir gösteri düzenlemişlerdi. Maceracı bir iş insanı olan Alexandre Stavisky’nin intihar ettiği iddiası etrafında gelişen bir siyasi-mali skandalı ve sağcı polis şefini henüz görevden almış olan Édouard Daladier başkanlığında kurulan merkez-sol Cartel des Gauches (Sosyalist Parti tarafından desteklenen liberal-burjuva Radikaller) hükümetini protesto ediyorlardı. İki kez ateş açan, 14 kişiyi öldüren ve göstericilerin hedeflerine ulaşmasını engelleyen polisle şiddetli bir şekilde çatıştılar.
Ancak Daladier, Meclis’teki iki oylamayı kazanmasına rağmen ertesi gün istifa etti. Yerine, Cartel des Gauches’un kazandığı 1932 seçimlerinin sonucunu tersine çeviren bir merkez-sağ hükümet kuran eski Başkan Gaston Doumergue geçti. Doumergue, gücün yürütmenin elinde yoğunlaşmasını savunan birçok sağcı politikacıdan biriydi. Leon Troçki, “Doumergue hükümetinin, parlamentarizmden Bonapartizme geçişin ilk adımını temsil ettiğini” öngörmüştü.
Böylece aşırı sağ, 6 Şubat 1934’te hedeflerine ulaşamadı, ancak siyasi bir zafer kazandı. 6 Ocak 2021’de ise Kongre binasına girmeyi başardı. Ancak, en azından kısa vadede, siyasi olarak başarısız oldu. Kongre polisinin ve Washington’daki diğer güvenlik güçlerinin Kongre’yi korumadaki olağanüstü başarısızlığını açıklamak için suç ortaklığı, komplo ve tuzak karışımının hangi biçimi kullanılıyor olursa olsun, en nihayetinde işgalciler, binadan nispeten hızlı bir şekilde temizlendi. ABD’nin güçlü ulusal güvenlik liderlerinin bu ayaklanmacıların davalarına sempati duyduğuna dair hiçbir kanıt yok. Başkan yardımcısı Mike Pence ve Senato çoğunluk lideri Mitch McConnell gibi Cumhuriyetçi liderliğin önemli Trump destekçileri onu fiilen reddettiler. Kongre, Biden’ın seçimini onaylamak için yeniden toplandı ve Biden 20 Ocak’ta, Trump somurtkan bir şekilde Florida’ya uçarken resmen göreve başladı.
Yine de yaşananların vahameti göz ardı edilemez. ABD, dünyanın en güçlü kapitalist devleti olmaya devam ediyor. George Washington’ın 1789’da başkan seçilmesinden beri bu görev hep barışçıl bir şekilde bir başkandan diğerine devredilmişti. Washington’ın son halefinin göreve başlaması 25.000 silahlı Ulusal Muhafız’ın koruması altında gerçekleşti. Abraham Lincoln’ün Mart 1861’de, suikast tehditleri, Güney’deki köle devletlerinin ayrılması ve İç Savaş’ın patlak vermesi gibi olayların ortasında göreve başlamasından bu yana böyle bir şey yaşanmamıştı. ABD’li ünlü Marksist Mike Davis, 2020 seçimleriyle ilgili analizini Kongre Binası’na yapılan saldırıdan önce tamamlamıştı: “Geçmişin derin yapıları, Trump’ın başkanlığı sırasında mezarlarından çıktı ve bu yapıların geleceği boğazlamasına izin verildi. İç savaş? Bazı benzetmeler kaçınılmazdır ve kolayca göz ardı edilmemelidir.”
Dahası, ABD siyasetindeki kutuplaşma sadece buraya ait bir olgu değil, aynı zamanda küresel ölçekte – aşırı sağın büyümesiyle Avrupa’da, ama aynı zamanda emperyalist merkezin ötesinde, örneğin Narendra Modi’nin Hindistan’ında ve Jair Bolsonaro’nun Brezilya’sında – görülebilecek bir durum. Bu gelişmeleri, kendilerine uyan tarihsel bağlamlar – klasik faşizm çağında yaşanan kriz, devrim ve karşı devrim arasındaki etkileşim ve bunun günümüzde değişim geçirmiş hali – içine yerleştirmek gerekiyor. Aşırı sağın yükselişine dair diğer pek çok sol yorumdan farklı olarak amacım, onu küresel bir olgu olarak anlamaktır.
Klasik faşizm ve Felaket Çağı
Modern aşırı sağın en büyük zaferleri – İtalyan faşizmi (1922) ve Alman Nasyonal Sosyalizmi’nin (1933) iktidarı ele geçirmesi ve General Francisco Franco’nun İspanya İç Savaşı’ndaki zaferi (1936-9) – Marksist Eric Hobsbawm’ın “Felaket Çağı” olarak adlandırdığı 1914 ile 1945 arası dönemde gerçekleşti. Sol-liberal tarihçi Arno Mayer bunu, “20. yüzyılın genel krizi ve Otuz Yıl Savaşı” olarak adlandırıyor. Bu dönemin üç tanımlayıcı özelliği vardı: (i) Emperyalistler arası savaş dönemi: İngiltere’nin öncülüğünü yaptığı kapitalist emperyalizmin genelleşmesinin sonucu olarak, Büyük Güçler arasındaki ekonomik ve jeopolitik rekabet kırılma noktasına ulaştı ve 1914-18 ile 1939-45’te olmak üzere iki korkunç ve yıkıcı dünya savaşına neden oldu. Bu savaşlar ekonomik, politik ve sosyal yapıları istikrarsızlaştırarak, onların meşruiyetlerini zayıflatarak, hem aşırı sola (Komünist Enternasyonal) hem de aşırı sağa (otoriter muhafazakârlar ve faşistler) doğru siyasi kutuplaşmalara neden oldu. Birinci Dünya Savaşı’nın temel çelişkileri çözmede başarısız olması, ikinci bir dünya savaşı olasılığını hayli artırdı; (ii) Kapitalizmin tarihindeki en şiddetli bunalım: 1930’ların Büyük Buhranı, emperyalistlerin iki dünya savaşında iyice artan rekabeti ile organik olarak bağlantılıydı. Antonio Gramsci, emperyalist genişlemenin kaynağını, Marx’ın kâr oranının düşmesi eğilimi yasasına dayandırdı: “Zengin kaynakları bulunan ve kâr oranlarının düşme eğilimi göstermeye başladığı noktaya ulaşan kapitalist Avrupa, gelir getiren yatırımlarının büyüme alanını genişletme ihtiyacı duyuyordu; böylece, 1890’dan sonra büyük sömürge imparatorlukları ortaya çıkacaktı”. O zamana kadar hegemonik kapitalist devlet olan İngiltere’nin, Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı mali istikrarsızlığı yönetmekte yetersiz kalması, kapitalist üretim tarzının yaşadığı en derin sistemik krizi hızlandırdı; krizin hızlanması imparatorluklar arası rekabeti yoğunlaştırdı ve Büyük Güçler’in 1930’ların sonlarında savaş üretimine geçmesiyle aşılmaya başlandı; (iii) Devrim ve karşı-devrim: Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım ve yokluk, Ekim 1917’de Rusya’da gerçekleşen ilk sosyalist devrim ve ondan ilham alan, en güçlü Avrupa devleti Almanya’yı silip süpüren, Çin’e (1925-7) kadar uzanan devrimci ayaklanmalar için gerekli koşulları yarattı. Bu da, sağdan gelen ve Rus İç Savaşı ile ardından Almanya’da Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in can verdiği karşı-devrimci şiddet ile başlayan güçlü bir tepkiye yol açtı. Savaş, İrlanda’daki Kraliyet İrlanda Yedek Kuvvetleri’nden (Blacks and Tans) Almanya ve sınır bölgelerindeki Freikorps’a kadar, çoğu gerici güçler tarafından harekete geçirilen, şiddete alışmış, toplumsal konumlarını kaybetmiş çok sayıda genç adamın ortaya çıkmasına neden oldu. İlk faşist örgütler, ağırlıklı olarak bu toplumsal kesimden üye kazandılar.
Bu nedenle, özellikle Büyük Buhran’ın mevcut yapıları daha da istikrarsızlaştırması üzerine, başta kıta Avrupası olmak üzere, karşı-devrimler egemen sınıf siyasetine hâkim oldu. Batı Avrupa, Fransa ve İngiltere’nin önde gelen liberal kapitalist devletlerinin örneklerini oluşturduğu parlamenter biçimlerden az ya da çok ayrılan, bunun yerine ordu ile polisin baskısına dayanan otoriter sağcı rejimlere doğru bir yönelim oluştu. Tarihçi Mark Mazower şöyle yazıyor:
1930’ların ortalarında Avrupa’nın büyük kısmında – kuzey sınırı dışında – liberalizm yorgun görünüyordu ve örgütlü sol ezilmişti. İdeoloji ve yönetişim üzerindeki yegâne mücadeleler sağ içinde – otoriterler, geleneksel muhafazakârlar, teknokratlar ve aşırı sağcılar arasında – gerçekleşiyordu. Yalnızca Fransa, 1930’larda sol ve sağ arasındaki iç savaşını, Vichy rejimi tarafından sona erdirilene kadar sürdürdü. Ancak, Avusturya’da daha kısa (1934’te) ve İspanya’da daha uzun süren, sağın zaferiyle sonuçlanan iç savaşlar patlak verdi. İtalya, Orta Avrupa ve Balkanlar’da sağ egemen oldu.
Troçki’nin Fransa’da Bonapartizmin başlangıcını temsil eden Doumergue’den bahsederken kastettiği, Nicos Poulantzas’ın “istisnai kapitalist devlet” olarak adlandırdığı devlet biçimleri spektrumuna (örneğin, faşizm, askeri diktatörlük ve Bonapartizm) yönelik bu eğilimdi. Troçki, Bonapartizmi “bir askeri-polis diktatörlüğü rejimi” olarak tanımladı:
İki toplumsal tabakanın – var olanlar ve olmayanlar, sömürenler ve sömürülenler – mücadelesi en yüksek gerilim noktasına ulaşır ulaşmaz, bürokrasinin, polisin ve askerin egemenlik koşulları oluşur. Hükümet toplumdan “bağımsız” hale gelir… İki çatal simetrik olarak bir tıpaya saplanırsa, ikincisi bir iğnenin başında bile durabilir. Bonapartizmin şeması tam olarak budur.
Troçki bunu söylerken, Almanya özelinde, birbirini izleyen Heinrich Brüning, Franz von Papen ve General Kurt von Schleicher hükümetlerini düşünüyordu. Bu yönetimler 1930 ile 1933 arasında, ekonomik krizi, başkan Paul von Hindenburg’un olağanüstü durum, yani kararname ile yönetme yetkilerini kullanarak (esas olarak, bankaları yatıştırmak için kemer sıkma programı uygulayarak) ve böylece Reichstag’ı atlayarak yönetmeye çalıştılar. Parlamenter hükümet, büyük bankacılar ve toprak sahipleri ile yakın bir ittifak içinde olan bürokratların ve generallerin sözünün geçtiği bir cephe haline geldi. Bu, yukarıdan karşı devrim, yani yaşanmakta olan ekonomik krize, devletin baskıcı aygıtlarını kullanarak (işçiler, köylüler ve küçük mülk sahiplerine) zorla kapitalist bir çözüm empoze etmek anlamına geliyordu.
Mazower’in gözlemlediği gibi:
Asıl fark, saati demokrasi öncesi elitist bir döneme geri döndürmek isteyen eski sağ rejimler ile kitle siyasetinin araçlarıyla iktidarı ele geçirip sürdüren yeni sağ rejimler arasındaydı. Bunlardan birincisinin içinde, kitle siyasetinden korkan ve monarşi ve kilise gibi yerleşik düzenin kaleleriyle ittifak kuran Franco ile Yunan diktatörü Ioannis Metaxas yer alıyordu. Balkanlar’da sağ; güçlü, otokratik bir hükümdarın bakanlarını seçtiği, siyasi partileri denetlediği ve sıkı sıkı kontrol edilen seçimleri yönettiği 19. yüzyıla geri döndü.
Otoriter sağcı rejimlerin yaygınlığı, Mayer’in ifadesiyle, “İç içe geçmiş toprakların sahibi olan soyluların ve hizmet soylularının 1914’e kadar egemen sınıflarda hâkim olmaya devam ettiği” gerçeğini yansıtıyordu. Nitekim İngiltere ve Fransa’nın ileri liberal kapitalizmlerinin kıta çapındaki mali hâkimiyetine rağmen, bu durum Orta Avrupa’da 25 yıl daha devam etti. Dolayısıyla karşı devrim, mevcut siyasi ve sosyal düzenin bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştı.
Faşizm ise ters yönde, aşağıdan karşı devrimi temsil ediyordu. İtalya’da Mussolini ve Almanya’da Hitler yönetiminde, otoriter muhafazakârları etkili bir şekilde geride bırakan en saf haliyle (örneğin İspanya’da faşist Falange, Franco’nun askeri diktatörlüğüne tabi oldu) ortaya çıktı. Liberal Fransa’nın yanı sıra, Almanya ve İtalya’nın kıta Avrupa’sındaki en sanayileşmiş iki ekonomi olması tesadüf değildi. Elbette bu iki toplum, eşitsiz ve birleşik gelişme süreciyle şekillendi. Bu nedenle, Alman Marksist Ernst Bloch’un 1930’ların ortalarında “çağdaş olmayanın çağdaşlığı” olarak adlandırdığı durumu, yani farklı tarihsel zamanları temsil eden sosyal formların bir arada var olduğu durumu sergilediler: Ruhr’un çelik fabrikaları ya da Torino’nun araba fabrikaları, Jünker’in Doğu Prusya’daki gayrimenkulleri ya da Güney İtalya’nın büyük arazileri… Poulantzas’a göre bunlar “emperyalist zincirin Rusya’dan sonraki en zayıf halkalarıydılar”.
Faşizmin dinamiği, özellikle en saf hali olan Nasyonal Sosyalizm’de şunları içeriyordu: (i) şimdiki zamanla devrimci bir kopuşu vaat eden siyasi bir yönelim; (ii) ırksal olarak tanımlanmış bir “ulusal topluluğu” özellikle “kozmopolit Yahudi finans kapitali” gibi kendilerine karşı bir tehdit olarak gördükleri yabancılar ile karşılaştıran ve düşmanca bir anti-Marksizm ile tanımlanan bir ideoloji; (iii) üyeleri özellikle küçük burjuvaziden (küçük esnaflar, daha genel olarak küçük üreticiler, savaşlar arası yılların görece ayrıcalıklı “maaşlı beyaz yakalıları” ve profesyoneller) devşirilen ve paramiliter kanadı da olan bir kitle hareketinin inşası; (iv) iktidarda tam ifadesini Nazi’lerin Avrupa Yahudilerini yok etme girişimiyle bulan bir radikalleşme dinamiği.
