Lenin’den Kaçmak mı? Neden?

Şenol Karakaş

Türkiye’de de, dünyada da, solda konumlandığını düşünen çok sayıda yazar ve çevrenin sosyalizm tartışmalarına katılmalarında belirleyici unsur Leninizm’e yönelik eleştirileri oluyor. Tüm Lenin eleştirilerinin odağını ise 1917 yılı sonrası Rusyası’nda yaşanan gelişmeler oluşturuyor. Ekim Devrimi’nden sonra, 1920’lerin hemen başlarında rejimin tek parti rejimine dönüşmesi şu eleştiriyi, Lenin ve sosyalizm tartışmalarının Allah tarafından peygamberlere yollanan vahiyler gibi tartışılamaz doğrusu haline getiriyor: “Tek parti rejiminde, diktatörlüğün temelinde Leninizm’in tohumları vardır. Stalinizm’in bütün olumsuzlukları aslında Leninizm’e içkindir.” 1917 yılına kadar Lenin’in verdiği mücadele, görüşleri, binlerce sayfa tutan yazıları ve tartışmaları da, 1917 sonrası Stalinizm’e yol açan Leninist fikirler anlatısını güçlendirmek için işlevsel olduğu ölçüde devreye sokuluyor.

Lenin’i savunan bir makalesinde John Molyneux’un dediği gibi:

… burjuvazi ve burjuvazinin akademik apolojistleri [savunucuları] için Lenin’i gözden düşürmek her zaman çok önemli olmuştur. Bu çaba hatırı sayılır miktarda kişisel karakter katli içermiştir ama asıl suçlama Leninizmin, neredeyse kaçınılmaz biçimde, Stalinizme yol açtığı ve bu sürekliliğin temel unsurunu da Leninist Parti’nin oluşturduğudur. Yıllar boyunca eski Menşeviklerden Amerikalı ve İngiliz soğuk savaş ‘akademisyenlerine’ uzanan birçok kalem tarafından ortaklaşa biçimlendirildiğinden, bu argüman sağ kanat muhafazakarlardan liberallere, sosyal demokratlardan anarşistlere uzanan geniş bir politik yelpazede kayda değer bir uzlaşma yaratmayı başarmıştır. Kendi tarzlarıyla Stalinist komünistler bile bu argümana katılmıştır. Troçkistler gerçekte tek muhalif unsuru oluşturmuştur.1

Ekim Devrimi’nin 100. yılını anmak için elinizdeki derginin ilk sayısına Yıldız Önen’le birlikte yazdığımız makalede, bu eleştirilerin Türkiye solunda aldığı biçimleri şöyle ele almıştık:

1990’ların başında, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sosyalist sol, sosyalizmin sorunlarını tartışmaya başladı. Bu kaçınılmazdı, zira sosyalizm duvarın altında kalmıştı. Duvarın altından çıkış için akla gelen ilk formül, çoğulculuk olmuştu, çoğulculuk tartışması, giderek demokrasiye, demokrasi de sosyalist demokrasi tartışmasına bürünmüştü. Sosyalist demokrasi tartışmalarıyla Doğu Bloku rejimlerinin yıkılışını açıklamaya çalışmak, iki yanlışı aynı anda yapmaya neden oldu. Yanlışlardan birisi, 1960’ların sonu ve 1970’ler, 1980’ler boyunca mücadele eden örgütlü sol güçlerin örgütlenme modeli, Leninist parti anlayışının bir ürünü olarak kavranmış, kodlanmış ve bu örgütlerin ezici çoğunluğunun sahip olduğu monolotik yapıdan Bolşevik Partisi’nin örgütlenme anlayışının sorumlu tutulmuş olmasıydı. İkincisi ise Doğu Bloku rejimlerinin tek parti diktatörlüğü yerine çoğulcu bir sosyalizmi tercih etselerdi, çökmekten kurtulma şansı taşıdıklarının düşünülmesiydi. Bu, aynı zamanda, çöken rejimlerin şu ya da bu derecede Leninist partilerin diktatörlüğü altında hareket eden şu ya da bu derecede sosyalist toplumlar olduğunu da kabul etmek anlamına geliyordu.2

Lenin’e ve Leninizm’e yönelik bu eleştiriler en yumuşak tabirle hatalıdır. Neoliberal çağın tüm kurumlarıyla tüm gezegen için çöküş anlamına geldiğini keskin bir şekilde ortaya çıkartan Covid-19 salgını ve bu salgından daha da ağır bir tehdit olan küresel iklim krizi koşullarında, olağanüstü siyasal gelişmelere yanıt vermek için, 150. doğum yılında Lenin’i bir kez daha hatırlamak ve Leninizm diye özetlenen geleneği bir kez daha ele almak büyük bir önem taşıyor. Önem taşıyor, çünkü geçen yüzyılın başında, başka bir küresel yıkımın, yine salgın hastalıklar ve Birinci Dünya Savaşı’nın göbeğinde insanlığın bu yıkımı geride bırakacağı demokratik ve özgürlükçü siyasal hamle, Lenin’in örgütlenmesine yardımcı olmaya tüm yaşamını adadığı işçi sınıfından geldi. Bugün benzer bir hamle yaşamsal öneme sahip. Lenin’in entelektüel, siyasal ve örgütsel mirasını kavramak bu yüzden her zamankinden önemli. Söz konusu Lenin olduğu için, bu mirası 1917 yılında işçi sınıfının dünya tarihsel eylemini doruğunda ele almaya çalışmakta fayda var.

 

Devrime Uyarlanmak

Lenin, tüm siyasi perspektifini, Marx’ın şu yaklaşımına ayaklarını sağlam bir şekilde basarak geliştiriyordu: “Kapitalist toplumla komünist toplum arasında, kapitalist toplumdan komünist topluma devrimci dönüşümler dönemi yer alır. Buna, devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı bir politik geçiş dönemi karşılık düşer.’’3 Bu tez, sosyalizm mücadelesi içinde devrimci geleneğin üzerinde yükseldiği perspektifi sunuyor gerçekten de. Sınıfsız, her bireyin özgürlüğünün dayanışmacı toplumun bütünü tarafından garanti altına alındığı ve üretim araçları üzerindeki sömürüye neden olan özel mülkiyet ilişkilerinin kaldırıldığı bir toplum, kapitalist üretim tarzının gönüllü ve kendiliğinden bir şekilde dağılmasıyla kurulmayacak ne yazık ki. İçinde yaşadığımız toplumsal örgütlenmenin egemen güçleri, sınıf egemenliklerinden vaz geçmektense gezegenin toptan çöküşünü göze alabileceklerini defalarca gösterdiler. Devrim, iki nedenden dolayı, birincisi kapitalist devlet aygıtını parçalamanın başka bir yolu keşfedilmemiş olduğundan, ikincisi ise işçi sınıfının ve ezilenlerin kendi aralarındaki bölünmüşlükten ve üzerlerindeki egemen sınıf hegemonyasından ancak bir devrimci ayaklanmayla kurtulmaları mümkün olduğu için gerekli.4

Toplumsal ve siyasal gelişmelere bu temel perspektifle bakan bir siyasi örgütlenme, her gelişmeyi, olağan ve istikrarlı gibi görünen tüm süreçleri, iç çelişkilerini görerek kavramaya çalışır. Her olağan gelişmenin, olağanüstü bir gelişmeye gebe olduğunu görmek, istikrarlı gibi görünen süreçlerin içindeki istikrarsızlık öğelerini kavramak ve siyasal propagandanın merkezine bu kavrayışı oturtmak, işçi sınıfının tüm örgütlenme sürecine bambaşka bir karakter kazandırır. Üstelik, istikrarlı görüntüsünün altına gizlemeyi hiçbir zaman başaramadığı patlamalı krizleri, savaşları ve yarattığı sürekli yıkımla kapitalizm, kendi temel işleyiş mekanizmalarıyla kriz üreten bir sistemdir.

