“Marx’ın haklılığından şüphe etmek için hiçbir neden yok”

Ferda Keskin ile söyleşi

 

 

Öncelikle, Trump’ın yenilgisi, Bolsonaro’nun Lula karşısında geride görülmesi, Erdoğan-MHP iktidarının muhalefet karşısında gerilemiş görünmesi, otoriter rejimlerin küresel ölçekte bir gerileme dönemine girmesi olarak ele alınabilir mi?

Ferda Keskin: Bir gerileme dönemi var denebilir ama nüanslı düşünmek lazım. Seçmen gözünde bir memnuniyetsizlik var, ama otoriter rejimler iktidarda kalmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bolsonaro geçenlerde ben kolay kolay bu iktidardan gitmem dedi. Yani seçimlerle, seçim takvimleri ile oynayarak veya daha farklı yöntemlerle otoriter yöneticiler gitmemeye çalışıyorlar. Hatta Bolsonaro gitmemek için taraftarlarını sokağa çağırdı. Otoriter rejimler gitmek istemeyeceklerdir, ama yaşananlarla güvenilirliklerini büyük ölçüde kaybettiler. Her ülkede geçiş kendi koşullarına göre olacaktır.

Otoriter liderlerin güvenilirliklerini kaybetmesi, iktidardan uzaklaşmaları, zorunlu olarak solun iktidara gelmesi anlamına gelmez. Örneğin Türkiye’de AKP karşıtı bir ittifak var, ama bu ittifak sol değil. Bu anlamda Biden örneğindeki gibi geleneksel yapılara, otoriter rejim öncesi kutuplara dönülebiliyor. Bu anlamda mücadelenin odak noktasını sola kaydırmak çok önemli.

Neoliberalizmin, yani kapitalizmim bir biçimi sorun yaşıyor değil, asıl olarak kapitalizmin kendisi sorun yaşıyor, bunu göstermek lazım. Bu neoliberalizme karşı mücadeleyi antikapitalist mücadeleye dönüştürmek gerekli.

Neoliberalizmin demokrasilerin altını nasıl oyduğunu tartışan bir kitap çeviriyorsunuz. Hem bu demokratik alanın imha edilmesinde hem de otoriter eğilimlerin kuvvetlenmesinde neoliberalizmin oynadığı rolü nasıl tarif ediyorsunuz?

Neoliberalizm, ilk çıktığında kendisine klasik liberal demokrasi anlayışını hedef almıştı. Klasik liberal demokrasi anlayışının doğru olmadığını söylüyordu. Seçmen ile temsilcisi arasındaki sorumluluk ilişkisini şeklen değilse de, fiilen imha eden bir sistem geliştirdi.

Nedir bu sistemdeki önemli nokta, elbette kurumlar. Neoliberalizmin çeşitli versiyonlarında ortak olarak şunlar yapıldı. Belli bir takım kurumlar oluşturuldu, bu kurumlar üzerinden, seçmenlerin talepleri doğrultusunda değil, sermayenin talepleri doğrultusunda ekonominin siyasete hâkim olması sağlandı. Bildiğimiz demokratik süreçler teferruata indirgendi.

Neoliberallerin hukuki anayasa yerine alternatif iktisadi anayasa önerileri vardır. Ülkelerin kuralları, anayasaları, hukukları olabilir. Seçim sistemleri olabilir. Ama seçilmiş olanlar, kendilerini seçenlere karşı değil; finans kapitalizmin merkezindeki bankaların oluşturduğu kurumlara karşı sorumlu oldular.

Benim çevirdiğim kitapta da vurgulanıyor. ABD’de, Avrupa’da sıradan insanlar değil, sermayenin tedrisinden, kurumlarından geçen, oralarda yetişen insanların siyasi kurumların başına geldiğini görüyoruz. Bu da demokratik katılımı fiilen varmış gibi gözükse bile iptal eden bir durum.

Bu durum aynı zamanda otoriter eğilimleri de güçlendirdi. Otoriter eğilimlerin ille de silahla gelmesi gerekmiyor. Çünkü bu sözünü ettiğim finans kapitalizmin kurumlarının çok önemli yaptırım güçleri var.