Bloch, o dönemlerde, Nazi ideolojisinde bulunan bir tür sözde devrimci romantik anti-kapitalizmin kitlelere çekici geldiğini itiraf eder:
Alman terörünün her anının ve her kelimesinin örnekleriyle gösterdiği iğrençlik ve kelimelerle anlatılamayan vahşet dışında, ahmaklık ve paniğe kapılmış kandırılabilirlik dışında, kapitalizme, günümüzün günlük yaşamındaki şeyleri gözden kaçıran ve belli belirsiz farklı bir şeyi arzulayan, daha eski ve romantik bir karşı çıkma unsuru var. Köylülerin ve işçilerin duygusal durumu burada farklı bir reflekse sahip ve bu refleks sadece geri kalmışlık ile ilgili değil, aynı zamanda, zaman zaman gerçek bir ‘çağdaş olmama’, yani, daha önceki zamanlardan kalan ekonomik-ideolojik bir varoluş ile ilgilidir… Bu çelişkinin geçici olarak yabancılaşması hem aldanmayı hem de ‘devrim’ ve reaksiyon pathosunu aynı anda kolaylaştırır.
Elbette, egemen sınıf – kapitalistler, toprak sahipleri, generaller ve devlet bürokratları – iktidara gelen bu tür partileri hafife almayacaktı. Sadece çaresiz kaldıkları koşullarda destekleme riskini almaya hazırlardı. Bu koşullar, yenilgilerle (1918-23 Alman Devrimi’nin ve Eylül 1920’deki İtalyan fabrika işgallerinin başarısızlığı) zayıflatılmasına rağmen, yine de Troçki’nin Bonapartist askeri-politik diktatörlük olarak adlandırdığı yönetim biçimi ile etkili bir şekilde başa çıkılamayacak kadar örgütlü ve militan olan bir işçi sınıfıyla yüzleşmekti.
Gerici bir ütopik ideoloji ile birleşen ve onun tarafından yönlendirilen faşist kitle hareketleri, örgütlü işçi sınıfını ezmek ve ayrıştırmak için gereken itici gücü sağladı. Yine de, gönülsüz dahi olsa, egemen sınıfın desteğiyle iktidara geldiklerini vurgulamak gerekir. Her ikisi de anayasaya uygun olarak göreve gelmelerine rağmen ne Mussolini ne de Hitler özgür bir seçim kazanmış sayılmaz. Sonrasında her ikisi de solu ezmek ve gücü ellerinde toplamak için harekete geçtiler, Hitler bunu özellikle hızlı ve acımasız bir şekilde 1933 baharındaki “Machtergreifung” (iktidarı ele geçirme) sırasında gerçekleştirdi. İktidardaki faşizm, böylece karşı devrimi yukarıdan ve aşağıdan birleştirmiş oldu.
Troçki’nin Almanya üzerine yazılarının önemi, burjuva gericiliği yelpazesi içinde, faşizmin özgüllüğünü ve işçi hareketine karşı temsil ettiği ölümcül tehdidi anlamasında yatar:
Büyük burjuvazi, Hitler’i parayla destekleyenler bile onun partisini kendilerinin partisi olarak görmedi. Bu ulusal “rönesans” tamamen orta sınıflara, ulusun en geri kesimine, tarihin ağır balastına dayanıyordu. Siyaset sanatı, küçük burjuvaziyi proletaryaya karşı düşmanlığı etrafından birleştirmekten ibaretti. Bir şeyleri iyileştirmek için ne yapılmalı? Öncelikle, en alttakilerin boğazı sıkılmalı. Büyük sermayenin önünde iktidarsız olan küçük burjuvazi, gelecekte işçilerin yıkımı yoluyla toplumsal itibarını yeniden kazanmayı umuyor.
Naziler devrilmelerini, gasp edilmiş devrim olarak adlandırıyorlar. Nitekim İtalya’da olduğu gibi Almanya’da da faşizm toplumsal sisteme dokunmaz. Kendi başına ele alındığında, Hitler’in devrilmesi, karşı devrim adını hak etmez. Ancak bu, münferit bir olay olarak görülemez; 1918’de Almanya’da başlayan bir şok döngüsünün sonucudur. İktidarı işçi ve köylü Sovyetlerine veren Kasım Devrimi, asıl olarak proleter bir devrimdi. Ancak proletaryanın başında duran parti, iktidarı burjuvaziye geri verdi. Bu anlamda Sosyal Demokrasi, devrim kendi işini tamamlamadan önce karşı devrim dönemini açtı. Bununla birlikte, burjuvazi Sosyal Demokrasiye ve dolayısıyla işçilere bağlı olduğu sürece, rejim uzlaşma unsurlarını korudu. Yine de, Alman kapitalizminin uluslararası ve ülke içindeki durumu tavizlere yer bırakmadı. Sosyal Demokrasi, burjuvaziyi proleter devrimden kurtarırken, faşizm de burjuvaziyi Sosyal Demokrasiden kurtarmaya geldi. Hitler’in darbesi, karşı devrimci değişimler zincirinin yalnızca son halkasıdır.
Troçki’nin faşizmin dinamiklerine dair kavrayışı iktidarın ele geçirilmesine kadardır. Bu, bir dereceye kadar, onun faşist partiler ile yönetici sınıf arasındaki çatışmalara ilişkin keskin anlayışını yansıtıyordu. Ancak Troçki bunların, ikincisinin lehine çözüleceğini varsaydı:
Alman faşizmi, tıpkı İtalyan faşizmi gibi, işçi sınıfı örgütlerine ve demokrasi kurumlarına karşı, saldırı koçbaşına dönüşen küçük burjuvazinin sırtında iktidara geldi. Yine de iktidardaki faşizmi, küçük burjuvazinin egemenliği olarak tanımlamak çok hafif kalır. Aksine o, tekelci sermayenin en acımasız diktatörlüğüdür.
Troçki, “İtalyan örneğinin gösterdiği gibi, faşizmin sonunda Bonapartist bir askeri-bürokratik diktatörlüğe yol açtığını” öngördü. Aslında, birkaç yıl önce yazdığım gibi:
Nazi rejimi, askeri bir diktatörlük ile sonuçlanmak bir yana, Temmuz 1944’te Hitler’e suikast düzenlenmesi planının ardından generalleri katletti. Poulantzas… istikrarlı bir faşist rejimin tanımlayıcı özelliğinin, devlet aygıtı içindeki siyasi polisin egemenliği olduğunu savundu. Elbette bu, Nazi rejiminin SS ve onun polis kolu olan RSHA’nın [Reichssicherheitshauptamt; Reich Ana Güvenlik Ofisi] giderek daha fazla önem kazandığı son aşamasına denk geliyor.
Nasyonal Sosyalizm ile Alman sermayesi arasındaki ilişki, “en iyi şekilde çatışmalı bir ortaklık olarak tanımlanır. Bu ortaklık, örgütlü işçi sınıfının dağıtılması ve Doğu’ya yayılmayı amaçlayan emperyal program gibi ortak hedefleri bulunan Naziler ile Alman sermayesinin bir kesiminin (özellikle ağır sanayi ile bağlantılı olanların) sınırlı çıkar ortaklığına dayanıyordu”. Nazilerin iktidardaki radikalleşmesinin – ideoloji, Hitler’in emperyal genişleme savaşı yürütme hedefi, rejimin farklı bölümleri arasındaki rekabet ve dünya pazarının darmadağın olduğu küresel bir bunalım sırasında ekonomiyi yönetmenin getirdiği zorunluluklar gibi etmenler tarafından yönlendirilen – bir yönü özel sermayeyi eş zamanlı olarak hem destekleyen hem de zayıflatan hatırı sayılır bir devlet kapitalisti sektörünün inşasıydı. Dahası, Alman sermayesinin ihtiyaçlarına ve iki cephede savaşma önceliklerine hiçbir şekilde karşılık gelmeyen Avrupalı Yahudilere karşı yürütülen amansız imha arayışı, Nazi rejiminin, ifadesini özellikle ideolojik güdümlü polis-asker bürokrasisinin, yani SS’in giderek artan gücünde bulan siyasi özerkliğinin altını çizmiş oldu.
Nihayetinde faşist devletlerin sonu askeri yenilgiyle geldi. Müttefiklerin İtalya’yı işgali, Mussolini’nin Temmuz 1943’te Kral III. Victor Emmanuel’in temsil ettiği eski rejimle yapılan ittifakın yardımıyla, kendi meslektaşları tarafından görevden alınmasına yol açtı. Mussolini, Naziler tarafından kurtarıldı ve Partizanlar tarafından yakalanıp idam edildiği Nisan 1945’e kadar yine onlar tarafından desteklendi. Bu arada, Nasyonal Sosyalizm de Almanya’nın işgali ve parçalanması, ordunun ve ülkenin altyapısının büyük kısmının fiziksel olarak tahrip edilmesi ve önde gelen Nazi liderlerinin ölümü ile yok oldu. Tarihçi Robert Paxton’ın kısaca ifade ettiği gibi, “İtalyan ve Alman faşist rejimleri, her zamankinden daha büyük başarılar elde etme arayışındayken kendilerini bir uçurumdan attılar”.
Gramsci, Birinci Dünya Savaşı sırasında patlayan kapitalist üretim tarzının “organik krizinin” yalnızca Rus Devrimi’ne ve onu başka yerlerde taklit etme girişimlerine yol açmakla kalmayıp, aynı zamanda sermayenin, hayatta kalabilmesi için sistemi yeniden inşa etme çabalarını da yarattığını söyler. Gramsci, bu tepkileri anlamak için pasif devrim kavramını kullandı. Pasif devrim, “önceden var olan kuvvet bileşimini aşamalı olarak değiştiren ve dolayısıyla yeni değişikliklerin matriksi haline gelen moleküler değişikliklerden” oluşur. Bu, mevcut kapitalist üretim tarzını savunma ve üretici güçleri toplumsallaştırmak için bazı baskıları içererek onun devrilmesini engellemeyi kapsıyordu. Dolayısıyla, “[kapitalizmin] tam gelişimini, kendi antitezinin [sosyalist devrim] bir kısmını kapsayacağı noktaya kadar gerçekleştirebilmesi için – diyalektik muhalefette ‘aşılmasına’ izin vermemek için – ‘tezin’ [kapitalizmin] gerekliliğini yansıtıyordu.”
Pasif devrim, dünya savaşları arasındaki karşı devrim ve küresel bunalım çağında iki temel biçimde ortaya çıktı. Birincisi, ekonomik müdahaleciliğin unsurlarını işçi hareketinin sistematik olarak bastırılmasıyla birleştiren faşizmdi. İkincisi, Gramsci’nin “Amerikancılık ve Fordizm” olarak adlandırdığı, Franklin Roosevelt’in Yeni Anlaşması (New Deal) ile doruk noktasına çıkan ve Avrupa’da başarısız olan liberal kapitalizmin, kitle üretimi temelinde yeniden örgütlenmesi ve proleter öznelliğin de onun ritimlerine uyum sağlayacak şekilde dönüştürülmesini ifade eden gelişmedir.
Gramsci bu analizini, 1933’te, Büyük Buhran ve bu siyasi reaksiyonlar henüz başlamışken yazmıştı. Dolayısıyla faşizmin ya da Yeni Anlaşma’nın (New Deal) ekonomik krizin üstesinden gelemeyeceğini bilemezdi. Çözüm ancak, ABD şeklinde ortaya çıkan liberal emperyalizmin faşist emperyalizmi yendiği İkinci Dünya Savaşı ve ABD ile eski müttefiki Sovyetler Birliği arasındaki yeni rekabet sayesinde, savaş sırasında gelişen silahlanma ekonomisi ile geldi. Faşizm, en büyük kapitalist krize yanıt olabilirdi, ancak çözüm değildi.
Çağdaş aşırı sağ ve “kalıcı felaket”
Bu tarihsel taslak, şimdiyi anlamak için bir mihenk taşı oluşturur – tarih tekerrür ettiği için değil, şu anda neyin farklı olduğunu ve aynı zamanda neyin aynı olduğunu (veya olabileceğini) belirlememize yardımcı olduğu için. Aynı olan şeylerden biri, şu an içinde olduğumuz çağın da bir felaket çağı oluşudur. Ancak bu felaket, Mayer’in “Otuz Yıl Savaşı”nda ifade ettiği gibi kitlesel bir katliam değil (en azından şimdiye kadar), Covid-19 salgınında yoğunlaştırılmış biçimde ifadesini bulan kitlesel yoksullaşma ve doğanın yıkımının birleşimi biçiminde gerçekleşiyor. Alman Marksist filozof Theodor Adorno, kapitalizmin kişiler üstü mantığından ironik bir şekilde “dünya tini” olarak bahseder:
Toplum, antagonizmasına rağmen değil, fakat onun yardımıyla hayatta kalır; kâr menfaati ve onunla birlikte sınıf ilişkisi, bütün insanların hayatının bağlı olduğu ve ancak insanların kökü kuruduğunda önceliğini kaybedecek üretim sürecinin nesnel motorunu oluşturur… Dünya tinine … en uygun tanım kalıcı felakettir.
Peki, içinde bulunduğumuz dönemin belirleyici özellikleri nelerdir? Ben üç belirgin özellikten bahsetmek istiyorum.
İlki, ABD emperyalizminin gerilemesi ve Çin ile artan rekabet: İçinde bulunduğumuz dönemi tanımlayan unsur, 1870 ile 1945 arasındaki klasik emperyalizm döneminde görülen türden bir akışkan jeopolitik rekabet değildir. Aksine, 1945’ten beri hegemonik kapitalist devlet olan ABD’nin, küresel GSYİH’deki payı uzun zamandan beri düşüşte ve başarısız Afganistan ya da Irak işgallerinde ciddi bir jeopolitik yenilgiye uğradığı da ortada. Bu arada, Çin’in dünyanın ileri gelen imalat ve ihracat ekonomisi olarak ortaya çıkması ve artan askeri yetenekleri, ABD hegemonyasının karşı karşıya kaldığı en ciddi sorun. Bununla birlikte, son on yılda devletler arası rekabet artmış olsa da, Çin’in ABD’ye meydan okuması Asya-Pasifik bölgesiyle sınırlıdır; dahası, 2007-2009 küresel mali krizinin Washington’un prestijine vurduğu darbeye rağmen, ABD’nin, eğer varsa uluslararası finans sistemi üzerindeki merkezi rolü o zamandan beri artmış olmalı. Bu, ABD Merkez Bankası’nın, devletin 2007-2008 döneminde ve 2020’de yaşanan paniğe verdiği yanıtı düzenlemede, küresel para piyasalarının bağlı olduğu dolar akışını sürdürmede oynadığı rol sayesinde oldu.