Lenin’in teorik parlaklığı, dünya ekonomisi içinde Çarlık Rusyası’nın ekonomi-politiğini analiz ederken yaslandığı Marksist kavramları, bu analizin siyasi sonuçlarına da uyarlama ve çoğu yerde bu kavramları geliştirebilme yeteneği göstermesindedir. 1905 Devrimi’nden 12 yıl sonra, Birinci Dünya Savaşı’nın dünya çapında yarattığı kan ve yıkımın ortasında, Rus Devrimi hiçbir partinin yönlendirmesi olmadan başlamıştı. Devrim, yedi aylık baş döndürücü bir süre içinde Lenin’in en başından beri merkezinde yer aldığı bir öncü işçiler örgütlenmesinin ve kapitalizmin çelişkili, sıçramalı, patlamalı doğasından haberdar olan, bu sosyal patlamalara kendisini uyarlamak için örgütlenen aktivist işçilerin varlığının ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Şubat-Ekim 1917 dönemini en parlak şekilde ele alan ve Türkçe yazılan eserler arasında en doyurucu çalışma olan Doğan Tarkan’ın5, “1917 Şubat-Ekim Rus Devrimleri” başlıklı makalede yer alan şu tespitin altını çizmekte yarar var: “Bolşeviklerin iki belirleyici üstünlükleri vardı: 1) Devrimci sınıfın, proletaryanın tam anlamı ile organik bir parçası olmaları, 2) Bu birinci üstünlüklerinin ürünü, sonucu olarak tavizsiz bir biçimde proletaryanın çıkarlarını savunmaları, onun taleplerini formüle etmeleri.”6

Bolşevik Partisi’nin bu üstünlüğe ulaşmasında, Lenin belirleyici bir rol oynadı. Devrimden iki sene önce “İkinci Enternasyonal’in Çöküşü” başlıklı makalesinde devrimin olabilirliğinin koşullarını şöyle anlatıyordu:

Marksistler için devrimci bir durum olmadan devrimin olabilmesi tartışılamaz, daha da öteye, her devrimci durum bir devrime yol açmaz. Genel olarak konuşacak olursak, devrimci durumun özellikleri nelerdir? Aşağıdaki üç önemli özelliği belirtirsek kesinlikle yanılmış olmayız. (1) Egemen sınıflar için bir değişiklik yapmadan egemenliklerini sürdürmeleri mümkün olmadığı zaman; ‘üstteki sınıflar’ arasında şu veya bu biçimde bir kriz olduğu zaman; bu kriz egemen sınıfın politikalarında ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve kırgınlıklarının ortaya çıkmasını sağlayacak bir yara açtığı zaman. Bir devrimin olabilmesi için ‘alttaki sınıfların’ eski biçimde yaşamak ‘istememeleri’ yetmez, ‘üstteki sınıfların’da eski biçimde ‘yaşayamaz duruma’ gelmeleri gerekir;

(2) Ezilen sınıfların çektikleri ve gereksinmeleri her zamankinden daha şiddetle büyüdüğü zaman; (3) Yukarıdaki nedenlerin bir sonucu olarak ‘barış döneminde’ soyulmalarına sessizce katlanan ama ortalık karıştığında hem krizin yarattığı koşullar hem de bizzat ‘üstteki sınıflarca’ bağımsız tarihsel bir eyleme sürüklenmeleri ile, yığınların faaliyetinde önemli bir yükseliş olduğu zaman.7

Bu, sadece iki sene Rusya’da sınıfların yaşayacağı sarsıntının özlü bir anlatımı değil, birkaç yıl boyunca tüm Avrupa’da yaşanan sınıf mücadelesinin ulaşacağı boyutu gösteren bir analizdi. Savaşın başlangıcında kendi egemen sınıflarını savunmaya, şovenist fikirlerin propagandasını yapmaya ve parlamentoda varlık göstermeye indirgenen dünya sol hareketinden kopma yeteneği Bolşeviklerin politik sıçramaları arasında en belirleyici olanıdır. Bu kopuş, Bolşeviklerin işçileri de etkisi altına alan egemen sınıf milliyetçiliğine karşı taviz vermeden durmasını sağlamakla kalmadı; aynı zamanda, işçi devrimiyle bir saniye gecikmeden kontak kurmasını, hareketin liderliğinin kim olduğuna bakmaksızın harekete katılmasını, hareketin en aktif unsuru haline gelmesini sağladı.

Rusya’da 1917 Şubat’ında devrim oldu ama savaşın yarattığı yoksulluk ve öfke, işçi mücadelesinin 1915’ten itibaren yükselmesine neden olmuştu. 1916 yılında hareket yükselmeye devam etti. Yıl boyu, 243’ü politik olmak üzere 1410 grev gerçekleşti. Bir önceki yıla oranla grev sayısında yüzde 50 artış yaşandı. Greve katılanların sayısı 539 binden, 1 milyonun üzerine çıktı. Grevlerin süresi uzadı.8 1917 yılının Şubat ayına gelindiğinde hareket günbegün büyümeye başlamıştı. 18 Şubat günü Putilov fabrikasının bazı bölümlerinde çalışan işçiler ücretlerine yüzde 50 zam istediler. Fabrika yönetimi bu talebi reddedince diğer bölümlerin de katıldığı bir grev başladı. 21 Şubat’ta fabrika yönetimi bütün fabrikada lokavt ilan etti. Böylece sokakta emekçilerin hareketliliğinin geliştiği bir ortamda, örgütlülük düzeyi çok yüksek olan Putilov’un 30 bin işçisi sokağa çıktı. Bu olay Şubat Devrimi’nin gelişmelerine büyük bir etkide bulundu. Şubat Devrimi’nin asıl kıvılcımı Petersburglu kadın işçilerin eylemidir. 23 Şubat’ta Uluslararası Kadınlar Günü’nün anılması için, kadın işçiler fabrikalarda hazırlığa başladılar ve sonunda grev kararı alındı. 23 Şubat günü kadın işçiler sokağa fırladılar. “Ekmek” başlıca slogandı. Sağda solda kızıl bayraklar açıldı ve “Kahrolsun Otokrasi” sloganları duyuldu. Çar’ın gizli polis örgütü Okrahana raporlarına göre sabah Vyborg bölgesinde başlayan grev, öğleden sonra her tarafa yayılıyordu. “50 fabrikadan 87.534 işçi grevdeydi.”9

Askerler komutanların, komutanlar bir üst komutanın emrine uymayı; grevci, gösterici işçilere ateş açmayı reddettikçe devrim ilerlemeye başladı. Petrograd’da 1905 modelinde bir sovyeti yeniden kurma hedefiyle İşçi Vekilleri Sovyeti çağrısını düzenlemeleri için bir komite seçildi. Aynı akşam Sovyet toplantısı yapılacağı duyurusu hemen fabrikalara gönderildi ve 27 Şubat gecesi yapılan bu toplantıyla Petrograd İşçi ve Asker Vekilleri Sovyeti ve Sovyet Yürütme Komitesi resmen kurulmuş oldu. Devam eden aylarda Tüm-Rusya’da özerk yönetim kurumları oluşturuldu.10

Çarlık rejimi hiç kimsenin beklemediği bir hız ve kesinlikle, bir hafta içinde çöktü. Patlama halindeki işçilerin sadece rejimi çökertmekle yetinmemesi, çökenin yerine doğrudan işçi yönetiminin siyasal mekanizmalarını da yaratmış olması şaşırtıcı bir gelişmeydi. Şaşırtıcı olan bir diğer gelişme ise, ne bu yeni işçi iktidarı şekillenmesinin ne de Çarlık rejimini deviren hareketin siyasal bir önderliğinin olmasıydı. Hiçbir parti, hiçbir siyasi kadro, 1917 yılının Şubat ayında başlayan işçi hareketinin rejimle nihai bir hesaplaşma anlamına geldiğini tahmin etmemişti. Bu partiler arasında, Lenin gibi devrimin hangi koşullarda patlayabileceğine dair keskin öngörülerde bulunan bir üyeye sahip, işçi sınıfının öncülerinin hafızasında çoktan yer edinmiş olan, hareket içinde daima devrimin çıkarlarını savunan Bolşevik Partisi’nin durumu özel olarak dikkat çekicidir.

Şubat Devrimi’nin hareketliliği içinde, Bolşevik militanlar muazzam görevler yerine getirdiler. Şubat 1917’de 30 bin işçinin çalıştığı Putilov fabrikasında 150 Bolşevik vardı. Petersburg’un en yoğun sanayi bölgesi olan Vyborg’da ise Bolşeviklerin sayısı sadece 500’dü.

Bu sayısal küçüklüklerine rağmen Şubat devrimini inceleyen pek çok tarihçi, Bolşevik militanların grevlerin ve gösterilerin örgütlenmesinde oynadıkları rollerin öneminde birleşmektedirler. Ancak, Bolşeviklerin bu aktif rolü Bolşevik Partisi için geçerli değildi. Birçok Bolşevik’in o günlerde ya da daha sonra belirttikleri gibi, partililer partinin yönlendirmesinden tamamen mahrumdular.11

Hareketin içerisinde partili işçiler olmasına rağmen, hiçbir partinin liderliğini yapmadığı ve bu anlamda kendiliğinden bir sınıf patlaması olan 1917 Şubat Devrimi’nin bugünün mücadelesine katacağı çok önemli üç temel tartışma var.