Bunun en güzel örneğini Syriza’da görmüştük. Yunanistan’da ekonomik kriz sırasında Çipras hükümeti başlangıçta elinin güçlü olduğunu, pazarlık edebileceğini, kazanımlar sağlayabileceğini zannederken, kısa sürede pes etti. Bunu nedeni karşı tarafın otoriter olması idi.

Yani bir yandan otoriter bir şekilde ne yapılması gerektiğini söylediler. Bir yandan da bu yapılmadığı takdirde bütün ekonomiyi çökertme tehdidinde bulundular. Bunu yapan bankaları, şirketleri, hükümetleri ile Avrupa Birliği, yani bütün bir neoliberal sistem. Bu neoliberal sistem gelişmiş ülkelerde kurumlar olarak tezahür ediyor, çevre ülkelerde ise otoriter liderlere ihtiyaç duyuyor. Bunun örneği Brezilya’da Bolsonaro, Rusya’da Putin, Türkiye’de Erdoğan.

Bu ülkelerde demokrasinin neoliberal sistem tarafından imhasında politik otoritenin kendisi de kullanılıyor. Sadece iktisadi kurumların IMF, Dünya Bankası vb. tehditleri değil aynı zamanda devlet otoritesi de demokratik alanın imhasında çok önemli rol oynuyor.

Neoliberalizm demokrasileri hırpalamakla kalmadı, aynı zamanda gemiz azıya almış bir sömürü mekanizması olarak işlev gördü. İşçi hakları, iklim krizi, kadın hakları gibi bir dizi alanda yıkıcı bir etkisi oldu. Otoriter liderler de aslında neoliberal politikalara tepkileri seslendirseler de bir yandan da bu politikaları daha sert bir biçimde uyguluyorlar. Bu açıdan özellikle iklim krizinin kapitalizmle bağı hakkında ve bu krizden çıkmak için neler yapabileceğimiz konusunda neler düşünüyorsunuz?

İklim krizinin nedeni hem fosil yakıtlar hem de kapitalizmin daha fazla tükettirmek için daha çok üretme hırsı. Bu tam bir sorumsuzluk. İklim değişikliğine karşı koymayı mümkün kılacak uluslararası anlaşmalara imza atmaları için, devletler üzerinde baskı kurmak gerekiyor. Bireylerin tek tek tedbir alması ile iklim krizinden çıkamayız. Bu büyük bir sorun.

Bu makro sorunda elbette endüstriyel kapitalizmin çok büyük bir rolü var. Tüketim alışkanlıklarının, yaşam biçimlerinin rolü var. Birden fazla alanda mücadele vermek gerekiyor. Endüstriyel kapitalizmin iklimi bozan, bütün bu salınımlarına, fosil yakıt kullanımlarına karşı çıkmalıyız. Sanayinin ürettiği otomobillerin fosil yakıt kullanmasına da karşı çıkmalıyız. Elbette bireysel düzlemde herkesin kendi sorumluluğunu da yerine getirmesi, lüks tüketim alışkanlıklarından vazgeçmesi gerekiyor.

Bu çerçevede iktidara gelirken otoriter liderlerin pek çok farklı mesajları, sözleri vardı. Küreselleşmeye kaşı daha yerelci, milli olma sözü verdiler, iş kaynaklarını daha ulusal düzeyde dağıtma sözü verdiler. Ama mesele bunlar değil. Neoliberal küresel sermayenin nasıl işlediği, hangi kurumlarla dünyanın boğazına oturduğu ve hangi taleplerde bulunduğu asıl mesele.

Bu otoriter liderler, iklim krizine sebep olan çok uluslu büyük şirketlerin taleplerine hayır demiyorlar. Bu nedenle de iklim krizini önleme anlaşmalarına imza atmıyorlar. Doğal kaynakların özleştirilmesine itirazları yok. Mesela su kaynakları.

Hatta neredeyse uzayı ele geçirecekler, dünyadaki kaynaklar tükenmeye başladığı için. Bu bir şaka değil. Obama döneminde çıkan bir yasa ile ABD bireyleri uzaydaki madenleri sahiplenebiliyor. Aslında bütün ülkelerin imzaladığı uluslararası hukuka göre uzayda, uzay cisimleri üzerinde hak iddia etmek mümkün değil, ama Obama bunu yaptı. Bunlar o kadar açgözlüler ki, uzaydaki kaynakları bile aralarında paylaşıyorlar.