Bir diğeri de insanlığın doğa ile ilişkisinde, giderek büyüyen bir krizle daha da içinden çıkılmaz bir hal alan, ağır ilerleyen, finans kaynaklı büyümedir (“Uzun Bunalım”): 1980’lerde kurulan ve önemli ölçüde üretimin küresel olarak yeniden yapılandırılmasını, finansın kuralsızlaştırılmasını içeren neo-liberal ekonomik politika rejimi, 1960’larda ve 1970’lerde gelişmiş kapitalist devletlerde oluşan kâr oranları krizinin üstesinden gelemedi. Sonuç, küresel mali krizden bu yana ABD ve Avrupa’da ulaşılan nispeten düşük büyüme oranlarının bile önde gelen merkez bankalarının ucuz kredi vermesine bağlı olan, Michael Roberts’ın “Uzun Buhran” olarak adlandırdığı şey oldu. Bu kriz eğilimleri ile Chris Harman’ın “sermayenin yeni sınırları”, “sistemin, diğer tüm insan toplumu biçimleri gibi bağlı olduğu etkileşim sürecini zayıflatma eğilimi” olarak ifade ettiği şey – yani Marx’ın emeğin ve doğanın metabolizması dediği şey – arasındaki etkileşim, iklim değişikliğinin yol açtığı daha kötü felaketlerin habercisi gibi gelen Covid-19 salgınında iç içe geçti.
Sonuncusu ise neoliberalizmin neden olduğu ve gerici hareketler ile aynı anda gelişen bir dizi hareket ve ayaklanmadır: 1990’ların sonlarından bu yana neo-liberal kapitalizmin giderek daha yıkıcı hale gelen doğası, Joseph Choonara’nın soldan gelen üç isyan döngüsü olarak tanımladığı döngüyü yarattı. Birincisi, Meksika’daki Zapatista isyanı ve başta Bolivya olmak üzere, Güney’deki diğer neo-liberalizm karşıtı ayaklanmaların yanı sıra, başka bir küreselleşme için uluslararası hareket ve Irak’taki savaşa muhalefettir (1994-2005); ikincisi, Arap ayaklanmaları, Yunanistan ve İspanya’da meydanların işgali ve Wall Street’i İşgal Et (Occupy Wall Street – 2011) hareketi; ve üçüncüsü de 2019 baharında başlayan “yeni bir isyan döngüsüdür” – Cezayir ve Sudan’daki ayaklanmalar ve Hong Kong, Şili, Ekvador, Kolombiya, Lübnan, Haiti, Gine, Kazakistan, Irak, İran, Fransa ve Katalonya’daki kitlesel protestolar. Bu döngü, 2020’nin yaz aylarında ABD’de patlak veren Siyah Hayatlar Önemlidir (Black Lives Matter) ayaklanmaları ile ve tüm dünyanın bu hareket ile dayanışması sonucunda, salgına rağmen devam etti. Bununla birlikte, bu hareketlere sadece seçim atılımları ile değil (Modi, Trump and Bolsonaro), Mısır’da (2013), Tayland’da (2014), Bolivya’da (2019) ve şimdi Myanmar’da (2021) gerçekleşen bir dizi darbe ile birlikte aşırı sağın küresel yükselişi de eşlik etti.
Özetlemek gerekirse; kapitalizmin neo-liberal versiyonu, eş zamanlı yaşanan ekonomik, politik ve biyolojik, çok boyutlu bir krizin ortasında çöküyor. Bu çoklu krizin ciddiyeti, Batılı yönetici sınıfların hiç değilse bazı kesimleri tarafından anlaşıldı. Janet Yellen, Biden’in Hazine Bakanı olarak göreve başladıktan sonra personeline şunları aktardı: “Geçtiğimiz haftalarda Başkan Biden’ın konuşmasını dinlediyseniz, onun ‘dört tarihi kriz’den bahsettiğini duymuşsunuzdur. Covid-19 bunlardan biri … Ülke ayrıca bir iklim krizi, sistematik bir ırkçılık krizi ve elli yıldır büyümekte olan bir ekonomik krizle de karşı karşıya ”.
Sonuç bir hegemonya krizidir: Egemen burjuva yönetim biçimleri dağılıyor. Yine de henüz sola doğru bir yönelim gerçekleşmedi. Ve Ekim 1917 Rus Devrimi ile uzaktan da olsa kıyaslanabilecek bir şey yaşanmadı. En yakını, diktatör Mübarek rejimine karşı muhalefetin, neo-liberalizmin ekonomik ve sosyal etkisi ve küresel mali krizin neden olduğu hoşnutsuzluk ile birleştiği 25 Ocak 2011 Mısır Devrimi idi. Bu, gençlerle başlayan ancak uzun bir mücadele geleneği olan işçi sınıfını da içine çeken bir ayaklanmayı ateşledi. Ancak bu ayaklanma, Mübarek’inkinden çok daha acımasız ve baskıcı bir diktatörlüğü dayatan Mareşal Abdül Fettah el-Sisi tarafından 3 Temmuz 2013 tarihinde başlatılan askeri darbeyle bastırıldı.
Küresel Kuzey’deki en ileri düzeyde mücadeleler ise Yunanistan’da, 2010-12’de Avrupa Birliği’nin dayattığı kemer sıkma politikalarına karşı yaşanmış olanlardı. Bu gelişmeler, Ocak 2015’te sol görüşlü Syriza’nın seçim zaferine yol açtı, ancak Syriza’nın lideri Alexis Tsipras böylesi bir zaferden altı ay sonra Brüksel ve Berlin’e teslim oldu. ABD’de Bernie Sanders ve İngiltere’de Jeremy Corbyn liderliğindeki reformist soldaki ilham verici yükselişler de seçim yenilgileriyle hezimete uğradı. Bununla birlikte İrlanda, radikal sol Kârdan Önce İnsan (People Before Profit) hareketinin, sınırın her iki tarafında da gelişmesi sonucunda önemli bir istisna olmaya devam ediyor. Brexit’in, adanın 100 yıllık bölünmesinin dengesini nasıl bozduğu göz önüne alındığında, bu, çok önemli bir gelişmedir gerçekten.
Aşırı sağın, mevcut düzene karşı çıkışlara hâkim olması işte böyle bir bağlamda gerçekleşiyor. Aşırı sağ akımlar, neo-liberal döneme karşı biriken ve küresel mali krizin neden olduğu ekonomik sıkıntı ve çöküşle daha da yoğunlaşan hoşnutsuzluklar sayesinde olağanüstü ölçüde büyüdü. Bu akımlar, en azından nüfusun belirli kesimlerinde ortaya çıkan öfkeyi bir yandan “kozmopolit bir elite”, diğer yandan da göçmen ve mültecilere yöneltmeyi başardı. Retorik olarak küreselleşmeye karşı işleri ve refahı savunurken, Walden Bello’nun ifadesiyle “solun yemeğini sağ yedi”. Tarık Ali’nin “neoliberal aşırı merkez” dediği şey, ister muhafazakâr ister sosyal demokrat biçiminde olsun, seçimlerde sıkışmış hale geldi.
Ancak bu, hiçbir şekilde, iki dünya savaşı arasında yaşananların basit bir tekrarı değildir. O zaman ve şimdi arasında dört temel fark tespit edebiliriz. Birincisi, günümüz aşırı sağının ortaya çıktığı daha geniş toplumsal bağlamdır. Küresel Kuzey’de aşırı sağ, daha az doğrudan karşı-devrimci kimliğine sahiptir ve kendisinin 1920’lerde ya da 1930’larda olduğu gibi, sola bir yanıt sunabileceğini iddia etmez. İşçi mücadelelerinde, 1960’ların sonlarında ve 1970’lerin başlarında yaşanan son büyük küresel yükseliş, sınıf güçleri dengesini sermayenin lehine geri döndürmeye yönelik neoliberal çabayı canlandırdı. Bugün tanık olduğumuz şey, kitlelerin hayal gücünü yakalayabilecek ilerici bir alternatif sağlamak için, aşağıdan yeterince güçlü bir işçi mücadelesi olmaksızın, neo-liberal düzenin parçalanmasıdır. Bu, aşırı sağın, statükoda var olan birçok işlevsel bozukluğun yarattığı hoşnutsuzluk ve öfkeden yararlanmasına izin verdi.
Odağımızı küresel olarak genişlettiğimizde, büyük resim biraz değişiyor. Örneğin Asya’da, Priya Chacko ve Kanishka Jayasuriya’nın “otoriter devletçilik” olarak adlandırdığı şeyin yükselişini görüyoruz. Bu, onların Poulantzas’tan aldıkları bir kavram. Poulantzas bu kavramı, “sosyo-ekonomik yaşamın her alanında yoğunlaştırılmış devlet kontrolünün, siyasi demokrasi kurumlarının radikal bir şekilde gerilemesi ve sözde biçimsel özgürlüklerin gaddarca ve çok biçimli olarak kısıtlanması ile birleştiği” durumu ifade etmek için kullanır.
Chacko ve Jayasuriya’ya göre Asya’da bu değişim, neo-liberal rejimin çöküşünden çok, onun, iktidar partilerinin kitlelerin rızasını güvence altına almak için kullandığı belirli siyasi biçimler üzerindeki yıkıcı etkisini temsil eder. Örneğin, neo-liberal yeniden yapılandırmanın, devlet kaynaklarının istihdamı ve tüketimin sübvanse edilmesi için kullanılan klientalist ağlar üzerindeki etkisi, Chacko ve Jayasuriya’nın “siyasi tüzel kişiliğin ortadan kalkması” olarak adlandırdığı şeye yol açar:
Siyasal elitler, hâkim siyasal tüzel kişilik [political incorporation] biçimlerinin dağılmasının ardından, meşru kapitalist toplumsal ilişki biçimlerini yaratmaya çalıştılar. Kültürel milliyetçiliğin ve çoğulculuk karşıtı siyasetin toplumsal aktörler ve siyasi liderler tarafından seferber edilmesi bu bağlamda anlaşılmalıdır.
Chacko ve Jayasuriya’nın da belirttiği gibi, Hindistan’daki BJP bu sürecin güzel bir örneğidir. Bharatiya Janata Partisi (Hindistan Halk Partisi), kurucuları Hitler’e hayranlıklarını açıkça ifade eden faşist Rashtriya Swayamsevak Sangh’ın (Ulusal Gönüllü Kolordusu, RSS) merkezinde bulunduğu, seçimlerde olağanüstü derecede başarılı bir Hindu şoven partidir. BJP, öncülüğünü yaptığı neo-liberal politikalar sayesinde tarihi milliyetçi Hindistan Ulusal Kongresi’nin tabanının dağılmasından yararlandı. Bir de Bello’nun “orijinal faşist” olarak adlandırdığı Rodrigo Duterte var. Duterte, suçla mücadele programıyla Filipinler’in başkanlığını kazandı ve halkın, başarısız neo-liberalizme karşı yıllardır gösterdiği (binlerce uyuşturucu kullanıcısının öldürülmesine ilham veren) tepkisinden yararlandı. Başta Brezilya olmak üzere, Asya dışında da örnekleri vardır. Brezilya’da Bolsonaro, küresel mali krizden kötü şekilde etkilenen İşçi Partisi (PT) yönetiminin dağılmasından ve beraberinde Brezilya siyasi seçkinlerinde yaygın şekilde görülen yolsuzluğun, bilhassa PT ile alakalı kısmının açığa çıkmasından yararlandı.
Sisi’nin Mısır’daki darbesi de bu şablona uyar. Darbe, 30 Haziran 2013’te Müslüman Kardeşler Başkanı Muhammed Mursi’ye karşı orta sınıfların gerçekleştirdiği muazzam bir gösterinin ardından gerçekleşti. Gösteriler kısmen, başta 2012 başkanlık seçimlerinin ana sol adayı Nasırcı Hamdeen Sabahi ve bağımsız sendikacı Kamal Ebu Aita olmak üzere sol ile işbirliği yapan liderler tarafından örgütlenmişti. Sisi, Mursi’yi devirmek için sadece askeri güç kullanmadı; çatışmayı, solun büyük kısmının düştüğü bir tuzak olan laiklik ve İslamcılık arasındaki bir çatışma olarak tarif etti. Ayrıca, bölgedeki en güçlü kapitalistler olan Körfez otokrasilerinin mali desteğinden de faydalandı.
Yine de, Küresel Güney’de isyanın kızıl nehrinin çok daha güçlü bir şekilde aktığını görüyoruz. Arap ayaklanmaları en çarpıcı örneğidir – devrimci süreç, Mısır ve Suriye’deki yenilgiye rağmen Cezayir ve Sudan’daki ayaklanmalarla devam ediyor. Ancak son 20 yılda neo-liberal başkanları deviren iki kitlesel ayaklanmaya sahne olan Bolivya örneğini de unutmayalım; 2006’da Sosyalizm Hareketi’nden (Movimiento al Socialismo, MAS), Evo Morales liderliğinde sol bir hükümetin çıkması ve bunun yerli yoksullar sayesinde gerçekleşmesi, Ekim 2019’daki sağcı darbe ve bir yıl sonra solcu MAS’tan Luis Arce’nin başkanlık zaferi. Burada devrim ve karşı-devrimin çok doğrudan bir etkileşimi söz konusudur. Benzer şekilde, Hintli çiftçilerin 2021 hareketi sadece çevik kuvvet polisi ile değil, Modi’nin RSS’inin faşist haydutlarıyla da karşı karşıya geldi, büyük ölçekte doğrudan militan eylemler gerçekleştirdi.
İki savaş arası dönemin aşırı sağı ile bugünkü aşırı sağ arasındaki ikinci temel fark, gericilik ideolojisindeki önemli değişimdir. Günümüzdeki aşırı sağ ideolojinin temel unsuru İslamofobidir. Ed Pertwee, önemli bir makalede, “karşı-cihad” olarak bilinen, ulus-ötesi bir Müslüman karşıtı siyasi eylem alanı tanımlıyor:
Karşı-cihadın siyasi coğrafyası öncelikle transatlantiktir … Karşı-cihat içinde gelişen beyaz milliyetçiliği ilk ortaya çıktığında yeni bir tür milliyetçilikti. Bu tür milliyetçilik, Yahudi ırkının Aryan ırkın anti-tipi olarak görüldüğü farklı biyolojik ‘ırklar arasındaki mücadele olarak Hitlerci tarih felsefesinin yerine, İslam’ın Yahudi-Hristiyan Batı’nın can çekişen kabuğunun genç ve enerjik zıttı olarak görüldüğü, birbiriyle hiçbir şekilde kıyaslanamaz ‘medeniyetler’ arasındaki kültürelci agonistik mücadele melodramını koydu. Bu fikirlerin Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya’daki aşırı sağ gruplar ile özellikle Trumpçı Cumhuriyetçilik üzerindeki etkisi çok büyüktür.
Burada çağdaş aşırı sağ ile emperyalizm arasındaki bağlantıyı görüyoruz. İslamofobi, George W. Bush ve Tony Blair’in Orta Doğu’da ABD egemenliğini sağlamlaştırmak için giriştikleri ve sonunda başarısız olan “Teröre Karşı Savaş”ın bir sonucu olarak, Batı toplumlarına derinlemesine nüfuz etti. Bunun aşırı sağ versiyonu, devletin ve medyanın Müslümanları daha radikal bir biçimde “içerideki düşman” olarak hedefe koymasıdır. Müslümanların ırkçı şekilde stereotipleştirilmesi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da Batı emperyalizminin gücünü zayıflatan silahlı direnişe ve kitlesel ayaklanmalara bir tepkidir. Aşırı sağın bazı kesimleri, İslam ile “Batı değerleri” arasında olduğu iddia edilen uyumsuzluğu vurgulamanın bir yolu olarak, kadınların ikinci konuma itilmesine verdikleri geleneksel destekten saptılar.