Bu tartışmalardan birisi, bugünkü hareketin ihtiyaç duyduğu fikrî berraklık sorunu. Covid-19 nedeniyle kesintiye uğramış görünse de, kısa sürede hep birlikte yeniden farkına varacağız ki salgınla birlikte mevcut mücadeleler daha da öfkeli bir karakter kazanacak. Üstelik bu sadece, özellikle son bir yıldır dünyayı kasıp kavuran hareket için de geçerli değil. 2000’li yılların başında, önce kapitalizmin küresel ölçekte yarattığı eşitsizlik ve adaletsizliklere, ardından George W. Bush’un ABD’nin hegemonyası için Afganistan ve Irak’a karşı ilan ettiği intikam savaşlarını durdurmak için başlayan dünya çapında yığınsal mücadele için de geçerli.

 

Hareket İçinde Fikirlerin Önemi

2020 yılına, gerçekten de Joseph Choonara’nın tarif ettiği gibi girmiştik:

Yükselen bir küresel isyan dalgasının damgasını vurduğu yılı geride bıraktık. İşaretleri ilkbaharda belirmeye başlamıştı.¹ Nisan’da Cezayir ve Sudan orduları, ülkelerinin liderlerini, önce Abdülaziz Buteflika, ardından Ömer el-Beşir’i, devrime giden sürecin tıkanmaması için devirmek zorunda kaldılar. Haziran’da Hong Kong’da 2,3 milyon kişi, yani toplam nüfusun dörtte biri, demokratik bir değişim talebiyle seferber oldu. Temmuz’da  protestocular Porto Riko valisi Ricardo Rossello’yu devirdi. Kışın başlarında Şili, Ekvator, Kolombiya, Lübnan, Haiti, Gine, Kazakistan, Irak, İran ve Katalonya’da intifadalar ve kitlesel gösteriler vuku buldu. Ben bu satırları yazarken, Fransa’da toplumsal dönüşüm için bir yıldır eylem yapmakta olan – ve belki de sonradan Avrupa’nın içine doğru yayılan isyan dalgasının başlangıcını temsil eden – Sarı Yelekliler’in de kimi bölgelerde katılım sağladığı gösteriler sürerken, bir de genel grev cereyan ediyor.12

2000’lerin başıyla Choonara’nın altını çizdiği bu son dalga arasında, bir başka isyan dalgası daha vardı üstelik. Bazılarımızın “Arap Baharı” dediği ve diktatörlükleri devirmeyi amaçlayan, başlangıçta bu yönde önemli adımlar da atan bir hareketti.

Küresel eylem dalgasının son deneyimleri, son 20 yılın tüm deneyimlerini özümlemiş gibi görünüyor. Bir yandan antikapitalist hareketin “birlik içinde çeşitlilik” yanını içeriyor ama aynı anda, karşısında olduğu rejimleri devirmeyi de hedefliyor. Son hareket hem 20 Eylül-27 Eylül arasında olduğu gibi, tüm kıtalarda binlerce şehirde sokaklara çıkan 7 milyon iklim aktivistini kapsıyor, hem de milyonlarca kadının küresel eylem ağlarında bir araya gelmek için yaptığı tartışmaları, eylemleri ve kadın grevi girişimlerini. Yedi milyon inanılmaz güçlü bir sayı olarak görünebilir. Ama yine de 250 milyondan küçük. 250 milyon, Hindistan’da bu yılın başında greve çıkan işçi sayısı.13 Yedi milyonluk iklim hareketi işçileri, kadın özgürlüğü hareketinin aktivistlerini kapsıyor; 250 milyonluk işçi grevi, Hindistan’ın tüm ezilenlerine umut oluyor; kadın eylemleri, Sudan’da diktatörlüğe karşı patlayan isyanda kadınların belirleyici olduğu bambaşka bir dinamiğe ilham veriyor.

Sudan’da kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişiminin ürettiği korkunç yıkım, eşitsizlik, yoksulluk ve işsizlik, bu eşitsiz ve bileşik gelişimin bir başka ürünü olan işçi sınıfının ekmek zamlarına karşı patlayan öfkesi El-Beşir diktatörlüğünü devirdi. 2019 yılının Nisan ayında Cezayir’de devlet başkanını deviren hareketten kısa bir süre sonra Sudan’da El Beşir rejiminin “şeriat” adı altında uyguladığı baskıcı rejimin devrilmesi, Anne Alexander tarafından etkili bir şekilde anlatılıyor.14 “Cezayir ve Sudan devrimleri de bugün ‘ezilenlerin şöleni’ haline gelmiş durumda. Kadınlar akın akın sokaklara hücum ederken çeşitli ırki ve kültürel üstünlük ideolojileriyle meşrulaştırılan sistematik ayrımcılık mağduru gruplar, bu kitle hareketlerinin ayrılmaz bir parçası.”15

İki sene önce bir yazıda özetlemeye çalışmıştım. Bu heyecan veren eylemler döngüsünün ilkinde, özellikle 15 Şubat 2000’de benzer bir şenlik havası hâkim olmuştu. ABD başkanından söz eden herkes ya “katil” ya da “yalancı” diyerek başlıyordu söze. Gerçekten de 1990’lı yılların sonunda tüm gezegen yepyeni bir kuşağın harekete geçmesi sayesinde soluklandı, kitle eylemleri bazen büyük şirketleri, bazen Dünya Bankası gibi kuruluşları ve bazen de George W. Bush gibi seri katilleri köşeye sıkıştırdı. Dünyanın bir ucu bir başka ucundaki haksızlıklarla dayanışmak için varını yoğunu ortaya koydu. Daha geniş kapsamlı dayanışma ağları da kuruldu, dünyanın en merkezi gündemleri etrafında politik kampanyalar örgütlendi ve örneğin ABD’nin 2003 yılında gerçekleştirdiği Irak işgalinde olduğu gibi, hem bu işgali geciktirdi hem de ABD’nin Irak’taki yenilgisine küresel bir siyasi zemin hazırladı.16

Bu kuşak, hem yeni bir hareketi örgütledi hem de eski hareketin aktivistlerini, daha yaşlı kuşağı ve hatta bütün bir solu kapalı devre politika yapmaktan kurtararak milyonlarca insanla buluşturdu. Yenilenmeyi başarabilenler antikapitalist hareketin bir parçası, zaman zaman sözcüsü olabildiler. Zamanla, hareket devrimci bir kitlesel liderliği inşa edemediği, işçi sınıfının aktif liderliğine ve hareketine yaslanmadığı için bürokratlaştı, yaşlandı, yoruldu ve geri çekildi. Bu hareketin artçıları, Arap Baharı’nın etkisiyle parlayan meydan işgalleri oldu. Bu işgal hareketleri ise, özellikle Yunanistan ve İspanya’da, siyasi ifadesini yeni sol reformist partilerde buldu.

Şimdi küresel salgının kesintiye uğrattığı bu hareketin yaşamsal ihtiyaçlarını tartışıyoruz. Leninizm bu yüzden, bu hareketin yaşamsal ihtiyaçlarına başka herhangi bir siyasal gelenekten çok daha gerçekçi bir yanıt verebildiği için gündemimizde olmalı ve sağcı ya da sol içindeki sağcı eleştirmenlerin Lenin eleştirisinin kofluğu açığa çıkartılmalı.

Arap Baharı’nın geri çekilmesi, Mısır’da darbe, Suriye’de sınıf şekillenmesini kıran ve yıllara yayılan iç savaş, IŞİD isimli bir belanın yarattığı kaygı ve özellikle ABD ve Rusya gibi güçlerin Ortadoğu’da at koşturması, 2008 küresel krizinin etkisiyle şekillendi. Bu krize tepki örgütleme yeteneğini kaybeden ve bir dizi başlıkta bölünen antikapitalist hareketin müdahale edememesi nedeniyle, siyasi atmosfere sağcılık ve karamsarlık hâkim oldu.

15 Şubat 2002’de, 600 kentte toplam 20 milyon kişi savaşa karşı sokaklara çıktı. Avrupa Sosyal Forumları, Dünya Sosyal Forumu gibi etkinliklerde kitlesel birleşik tartışma platformları yaratıldı.17 Hareket, tek tek birçok ülkede işçi sınıfı örgütlerini harekete geçirmesine, gençlik içinde binlerce aktivisti öne çekmesine rağmen kapitalizmi aşabilecek bir boyuta sıçrayamadı. Tıpkı, bir sonrakinde, yani Tahrir Meydanı’nda Mübarek’i deviren yığınsal ve sürekli eylemlerden bir buçuk yıl sonra askeri darbenin gerçekleşmesinde olduğu gibi, kitle hareketleri işçi sınıfının kalıcı iktidarları yönünde ilerleyemedi.