Obama böyle yaptı, devamı daha da kötü oldu. Her ne kadar neoliberalizme belli açılardan karşı olduklarını söyleseler de, küresel neoliberal sermayenin dünyanın kaynaklarını sahiplenme ve bunları kullanma biçimine karşı hiçbir şey yapmadıkları gibi, sahip oldukları otoriteyi bu kullanım biçimini desteklemek için kullanıyorlar.

Bu tabi herkesin direk gözüne batan bir şey değil. Bunun için araştırmacı olmalıyız. Üretimin hangi alanında bu kaynakların ne kadarı kullanılıyor. Bunlar iklime ne kadar zarar veriyor. Bu şirketlerin hangi devletlerle ve hangi yönetici kadrolarla ilişkileri var. Bunların mutlaka kamusal alanda açıklanması ve tartışılması gerekir.

Yoksa Brexit ilan etmekle veya fabrikaları ABD’ye getireceğim demekle kimse neoliberalizm karşıtı olamaz.

İklim, pandemi, ekonomik krizler var. Çin ve ABD arasında küresel emperyalist hegemonya etrafında gelişen bir kriz var. Tüm bu kriz başlıklarında Marksizm’in açıklayıcı bir gücü olduğunu söyleyebilir miyiz hâlâ, bugünkü gelişmeleri açıklayabiliyor mu bu gelenek? Ya da başka bir açıdan Terry Eagleton’un sorup yanıtladığı gibi, Marx haklıydı diyebilir miyiz?

Başından beri sözünü ettiğimiz sorunların hepsi sermayenin büyüme ihtiyacından kaynaklanıyor. Artık değerin daha fazla sermayeye dönüştürülmesi, büyümesi, sermayenin bu şekilde dünyanın ve uzayın kaynaklarını ele geçirmeye çalışması. Bu konularda Marx’ın analizlerine vurgu yapmak önemli.

İkincisi dünya değişti ama bu değişimler Marx’ın kavramlarından vazgeçmeyi gerektirmiyor. Marx der ki, kapitalizme karşı verilecek mücadele sınıf mücadelesidir, bundan vazgeçmemeliyiz. Evet, sınıfların şekillenişi farklılaşmış olabilir, bir dizi değişiklik yaşanmış olabilir, sınıfların birbirleri ile olan kontrastları biraz zayıflamış olabilir. Bunlar önemli değil.

Önemli olan hala dünyanın üzerindeki tehdidin sermaye olması, buna karşı çıkacak olan sınıfın da emekçi sınıfı olması. Çünkü kaybeden hep emekçi sınıfı oluyor, neoliberalizm de bunu bize gösteriyor.

Neoliberalizm, bir taraftan emekçiye “sen emekçi değilsin, insan sermayesisin” dedi, emekçiyi girişimci yapmaya çalıştı. Ama öbür yandan elinde avucunda ne varsa aldı. Hatta krizlerden çıkmak için de emekçileri kullanıyor. Neoliberalizm 2008’den beri krizlerin içinde, ama aynı zamanda bu krizlerden besleniyor. Beslendikçe emekçi sınıfın üzerindeki yük daha da artıyor.

Neoliberalizmin içine girdiği krizlerde sermayeyi kurtarabilmek için gerekli olan kaynaklar, ister vergi yoluyla olsun, ister ücretlerin düşürülmesi yoluyla olsun, daima emekçi sınıflardan çıkarılıyor.

Milyonlarca dolar alan bir kaç CEO’nun işinden olması değil, buradaki esas açıklayıcı önlem. Doğrudan doğruya ABD’de federal bütçeye yükleniyorlar, dünyanın pek çok yerinde de emekçilerin yaşam koşulları kötüleştirilerek, oradan elde edilen kaynaklarla neoliberal kapitalizm krizden çıkarılıyor.

Süreç bu şekilde işlediği, bütün bunlar yapıldığı ve yapılanlara karşı güçlü bir mücadele olmadığı sürece neoliberalizmin krizden şikâyeti yok, krizlerden zenginleşerek çıkıyor, her krizden radikalleşerek çıkıyor.