Bununla birlikte Pertwee, günümüzdeki aşırı sağın söylemlerinin, iki savaş arası faşizmin “devrimci muhafazakâr” ideolojilerle ve özellikle Bloch tarafından vurgulanan mitolojik bir geçmişe yönelik Romantik nostaljiyle güçlü yakınlıklar taşıdığını savunuyor. “Bu hareketler, günümüzdeki kültürel arınma projelerini meşrulaştırmak için seferber edilmiş efsanevi bir geçmiş ile birlikte ortak, karşı-devrimci bir dünyevi yapıyı paylaşıyorlar.” Pertwee, “karşı-cihad”, “Trumpçı Cumhuriyetçiler” ve “açıkça ırkçı ve kadın düşmanı aşırı sağ” arasında bir ayrım yaparak şunları öne sürer:
Bu karşı-devrimci dünyevi yapı, aynı zamanda, bu üç eğilimi de “klasik” faşizm ve Nazizme yakınlaştıran şeydir … Bugün, bu karşı-devrimci dünyevi yapı, Trump’ın ‘Amerika’yı Yeniden Büyük Yapmak’ sloganına kazınmıştır.
Ayrıca, aşırı sağ ideolojinin içeriğinde süreklilikler var: (i) Sola düşmanlık önemli bir unsur olmaya devam ediyor, çünkü Batı toplumlarının İslamlaşmalarına izin verdiği varsayılan kültürel çöküş 1960’lara kadar dayandırılıyor. Trump’ın, Demokratları sosyalist olarak suçlaması ve Eleştirel Irk Teorisine yönelik saldırıları, kalıcı bir Marksizm karşıtlığının belirtileridir. Latin Amerika’da, daha geleneksel anti-komünizm, özellikle Bolivya ve Venezuela’daki sol hükümetlere karşı hareketlerde yerli kökenli yoksul insanlara yönelik (Pierre Bourdieu’yu izleyecek olursak) sınıf ırkçılığı diyebileceğimiz ırkçılık ile birleşiyor; (ii) antisemitizmin, sorunun kaynağını sistemde değil, “kozmopolit Yahudi finans kapitalinin” yozlaştırıcı etkilerinde gören sahte bir kapitalizm eleştirisinin temelini sağlamadaki rolü devam ediyor ve bu nedenle özellikle faşistler için önemini koruyor. Bu iki tema, “kültürel Marksizm” söyleminde birleşiyor.
Çağdaş aşırı sağın üçüncü ayırt edici özelliği, ırkçı-popülist seçim partilerinin egemenliğidir, ancak aynı zamanda tehlikeli ve esaslı bir faşist unsur da bulundururlar. Avrupa’da durum, otoriter rejimlerin büyük ölçüde geleneksel tarımsal seçkinlerin egemenliğinin bir uzantısı olarak geliştiği 1920’ler ve 1930’lardan çok farklı. 1945’ten sonra Batı Avrupa’nın ABD tarafından yeniden yapılandırılması, özellikle Fordist seri üretimin ve gelişmiş refah rejimlerinin serpilmesi, liberal kapitalizme çok daha istikrarlı bir temel sağladı. Bu, Washington tarafından da desteklenen Avrupa entegrasyon süreciyle pekiştirildi.
Kızıl Ordu’nun Doğu ve Orta Avrupa’da Demir Perde’nin diğer tarafına kurduğu devlet kapitalizmi rejimleri, eski arazi sahibi sınıfları yok etti. Bu devletlerin 1989 devrimlerini takiben Batı’nın neo-liberal kapitalist düzeni tarafından özümsenmesi, liberal-demokratik anayasaların benimsenmesini ve NATO ile AB’ye dahil olmalarını (bir kez daha ABD himayesinde) kapsıyordu. Polonya ve Macaristan’ın otoriterliğe sürüklenmesinin Brüksel’de neden olduğu utanç, doğrudan diktatörlüğün (henüz) tolere edilebilir olmadığının bir göstergesidir.
Yani çağdaş aşırı sağ, ana-akımın zayıflığı sayesinde büyük liglere girmeyi başaran yabancılardır. Örnekleri arasında İtalya’daki Lega, Almanya’daki Almanya İçin Alternatif (AfD), İngiltere’de UKIP/Brexit Partisi ve Danimarka Halk Partisi sayılabilir. Hatta aşırı sağ oluşumlara dönüşme belirtileri gösteren geleneksel muhafazakâr parti vakaları bile var; örneğin, Sebastian Kurz yönetimindeki Avusturya Halk Partisi, Boris Johnson liderliğindeki Muhafazakâr Parti ve Fransa’daki Les Républicains. Avrupa’da aşırı sağ, Avrupa şüpheciliği ve göçmen karşıtı ırkçılık karışımında uzmanlaşmış durumda. Irkçı günah keçisi ilan etme tutumu ve anti-elit retoriğin (ister AB’ye yönelik isterse daha geniş anlamda “kozmopolit” elitlere yönelik olsun) bu birleşimi, günümüzde, Trump dahil, aşırı sağın ana eğilimini, iki savaş arası otoriter muhafazakârlıktan farklı olarak ırkçı-popülist olarak tanımlamayı doğru kılıyor.
Ancak, 1920’lerde ve 1930’larda olduğu gibi, günümüzdeki aşırı sağ da bir yelpazeyi temsil eder. Kendisini, seçimlerde başarılı partiler olarak yeniden paketleyen faşist bir politik çekirdek var. Bunlar, ırkçı-popülist temalara da odaklanıyorlar, ancak radikal otoriter çözümler peşindeler. Bunların en önemlileri, lideri Marine Le Pen’in önümüzdeki yıl yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri için oylamada Emmanuel Macron’u çok yakından takip ettiği Fransa’daki Rassemblement National (RN, eski Ulusal Cephe), Avusturya’daki Özgürlük Partisi, İsveç Demokratları ve Fratelli d’Italia’dır (“İtalya’nın Kardeşleri”).
Çağdaş aşırı sağın dördüncü özelliği, neo-liberalizme yönelik hoşnutsuzluklardan yararlansalar da, kendilerine özgü bir ekonomik programdan yoksun olmaları. Örneğin RN, tıpkı Trump gibi, sürekli küreselleşmenin yol açtığı sorunlara oynadı. Yine de hiçbiri neo-liberalizme karşı tutarlı bir ekonomik alternatif sunmuyor. Gerçekten de bir kesim – özellikle AfD ve UKIP/Brexit Partisi içinde – Avrupa şüpheciliği ile ekonomik ultra-liberalizmi birleştiriyor. Trump, özellikle Çin’e karşı gümrük vergilerinin silah olarak kullanılması konusunda neo-liberal kurallardan saptı, ancak bunun dışındaki ekonomik politikaları, Reagan sonrası standart Cumhuriyetçi tarifeden ibaretti – yani iş dünyasına vergi indirimleri ve kuralsızlaştırma şeklinde bazı ayrıcalıklar sunmak. Bir zamanlar AB karşıtı olan Lega, şimdi eski Avrupa Merkez Bankası başkanı Mario Draghi’nin başkanlık ettiği “ulusal birlik” hükümetini destekliyor.
Bu çarpıcıdır çünkü aşırı sağa, 1930’ların Büyük Buhranı’nda olduğu gibi, daha fazla siyasi güç sağlayan küresel mali kriz, ekonomik liberalizmin başarısızlığını temsil ediyordu. Yine de, Mussolini ve Hitler, keskin bir şekilde devlet kapitalizmine yönelmiş olmalarına rağmen, günümüzde aşırı sağ, neo-liberal ekonomik politika rejiminden kıyaslanabilir bir kopuş sunmaz. Hint Marksistler Utsa Patnaik ve Prahbat Patnaik bu konuda ilginç şeyler söylüyor:
Buhranın sonu ile savaşın başlaması arasında kısa bir dönem vardı… bu süre zarfında faşistler, ekonomi politikalarını liberal kapitalistlerden daha fazla geliştirmeyi başardılar.
Bununla birlikte, günümüzde, ne amaçla olursa olsun, ister zenginlere uygulanan vergilerle ya da faaliyeti genişletebilmek için mali açık yoluyla olsun, daha fazla devlet harcaması, bu iki finansman yöntemine de karşı çıkan küreselleşmiş finans tarafından onaylanmayacaktır. Ve hiçbir faşist hareket, hiçbir yerde sınır ötesi finansal akışlar üzerinde kontrol önermediğinden, bu muhalefet, devlet harcamaları yoluyla yurt içi toplam talepteki herhangi bir genişlemeyi önlemede belirleyici olacaktır.
Patnaiks, çağdaş kapitalist devletler için ekonomik manevra alanını küçümsüyor olabilir. Sonuçta pandemide, devletlerin küresel mali krize yanıt vermek için yaptıklarından daha ileri gittiklerini ve hükümet harcamaları ile borçlanmalarını muazzam ölçüde artırdıklarını gördük. En azından bazı durumlarda (örneğin, ABD ve İngiltere), merkez bankaları “parasal finansman”a kalkıştılar: Ekstra harcamaları karşılamak için hükümetler tarafından çıkarılan tahvilleri satın almak (para musluğunun açılması, kârlılık krizini çözmeyecektir ve piyasalar da enflasyonda olası bir artış ihtimali nedeniyle stresli). Ancak Patnaiks’in bugün sermayenin çok daha fazla uluslararasılaşmasının aşırı sağcı (veya aslında sosyal demokrat) hükümetlerin neo-liberalizme alternatif ekonomik politikalar izleme kabiliyetini sınırladığına dair gözlemi önemlidir.
Bu genel bakışın gösterdiği gibi, ana-akım muhafazakâr, aşırı sağ ve düpedüz faşist oluşumlar arasındaki sınırlar çok bulanık. Özellikle her şeyin çok hızlı geliştiği, örneğin Bolsonaro ve Trump gibi oyuncuların aniden hızlı bir çıkış yaptığı durumlarda bu akışkanlık kaçınılmazdır. Bu, Enzo Traverso gibi zeki bir analistin bile, başa çıkmaya çalıştığımız şeyin “post-faşizm” olduğunu iddia etmesine neden oluyor. Traverso, aşırı sağın ırkçılığının orijinal faşist matrisini önemli ölçüde bulanıklaştırdığını, bu anlamda artık aşırı sağın ideoloji diye bir sorunu olmadığını iddia ediyor ve şöyle devam ediyor, “Sonuç olarak, aşırı sağın faşizmle ilişkisi daha çok sosyal demokrasinin sosyalizmle ilişkisi gibidir” – faşizm, aşırı sağın, neo-liberalizmi kapsayabilmek için pratikte terk ettiği bir şeydir.
Traverso, bazı çağdaş aşırı sağ liderlerin, özellikle de Marine Le Pen’in, kendilerini Tony Blair’in İşçi Partisi’ni “Yeni İşçi Partisi”ne dönüştürmesiyle en azından yüzeysel olarak karşılaştırılabilecek şekillerde, kendi partilerinin modernleştiricileri olarak sundukları konusunda haklı. Ancak Traverso, Pertwee tarafından günümüz aşırı sağ ideolojisinde teşhis edilen kendine özgü Müslüman karşıtı ırkçılığın önemini küçümsüyor. Her halükârda mesele, belirli oluşumlara hangi etiketin yapıştırılacağını belirlemek değil, çağdaş aşırı sağı hızla değişen dinamik bir güç alanı olarak anlamaktır. Faşizm, öncelikle farklı oluşumların tarihsel mirası nedeniyle değil, sağdaki radikalleşmenin günümüzde gerçek bir siyasi seçenek olması nedeniyle bu alanda çekim kuvveti uygular. Bunu, örneğin, AfD’nin “ulusal-muhafazakâr” ve “ulusal-devrimci” kanatları arasındaki hizip mücadelesinde görebiliriz.
Çağdaş aşırı sağda seçim siyasetinin egemenliği, liderlere kendilerini Hitler ve Mussolini’nin barbarlığından ayırmaları için baskı uygulandığından engelleyici bir faktör haline geliyor. Bununla birlikte, tıpkı iki savaş arası dönemde olduğu gibi, elit siyaset ile taban hareketleri arasında, gerçekten faşist unsurların lehine olabilecek bir etkileşim var. ABD, hangi güçlerin iş başında olduğuna dair en iyi örneği oluşturuyor.
Amerika Birleşik Devletleri: Zayıf halka?
ABD’yi gelişmiş kapitalist dünyanın zayıf halkası olarak tanımlamak tuhaf görünüyor. Ne de olsa ABD, diğer bütün devletlerden çok daha fazla askeri ve mali yeteneklere sahip hegemonik devlet olmaya devam ediyor. Yine de bu 6 Ocak’tan sonra ciddiye almamız gereken bir düşünce. Üç belirleyici faktör öne çıkıyor gibi görünüyor.
(i) Neoliberalizmin kümülatif ekonomik etkileri ve küresel mali kriz: Trump’ın “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” retoriği ABD’yi küreselleşmenin bir kurbanı gibi sunuyor, ancak bu büyük ABD bankalarının ve şirketlerinin katılacağı bir yaklaşım değildir. Bu bankalar ve şirketler, üretimin küreselleşmesinden ve Peter Gowan’ın finansta “Dolar-Wall Street rejimi” olarak adlandırdığı şeyin ortaya çıkışından büyük ölçüde kazanç sağladılar. Dahası, beş BT devi olan FAANG’lar (Facebook, Amazon, Apple, Netflix ve Google), ABD’nin kapitalizmin geleceğine hükmetme hırsını temsil ediyor ve bunlar Washington’un hem Pekin hem de Brüksel ile çatışmalarında büyük bir pay sahibidir. Yine de Robert Brenner, Mart 2020’de hükümetin piyasalara yönelik son kurtarma paketinin şunları gösterdiğini savunuyor:
ABD ekonomisi çok kötü performans gösterirken … iki partili siyaset kurumu ve onun önde gelen politika yapıcıları bilinçli veya bilinçsiz olarak kesin bir sonuca vardılar. Finansal olan ve olmayan kuruluşların üst düzey yöneticilerinin ve hissedarlarının – ve hatta onlarla yakından bağlantılı büyük partilerin üst düzey liderlerinin – yeniden üretimini sağlamanın tek yolu, servetin onlara doğrudan politik araçlarla daha fazla yeniden dağıtılmasını garanti altına almak için varlık piyasalarına ve tüm ekonomiye politik olarak müdahale etmektir… Uzun zamandır, politik yırtıcılığın artmasıyla karşılanan, giderek kötüleşen bir ekonomik düşüş yaşıyoruz.
ABD nüfusunun geniş kesimleri için, geçmiş neslin deneyimi, azalan ücretler, küresel mali kriz sırasında imalat istihdamının, işlerin, tasarrufların ve evlerin büyük ölçüde buharlaşıp gitmesi ve Büyük Orta Doğu’da kaybedilen savaşlarda öldürülen, sakatlanan ve travma geçiren aile üyeleri oldu. Deneyimlerdeki bu farklılaşma (birçok iyi maaşlı beyaz yakalı çalışanın büyük sermayenin sahip olduğu refahı çok daha mütevazı bir şekilde paylaşmasıyla), Trump ve Cumhuriyetçi sağ tarafından silah olarak kullanıldı.