Bu, bizi, yeniden işçi sınıfının tarihsel deneyiminden dersler çıkartmanın önemine; ilk kalıcı işçi iktidarını kuran 1917 Rusya’sının işçi sınıfının mücadelesine getiriyor. Bu açıdan Molyneux’un yukarıda adını andığım broşüründe yer alan, Lenin’in günümüzdeki önemi tartışmasında öne çıkarttığı başlıkların18 altını bir kez daha çizmek önemli. Molyneux, günümüzde Leninizim’in önemini; 1900’lü yılların başında yaşanan savaş ve emperyalizm, devlet ve parti örgütlenmesinin gerekliliği ve niteliği bağlamlarındaki tartışmaları ele alarak güncelliyor. Parti örgütlenmesi bağlamında önemli görülebilecek bir diğer konu, kitle hareketleri içinde işçi sınıfının öncülerinin devrimci fikirlerin propagandası konusu. Lenin’i bütün çağdaşlarından ayrıştıran “özelliklerden” biri; kitle hareketinin nabzını tutabilmesi, bu hareketin yönünü öngörebilmesi, hareketin içinde şekillenen kurumsal yapıların ve örgütlenmelerin dinamiğini herkesten önce kavrayabilmesi, ve milyonların gümbür gümbür gelişen eylemi içinde daima en örgütlü, en kavgacı ve genellikle en yoksul işçi kesimlerinin çıkarını savunabilmesiydi.

1917 yılının Şubat ayından Ekim ayına kadar geçen süre, devrimin kaderinin her gün yeniden belirlendiği bir dönemdi. Bu dönemde, Lenin, devrimin her bir gününde kitlelerin temel ihtiyaçlarını sezip, bu ihtiyaçlara politik şekiller vermek konusundaki yeteneğini zirveye taşıdı. Bunda, 1917’nin bir provası olduğu söylenebilecek 1905 Rus Devrimi sürecinde elde ettiği deneyimlerin belirleyici bir rol oynadığı çok açıktı. Lenin, 1905 Devrimi sırasında kitle hareketinin yaratıcılığını tüm çağdaşlarından başka bir düzeyde kavrayabildiğini kanıtladı. Leninizm, donuk bir parti hayatına dair modellerin tartışılması değil; canlı, yaratıcı, milyonları kapsayan kitle hareketinin iç dinamiklerinin kavranmasıdır.

Kitle hareketleri yüzbinleri, giderek milyonları içine çeken devrimci sınıf patlamalarının içerdiği yaratıcı niteliği kavramak için, bu hareketlere bakma ve eylemlerin sayısal olarak istatistikî hesabını yapma yeteneğinden başka bir özellik daha gerekir. Lenin gibi sonuçlar çıkartmanın tek yolu; yine Lenin gibi, o hareketin organik bir parçası olmayı, hareketle yaşamayı, şekillenmeyi ve hareketin iç bölünmelerine müdahale edecek birikimde olmayı başarmaktır.

1905 Devrimi de, tıpkı 1917 Şubat Devrimi gibi kendiliğindendi. Hiçbir partinin yönlendirici olmadığı, tersine, işçileri denetlemek için polisler tarafından kurulmuş sendikalar ve polis ajanı bir papaz tarafından örgütlenen bir eylemle başladı. Papaz Gapon’un önderlik ettiği yurttaşlık hakları gösterisinde eylemciler başkent St. Petersburg’da çarın sarayına yürüdüler. Göstericiler parlamento, oy hakkı, özgür eğitim ve sekiz saatlik iş günü talep ediyorlardı. “Kanlı Pazar” olarak adlandırılan bu olayda, çarın askerleri göstericilere ateş açtı ve yüzlerce kişi öldü. Bu, Rus İmparatorluğu’nun her yerinde yoğun bir mücadele döneminin başlamasına neden oldu. Büyük şehirlerde grevler ve kırsal kesimlerde köylü ayaklanmaları gerçekleşti. Kanlı Pazar’dan on beş gün sonra Rus Devrimi St. Petersburg’dan Polonya’ya, Ukrayna’dan Baltık Devletleri’ne kadar çok geniş bir alana yayılmıştı.19

1906’da yayınladığı “Kitle Grevleri, Politik Parti ve Sendikalar” broşüründe Rosa Luxemburg şöyle anlatıyor:

Sınıf duygusu ve sınıf bilinci sanki ilk kez bir elektrik şokuyla uyanmış gibiydi… Milyonlardan oluşan işçi sınıfı kitleleri, aniden ve çok net bir şekilde, on yıllardır kapitalizmin zincirleri içinde sabırla katlanmak zorunda kaldıkları toplumsal ve ekonomik varoluşun aslında ne kadar dayanılmaz olduğunu anlamışlardı… Böylece bu zincirler kendiliğinden sarsılmaya başladı.20

Devrimin yayılması, çatışmalar, barikatlar yaygınlık kazanırken, devrim içinden doğan yeni türden bir örgütlenme de mücadele içinde yer alan sosyalistler arasında can alıcı bir tartışmanın fitilini ateşlemişti.

Elbette biliyoruz ki her halk, her sınıf ve hatta her parti öncelikle kendi deneyimlerinden ders alır. Ancak bu, diğer ülkelerin, sınıfların ve partilerin deneylerinin de fazla önem taşımadığı anlamına gelmez kesinlikle. Büyük Fransız Devrimi’ni, 1848 Devrimi’ni ve Paris Komünü’nü incelemeseydik, 1905 deneyimine sahip olduğumuz halde Ekim Devrimi’ni hiçbir zaman gerçekleştiremezdik: Gerçekten de bu deneyimi geçmiş devrimlerin derslerine dayanarak ve onların tarihi çizgisini sürdürerek gerçekleşirdik. Tüm karşı devrim dönemi 1905 deneyinin incelenmesiyle doluydu.21

Lenin, 1905 tartışmalarına, herkesten farklı bir pencereden yaklaştı. İşçi sınıfının Çarlığa karşı kendiliğinden mücadelesinin içinde doğan ve Sovyet adı verilen örgütlenme karşısında nasıl tutum alınacağı konusu, Bolşevik Partisi’nin üyeleri arasında sert bir tartışma yarattı. Bolşevikler, Sovyeti parti örgütlenmesine bir tehdit olarak gördüler. Lenin ise bu yaklaşımın yanlış olduğunu söyleyerek işe başladı. Sovyet’in doğasını kavrayamayan, onu parti politikalarını izlemesi gereken bir örgüt olarak görme tutumundan hızla vazgeçilmesi gerekirdi:

…İşçi Temsilcileri Sovyeti mi, parti mi? Bence soruyu bu şekilde koymak yanlış ve karar kesinlikle hem İşçi Temsilcileri hem de parti olmalı… Bence, Sovyet’in tamamen herhangi tek bir partiye bağlı olması makul olamaz… Bu konuda da, bence İşçi Temsilcileri Sovyeti’nin sosyal demokratik programı kabul etmesi ve Sosyal Demokratik İşçi Partisi’ne katılması gerektiğini talep etmek makul değildir. Bana öyle geliyor ki, siyasi mücadeleye önderlik etmek için hem Sovyet hem de parti eşit derecede, kesinlikle gereklidir.22

Sovyet, çok özel koşullarda, işçi sınıfı eyleminin bir ifadesi olarak doğan bir örgütlenme. Lenin aynı tartışmada, “İşçi Temsilcileri Sovyetleri, dolaysız kitle mücadelesinin organlarıdır. Bunlar grev mücadelesinin organları olarak ortaya çıktılar” diyordu; “Koşulların zorlamasıyla, çok çabuk hükümete karşı genel devrimci mücadelenin organları haline geldiler. Olayların gelişimi ve grevden ayaklanmaya geçiş, kaçınılmaz olarak bunları ayaklanmanın organlarına dönüştürdü.”23

Grevler, kitle eylemleri, işyeri direnişleri, sokak çatışmaları, işçi sınıfının tümünü yanına çekemese ve bu anlamda işçi sınıfının içerisinde azınlık olarak kalsa da, kitlesel bir azınlık olarak davranan devrimci işçilerin militanlığı büyük bir enerji patlaması anlamına gelir. Bu patlama, örgütlenmelere, hareket içindeki bireyler ve hem örgüt hem de hareketin içinde yer alan aktivistlere, içinde yoğrulmak zorunda oldukları geniş tartışma ve mücadele alanını yaratır. İşyerleri, fabrikalar, hastaneler, okullar, ofisler, tarlalar, depolar, toplu ulaşım, trafik, kent meydanları, devlet binaları, ordu tabanı, her yer bu devrimci enerjinin basıncıyla altüst olmaya, bir örgütlenme alanına dönüşmeye başlar. Kurulu her ilişki devrimin birkaç saatinde tuzla buz olur. Hareketin daha derinlerinde yoksul kadınlar, kent yoksulları da öne fırlamaya başlar. Eylemlerin tarihsel derinliği artıkça, bütün hareketin karşısına aynı sorun çıkmak zorundadır: Şimdi ne olacak?

