Krizler, Hayvanlar ve “Hukuk”

Ezgi Duman 

İçerisinde bulunduğumuz çağ- bir yandan feci bir otoriterleşmeye meyil tecessüm etmiş olsa da- hâlâ insan hakları çağı olarak nitelendiriliyor. Gittikçe daha çok şey bir hakkın ve bu bahisle sözleşmenin veya bildirinin konusu olurken, bu dönemi aynı zamanda katliamlar, baskı, yoksulluk yani haksızlıklar çağı olarak deneyimliyoruz. Bu hiç de çelişkili bir vaziyet değil zira isminden başlayarak varsayan ve yok sayan, içeren ve dışlayan, bir soruyla “e insan olmayana ne olacak?” sorusuyla doğan bir şeyden bahsediyoruz. Doğum gerçekleşti bir kere; o zaman ben de sorayım, insan olmayana mesela sokakta yaşayan hayvanlara ne olacak? 

Batılı ülkeler bu sorunun cevabını çoktan vermiş ve katliam uygulamalarını devreye sokmuşlar. Kentlerden, yaşamdan, haklardan, kaynaklardan hayvanların payını ayırmışlar ve gayet medeni bir şekilde hayatlarına devam etmişler. Türkiye’de bu tür bir uygulama yeni tartışılmaya başlandı ve tartışma hızla bir nefret söylemleri silsilesine ve bir katliam yasasına dönüştürüldü. Özellikle sokakta yaşayan köpekler söylem düzeyinde adeta bir linçe maruz bırakıldılar. Bazı münferit vakalar ziyadesiyle yaygınmış ve ciddi güvenlik riskleri taşıyormuş gibi gösterildi. Şimdilerde devlet bu katliam yasasını hayata geçirmek için uğraşırken, hayvanların yaşam hakkını savunanlar, herkes için adalet isteyenler yasayı uygulatmamak ve Anayasa Mahkemesi eliyle iptal ettirmek için mücadele ediyor. 

Bütün bunlar olup biterken akıllara başka sorular da gelmekte. Biz bugün neden, nasıl sadece Türkiye’de de değil değme “demokratik hukuk devletleri”nde bile hayvanların katledilmesinin meşrulaştırıldığı yasalardan bahsedebiliyoruz? Özelde de şu an nasıl oluyor da Türkiye’de bunca ekonomik kriz, yoksulluk varken köpeklerin toplanmasına ve katledilmesine dair bir yasa devlet nezdinde bu kadar gündemde ve önemli olabiliyor? Narinler kutsal aile eliyle katledilirken çocukların güvenliği iddiası öne sürülerek neden sokakta yaşayan hayvanlar bunca düşmanlaştırılıyor? 

Eski bir hikâyeyle başlayayım.  

Ganz Andre veya Bir Kriz Yönetim Aracı Olarak Günah Keçisi

Charlie Campbell, Günah Keçisi kitabına “dünyanın sonundaki ada” dediği St. Kilda’dan bir hikâyeyle başlar. Bu adada her şeyi günlük toplantılarda meclislerde konuşup kararlaştıran, ana karadan da diğer dış dünyadan da pek çok manada kopuk lidersiz, para sistemi dahi girmemiş bir topluluk yaşar. Bu topluluktaki insanlar denizcilik işinde değil, deniz kuşları avlamada iyidirler ve geçimlerini de buradan sağlarlar. Hâl böyle olunca 1840 Temmuz’unda büyük fırtına çıktığında denize açılmış olan gemiler devrilir, denizciler boğulur. Adanın mukimleri tüm bu olanlara sebep bulmakta pek gecikmezler. Zira kıyıya vuran bedenler arasında hala canlı olan tuhaf, neticede daha evvel görmedikleri biri vardır. Bu tuhaf yaratık kıyılara pek uğramayan, nesli tükenmekte olan Auk Kuşu’dur. Adalılar bu vaziyet karşısında kısa sürede kararlarını verirler ve merasimi başlatırlar. Kiliseye, kutsal mabetlerine Campbell’in “dışardan gelen” olarak isimlendirdiği Auk Kuşu’nu götürürler ve burada yargılarlar. Karar/hüküm verilir; “Auk Kuşu cadıdır, tüm bu felaketin, ölümün, yıkıntının yani krizin/istisna hâlinin müsebbibidir, o yüzden kıyıda taşlanarak öldürülecektir.”1

Paskalya Adası’nda da ilginçtir kriz çıkınca putlar yıkılacaktır. Yani Tanrılar. Yine bir adada kriz çıkmıştır. Bu kez adanın mukimleri sürekli ağaç kesmek suretiyle yaşadıkları ortamı mahvetmişler ve bekleneceği gibi kıtlık, savaşlar, tabii felaketler meydana gelmiştir. İnsanlar bu kriz hâli karşısında, evvela Tanrılarına daha fazla sığınmışlar, gittikçe daha çok ve daha büyük putlar/heykeller yapmışlar ve fakat nihayetinde kriz son bulmadıkça Tanrılarını ve onların elçisi olan din adamlarını suçlamışlardır. Gelinen noktada Paskalya Adası sakinleri elleriyle yarattıkları kutsal tanrılarının kafalarını kesmeye başlamışlar, zira onları günah keçisi ilan etmişlerdir.