(ii) Cumhuriyetçilerin lehine olan işlevsiz siyasi yapılar: Sermaye, büyük ya da küçük olsun, onun çerçevesini oluşturanların, mülkiyeti çoğunluğun yönetiminden korumak için tasarladığı bir anayasadan yararlanıyor. Bunun böyle olmasını sağlayan bir dizi mekanizma var: Genel oy çağında bile hâlâ, 50 eyaletin daha avantajlı olduğu bir delegeler kurulu tarafından seçilen bir başkan; eyaletlerin nüfuslarındaki farklılığa bakılmaksızın eşit temsil edildiği son derece güçlü ancak temsili bir üst meclis olan Senato; ve Washington’daki tıkanma nedeniyle anayasal hakem olarak yetkileri artırılmış olan, ömür boyu görev yapmak üzere atanmış bir Yargıçlar Mahkemesi. Bu mekanizmalar ayrıca şunlarla da desteklendi: Sermayenin ayrıcalıkları; siyasi rekabeti kapitalizm yanlısı iki parti ile sınırlandıran, en çok oyu alanın bütün delegeleri kazandığı bir seçim sistemi; şirket sahibi zenginlerin uyumlu politikacılara para akıtma hakkı – ve bu, kanunlar tarafından da onaylanmış bir haktır. Bilhassa son 30 yılda, halk oylamasına göre yalnızca bir başkanlık seçimini kazanan Cumhuriyetçi Parti, Kongre’de kendini sağlama almak için seçim bölgelerinin sınırlarının belirlenmesi ve seçmen baskılama yöntemlerini acımasızca kullandı. Bütün bunlar, devletin her kademesini sömürgeleştiren sermayenin çok işine yarasa da sonuç, değişim talep eden halk hareketlerinden etkilenmeyen bir siyasi sistem oldu. Bu arada, son iki Demokrat yönetimde (1993-2001’de Bill Clinton ve 2009-17’de Barack Obama) neo-liberal düzenin verimli liderleri daha ilerici destekçilerini hayal kırıklığına uğrattı. Cumhuriyetçilerin 1994’te Kongre’nin her iki bölümünü, 2010’da tekrar Temsilciler Meclisi’ni ve 2014’te Senatoyu ele geçirmesine yardım ettiler.
(iii) Irksal çatlak: Tüm ileri kapitalist devletler yapısal olarak ırkçıdır, ancak hiçbir yerde ırksal baskı ABD’de olduğundan daha merkezi bir konumda değildir. Kölelik ve yerleşimci sömürgeciliği, bir fetiş haline getirilmiş olan anayasada bile yazılıdır; Madde 1, Bölüm 3, eyaletlere “özgür kişilerin sayısına ek olarak … ve vergilendirilmeyen yerliler hariç, kalanların beşte üçü” temelinde federal temsil vermektedir. Beyaz köle yetiştiricileri ile küçük üreticiler arasındaki karmaşık ve gergin denge, ABD’nin bölgesel olarak genişlemesi ve 19. yüzyılın ilk yarısında kendi Sanayi Devrimi’ni başlatmasıyla bozuldu. Lincoln, İç Savaşı, Marx’ın öngördüğü gibi, giderek daha devrimci yöntemler benimseyerek – her şeyden önce Kurtuluş Bildirisini yayınlayarak ve eski köleleri silahlandırarak – kazandı. Yine de, siyahların ve beyaz müttefiklerinin 1865’teki Birlik zaferinden sonra Güney’i yeniden inşa etme girişimlerinin yenilgisi, anayasanın 14. ve 15. maddelerin değişikliğiyle tanınan resmi yasal ve siyasi eşitliğin Afrikalı Amerikalılara verilmediği anlamına geliyordu. Bu, özellikle ırk ayrımcılığının Jim Crow yasalarına maruz kaldıkları Güney’de böyleydi. 1950’ler ve 1960’ların Sivil Haklar hareketi tarafından federal hükümete dayatılan İkinci Yeniden Yapılanma ve bunun Kuzey’deki şehirlerde teşvik ettiği ayaklanmalar Jim Crow yasalarını sona erdirdi ve şu anda ciddi bir siyasi etkiye sahip olan siyah bir orta sınıfın yükselmesini sağladı. Ancak Afrikalı Amerikalılar hâlâ sosyo-ekonomik merdivenin en altında sıkışmış durumda. Dahası, Afrikalı Amerikalılar, Michelle Alexander’ın “ABD’deki bir başka ırksal kast sistemi” olarak tanımladığı “hapishane-sanayi kompleksinde”, polis tarafından vurulma veya toplu hapsetme yoluyla sistematik devlet şiddetinin nesneleri durumundalar. Günümüz ABD toplumunu “beyaz üstünlüğünün” bir örneği olarak adlandırmak, Obama yönetimi altındaki kısa süreli “ırk-sonrası toplum” kutlamalarına katılmak anlamına gelecektir. Yine de, hoşnutsuzluklarını siyah, Latin ve Müslüman insanlara yöneltmiş ırkçı yapılar tarafından yönlendirilen çok sayıda beyaz üstünlüğü savunucusunun olduğu su götürmez bir gerçek.
Bu tarihsel arka planda Trump başkanlığı, Louis Althusser’in “üstbelirlenim” olarak adlandırdığı, “bazıları gerçekten çok heterojen olan – farklı kökenlere, farklı anlamlara, farklı uygulama düzeylerine ve alanlarına sahip – ama yine de kırılgan bir birleşmede kaynaşan büyük bir ‘çelişkiler’ birikiminin aynı yerde, aynı anda devreye girdiği” durumun açık bir örneğini temsil ediyor. Trump, 2015-16’da Beyaz Saray adaylığından itibaren, sistematik olarak, seçimleri kazanmaya yetecek ölçüde ABD vatandaşlarının mağduriyet duygusuna (“Amerikan kıyımı”), Washington yolsuzluğuna ve tıkanıklığına duyulan öfkeye (“bataklığı boşaltın”), ırkçılığa oynadı. Ardından, yine bu faktörleri kaotik görev süresi boyunca ayakta kalabilmek ve Kasım 2020’de 74 milyondan fazla oyu (ABD tarihindeki en yüksek ikinci toplam) alabilmek için kullandı.
Trump faşist değil; iş anlaşmalarını ve medya yıldızlığını, büyük bir serveti varmış görünümüne dönüştüren ve bu imajını, ABD’nin küreselleşmeyle, daha somut olarak, kendi müttefikleri ve Çin yüzünden mahvolduğu şeklindeki aşırı sağcı açıklamasını geniş bir izleyici kitlesine ulaştırmak için kullanan bir maceracıdır. Büyük sermayeyle ilişkisi basit bir ilişki değildir. Yale School of Management’tan Jeffrey Sonnenfeld’ın sözleriyle; “Donald Trump’ı yıllar önce CEO zirvemize getirecektim, ancak üst düzey CEO’lar ‘Onu buraya getirmeyin. Onu üst düzey bir CEO olarak görmüyoruz’ dediler”. Sonnenfeld, 2016 seçim zaferinden sonra bunu başkana söylediğinde Trump, “İyi ama şimdi hepsi beni görmeye geliyorlar,” diyordu.
Trump, Beyaz Saray’dayken bile büyük sermaye için problem olmaya devam etti. En özgün ekonomik politikaları – Çin ve AB ile ticaret savaşları ve neo-liberal çağda geliştirilen küresel tedarik zincirlerinin bozulması – ABD ulus-ötesi şirketlerinin ve bankalarının çıkarlarıyla doğrudan çatışıyordu.
Mike Davis’in, Trumpizm’in toplumsal coğrafyasının taslağını muhteşem bir şekilde açıklarken söylediği gibi, Trump’ın sınıf tabanı başka bir yerden geldi:
Eğer Reagan, Business Roundtable’ın – Fortune 500 şirketlerinden oluşan bir koalisyon – önderlik ettiği tarihi sendika karşıtı saldırı ile ittifak yaparak iktidara geldiyse, Trump da, İsa aşkı ve Sam Farber’in “lümpen kapitalistler” olarak adlandırdığı, birbirinden çok farklı kesimlerden oluşan bir grup sayesinde Beyaz Saray’a geldi. Elbette savunma müteahhitleri, enerji endüstrisi ve İlaç Tekelleri, Cumhuriyetçiler iktidardayken (her zaman olduğu gibi) Beyaz Saray’a aidat ödüyor. Ancak Obama’ya karşı isyanı finanse eden ve 2016 ön seçimlerinde, Ted Cruz’un yenilgisinden sonra Trump’ın arkasında birleşen bağışçı koalisyonu, geleneksel ekonomik güç alanlarının merkezinde değil çevresinde yer alıyor. Trump’ın asıl müttefikleri, Barry Goldwater ve John Birch Society günlerinden beri ortalıkta olan Koch’lar gibi aile hanedanlarına ek olarak, Grand Rapids, Wichita, Little Rock ve Tulsa gibi iç bölgelerden gelen post-endüstriyel soyguncu baronlardır. Bunlar, servetlerini emlak, özel sermaye, kumarhaneler ve özel ordulardan zincir tefeciliğe kadar çeşitlilik gösteren hizmetlerden elde ediyor.
Ayrıca Davis’in de “lümpen milyarderler” olarak adlandırdığı bu kesimler, ABD’deki en büyük huzurevi zinciri olan ve 2020 baharında Covid-19’dan dolayı çok sayıda ölümün yaşandığı, Forrest L. Preston’a ait Amerika Yaşam Bakım Merkezleri örneğinde görüldüğü gibi, iç piyasaya ve aslında genellikle federal hükümetlere, eyalet hükümetlerine bağımlıdır. Asya ve Avrupa’nın imalat ve ticaret devleriyle yüzleşme, muhtemelen bu kesimlerin çıkarlarını çok olumsuz etkilemedi, hatta daha küçük sanayi şirketleri için faydalı bile oldu. Ulus ötesi büyük şirketler, aksine, vergileri düşürdüğü, deregülasyonu desteklediği ve borsa balonunu şişirdiği için Trump ile birlikte hareket etmeyi seçti. Financial Times’ın Lex sütununun Kongre binasına yapılan saldırıdan sonra memnuniyetsiz bir şekilde ifade ettiği gibi;
Trump, başkanlığının kaderini defalarca yükselen finans piyasalarına bağladı, Wall Street’i ve zengin Amerikalıları, bu süreçte daha da zenginleştiklerinden dolayı kendi yavaş yavaş ilerleyen liberalizmini görmezden gelmeye teşvik etti. İş dünyası ise gümrük tarifeleri ve Çin ile ticaret konusundaki öngörülemezliğinden bıktı.
Ancak Trump Amerikan şirketlerinin istediklerini büyük ölçüde verdi. Gelişmekte olan piyasalar genellikle aynı tat duygusuna sahiptir; düzensiz veya yozlaşmış, ancak ticaret ve kapitalizmin hâlâ gelişmeye devam ettiği bir politik tutum.
Ancak uzun vadede, Trump ile ilgili önemli olan şey, büyük sermaye ile olan ikircikli ilişkisinden ziyade, Davis’in “2017-2018’de Cumhuriyetçi Parti’yi hızla ele geçirmesi ve temizlemesi”nden başlayarak ABD’de sağ siyaseti dönüştürmüş olmasıdır… Trump’ın asıl avantajı, kendi tabanındaki şaşırtıcı popülaritesi, Evanjelik liderler, Fox News ve tabii ki kendisinin sonu gelmeyen tweetleri tarafından rutin olarak körüklenen cinnet haliydi. Dahası, ünlü Cumhuriyetçi tabanın sadece pasif tapınıcılardan ibaret olmadığını da görüyoruz. Trump, 1990’larda ortaya çıkmaya başlayan “yurtsever” milislerden QAnon komplo teorisyenlerine kadar çok sayıda aşırı sağ gruba ulusal liderlik, medya ilgisi ve siyasi meşruiyet sağladı. Chapman Üniversitesi’nden Pete Simi şöyle diyor; “Trump, aşırı sağın ve ana-akımın bu farklı kesimlerinin birçoğunun umutlarını, korkularını, endişelerini ve hayal kırıklıklarını yansıtabildiği bir mürekkep lekesidir.”
Trump ile aşırı sağ taban arasındaki ilişki, onları, ikinci bir dönem kazanmasına yardımcı olmak üzere yetiştirdiği ve seferber ettiği interaktif bir ilişkidir. Bu ilişkideki önemli anlar şunlardır: Trump’ın Ağustos 2017’de Charlottesville, Virginia’da “Sağı Birleştir” mitingi ile anti-faşistler (bir anti-faşistin hayatını kaybettiği) arasındaki çatışmaya “her iki tarafta da çok iyi insanlar vardı” diyerek yanıt vermesi; geçen yaz ve sonbaharda [Covid-19] tecritlerini protesto eden ve Siyah Hayatlar Önemlidir protestocularıyla (bazen ölümcül bir şekilde) çatışan aşırı sağ grupları cesaretlendirmesi; faşist Proud Boys’a 30 Eylül’deki başkanlık tartışmasında “geri çekilin, hazır bekleyin” çağrısı yapması; ve son olarak, 6 Ocak’ta Washington’daki “Stop the Steal” (Hırsızlığı Durdurun) mitinginde yaptığı, Kongre binasının basılmasına yol açan konuşması.
Bütün bu müdahalelerde Trump, yeni bir siyasi rejim yaratmaya çalışmak yerine kendine yardım etmeye çalışıyordu, ama aynı zamanda aşırı sağın bir hareket olarak kristalleşmesine de yardımcı oldu. Burada, ilgili gruplar için Kongre binasına yapılan saldırının, Trump’ın başkanlığını kurtarmasa bile bir başarı olduğunu vurgulamak önemlidir. Federal hükümetin gücü artık “isyancılara” karşı konuşlandırılıyor olsa da, FBI ve mahkemelerin yaratacağı kurbanlar 6 Ocak etrafındaki miti besleyebilir. Soufan Group’ta yerel terörizm uzmanı olan Colin Clarke, Washington Post’a şunları söyledi: “Kongre binası polisinin buna izin vermesi, bir güvenlik ihlali veya bir istihbarat başarısızlığı olarak adlandırılabilir, ancak bu insanlar bunu bir başarısızlık olarak görmüyorlar. Onlar bunu, başkalarına yıllarca ilham verecek ezici bir başarı olarak görüyorlar .”
Kongre binasına yapılan saldırı yine de Trump ile ABD egemen sınıfı arasında gerçek bir kopuşa neden oldu. Kaba bir ırkçı ve cinsiyetçi zorba olmak bir şeydir, ama aşırı sağcı bir çeteyi anayasayı devirmek üzere kışkırtmak ise başka bir şeydir. Ne de olsa bu anayasa sermayeye çok iyi hizmet ediyor. Hristiyan sağın gücünü sağlama almak için Trump’ı kullanan Pence ve McConnell – federal yargıyı şu anda Yüksek Mahkeme’de üçte iki çoğunluğa sahip olan sağcı yargıçlarla doldurarak – onu hızla terk ettiler.