1905 devrimi işçi sınıfının çoğunluğunu kazanamadığı için, bu soruya verilen yanıt, direnişin kahramanca bir karakter kazanmasından öteye gidemedi. Ama 1905 devrimi, yenilgiye uğrasa da, 1917 devriminde bağrında büyüyeceği toprağı buldu. 1917 yılında, kitle hareketleri saniyeler içinde Çarlık rejimini yıkacak bir karakter kazanırken, sayısal olarak bu hareket içinde azınlık olsalar da Bolşevikler “şimdi ne yapacaklarını” daha net seziyorlardı. Karşı devrim günlerinde, rejimin ağır baskısı altında, Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı milliyetçi, sol-milliyetçi gericilik yıllarında örgütlenmelerinin sürekliliğini korumaya çalışan Bolşevik işçiler, ayaklanma günlerinde, bir yandan tek tek ele alındıklarında ayaklanmanın en önde duran, en birleştirici aktivistleri oldular, öte yandan da ayaklanmanın bir sonraki hedefleri konusunda, “Şimdi ne olacak?” sorusuna yanıt verecek örgütsel-politik ve teorik donanımın dinamik bir şekilde gelişmesini sağladılar.

Lenin’in katkıları, hareketin en önünde duran kadın ve erkek işçilerin deneyimiyle birleşti, bu deneyimlerden öğrenip, ama deneyim sahiplerine yardımcı olacak kavramları, sloganları da genelleştirerek, sadece Çarlık rejiminin geri dönmesini engellemekte değil, kapitalist egemenlik ilişkilerinin yıkılmasında da belirleyici oldu.

 

Devlet Denilen Makine

1905 ve 1917’de Rus işçilerinin karşılaştığı sorun ve Lenin’in işçilerin deneyiminden yola çıkarak bu soruna getirdiği çözüm, son 20 yılda küresel hareketin her bir evresinde aktivistlerin karşılaştığı ve tartıştığı bir sorun olmaya devam ediyor. Bunu, “mevcut devleti ne yapacağımız sorunu” olarak ele alabiliriz.

İngiltere’de yığınsal ve doğrudan eylemlere imza atan Yokoluş İsyanı24 hareketi de, birkaç kişinin Cuma günleri okulları boykot etmesiyle küresel bir kitle hareketine dönüşen Gelecek için Cumalar da aynı sorunla karşı karşıyalar: “Devlet ne olacak?”

Arap halklarının isyanında, “Halk rejimin devrilmesini istiyor!” sloganı, her bir ülkede, diktatörlere meydan okuyan ana slogandı. Gerçekten de bazı rejimler devrildi. Tunus’ta ve Mısır’da diktatörler hızla devrildi. Ama bir diktatörün devrilmesi, devlet mekanizmasının da devrilmesi anlamına gelmiyor. Mısır’da devlet, birkaç yıllık parlamenter deneyimden sonra yeniden işçi sınıfı, kadınlar ve yoksulları diktatörce yöntemlerle ezmeye başladı.

1999 yılının Kasım ayında Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantısını bloke etmek isteyen göstericilere, yoğunlaştırılmış bir polis şiddeti uygulandı. Yeni antikapitalist hareket, devlet tartışmasını o andan sonra gündemine aldı. Bu gündemin ne kadar can alıcı olduğu iklim eylemlerinde de açığa çıkıyor. Öğrencilerin aralıksız sürdürdüğü iklim mücadelesinin ilk uluslararası eylem günü ise 2019’un 15 Mart’ındaydı. Tam 123 ülkede, 1 milyon 700 bin öğrenci sokaklara çıktı. 24 Mayıs’ta ikinci uluslararası okul grevinde yine milyonlarca genç sokaklardaydı. 20 Eylül’de ise, daha önce de söylediğim gibi, 7 milyon kişi sokaklara çıktı. Ardından İspanya’da yapılan 25. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Konferansı (COP25) zirvesinde, polis, bazı protesto eylemlerinde göstericilere saldırdı.25

Türkiye’de 2013 yılında yaşanan Gezi direnişi, tüm dünyayı etkisi altına alan meydan işgalleri, diktatörlüklere karşı başlayan Arap Baharı eylemleri, 2019 yılındaki bir dizi kitlesel gösteri ‒ örneğin Lübnan’daki eylemlerde olduğu gibi ‒ sık sık polis ya da ordunun şiddetine maruz kaldı. Devlet şiddeti, tüm bu eylemlerin ritmini belirledi. Gençlerin iklim krizine karşı kitlesel mücadelesi, bir aşamada şirketleri gerçekten de iş yapamaz duruma getirecek olan örgütlü işçi sınıfının hareketiyle birleştiğinde, devlet şiddetinin daha yüksek bir gösterisine tanık olacak. Latin Amerika’da öğrenciler, Fransa’da Sarı Yelekliler eylemlerinde, devlet şiddetiyle dalga dalga karşılaştı protestocular. İngiltere’de Yokoluş İsyanı hareketinin aktivistleri, doğrudan eylemlerinde, neredeyse bir kural olarak gözaltına alınıyorlar. Son on yılın mücadelelerinin bütün aktivistleri açısından ve özellikle son birkaç yılda devletlere meydan okuyan genç iklim hareketi açısından devlet tartışması, bir diğer deyişle Lenin’in devlet üzerine yazdıkları can alıcı bir öneme sahip.

Lenin, toplumsal işbölümü, toplumsal artığın korunması için örgütlenen gelişiminden bu artığın özel mülkiyete dönüştürülmesi ve korunması için örgütlenen karmaşık bir işbölümü halini aldıkça, devletin nasıl geliştiğini de Marx’ın devlet üzerine yaptığı tartışmalardan yola çıkarak güncellemişti. Doğrudan üretim sürecinden kopuk profesyonel yöneticiler ve hem üretim sürecinde kullanılan üretim aletlerini hem de üretilen artık ürünü korumak üzere örgütlenen silahlı birliklerin varlığı, yönetim sürecinin ayrıcalıklı bir iş hâline gelmesine yol açtı. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, nüfusun ne kadar küçük ve üretimden kopuk bir kesiminin elinde birikiyorsa, siyaset alanındaki karmaşa, profesyonelleşme, uzmanlaşma ve yoğunlaşma da o kadar şiddetle artıyordu. Kapitalizm bu yoğunlaşmanın zirvesini temsil ediyor. Kapitalist devlet, işte bu zirvenin örgütsel ifadesi.

Daha önce başka yerde yazdığım ve sık sık tekrarladığım gibi; üretim ve hizmet üretimi kitlesel ve kolektif bir karakter kazandıkça, farklı sermayelerin organik bileşimi anlamına gelen küresel piyasalarda oluşan karmaşa, tek tek her sermaye grubunun ulusal ölçekte korunması için güçlü bir itki yarattı. Tepede, sermayelerin korunması için politik iktidarın merkezîleşmesi ve hızlı kararlar alan baskıcı bir devlet iktidarı şeklinde örgütlenmesi için basınç oluşurken, aşağıda, kitlesel olarak üretim sürecinde yer alan mülksüzler arasında kendi sınıf çıkarlarını, yaşam standardını ve güvenliğini sağlama almak için iktidarı etkilemek yönünde bir başka basınç hissediliyordu. Bu basınç, sadece toprak ve mülk sahiplerinin oy verebildiği seçimlerden, önce erkek mülksüzlerin, sonra bütün kadınların oy verme hakkının garanti altına alındığı “genel oy” hakkı için mücadeleye dönüştü. Mücadele sürecinin her bir evresi mülksüz çoğunluğun siyasî iktidara etki etme düzeyinde belirleyici oldu.26

Bu etkinin en güçlü olduğu parlamenter demokrasi, aynı zamanda sınıf hiyerarşisinde en alt katta duran mülksüz büyük çoğunluğun politik iktidarı etkileme yeteneğinin sınırlarını da kesin çizgilerle tayin etti. Genel oy hakkının kazanıldığı her ülkede demokrasi, seçim dönemlerinde seçim kampanyası yapmak ve oy vermek özgürlüğüne indirgendi. Kapitalist demokrasinin en gelişkin biçimlerinde bile, politik iktidarın işleyişinde görev almak, ayrıcalıklara sahip profesyonel bir yönetici olmak demekti. Üstelik devlet örgütlenmesi, seçimle tayin edilen hükümetlerden daha farklı bir sürekliliğe sahip olduğu için, seçimler, sürekli faaliyet halinde olan bir profesyonel yöneticiler ordusuyla uyumlu çalışacak bir profesyonel seçilmişler grubunun belirlendiği anlara indirgenmiş oluyordu. Üretim süreciyle siyasal alanın birbirinden kopması, siyasal alanın kendi içinde karmaşıklaşması, sayısız ve farklı örgütlerin toplamından oluşan devlet örgütlenmesinin sürekliliğinin sağlanması, politik iktidarı sıradan fanilerin erişiminin imkânsız olduğu bir zirveye dönüştürdü.