Marx elbette haklı. Bu mücadele, kapitalizme, sermayeye karşı verilen bir mücadele, emekçi sınıfının verdiği bir mücadele. Son yıllarda üretilen bazı farklı teorik yaklaşımlar olsa da bu ana hatları mutlaka korumak gerekiyor.

Marx’ın Kapital adlı eseri de Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu başlıklı kitabı da teorik genellemelerin yanı sıra işçi sınıfının maruz kaldığı baskıların ve acıların da somut bir dökümünü yapıyorlar. Marx Kapital’de “üretim süreci, bir yandan ardı arkası kesilmeyen, maddi serveti sermayeye, kapitalist için daha fazla servet ve zevk yaratma aracına çeviriyor. Öte yandan, işçi, üretim sürecinde bir servet kaynağı olarak girdiği halde, süreci kendisinin de zenginliğinin kaynağı olabilecek araçlardan yoksun olarak terk ediyor. Sürece girmeden önce kendi emeği, işgücünün satışı ile kendisinden ayrıldığı, ona yabancılaştığı ve kapitalist tarafından el konularak sermaye ile birleştirildiği için, süreç sırasında bu emek, kendisine ait olmayan bir üründe gerçekleşmek zorundadır” diyor. Yani üretim süreci aynı zamanda işgücünün her açından tüketildiği bir süreç. Peki Marx bu koşullardaki bir toplumsal kesimin sosyalizmi inşa edebileceğine dair güveni nereden buluyordu? İşçi sınıfının kolektif eylem potansiyelinin hala geçerli olduğunu düşünüyor musunuz?

Elbette düşünüyorum. Marx’ı haklı çıkaran işçi sınıfının acı çekme potansiyeli değil, kolektif eylem yapabilme potansiyeli. Burada Marx’ın şu vurgusunu dikkate almak lazım: Emek gücü ile emek arasındaki ayrım. Yani emekçi emek sürecinde kendisine dayatılan çalışma koşullarında elbette acıların insanı olmaya mahkûm. Bir yandan da emekçi olmadan üretim süreci olmaz, bunu da hatırlamak lazım.

Emekçinin; içinde bulunduğu üretim sürecinde, emek gücünün fiilen emeğe dönüştüğü süreç içerisinde eziliyorum, haklarım yeniyor, sömürülüyorum diye üzülmekle yetinmemesi, bunun ötesinde kendi emek gücü olmadan o üretim sürecinin gerçekleşmeyeceğini bilmesi önemli.

O emek gücünün emeğe dönüşmesi için kapitalizmin uyguladığı bir baskı var. Herkes sonuç olarak ücretli emekçi olmak zorunda. Yani soyut emek gücünü satmak veya dolaşıma sokmak zorunda. Mücadeleyi buraya da taşımak lazım.

Mücadeleyi sadece somut emek sürecinde bir mücadele olarak değil, emek gücünün alım satım koşullarında da, ya da dolaşıma girme koşullarında da bir mücadele olarak ele almak gerekiyor. Buradan hareketle işçi sınıfının daha geniş kolektivitelerini düşünmek mümkün olabilir.

Bizler sadece emekçiler değiliz, emek gücüne sahip olan ve bu güç olmadan da üretim olamayacağı için, üretimin temel koşulunu elinde bulunduran bir kolektiviteyiz. Dolayısıyla güven buradan kaynaklanacaktır. Mücadele de buradan güçlenecektir. Bu mücadele mutlaka örgütlü ve kolektif bir mücadele olmak zorunda. Ama örgüt derken de çok dikkatli olmalı ve söz ettiğimiz yapının ne olduğu kadar ne olmadığını da iyi anlatmalıyız.

Sosyalizm denen rejimler yıkıldı, Marksizm’i liberal yönden eleştirenler var. Sen ise Stalinizm’i Marksist yönden eleştiriyorsun. Ve bu rejimlerin yıkılmasında Marksizm’i sorumlu görmüyorsun. Bu sonuçlara nasıl ulaştın?