Seçimden önce bile, ABD Ticaret Odası, Business Roundtable ve diğer altı kurumsal lobi grubu, “tüm Amerikalıları federal ve eyalet yasalarımızda belirtilen süreci desteklemeye ve ülkemizin uzun barışçıl ve adil seçim geleneğine güvenmeye devam etmeye çağırıyoruz” açıklamasını yaptılar. 6 Ocak’tan sonra, 2020 kampanyasına katkılarının yüzde 70’i Cumhuriyetçilere giden Ulusal İmalatçılar Birliği, Pence’den “25. Ek Madde’yi devreye sokmak için kabineyle çalışmayı ciddi bir şekilde düşünmesini” istedi. Kabine, Trump’ın “makamının yetki ve görevlerini yerine getiremeyeceğini” ilan etseydi, bu Pence’in başkan vekili olarak görevi devralmasını sağlardı. Sonnenfeld, Financial Times’a verdiği demeçte, “Şu anda Trump’ı destekleyen tek bir büyük yönetici yok” diyordu, çünkü bu yöneticiler “Trump ile yaptıkları Faustvari pazarlıktan” çekildiler.
Büyük sermaye perspektifinden bakıldığında, Biden’ın göreve başlaması, Obama başkanlığından kalanlarla dolu bir yönetimin göreve gelmesiyle normalliğe hoş bir dönüş oldu. Ancak kimse kendisini kandırmamalıdır. Trump, içinden ciddi bir ulusal faşist hareketin ortaya çıkabileceği Pandora’nın kutusunu açtı. Timothy Snyder akıllıca bir ayrım yapıyor:
Şu anda, Cumhuriyetçi Parti iki tür insandan oluşan bir koalisyondur: Sistem ile oynayanlar (politikacıların çoğu, seçmenlerin bir kısmı) ve onu yıkmayı hayal edenler (politikacıların bir kısmı, seçmenlerin çoğu). Ocak 2021’de bu, mevcut sistemi, kendi lehine olduğu gerekçesiyle savunan Cumhuriyetçiler ile onu alaşağı etmeye çalışanlar arasındaki fark olarak görülüyordu.
Ronald Reagan’ın seçilmesinden bu yana geçen kırk yıl içinde, Cumhuriyetçiler, hükümete muhalefet ederek ya da seçimleri bir devrim olarak adlandırarak (Çay Partisi) ya da seçkinlere karşı çıktıklarını iddia ederek oyuncular ve yıkıcılar arasındaki gerilimi aştı.
Kongre binasına yapılan saldırı, Pence ve McDonnell’ın başını çektiği oyuncuları, yıkıcılarla – sadece Trump değil, Kongre’nin seçim sonuçlarını onaylamasına karşı muhalefete önderlik eden iki Cumhuriyetçi senatör Ted Cruz ve Josh Hawley ile de – açık bir çatışmaya soktu. Davis de benzer şekilde, “Cumhuriyetçi Parti’nin parti içinde iktidarın yeniden düzenlenmesini savunanlar” ile “Ulusal Üreticiler Birliği ve Business Roundtable gibi daha geleneksel kapitalist çıkar grupları arasında onarılamaz bir bölünmeye uğradığını” savunuyor. Davis, “gerçek Trumpçıların, çoğunlukla Temsilciler Meclisi’ne sığınmış olan fiili bir üçüncü taraf haline geldiklerini” iddia ediyor.
Burada önemli olan, bu iki fraksiyonun bir şekilde birlikte durmaya devam edip etmeyeceği değil. “Gerçek Trumpçılar”ın seçim gücü, birlikte durmaya devam etmek için güçlü bir motivasyon sağlıyor. 7 Ocak’ta yapılan bir YouGov anketinde, Cumhuriyetçilerin yüzde 45’inin Kongre binasına yapılan saldırıyı desteklediği görülüyordu. 23-25 Ocak tarihleri arasında yapılan ankette, Cumhuriyetçi seçmenlerin yüzde 81’i Trump hakkında hâlâ olumlu bir görüşe sahip olduklarını bildirdi. Cumhuriyetçilerin yalnızca yüzde 13’ü, Demokratların yüzde 92’si ve bağımsızların yüzde 52’si Trump’ın suçlanmasını destekledi. Kongre binasına yapılan saldırı ile bağlantılı suçlamalarla karşı karşıya kalanların analizi, “isyancıların” büyük ölçüde zor durumda olan küçük burjuvaziye dahil olduğunu gösteriyor. Washington Post’a göre, “Yaklaşık yüzde 60 … son yirmi yılda iflaslar, tahliye veya haciz bildirimleri, kötü borçlar veya ödenmemiş vergiler gibi mali sorunlara sahip.”
Kongre binası baskınından sonra bile, 51 Cumhuriyetçi senatörden sekizi ve Temsilciler Meclisi’nin 204 Cumhuriyetçi üyesinden 139’u oy sayımına yapılan itirazları destekledi. Yeni Senato’daki 50 Cumhuriyetçiden yalnızca yedisi, kısa, gönülsüz görevden alma davasında Trump’ı ayaklanmayı kışkırtmaktan mahkum etmek için oy kullandı. Bu, tabanının hâlâ onun iktidarına verdiği desteği gösterir. Snyder yine, şu akıllıca tespitte bulunuyor:
Cruz ve Hawley’in öğrenebileceği gibi, seçimin çalındığına dair büyük yalanı söylemek, bu yalanın mülkiyetine girmektir. Ruhunu satmış olman, sıkı bir pazarlık yaptığın anlamına gelmez. Hawley hiçbir ikiyüzlülükten çekinmiyor; Stanford Üniversitesi ve Yale Hukuk Fakültesi’nde eğitim görmüş bir bankacının oğlu olarak seçkinleri suçluyor. Eğer Cruz’un prensip sahibi olduğunu varsayarsak, bu prensip, eyaletlerin, Trump’ın harekete geçme çağrılarının küstahça ihlal ettiği haklarıydı.
Başka bir deyişle, Trump’ın Kongre’deki taraftarları, şüphesiz esas olarak kendi siyasi hırslarından ve özellikle de tabanının büyüklüğü ve bağlılığının sağladığı cazibe tarafından motive edilmektedir. Ancak, bu taraftarların, bu tabanı tatmin etmek için Trump’ın kutuplaştırıcı söylemini taklit etmesi gerekiyor. Trump, 28 Şubat’taki Muhafazakâr Siyasi Eylem Konferansı’nda üçüncü bir parti ihtimalini dışlayarak ve sonraki seçimde başkanlığa yeniden aday olabileceğini ima ederek bir yere gitmediğini açıkça gösterdi. Bu, sistemi yıkmaktan yana olanlar ile büyük sermayeye yakın kalmak isteyen ve sistem içinde oynama taraftarı olanların daha fazla çatışmasına neden olacaktır.
Ortaya çıkan siyasi ve ideolojik mücadeleler, gerçekten faşist güçlere açılımlar sunabilir. Şimdiye kadar bu güçler güvenilir bir ulusal liderlik yaratmada başarısız oldu. Bununla birlikte, er ya da geç, Hawley ve Cruz gibi ahlaksızların daha şeffaf oportünizmi bir yana, düzensiz ve egoist sözde milyarderin kaprislerine bağımlı olmaktan yorulacaklar. Şimdilik faşistler, aşırı sağ temaları ana-akımlaştırmalarından yararlanmaya devam edebilirler. Bu arada, Washington’daki Clinton-Obama yönetiminin devamı da şüphesiz ki aşırı sağa yeni fırsatlar sunacaktır.
Kongre binasına yapılan saldırıya duyulan kurumsal tepki, durumun 1920’lerin başındaki İtalya veya on yıl sonraki Almanya’daki ile aynı olmadığının altını çiziyor. Büyük sermaye, ne ABD’de ne de Avrupa’da, bırakın faşizmi, otoriter çözümlerle bile kumar oynayacak kadar çaresiz değil. Neden olsun ki? İşçi sınıfı örgütlerinin liderleri, önceki kuşağın neo-liberal saldırısına razı oldular ve pandeminin patlak vermesinden bu yana işlere, ücretlere, koşullara, güvenliğe – hatta hayatın kendisine – yönelik olarak başlatılan yıkıcı saldırılara zayıf bir şekilde yanıt verebildiler.
Yine de, büyük sermayenin aşırı sağ otoriterliği destekleme konusundaki isteksizliğine ilgisizce tepki vermemek için iki neden var. Birincisi, özellikle ABD’de durum daha da kötüleşebilir. CNN ve Financial Times’dan Rana Foroohar, Bitcoin balonunu, 6 Ocak’taki emperyal düşüşü ve Federal Rezerv’in kolay para politikalarını birbirine bağlayan şöyle muhteşem bir öngörüde bulundu:
Bitcoin gibi son derece değişken kripto para birimlerinin popülaritesindeki artış … ABD ve doların daha az önemli bir rol oynayacağı yeni bir dünya düzenine dair erken bir sinyal olarak yorumlanabilir. Bitcoin’in yükselişi, yatırımcı topluluğunun bazı kesimlerinde ABD’nin nihayetinde bazı şekillerde Weimar Almanya’sına benzeyeceğine olan inancını yansıtıyor, çünkü 2008 sonrası finansal kriz piyasalarını istikrara kavuşturmak için tasarlanmış para politikası, ABD’nin giderek artan borç yükünün Covid sonrası parasallaştırılmasına yol açıyor.
Bugün kapitalizmin karşı karşıya olduğu çoklu krizlerin ciddiyeti, egemen sınıfın bazı kesimlerini işçilere daha da acımasız bir saldırı başlatmaya ve bu saldırıyı sürdürmek için yeterince güçlü bir faşist hareketi kullanmaya teşvik edebilir. Ugo Palheta’nın liberal kapitalist devletlerin “otoriter sertleşmesi” dediği şeyi daha şimdiden görüyoruz. Macron yönetimindeki Fransa, “İslamo-solculuğun” absürt karışımına karşı çok sayıda baskıcı önlem ve ideolojik bir saldırının birleşimine dair iyi bir örnek. Johnson hükümetinin Polis Yasası ve göçmenlere yönelik saldırıları aynı sürecin bir parçası. Son 50 yıldır anti-faşistler tarafından ortaya atılan klasik argüman, tarihin bize, faşistlere karşı harekete geçmemiz gerektiğini öğrettiği ve onları kolayca yenemeyecek kadar güçlü hale gelmeden önce ezmeye çalışmamız gerektiğidir.
İkincisi, kendi kendini gerçekleştiren kehanet tehlikesi var: Aşırı sağ, egemen sınıfın bazı kısımlarının faşistleri, düzeni yeniden tesis edebilecek bir güç olarak kabul etmeye başlamasını sağlayacak derecede istikrarsızlaştırabilir. ABD ve İngiltere siyasetinin 2016’dan beri yaşadığı yarı-çöküşler, karmaşık bir sistemdeki görünüşte küçük değişikliklerin ani ve şaşırtıcı bir dönüşüme yol açabileceğini gösteriyor.
Faşizme karşı aşağıdan mücadele
O zaman Paul Mason haklı: “Bununla yüzleşmeliyiz. Amerikan faşizminin avam bir kitle tabanı var ve kendi siyasi projesi ve yöntemi ilk başta faşist olmasa da ve ana-akım kurumsal seçkinler arasında bu projeye yönelik destek çok zayıf olsa da, Trump, bu tabana önderlik etmeyi seçti.” Radikal ve devrimci sol için – sadece ABD’de değil, uluslararası alanda da – mesele, bu giderek daha tehlikeli ve acil hale gelen tehdit ile nasıl mücadele edileceğidir. Ne var ki Mason’un stratejisi, devletin baskıcı yeteneklerini artırmak ve liberal merkezle ittifak kurmak:
Leninist pozisyonu anlayabiliyorum: Devlet burjuvazinin bir koludur ve onu parçalamak istiyoruz. Ancak 20. yüzyılda, durumun olumsuz sonuçlarına maruz kalan tüm Marksistler, faşizm ile karşı karşıya kaldıklarında şunları gördüler: a) anti-faşist şiddet yeterli değildir – saldırgan, hareketli, değişken karakterli faşist şiddet ile aşık atamaz; b) devlete demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü savunması için çağrıda bulunmalısınız… Kapitalist sınıfa karşısınız. Ya onları devirecek bir strateji benimseyeceğiz – ve bu konuda size 75 milyon silahlı Trump seçmenine karşı iyi şanslar dilerim – ya da egemen sınıf içindeki bölünmeleri anlayacağız, demokrasinin sola ve işçi hareketine sağladığı harekete geçme alanını kullanacağız ve böylece sahip olduğumuz şeyi savunacağız…
Hannah Arendt, faşizmi “seçkinler ve ayak takımının geçici ittifakı” olarak tanımlamıştı. 6 Ocak’ta olan tam olarak buydu… Avrupa’nın 1930’lardan çıkardığı ders, elit ve ayak takımının ittifakını yenen tek şeyin, merkez ve solun geçici bir ittifakı olduğudur. Ve bu gerçekleştiğinde, 1934 ile 1936 arasında Fransa ve İspanya’da olduğu gibi, yalnızca seçimleri kazanmakla kalmaz, aynı zamanda kitlesel bir anti-faşist kültür yaratabilirsiniz.
Mason’un zihin açıcı yazılarına rağmen, bu çok yanlış bir stratejidir. İlk olarak, Mason, yanlış bir ikilem sunuyor. Nihayetinde, faşizm tehdidini yalnızca kapitalizmi sona erdiren bir sosyalist devrim ortadan kaldırabilir. Yine de elbette şu anda “demokrasinin izin verdiği alanı kullanmalıyız”. Troçki, reformizmi faşizmle özdeşleştiren Stalinist “Üçüncü Dönem” politikasına yönelik eleştirisinde, işçi hareketinin bu alanı savunmasının önemini vurgularken en parlak analizlerinden birini sunuyor:
İşçiler, on yıllar boyunca burjuva demokrasisini kullanarak ve ona karşı savaşarak, kendi kalelerini ve proleter demokrasisinin temellerini inşa ettiler: sendikalar, siyasi partiler, eğitim ve spor kulüpleri, kooperatifler vb. Proletarya, iktidarı, burjuva demokrasisinin biçimsel sınırları içinde değil, ancak devrim yoluyla alabilir: bu, hem teori hem de tecrübe ile kanıtlanmıştır. Ve işçi demokrasisinin burjuva devlet içindeki bu siperleri, devrimci bir yola girmek için gereklidir.
Gelişmiş kapitalizmde 1930’lardan beri işçi sınıfı yaşamında yaşanan dönüşümlere rağmen, Troçki’nin bahsettiği nedenlerden ötürü burjuva demokrasisini savunmak elzem olmaya devam ediyor. Troçki, bununla birlikte, bunun sınıf iş birliği yöntemlerini değil, sınıf mücadelesi yöntemlerini kullanmayı gerektirdiğini savunuyor. Komünist Enternasyonal’in 1935’te Almanya’daki önceki politikasının feci başarısızlığından sonra benimsediği Halk Cephesi stratejisi, işçi hareketi ile liberal burjuvazi arasında bir ittifak oluşturdu. Mason’un savunduğu yaklaşımın özü budur ve bu yaklaşım 1930’larda olduğu gibi bugün de felakete yol açacaktır.