“Askerlik bir sanattır”, “yargı muazzam bir uzmanlık ister”, polis kolejleri, meclis iç tüzüğü, hapishaneler, yüz binlerce askerin yönetilmesi, özel kuvvetler, mavi bereliler, özel timler, yüksek yargı, danıştaylar, sayıştaylar, meclis grupları, bakanlıklar, müsteşarlar, milletvekilleri ve milletvekili danışmanlar ağları, önergeler, valiler, savcılar ve başsavcılar… Devlet, her biri nesnel olarak egemen sınıfın egemenliğinin yeniden üretimini garanti altına almak için çalışan bir komite gibi hareket eden bu bölümlerin oluşturduğu karmaşık bir organizma. Sahip olduğu bu karmaşıklığın, demokrasinin düzeyini de belirleyen temel nedeni ise toplumun küçük bir azınlığını oluşturan bir sınıfın iktidar aracı olması.

Lenin’in Devlet ve Devrim çalışmasında uzun uzun anlattığı bu fikirler, bugün en çok da kitlesel mücadele içinde devlet şiddetiyle göğüs göğse gelen aktivistlerin işine yarayacak. Salgın öncesinde, şunun gibi haberler Londra açısından oldukça sıradandı: “Yokoluş İsyanı adlı çevre aktivistlerinin Pazartesi günü başlaması planlanan eylemleri öncesi Londra polisi gözaltı operasyonlarına Cumartesi günü başladı.”27 İngiltere devleti, önleyici gözaltı “doktrini” uyarınca, eylemden önce aktivistlerin hazırlık yaptığı depoya baskın düzenleyebiliyor. İstanbul’da ise Gezi direnişi, polisin, çadırların bulunduğu alana kelimenin tam anlamıyla hunharca saldırmasıyla sonlandı: Yüzlerce gaz bombası atıldı.

1917 yılının Şubat ve Ekim ayları arasında işçi sınıfının mücadelesinin gelgitlerini, bu süreçte kadın ve erkek öncü işçilerin, Bolşevik Partisi’nin ve özellikle Mart ayında Rusya’ya döndükten sonra Lenin’in, hem fikrî hem de örgütsel düzeylerde verdikleri kavganın, 2020’lerin aktivistleri açısından önemi anlatmakla bitmez. Devlet denilen aygıt, bütün uzantılarıyla dağıtılmadan ve ezilenlerin kendi siyasal ve ekonomik kaderlerini özyönetim organlarıyla aşağıdan yukarıya kendi ellerine alacakları işçi devletleri tek başına iktidar olmadan, kapitalizmin karabasanlarından kurtulmak mümkün değil. Rus Devrimi’nin bütün bu günleri boyunca Rus burjuvazisi, Rus bürokrasisi, iktidarı ezilenlere vermemek, savaşı ve sömürüyü sürdürmek için her yöntemi denedi. İşçileri erken bir mücadeleye atılmaya zorlayan tahriklerden askeri darbe girişimine ve savaşı daha da tırmandırma politikalarına kadar.

Bu müdahalelerin her birine karşı, ve müdahale anından önce; burjuvazi, medya-para-devlet gücü üstümüze yıkıcı darbeyi vurmadan, hazırlıklı olmaya ihtiyacımız var. Devletin reforme edilemeyeceği, demokratikleştirilemeyeceği, iklim krizinden savaşlara kadar, gezegeni yıkıma uğratan sermaye sınıflarının bir aracı olduğu konusundaki tartışmalara hazırlıklı olmak için Lenin’e dönmekte fayda var.

Kapitalizmin barbarlık anlamına geldiğini, tüm kıtalarda haykıranların sayısının artması çok olumlu. Ama bu barbarlık, kapitalist devletlerin rekabet halindeki kendi ulusal sermayelerini korumak için yaptıkları müdahalelerle yayılıyor. Hayvanların katledilmesi, denizlere dökülen atıklar, sera gazı emisyonlarını azaltmak için verilen sözlerinin tutulmaması, petrol ve kömür şirketlerine aktarılan kaynaklar, kapitalist tarımcılığın Covid-19 gibi bir tehdide neden olması ve dört ayda 2,5 milyon insanın hastalığa yakalanıp, bu makale yazılırken yaklaşık 180 bin insanın ölmüş olması… Bunlar, gerçekten de kapitalist sisteme dışarıdan bulaşan arızalar değil; devletler eliyle yaratılan, ekonomik çılgınlıklarına yol açmaya müsait kapitalist üretim tarzının doğasından kaynaklı felaketler.

15 Nisan’da dünyanın ikinci büyük buzulu olan Grönland’a ilişkin yeni bir rapor yayınlandı. 1948 yılından beri kayıtları tutulan Grönland buzullarının buz tabakasının geçtiğimiz yıl rekor seviyede küçüldüğü, 600 milyar ton su kaybı yaşandığı ve bu miktarın deniz seviyesinin 1,5 milimetre yükselmesine yol açtığı ifade ediliyor. Grönland buz tabakası, adanın yüzde 80’ini kapsıyor ve tamamının erimesi halinde küresel deniz seviyesinin yaklaşık yedi metre yükselebileceği uyarısı da yapılıyor. Bu korkunç, dehşet verici bir tablo.28

Birleşmiş Milletler’e bağlı Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (İLO) verilerine göre, tam zamanlı çalışan 195 milyon kişinin, 2020’nin ikinci yarısında işsiz kalması bekleniyor. Çeşitli raporlar, kaç kişinin aç, kaç çocuğun temiz suya erişemeden, kaç milyon kişinin günde 2 dolara yaşamaya çalıştığını ortaya seriyor. Kapitalizm, bildiğimiz canlı yaşamını, hayatın zenginliğini her geçen gün ve sistematik bir şekilde yok ediyor. Lenin’in, gelişmesine çok önemli bir katkı yaptığı Marksist devlet teorisinin üzerinde yükselmek, sadece bu yıkımın devletler eliyle örgütlendiğini kavramamıza yardımcı olmaz, aynı zamanda, düpedüz bir ekolojik/ insani yıkımdan ve savaşlardan suçlu olan şirketlere karşı verilen mücadelenin de önünde sonunda devlet şiddetiyle yüzleşmek zorunda olduğunu kavramamıza yardımcı olur. Bu yüzden, Leninizm sadece savunulması gereken bir siyasal gelenek değildir; Lenin ve dönemin tüm Marksistlerinin 1900’lü yılların başında dünyayı anlamak ve değiştirmek için verdikleri mücadeleler, yaptıkları tartışmalar, bugünün dünyasını anlamak ve değiştirmek için hayati önem taşımaktadır.

Hangi hedefe yöneldiğine bakmaksızın, bütün yığınsal hareketlerin içinde kapitalist devletin niteliğini bilen ve ancak işçi sınıfının sistemin bütününe meydan okuması ve ezilenlerin tüm taleplerinin savunmasıyla şekillenebilecek bir işçi devletinin dünya ölçeğinde iktidarı alması gerektiğini savunan aktivistlerin, örgütlü bir şekilde yer alması bir zorunluluktur. Yoksa, hareketin en keskin anında da sistemi onarmak ve egemen sınıfla kesin bir uzlaşma yapmak yönündeki fikirlerin çoğunluğu kazanma ihtimali görmezden gelinmiş olur. Bir sonraki adım ne olacak? Sadece ayda bir havaalanlarını ve kent meydanlarını işgal etmek, doğrudan eylemlerle kendimizi gözaltına aldırmak yeterli olacak mı? Bu eylemlerin bir aşamasında hareket yorulmayacak mı? İşçi sınıfının yığınsal örgütlerini bu harekete çekmek zorunda değil miyiz? Meydan hareketleri, işyerlerinde yükselecek grevlerle desteklenirse daha kalıcı kazanımlar elde edemez miyiz? Hareket büyüdüğünde, tıpkı Mısır ve Sudan’da olduğu gibi, hem bu ülkelerin egemen sınıfları hem de emperyalist ülkelerin talep ettiği gibi, ordu daha bağımsız bir görüntüyle, objektif ama halktan yana tavır alıyormuş gibi görünür. Bu halktan yana görüntü, halkın mücadeleyle elde ettiği tüm kazanımların elinden sökülüp alınırken suskun kalması için verilen bir sakinleştirici gibidir. Bu yüzden, daha sonra askerlerin iktidara çöreklenmesi eğilimine karşı, en başından tutum almak zorunda bu hareket. Diktatör Mübarek devrildiği gün, Tahrir Meydanı’nda ‘tankların içindeki askerler halkla kucaklaşıyor’ görüntüsü hâkimdi. O askerler çok geçmeden darbe yaptılar.29 Binlerce insanı öldürdüler. 1917 yılının Ağustos ayında General Kornilov da darbe yapmaya çalıştı. Ama işçi sınıfı içinde, askeri darbelere karşı birleşik mücadeleyi öne çıkartan kitlesel bir sosyalist partinin varlığı30, darbe girişiminin yenilmesini sağladı. Sadece 1917 yılının Rusyası değil, 1920 yılının Almanyası da işçi sınıfı direnişinin, bir askeri darbenin püskürtülmesinde oynadığı role şahitlik etti.31