Ben 1989’da Berlin Duvarı yıkılmadan önce, bir felsefeci olarak, felsefe öğrencisi olarak Marx’ın fikirleri üzerine çalışıyordum. Çünkü Marksizm sadece bir ekonomi politik eleştirisi değildir, içinde çok ciddi bir felsefi boyut vardır. Bu felsefi boyut da sadece siyaset felsefesi değil, etikle de ilgilidir, dedim.

Doğu bloku rejimlerinin bu açılardan da çok defoları vardı. Yapmış oldukları pratiklerde çok ciddi etik sorunlar algılıyordum, görebiliyordum. Bu sorunların tam çerçevesini çizebilmek, Marx’ı felsefeci olarak okumayı gerektiriyordu.

Marx ve Engels müktesebatında bu konuda epeyce kaynak var. Bu yüzden de Doğu blokunun yıkılmasını hiçbir zaman Marksizm’in yenilgisi olarak düşünmedim. Hatta belki bunu bir temizlenme olarak da düşünebiliriz. Marksizm’e musallat olmuş bir yorumun açtığı bir takım çok ciddi yaralar oldu. Bir taraftan da onun üzerinden Marx’a ağır eleştiriler oldu.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasından hemen önce, 1980’li yıllar bu anlamda Marksizm’in adalet, haklar, özgürlükler gibi terimlerle yeniden düşünüldüğü bir dönemdi. Konu şuydu: Doğu bloku rejimlerinin baskıcılığını, tek tip yanını, hiyerarşik yapısını vs hazırlayan şey Marx’ın kendi düşüncesinde midir, yoksa değil midir? Marx’ın düşüncesinin etik boyutu var mıdır?

Ben o dönem önde gelen birçok Marksist düşünürü takip ederek, “evet Marx’ın kapitalizme getirdiği eleştirinin çok ciddi bir etik boyutu vardır, fakat ‘reel sosyalist’ uygulamalar ise bu etik çerçeveyi çiğnemek konusunda kapitalizmden hiç farklı davranmamışlardır” dedim.

Dolayısıyla Marx’ın düşüncesinin etik içeriği ile ‘reel sosyalizm’in uygulamalarını birbirinden radikal olarak ayırmak gerekir.

Hatta Marx’ın düşüncesindeki etikten hareketle tekrar o Marksist olduğunu iddia eden reel sosyalizmi eleştirmek gerekir diye düşündüm. Hala da öyle düşünüyorum.

Bir zamanlar tam anlayamadığım bir yenilgi severlik vardı. Sol yenildi, nereden ne yapılabilir gibi. Tabii ki yeni teorik katkılara, yeni analiz biçimlerine açık olmak, bunları Marksizm ile birlikte düşünmek, bunlardan da faydalanmak gerekir ama solun bir fikir olarak yenildiğini söylemek aymazlıktır.

Doğu bloku rejimlerinin yıkılmasını, Stalinizm’in tarihe karışmasını, Marksizm’in yenilgisi olarak düşünmek kategori hatasıdır. Felsefede kategori hatası vardır, bir şeyi ait olmadığı kategoriye aitmiş gibi düşünmek bir hatadır. Stalinizm’i Marksist kategoride düşünmek entelektüel bir hatadır.

Stalinizm’in sol olmadığını bilen bir sol inşası, özgürlükçü bir sol inşası, enternasyonalist bir sol inşası gerekir. Neoliberalizme karşı verilecek mücadelenin enternasyonalist olması gerektiğinde ısrar etmek gerekiyor.

Bunun örneğini Yunanistan’da gördük, Syriza hükümetini çok rahat bir şekilde yendiler. Syriza’nın, Yunanistan’da tek başına kapitalizmle mücadele etmesi, alternatif sosyalist bir sistem kurması mümkün değildi, mevcut uluslararası kapitalist kurumlar var olduğu sürece.

Kapitalizm çok uzun bir zamandır tamamen uluslararası bir sistem, dolayısıyla antikapitalist mücadele de uluslararası, enternasyonalist olmak zorunda. Tabii ki, yatay düzlemde örgütlenen bir enternasyonalizm olmak zorunda. Bu anlamda dünya çapında örgütlenmek çok önemli.

Stalinist rejimler çöktü, ama Stalinist zihniyet hala çökmedi, varlığını bir şekilde devam ettiriyor, ona karşı da mücadelemize devam edeceğiz.

sosyalizm