Bunun nedenini görmek için 6 Şubat 1934’e Paris’e dönelim. Faşist liglerin Daladier’i istifa etmeye zorlamayı başarması, soldan gelen daha güçlü bir tepkiye neden oldu. Brian Jenkins ve Chris Millington 6 Şubat tarihli kusursuz çalışmalarında şunları yazıyor:
Komünist ve Sosyalist Partiler, aşırı sağ liglerin eylemini derhal bir faşist darbe girişimi olarak kınadılar. 9 Şubat’ta Komünist Parti, dört kişinin polis ile çatışırken öldüğü bir karşı gösteri düzenledi … Ancak sol için kritik tarih 12 Şubat oldu. O gün Sosyalist Parti ve CGT işçi sendikası genel grev çağrısı yaptı. Komünist Parti bu eyleme katılmayı planlamamıştı. Bunun yerine, rakibi Sosyalist Parti’yi 9 Şubat’ta işçilerin öldürülmesinde suç ortağı olduğu için kınamaya devam etti. Ancak parti, üyelerinin Paris sokaklarındaki Sosyalist Partili meslektaşlarıyla iç içe karışmasını engelleyemedi. Tabanda yaşanan bu birlik koalisyon umutlarını artırdı. Resmi iş birliği hemen gerçekleşmedi. Bununla birlikte, Temmuz 1934’te Sosyalist ve Komünist Partiler, faşizme karşı Rassemblement Populaire adlı resmi bir ittifak oluşturdular. Ertesi yıl, koalisyon Radikal Parti’yi de içine alacak şekilde genişledi. Bu “Halk Cephesi”, Léon Blum’un Fransa’nın ilk Sosyalist Parti başbakanı olduğu Haziran 1936’da seçimlerde başarılı oldu.
Böylece 6 Şubat, Paxton’un “1930’ların ortalarının sanal Fransız iç savaşı” dediği şeyin başlangıcı olan hem sağ hem de solda daha fazla kutuplaşmaya yol açtı. Ancak Jenkins ve Millington’ın vurguladığı gibi, “12 Şubat 1934’teki birleşik Sosyalist ve Komünist gösteri, 6 Şubat’tan çok daha büyüktü ve dahası, Fransa’da daha büyük yankı buldu … Ülkeyi kasıp kavuran bir dayanışma dalgası, 346 mahallede gösteriler ve grevler oldu.” Sosyalist ve Komünist Parti’yi bir araya gelmeye zorlayan büyük ölçüde tabandan gelen baskıydı (nitekim Komünist savaş gazileri grubu, “Üçüncü Dönem” politikası doğrultusunda 6 Şubat yürüyüşüne katılmıştı).
Bununla birlikte, Rassemblement Populaire’ın Radikalleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi ve Halk Cephesi’nin oluşumu, Mason’un ima ettiği gibi bu sürecin doğal sonucu değildi. Sosyalistler ve Komünistler, işçi sınıfı partileri ve görünüşte Marksist partilerdi. Ancak Radikaller, Üçüncü Cumhuriyet’in hâkim partisiydi. Troçki onları, “büyük burjuvazinin, küçük burjuvazinin geleneklerine ve önyargılarına en iyi uyarlanmış siyasi aracı” olarak tanımlıyor. Radikallerle ittifak, pratikte işçi sınıfının çıkarlarını Fransız sermayesinin çıkarlarına tabi kılmak anlamına geliyordu.
Bu, Halk Cephesi’nin seçim zaferinin bir kitle grevleri ve fabrika işgalleri dalgasını tetiklediği Mayıs-Haziran 1936’da net hale geldi. Panik içindeki mali piyasaları rahatlatmak isteyen yeni hükümet, grevleri sonlandırmaya öncelik verdi; Matignon Anlaşmaları ile bazı önemli tavizler, özellikle yüzde 12’lik bir ücret artışı ve yılda iki hafta ücretli tatil önerdiler. Bununla birlikte, yeni hükümet amansız sermaye kaçışı, Frank’ın devalüasyonu ve Haziran 1936’da elde edilen kazanımları aşındıran yükselen enflasyonla mücadele ederken, bunun etkisi işçileri hareketsiz kılmak oldu. Blum kabinesi bir yıl sürdü.
İronik bir şekilde, Nisan 1938’de Blum’un çok kısa ömürlü ikinci hükümeti yerine merkez sağ bir koalisyon kurarak Halk Cephesi’ni nihai olarak gömen 6 Şubat’ın siyasi kurbanı olan Daladier oldu. Parlamentonun Blum’a vermeyi reddettiği kararname ile yönetme hakkını alan Daladier, birçok yönden Doumergue’nun yolundan gitti. Eylül 1938’de Hitler ile Münih anlaşmasını imzaladı, Kasım ayında genel grevi bastırdı ve Ağustos 1939’da Komünist Partiyi yasakladı. Jenkins ve Millington, devlete daha fazla yürütme yetkisi vermenin, çoğu zaman olduğu gibi, sola karşı kullanılacak yeni silahlar yarattığını gözlemliyor:
Muhtemelen, 1938’de Fransız solu da benzer bir ezici yenilgi yaşadı [Hitler, iktidarı ele geçirmeden önce Alman işçi sınıfının uğradığı yenilgiye benzer]. Halk Cephesi hareketinin uyandırdığı umutlar ve enerjiler dağıldı, başarıları geri alındı ve sert bir muhafazakâr ters tepki vardı. Daladier’in, şiddetli anti-Komünizm tarafından beslenen ve kararname yetkilerinin yaygın kullanımını içeren dikta düzeni giderek daha muhafazakâr ve otoriter hale geldi. Radikal Parti de bunun Cumhuriyet’in faşizme karşı temel savunmalarından biri olduğu fikri konusunda kuşku uyandıran antisemitik ve toplumsal olarak eskiye dönmeyi savunan bir pozisyon benimseyerek sağa kaydı.
O halde, Üçüncü Cumhuriyet’i yok eden Fransız aşırı sağı değil, Mayıs-Haziran 1940’taki Alman baskınıydı. 10 Temmuz 1940’ta, Halk Cephesi parlamentosu, Nazilerle coşkuyla iş birliği yapacak ve Holokost’a katılacak olan Mareşal Philippe Pétain’e tam yetki verecekti. Liberal gazeteci William L Shirer şöyle yazıyor; “Oylama[nın sonucu] eziciydi: 569 kabul, 80 karşı ve 17 çekimser. İki nesildir Cumhuriyet’in dayanak noktası konumundaki iki parti olan Sosyalistlerin ve Radikal Parti’nin çoğunluğu, kabul oylarını artırmak için muhafazakâr çoğunluğa katıldı”.
Dolayısıyla, Fransa’nın 1930’lardaki deneyimi, “merkez ve solun geçici ittifakının” faşizmi yenmenin yolu olduğunu göstermiyor. Merkez, sadece bağlılıktan ayrılmakla kalmadı, aynı zamanda ona ihanet etti. “Aşırı merkez”in günümüzdeki doğasını düşündüğümüzde bu tarihsel yargı daha da doğru hale gelir. Bugün bu “aşırı merkez”in temsilcileri Hillary Clinton, Barack Obama, Joe Biden, Tony Blair, Gordon Brown, David Cameron, Angela Merkel, Emmanuel Macron, Matteo Renzi’den oluşuyor. Günümüzün neo-liberal düzenini onlar yönetiyor. Günümüzde yaşadığımız krizin nedeni, onların başarısızlığıdır. Benzerleri ile ittifak kurmak ise aşırı sağın kendisini statükonun gerçek meydan okuyucusu olarak sunmasını şimdi olduğundan daha kolay hale getirecektir.
Peki, o zaman alternatif nedir? Mason, “Anti-faşist şiddet yeterli değil” diyor. Ancak, bunu bu şekilde Halk Cephesi ile küçük anti-faşist sokak savaşçılarına güvenmek arasında basit bir seçimmiş gibi ifade etmek yanlıştır. Başka bir seçenek daha var: Faşistlerin örgütlenmesini ve yürüyüşünü durdurmak için kitlesel seferberlik. Bu, 1930’larda İngiliz Faşistler Birliği’ne (British Union of Fascists), ve daha yakın zamanda Britanya Ulusal Partisi (British National Party), İngiliz Savunma Ligi ( English Defence League) ve Futbol Taraftarları İttifakı’na (Football Lads’ Alliances) karşı son zamanlarda verilen mücadelelerin ve 1970’lerde Anti-Nazi Lig’in (Anti-Nazi League) dersidir.
Troçki’nin söylediği gibi, kitlesel bir anti-faşist hareket inşa etmek, bir Halk Cephesi değil, birleşik bir cephe inşa etmeyi gerektirir – başka bir deyişle, faşistlere karşı daha genel bir seferberlik sağlamak için solun farklı siyasi eğilimlerini, reformist ve devrimci işçi sınıfı örgütlerini bir araya getirmeyi gerektirir. Bu hiç de basit değildir, çünkü her şeyden önce sosyal demokrasiyle ittifak “aşırı merkez”e bir köprü kurar. Dahası, reformistler, 1930’ların deneyiminin gösterdiği gibi, artan güçlerini sola karşı kullanacak olan devletten destek istemeye daha yatkındırlar. Yine de ciddi reformist güçlerin katılımı olmadan, anti-faşistlerin emekçi insanların yaşamlarına ve örgütlerine derinlemesine ulaşma yetenekleri ölümcül bir şekilde sınırlıdır.
Dolayısıyla faşistleri yenmenin yolu, sol bir birleşik cephe temelinde, onlara karşı aşağıdan harekete geçmektir. Bununla birlikte, bu makalede ortaya konan analiz, kriz, devrim ve karşı devrim arasındaki karşılıklı etkileşimin, hem savaşlar arasında hem de bugün aşırı sağın yükselişine neden olduğunu vurguluyor. Neo-liberalizmin zayıflamasına karşılık veren kitle hareketleri, küresel finans krizinden beri gelişen tepkiyi ortaya çıkarmaya yardımcı oldu, ancak bu hareketler aynı zamanda aşırı sağı yenecek gücü de gösteriyorlar. Felaket çağı, gördüğümüz gibi, bir isyan çağıdır. Salgının ilk yılında, Yunanistan’da faşist Altın Şafak liderlerinin hapse atılması ve Bolivya darbesinin tersine çevrilmesi gibi önemli zaferler elde edildi. Siyah Hayatlar Önemlidir protestoları, ırkçılık karşıtlığının, siyah topluluğun, hatta ABD’nin çok ötesine ulaşan bir harekete geçirici güç haline geldiğini gösteriyor. Afrikalı Amerikalı Marksist August Nimtz 6 Ocak’ta Kongre binasını sadece 800 kişinin gerçekten işgal ettiğini hesaplayarak, liberalleri şu sebeplerle eleştiriyor:
Bu kadar az sayıda insanın eylemini … George Floyd’un cinayetini protesto etmek için geçtiğimiz ilkbahar ve yaz aylarında, Covid-19’un ortasında, Amerika’nın en ücra köşelerinde bile sokaklara dökülen, farklı ten rengi ve kimliklerden belki de 25 milyon kişinin eylemlerinden daha çok önemsiyorlar. Salgına rağmen, 2020 yılı, pandemi kaynaklı tecridin yarattığı ruh hali içinde olanların inanmamızı istediği gibi, türümüz adına en sönük yıl değildi. Bu eylemlerden birine katılma fırsatına sahip olmak, kelimenin tam anlamıyla yeniden nefes alabilmek gibiydi.
Bu türden hareketler, neoliberal emperyalizme ilerici ve demokratik bir alternatif oluşturarak faşistleri zayıflatabilir. Aşırı sağı ortadan kaldırma girişimi daha yeni başladı. Gerçekten harekete geçirilirse, yeni nesil küçük Hitler’lerden daha fazlasına yönelik bir tehdit oluşturacaktır.
Kaynakça
Adorno, Theodor W, 1973, Negative Dialectics (Routledge).
Alexander, Michelle, 2010, The New Jim Crow: Mass Incarceration in the Age of Colourblindness (The New Press).
Althusser, Louis, 1969, For Marx (Allen Lane).
Arendt, Hannah, 1973, The Origins of Totalitarianism (Harcourt Brace & Co).
Barrett, Devlin, Spencer S Hsu, ve Aaron C Davis, 2021, “‘Be Ready to Fight’: FBI Probe of US Capitol Riot Finds Evidence Detailing Coordination of an Assault”, Washington Post (30 Ocak).
Bello, Walden, 2019, Counterrevolution: The Global Rise of the Far Right (Practical Action Publishing).
Bloch, Ernest, 2018 [1935], Heritage of Our Times (Wiley).
Brenner, Robert, 2020, “Escalating Plunder”, New Left Review, II/123 (Mayıs/Haziran), https://newleftreview.org/issues/ii123/articles/robert-brenner-escalating-plunder
Cai, Weiyi, ve Ford Fessenden, 2020, “Immigrant Neighbourhoods Shifted Red as the Country Chose Blue”, New York Times (20 Aralık).
Callinicos, Alex, 2001, “Plumbing the Depths: Marxism and the Holocaust”, The Yale Journal of Criticism, cilt 14, no 2, www.marxists.org/history/etol/writers/callinicos/2001/xx/plumbing.htm#n48
Callinicos, Alex, 2009, Imperialism and Global Political Economy (Polity).
Callinicos, Alex, 2011, “The Return of the Arab Revolution”, International Socialism 130 (bahar), http://isj.org.uk/the-return-of-the-arab-revolution
Callinicos, Alex, 2014, “The Multiple Crises of Imperialism”, International Socialism 144 (sonbahar), http://isj.org.uk/the-multiple-crises-of-imperialism
Callinicos, Alex, 2016, “The End of the World News”, International Socialism 153 (kış), http://isj.org.uk/end-of-the-world-news
Callinicos, Alex, 2017, “The Neoliberal Order Begins to Crack”, International Socialism 154 (bahar), http://isj.org.uk/the-neoliberal-order-begins-to-crack
Callinicos, Alex, Stathis Kouvelakis ve Lucia Pradella (editörler), 2021, The Routledge Handbook of Marxism and Post-Marxism (Routledge).
Chacko, Priya, ve Kanishka Jayasuriya, 2018, “Asia’s Conservative Moment: Understanding the Rise of the Right”, Journal of Contemporary Asia, cilt 48, sayı 4, www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/00472336.2018.1448108
Chaffin, Joshua, 2021, “How the Far Right Fell into Line behind Donald Trump”, Financial Times (18 Ocak).