Son yıllarda Mısır’da darbe, Bolivya’da darbe, Venezuela ve Türkiye’de darbe girişimleri yaşandı. Sayısız gösteri, ordu güçlerinin şiddetiyle dağıtıldı. Kapitalist devletin işçiler tarafından devralınmayacağı, kısacası, mevcut devlet aygıtının işçiler lehine demokratikleştirilemeyeceği, en azından 1871 Paris Komünü’nden beri biliniyor. Engels’in, Marx’ın Paris Komünü hakkındaki müthiş kitabına yirmi yıl sonra yazdığı Önsöz’de dediği gibi; “Komün ta başlangıçta işçi sınıfının başa geçtikten sonra eski devlet mekanizmasını sürdürmeyeceğini görmek zorunda kaldı.”32 Sadece darbe de değil, egemen sınıfın varoluşunu korumak için geliştirdiği her bir hamleye karşı, ezilenler lehine hamle belirlemek ve ezilen çoğunluğun desteğini kazanmak, güncel bir sorun olarak duruyor karşımızda.

Bu yüzden, onun temel eserlerinin, genç kuşakların hiçbir şekilde tanımadıkları, hatırlamadıkları bürokratik ve donuk SSCB’ye ilham verdiğini düşünerek Lenin’den kaçmaktan kaçınmak gerekiyor. Hareketlerin kritik karar anları geldiğinde, kitleleri ikna edecek aktivistler o an çıkmayacak sahneye. Yıllarca süren mücadele içinde şekillenen, hareketin her kuşaktan aktivistinin hafızasında yer edinenler, doğru fikirlerin hareketin fikirleri olmasını sağlayacak bir ikna ağını devreye sokabilirler.

Milyonları kapsayan bir işçi hareketi, iklim hareketi ya da kadın hareketi, egemen sınıf tarafından mutlaka bölünmeye çalışılacaktır. Her hareket, bir hareket adını alacak kadar birleşik olmasının yanı sıra, hareketin aktivistlerinin fikirlerindeki, eğilimlerindeki ve harekete yön vermek konusundaki pratik kararlarındaki farklılık nedeniyle bölünmüş olarak da tanımlanabilir. Egemen sınıflar, hareketleri tam da bu bölünmüş olduğunu düşündükleri fay hatlarından sarsmaya çalışırlar. Bu fay hatlarının başında milliyetçilik gelir. Egemen sınıflar, bir hareketi zayıflatmak için “milli birliğe” vurgu yapmaya, bu vurguyu gündem haline getirecek gelişmeleri ön plana çıkartmaya başlar. Tıpkı, küresel Covid-19 salgını karşısında hemen hemen tüm hükümetlerin milli birlik çağrıları yapmış olmasındaki gibi. Covid-19 öfkesi, salgın hastalık karşısında hükümetlerin sermayeyi kollayan uygulamalarına karşı birikiyor ve hükümetler şimdiden bu öfke birikimine karşı tedbir alıyorlar. “Aynı gemide olduğumuzun” biteviye dile getirilmesi bu yüzden.

İklim krizi karşısında da aynı gemide olduğumuz tekrarlanıyor, deprem felaketi yaşandığında da… Bülent Somay, bu gemi metaforunun sol içinde de kullanılmasını şöyle eleştirmişti:

…sorun krizin sorumlularıyla kurbanlarının aynı gemide olmasında değil, geminin olmamasında. ‘Gemi’ dediğimiz şeyin hayali, kurgulanmış bir nesne olmasında. O yüzden ‘Gemi yok!’ Bu, gemi (dedikleri şey) battığında bize bir şey olmayacak anlamına gelmiyor tabii. Ama bize olacaklar, her halükarda olacak; her gün oluyordu zaten. Bunu bir yana bırakıp hep birlikte bir ‘Gemi kurtarma’ operasyonuna girişirsek, başarabileceğimiz tek şey gemiyi o hale getiren kaptanı, kırbacı sallayan tayfa başını, kâr-zarar hesapları yapan gemi sahiplerini ve köle tüccarlarını kurtarmak olur.33

Somay, Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler kitabında anlattıklarından yola çıkarak “insan topluluklarının kapitalizm var olmadan önce ‘milletler’ olarak bölünmediğini ve kan bağı, dil, yaşam alanı, ortak inanç gibi parametrelere bağlı bir biçimde örgütlendiğini” söylüyor. Millet sonsuz yüzyıllardan beri var olan ve sonsuza kadar yaşamını sürdürecek bir kategori değil: “Kapitalizm ‘millet’i icat etti.”34

Bir kere geminin olmadığını kavradığımızda, aynı gemide olduğumuz fikrinin üzerimizde hiçbir etkisi olamaz. Bu iddianın, ezilenleri, ezenlerin sömürü mekanizmasına uyum sağlamaya ikna etmeye yarayan bir egemen sınıf yalanı olduğunu kavrayanların sayısı bir hareket içerisinde ne kadar büyükse, egemen sınıfların, devlet ve medya aracılığıyla bu hareketleri bölmesi o kadar zor olur.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Bolşevikler milliyetçilik ve sol milliyetçilikle bağlarını geri dönüşü olmayan bir sertlikle koparttıkları için, Çarlık rejiminin ve daha sonra Şubat Devrimi’nin ardından kurulan Sovyetlerdeki reformist liderliklerin savaşı destekleyen, işçiler, köylüler ve yoksullarla hükümetlerin ve sermaye sınıflarının aynı gemide olduğu propagandasına karşı daha donanımlıydılar. Böylece, savaştan bezmiş olan işçilerin barış yönündeki taleplerini “amasız” savunabildiler ve savaşa karşı çıkan milyonlarca insanın örgütlü sesi haline gelebildiler. Bolşeviklerin bu adımı atabilmesinin nedeni çok açık ki Birinci Dünya Savaşı başladığında Lenin’nin geliştirdiği savaş karşıtı tezlerdi.

Lenin’in bütün çabaları teorik araştırma, aralıksız münakaşa, sürekli kalem tartışması yoluyla (…) tek bir davaya hizmet amacını güdüyordu: Uluslararası ve emperyalist bir savaşı bir iç ve devrimci savaş haline sokmak… Gerçekten Lenin… Yalnız savaşın emperyalist niteliğini açıklamakla yetinmedi. Yurtlarının savunucuları kılığa giren bütün sosyalistlere de saldırdı. Bunların tutumları ‘sosyalizme açıktan açığa ihanet’ten başka bir şey değildi.35

Dünya savaşının yırtıcı milliyetçi atmosferi içinde, egemen sınıf milliyetçiliğini, kendi kapitalist hükümetlerinin ezilenler üzerindeki baskısına karşı enternasyonalist bir yanıt üretmesi gerektiğini savunan çizgi olmasaydı, bu çizgi işçi sınıfının ve ezilenlerin her günkü mücadelesinde güven verici bir siyasal ve örgütsel zemin olarak öne çıkmasaydı, Birinci Dünya Savaşı’na son veren Rus ve Alman işçi devrimleri de gerçekleşemezdi.

 

Dipnotlar:

 

1 Molyneux, 2017, s. 4

2 Önen-Karakaş, 2017, s. 87-88.

3 Lenin, 1976, s. 81

4 Bu devrim ise, bir yandan, eski üretim tarzının, ekonomik ilişkilerinin ve sosyal yapısının sahip olduğu kudreti bertaraf edecek ; öte yandan, devrimi sonuna kadar götürebilmek için gerekli olan şeyi yani proletaryanın evrensel karakterini ve enerjisini geliştirecektir. Ve nihayet, bu devrim içinde, proletarya, eski sosyal durumundan kendisine kalmış olan herşeyden sıyrılacaktır [kurtulacaktır]. Marx-Engels, 1968, 120.