Choonara, Joseph, 2019, “A New Cycle of Revolt”, International Socialism 165 (kış), http://isj.org.uk/a-new-cycle-of-revolt
Constantinou, Petros, 2021, “How We Smashed Golden Dawn”, International Socialism 169 (kış), http://isj.org.uk/how-we-smashed-golden-dawn
Davis, Mike, 2020, “Trench Warfare: Notes on the 2020 Election”, New Left Review, II/126 (Kasım/Aralık), https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare?
Davis, Mike, 2021, “Riot on the Hill” (7 January), New Left Review, https://newleftreview.org/sidecar/posts/riot-on-the-hill
Davis, Mike, ve Adam Shatz, 2020, “Catholics and Lumpen-Billionaires”, www.lrb.co.uk/podcasts-and-videos/podcasts/lrb-conversations/catholics-and-lumpen-billionaires
D’Eramo, Marco, 2013, “Populism and the New Oligarchy”, New Left Review, II/82 (Temmuz/Ağustos), https://newleftreview.org/II/82/marco-d-eramo-populism-and-the-new-oligarchy
Du Bois, WEB, 2007 [1935], Black Reconstruction in America: An Essay Toward a History of the Part Which Black Folks Played in the Attempt to Reconstruct Democracy in America, 1860-1880 (Oxford University Press).
Durkee, Alison, 2021, “Trump’s Popularity with GOP Bounces Back after Capitol Attack, Polls Finds” (27 Ocak), www.forbes.com/sites/alisondurkee/2021/01/27/trump-popularity-with-gop-bounces-back-after-capitol-attack-poll-finds/?sh=6381e1711806
Edgecliffe-Johnson, Andrew, 2020a, “US Business Lobby Groups Call for Patience over Election Result”, Financial Times (27 Ekim).
Edgecliffe-Johnson, Andrew, 2020b, “Trump’s Corporate Trouble”, Financial Times (30 Ekim).
Edgecliffe-Johnson, 2021, “US Business Leaders Rue Their ‘Faustian Bargain’ with Trump”, Financial Times (8 Ocak).
Fedor, Lauren, 2021, “Impeachment Dilemma: Republicans Rally behind Trump before Senate Trial”, Financial Times (7 Şubat).
Financial Times, 2021, “Wall Street/Trump: The Quieter Riot” (7 Ocak).
Foner, Eric, 2014 [1988], Reconstruction: America’s Unfinished Revolution, 1863–1877 (Harper Perennial).
Foroohar, Rana, 2021, “Bitcoin’s Rise Reflects America’s Decline”, Financial Times (15 Şubat).
Frankel, Todd C, 2021, “A Majority of the People Arrested for Capitol Riot had a History of Financial Trouble”, Washington Post (10 Şubat).
Gates, Henry Louis, 2019, Stony the Road: Reconstruction, White Supremacy and Rise of Jim Crow (Penguin).
Gowan, Peter, 1999, The Global Gamble: Washington’s Faustian Bid for World Dominance (Verso).
Gramsci, Antonio, 1971, Selections from the Prison Notebooks (Lawrence & Wishart).
Harman, Chris, 1983, Class Struggles in Eastern Europe, 1945-83 (Pluto).
Harman, Chris, 1984, Explaining the Crisis: A Marxist Reappraisal (Bookmarks).
Harman, Chris, 1988, The Fire Last Time: 1968 and After (Bookmarks).
Harman, Chris, 2009, Zombie Capitalism: Global Crisis and the Relevance of Marx (Bookmarks).
Harvey, David, 2005, A Short History of Neoliberalism (Oxford University Press).
Hobsbawm, Eric, 1987, The Age of Empire: 1875-1914 (Weidenfeld & Nicolson).
Hobsbawm, Eric, 1994, Age of Extremes: The Short Twentieth Century, 1914-1991 (Weidenfeld & Nicolson).
Holborow, Paul, 2019, “The Anti-Nazi League and Its Lessons for Today”, International Socialism 163 (yaz), http://isj.org.uk/the-anti-nazi-league
Jenkins, Brian, and Chris Millington, 2015, France and Fascism: February 1934 and the Dynamics of Political Crisis (Routledge).
Kornfield, Meryl, 2021, “Woman Charged in Capital Riot Said She Wanted to Shoot Pelosi ‘In the Friggin’ Brain’, FBI Says”, Washington Post (30 Ocak).
Lazare, Daniel, 1996, The Frozen Republic: How the Constitution is Paralysing Democracy (Harcourt Brace).
Luttwak, Edward N, 1968, Coup d’État: A Practical Handbook (Harvard University Press).
Mason, Paul, 2021a, “We are all Antifa Now!”, Medium (7 Ocak), https://medium.com/mosquito-ridge/we-are-all-antifa-now-726b307e4255
Mason, Paul, 2021b, “The Trump Insurrection: A Marxist Analysis”, Medium (12 Ocak), https://medium.com/mosquito-ridge/the-trump-insurrection-a-marxist-analysis-dc229c34cdc1
Mayer, Arno J, 1981, The Persistence of the Old Regime: Europe to the Great War (Pantheon Books).
Mayer, Arno J, 2000, The Furies: Violence and Terror in the French and Russian Revolutions (Princeton University Press).
Mazower, Mark, 1998, Dark Continent: Europe’s Twentieth Century (Allen Lane).
Michel, Louise, 2021, “Essay: Emmanuel Macron Promised a New French Liberalism. Now He’s Crushing It”, Prospect (2 Mart), www.prospectmagazine.co.uk/essays/emmanuel-macron-promised-a-new-french-liberalism-now-hes-crushing-it
Nimtz, August, 2017, “The Meritocratic Myopia of Ta-Nehisi Coates” (17 Kasım), Monthly Review, https://mronline.org/2017/11/17/the-meritocratic-myopia-of-ta-nehisi-coates
Nimtz, Ağustos, 2021, “The Trump Moment: Why It Happened, Why We ‘Dodged the Bullet’, and ‘What Is To Be Done?’”, Legal Form (24 Şubat), https://legalform.blog/2021/02/24/the-trump-moment-why-it-happened-why-we-dodged-the-bullet-and-what-is-to-be-done-august-h-nimtz
Ocasio-Cortez, Alexandria, 2021, “What Happened at the Capitol” (2 Şubat), www.instagram.com/tv/CKxlyx4g-Yb/?igshid=1bzenjfdl26xz
Orr, Judith, 2019, “Women and the Far Right”, International Socialism 163 (yaz), http://isj.org.uk/women-and-the-far-right
Palheta, Ugo, 2018, La possibilité du fascisme: France, le trajectoire du désastre (La Découverte).
Palheta, Ugo, 2021, “Fascism, Fascisation, Antifascism” (7 Ocak), www.historicalmaterialism.org/blog/fascism-fascisation-antifascism
Patnaik, Utsa, ve Prabhat Patnaik, 2021, Capitalism and Imperialism: Theory, History and the Present (Monthly Review Press).
Paxton, Robert O, 1972, Vichy France: Old Guard and New Order 1940-1944 (Alfred A Knopf).
Paxton, Robert O, 2004, The Anatomy of Fascism (Alfred A Knopf).
Pertwee, Ed, 2020, “Donald Trump, the Anti-Muslim Far Right and the New Conservative Revolution”, Ethnic and Racial Studies, cilt 43, sayı 16, https://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/01419870.2020.1749688
Piratin, Phil, 1978 [1948], Our Flag Stays Red (Lawrence & Wishart).
Poulantzas, Nicos, 1980, State, Power, Socialism (Verso).
Poulantzas, Nicos, 2018 [1970], Fascism and Dictatorship: The Third International and the Problem of Fascism (Verso).
Roberts, Michael, 2016, The Long Depression (Haymarket).
Roberts, Michael, 2020, “The Deficit Myth” (16 Haziran), https://thenextrecession.wordpress.com/2020/06/16/the-deficit-myth
Roberts, Michael, 2021, “Deflation, Inflation or Stagnation?” (14 Şubat), https://thenextrecession.wordpress.com/2021/02/14/deflation-inflation-or-stagflation
Sedgwick, Peter, 1970, “The Problem of Fascism”, International Socialism 42 (Mart-Nisan), www.marxists.org/archive/sedgwick/1970/02/fascism.htm
Shirer, William L, 1971, The Collapse of the Third Republic: An Inquiry into the Fall of France (Simon & Schuster).
Singh, Naunihal, 2021, “Was the U.S. Capitol Riot Really a Coup? Here’s Why Definitions Matter”, Washington Post (9 Ocak).
Snyder, Timothy, 2021, “The American Abyss”, New York Times (9 Ocak).
Stone, Norman, 1983, Europe Transformed 1878-1919 (Fontana).
The Economist, 2021, “Nearly Half of Republicans Support the Invasion of the US Capitol” (7 Ocak), www.economist.com/graphic-detail/2021/01/07/nearly-half-of-republicans-support-the-invasion-of-the-us-capitol
Thomas, Mark L, 2019, “Fascism in Europe Today.” International Socialism 162 (bahar), http://isj.org.uk/fascism-in-europe-today
Tooze, Adam, 2006, The Wages of Destruction: The Making and Breaking of the Nazi Economy (Allen Lane).
Tooze, Adam, 2018, Crashed: How a Decade of Financial Crisis Changed the World (Allen Lane).
Tosel, André, 2016, Étudier Gramsci: Pour un Critique Continue de la Révolution Passive (Éditions Kimé).
Traverso, Enzo, 2019, The New Faces of Fascism: Populism and Far Right (Verso).
Trotsky, Leon, 1934, “Whither France?” (9 Kasım), www.marxists.org/archive/trotsky/1936/whitherfrance/ch00.htm
Trotsky, Leon, 1935, “Once Again, Whither France?” (28 Mart), https://tinyurl.com/2acup2ym
Trotsky, Leon, 1971, The Struggle against Fascism in Germany (Pathfinder).
ABD Hazine Bakanlığı, 2021, “Day One Message to Staff from Secretary of the United States Department of the Treasury Janet L Yellen” (26 Ocak), https://home.treasury.gov/news/press-releases/jy0003
Van der Pijl, Kees, 1984, The Making of an Atlantic Ruling Class (Verso).
Zaretsky, Eli, 2021, “The Big Lie”, London Review of Books blog (15 Şubat), www.lrb.co.uk/blog/2021/february/the-big-lie
1 Luttwak, 1968, s27. Bu makalenin taslağına yaptıkları yorumlar için Joseph Choonara, Richard Donnelly, Gareth Jenkins, Sheila McGregor, John Rose ve Mark Thomas’a teşekkürler.
9 Mayer, 2000, Fransa ve Rusya’da devrim ve karşı-devrimin karşılıklı etkileşimine dair derin bir tarihsel çalışmasıdır. Filipinli entelektüel-politikacı ve küreselleşme karşıtı aktivist Walden Bello, bu diyalektiğe dayanarak aşırı sağla ilgili önemli bir kitap yazdı — Bello, 2019. Bu çalışma, Küresel Güney’den (Endonezya, Şili, Tayland, Hindistan ve Filipinler, ilginçtir ki Mısır yok) örnek olay incelemeleri açısından özellikle değerlidir. İki temel zayıflığı ise, Bello’nun karşılaştırmalı yöntemi kullanması, bu örnek olayların içinde geliştiği tarihsel dönemleri birbirinden – iki savaş arası kriz, uzun patlama dönemi ve neo-liberal dönem – ve faşizmi diğer gericilik biçimlerinden yeterince ayıramamasına neden oluyor.
14 Trotsky, 1971, s. 276. Önemli ancak yeteri derecede tatmin edici olmayan bir tartışma için bkz. Poulantzas, 2018.
17 Mayer, 1981, s127. Mayer kendi yaklaşımını abartıyor: Avrupa’nın 1914’den önceki çelişkileri hakkında daha iyi açıklamalar için bkz. Hobsbawm, 1987, ve Stone, 1983.
25 Callinicos, 2001, s. 395. Ancak bunun tersine, “Her şeyden önemlisi polis gücünü, ayrıcalıklı sınırsız keyfi iktidarın bir parçası olarak değil bürokratik ilkelere göre işletmek … İtalyan Faşizminin Nazi uygulamasından en önemli farkıydı.”—Paxton, 2004, s. 152.
26 Callinicos, 2001, s. 395-396. Adam Tooze, Nazi ekonomisine ilişkin kusursuz incelemesinde, bu ilişkiyi benzer şekilde anlatıyor. Bkz. “Partners: The Regime and German Business”, Tooze, 2006, bölüm 4.
27 Bu analiz tamamen Callinicos, 2001 tarafından geliştirildi. Aynı analizin, kısa süre önce Peter Sedgwick’in parlak kısa makalesinde de görmekten çok memnun oldum—bkz. Sedgwick 1970.
28 Paxton, 2004, s. 171. Bkz. Paxton, 2004, bölüm 6’da faşist rejimlerin radikalleşmesi ile ilgili mükemmel tartışma.
35 Harman, 2009, s. 307. Ayrıca bkz. Callinicos, Kouvelakis ve Pradella, 2021 içinde “Part 9: Marxism in an Age of Catastrophe”.
40 Bello, 2019, s. 166. Thomas, 2019, çağdaş Avrupa aşırı sağı, özellikle de faşist kanadı ile ilgili son derece değerli ve bilgilendirici bir çalışmasıdır.
54 Traverso, 2019, s. 34. RN’nin şu anda faşist olmadığını savunan, ancak bunun değişebileceği konusunda uyarıda bulunan bir çalışma için ayrıca bkz. Palheta, 2018.
59 Du Bois, 2007, Foner, 2014, ve Gates, 2019, Yeniden Yapılanma ve onun yenilgisi üzerine harika çalışmalardır.
61 “Beyaz üstünlüğü” etiketinin bu kadar basit olmasının nedenlerinden biri, örgütlenmeleri Ocak’ta Biden’a Georgia’dan iki Senato sandalyesini ve dolayısıyla Kongre’nin iki kanadının da hâkimiyetini kazandıran siyah Demokratların giderek artan politik gücüdür. Bir diğeri, Cai ve Fessenden, 2020’ye göre, Kasım 2020’de “Trump, şehirlerin içindeki ve çevresindeki beyaz ve Cumhuriyetçi bölgelerde zemin kaybetse de – sonuçta bu, seçimi kaybetmesine yol açtı – göçmen mahallelerinde yeni oylar kazanıyor” olduğu gerçeğidir. Bunun Güney Teksas’ta nasıl gerçekleştiği ile ilgili bir örnek olay çalışması için bkz. Davis, 2020, s10-15. “Beyaz üstünlüğü” tezinin mükemmel bir eleştirisi için bkz. Nimtz, 2017.
63 Trump’ın ve sermaye ve devletle ilişkisinin ayrıntılı analizi için bkz. Callinicos, 2016 ve 2017. Zaretsky, 2021’de Trump’ın politik tarzının derin bir Freudo-Marksist teşhisi vardır.
81 Palheta, 2021. Ne yazık ki Palheta, faşizme aşamalı ve barışçıl bir geçişi ima eden çok sorunlu “faşizasyon” kavramını kullanıyor. Macron hakkında bkz. Michel, 2021.
83 Bkz. Arendt, 1973, bölüm 10. Arendt’in faşizmin kökenlerinin izini emperyalizm ve ırkçılıkta süren çalışması çok değerlidir.