5 Doğan Tarkan o dönemin yasal sınırlamaları nedeniyle yurtdışında sürgündeydi ve makalede Recep Gökırmak adını kullanmıştı.

6 Tarkan, 1985, s. 9.

7 a.g.e, s.11.

8 a.g.e, s. 13.

9 a.g.e, s. 14.

10 Rabinowitch, 2014, s. 28.

11 Tarkan, 1985, s. 16.

12 Choonara, 2019, https://marksist.org/icerik/Teori/13331/Yeni-bir-isyan-dalgasi

13 https://marksist.org/icerik/Dunya/13376/Hindistan-Asiri-sagci-Modiye-karsi-250-milyonluk-grev

14 Alexandre, 2019

15 a.g.e.

16 Karakaş, 2005

17 Karakaş, 2005, s. 167.

18 Molyneux, 2017.

19 Campell, 2011

20 a.g.e.

21 Troçki, 2019, s. 2.

22 Cliff, 1990, s. 175.

23 a.g.e. s. 177.

24 Bu hareketin İngiltere’de yarattığı etki ve tartışmalar için Enternasyonal Sosyalizm’in 5. sayısında yer alan Alex Callinicos imzalı “Sonsuz Kayıp Üzerine Bahse Girmek” başlıklı makaleye bakmakta büyük bir yarar var.

25 Eyleme Türkiye’den katılan ve gelişmeleri yakından takip eden Özdeş Özbay şunları aktarıyordu: “Eylemlerin en büyüğü 6 Aralık’ta gerçekleşen yürüyüştü. 500 bin kişi katıldı. En önde yerli halkların temsilcileri yürüdü. Kortejlerin birçoğunda Şili’de sokakları dolduran yüzbinlerle dayanışma vardı. Bunun nedeni zirvenin aslında Şili’de gerçekleşecekken sokağa inen öğrenci ve işçilere yönelik devlet şiddeti sonrası zirvenin Madrid’e alınmasıydı. Zirve sahibi hâlâ Şili devleti görünüyordu. Buna karşı da eylemciler ve karşı zirveyi örgütleyenler Şili’deki mücadeleyi sahiplendi.” https://marksist.org/icerik/Doga/13312/COPa-guvenme-harekete-guven

26  Karakaş, 2019.                                                                            

27 https://www.bbc.com/turkce/49945804

28 Yüce, 2020, s. 11.

29 Devrimden aylar sonra gerçekleşen askeri darbeden önce, egemen sınıfların, hükümetlerin, diktatörlerin hangi araçları kullanarak kitle eylemlerini bastırabileceğin Sameh Naguip şöyle anlatıyordu: “Mübarek önderliğindeki bir dizi önde gelen milyarder, NDP lideri ve gizli polis yetkilileri, göstericilere yönelik kökten bir saldırı planı hazırladılar. Her bir işadamı şirketlerinden ve fabrikalarından mümkün olduğunca fazla sayıda insan toplamaya ve çetecileri ve Arapça’da ‘baltagiyya’ olarak bilinen, para için her şeyi yapmaya hazır lümpen işçileri bir araya getirmeye söz Bu sırada, İçişleri Bakanı da gizli polisin en namlı yetkililerini, Çarşamba günü için planlanan karşı devrimci protestolarda yer alarak demokrasi yanlısı göstericilere saldırmaları için yeniden yapılandırdı… Alanda planı yönetmekle yükümlü ondan fazla güvenlik yetkilisi, para ve başkanlıktan gelecek olan, suçlarına yönelik af vaadiyle bir önceki Cumartesi hapisten kaçmış olan tehlikeli eski mahkûmları topladı… 3000’den fazla baltacı Tahrir Meydanı’na çıkan iki girişten saldırıya başladılar. Meydanda toplanan on binlerce barışçıl göstericinin üzerine binlerce taş fırlatırken, pek çok saldırgan kendilerine geri fırlatılan taşlara karşı kalkanlarla kendilerini koruyorlardı. Birkaç tanesi silahlı olmak üzere, bütün baltacılar sopalar, palalar, usturalar, bıçaklar ve başka keskin cisimlerle silahlanmıştı.” 2011, s. 25-26.

30 Ayrıntılı tartışma için bkz. Cliff, 2013, s. 281-286 arasındaki bölüme 

31 Almanya’da 1919’da gerçekleşen devrimden bir süre sonra reformist liderlik, işçi sınıfına ihanet Ellerindeki gücü devretmek istemeyen Bremen veya Münih gibi konseyler, ya da Berlin’de olduğu gibi devrimin güçlenmesi için mücadele etmeye devam eden devrimciler, reformist solcularla “eski güçler” ittifakı tarafından kanlı bir saldırıya uğradılar. Sonraki yıllarda devrimci mücadele tekrar tekrar alevlendi. Savaşan işçiler barikatın diğer tarafında her defasında reformist partiyi buldular. Ancak Mart 1920’de sosyal demokrat partinin son yıllarda oynadığı oyunun ne kadar tehlikeli olduğu ortaya çıktı: Ordu birlikleri ve Freikorps çeteleri kısmen gamalı haçlı bayrakların altında SPD liderliğindeki hükümete karşı darbe girişiminde bulundular ve hükümet üyeleri Berlin’den kaçmak zorunda kaldı. Sosyal demokrat liderlik, Kapp darbesi adı verilen bu girişim karşısında çaresiz kalmıştı: Sola karşı verdiği savaşta dayandığı ordu aygıtı, sağa karşı vereceği savaşta onun yanında yer almayı reddediyordu: “Reichswehr, Reichswehr’e ateş etmez!” diyordu Kurmay Başkanı Hans von Seeckt. Cumhuriyeti kurtaranlar, bir kez daha Almanya tarihinin en büyük genel grevini yapan işçiler oldu. Bir kez daha konseyler kuruldu, silahlı işçiler monarşist ordu birliklerine saldırdılar. Grevin gücü altında ezilen darbe, birkaç gün içinde dağıldı. https://marksist.org/icerik/Teori/3259/1918-Kasim-Devrimi-Baska-bir-dunya-mumkundu

32 Marx, 2011, s. 54.

33 Somay, 2018.

34 a.g.e.

35 Liebman, 2017, s. 101-103

 

Kaynakça

Alexandre, Anne, 2019, “Living on revolution time: understanding the dynamics of the uprisings in Sudan and Algeria”, International Socialism Journal 163.

Choonara, Joseph 2019, “Yeni Bir İsyan Dalgası”, Marksist.org https://marksist.org/icerik/Teori/13331/Yeni-bir-isyan-dalgasi

Cliff, Tony, 2013, Troçki 1: Ekime’e Doğru, Çev. Ali Çakıroğlu, Marx21, İstanbul.

Karakaş, Şenol, 2005, Biz Bu Savaşı Durdurabiliriz, Metis Yayınları, İstanbul.

Karakaş, Şenol, 2019, “’İşçi Devleti’ Nedir?”, Altüst, Sayı 31.

Lenin, 1976, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, çev. Arif Gelen, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, İstanbul.

Liebman, Marcel, 2017, Rus Devrimi: Bolşevik Zaferinin Kökenleri, Aşamaları ve Anlamı, Çev. Semih Tiryakioğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Marx, Karl ve Engels, Friedrich, Alman İdeolojisi, 1968, çev. Selahattin Hilav, Sosyal Yayınlar, İstanbul.

Marx, Karl, 2011, Fransa’da İç Savaş, Çev. Arda Dağlar, Yazın Yayıncılık, İstanbul.

Molyneux , John, 2017, Leninizmin Savunusu, çev. Canan Şahin-Onur Devrim Üçbaş, Z Yayınları, İstanbul.

Naguip, Sameh, 2011, Mısır Devrimi’nin Dersleri ve Mücadelenin Geleceği, Z Yayınları, Çev. Melih Mol, İstanbul.

Önen, Yıldız ve Karakaş, Şenol, 2017, “Bolşevik Partisi Müzelik Bir Deneyim Midir?”, Enternasyonal Sosyalizm, Sayı 1. .

Rabinowitch, Alexander, 2014, Devrime Doğru, , çev. Serpil Pehlivan, Yordam Kitap, İstanbul.

Somay, Bülent, 2018, “Gemi yok!”, Gazete Duvar, https://www. gazeteduvar.com.tr/forum/2018/08/14/gemi-yok/

Tarkan, Doğan, 1985, “1917 Şubat-Ekim Rus devrimleri”, Sosyalist Tartışma Sayı 1., İstanbul.

Yüce, Nuran, 2020,”İklim krizini unutmayalım”, Sosyalist İşçi Dijital, Sayı 3.

sosyalizm