Auk kuşuyla Tanrıların ortak noktası nedir? Ziyadesiyle bambaşkalık… Nitekim Paskalya Adası’nın tanrıları, yani putları ile Auk Kuşu’nun bir hayli mühim bir ortak noktası var; tanrılar da Auk Kuşu da kutsal, zira yabancı, öteki, dışardan gelen; ganz andredir.

 Yani “insani ve kozmik olan hiçbir şeye benzemez”, “kendini her zaman ‘doğal’ gerçeklerden tamamen farklı bir gerçek olarak gösterir.”2 Ve yukarıdaki hikâyelerde de göreceğimiz üzere, işler ters gitmeye, nizam intizam bozulmaya başladığında, kriz gündeme geldiğinde olup bitenin sorumlusu ve/veya suçlusu olarak insani, sözde doğal, olağan, bilindik olandan uzak, farklı olana karşı şiddet yönelmeye başlar. Toplumun günahlarının kefaretini ödetmek maksadıyla – hususiyetle de kriz hallerinde – günah keçisi ilan etme, toplum içerisindeki şiddet ve intikamı ikame ilişkisi kurmak suretiyle kesme, daha doğrusu intikam alamayacak kurbana yönlendirme ve bunların modern versiyonları… René Girard’ın dediği gibi; “kurban geleneğinin bulunduğu toplumlarda her zor duruma kurbanla karşılık verilmekle birlikte belirli bunalımlar var ki onlar özellikle kurban gerektiriyor. Bunlar her zaman topluluğun birliğini tehlikeye atan anlaşmazlıklara ve uyuşmazlıklara dönüşen bunalımlar. Bunalım ne kadar derinse kurbanın da o kadar ‘değerli’ olması gerekiyor.”3

Kim kurban edilecek sorusunun cevabının her zaman değilse de çoğunlukla, pek çok inanışta hayvan olmasının tesadüf olmadığı artık aşikâr. Adına hayvan dediğimiz canlıların kurban edilmesi şiddetin hem öteye, ötekine, ganz andreye hem de “zayıf ve el altında olmak dışında öfkelenenin şimşeklerini üstüne çekecek hiçbir özelliği olmayana”, yani ölmesi daha az önemli veya önemsiz görülene doğru yöneltilmesi manasına geliyor.4 Hâliyle burada gayet rasyonel ve insan merkezci bir mekanizma işletilmiş olur ki bu antikiteden beri böyledir. Aristoteles’e göre, “tabiat, sık sık söylediğimiz gibi, nafile yere hiçbir şey yapmaz ve insan (köle olmayan erkek), konuşma ihsanına sahip olan tek hayvandır.”5 “İnsan” (köle olmayan erkek) bu kabiliyeti sayesinde adil olanı ve olmayanı, yani iyiyi ve kötüyü ayırt edebilir. Hayvana kalansa zevk ve acıdan neşet eden ses ve hayvanda olduğu gibi insanda da olan ses -iddia odur ki- adalete, hâliyle politikaya dair bir şey söyleyemez. Neticede “toplumda yaşayamayan ya da kendisi için yeterli olduğu için ihtiyacı olmayan kişi ya bir canavar ya da bir tanrı olmalıdır: Bir devletin parçası değildir.”6

Homosacer veya Sokakta Yaşayan Hayvanlar

Kriz hâlleri ve günah keçisi arama ile bu insan merkezci bakış açısını bir arada düşündüğümüzde sadece kurban ritüelini değil, daha geniş anlamda günah keçisi veya homo sacer mantığını ve hâliyle günümüzde hayvanların ve ötekileştirilen insanların nasıl da kolay gözden çıkarıldığını ve bugün Türkiye’de gündemde olan “hayvanları katliam yasası”nı daha kolay anlayabiliriz. Neticede Girard’ın yukarıda atıf verdiğim sözüyle de altı çizildiği üzere, sokakta yaşayan köpeklerin katledilmesine dair yasanın gündeme gelmesiyle bunca kriz, yoksulluk ve benzeri ziyadesiyle uyumlu. Zira kriz yönetimiyle, topluma yeniden nizam intizam vermeyle kurban bulma, ilan etme ve kurban etme arasında organik bir bağlantı var. 

Konu sokakta yaşayan hayvanlar ve mevcut yasa olduğunda aslında kurban ritüeline bile dahil olmayan, başka bir vaziyetle karşı karşıyayız. Hayvanların öldürülmesi elbette hiçbir gerekçeyle kabul edilemez. Ancak bu yasa, katli vacip kurban edilemeyen, bir nevi murdar kabul edilen canlıların katli manasına geliyor. Ki bunu biz zaten bunca zamandır yasadışı bir şekilde katledilen, katilleri cezasızlık kalkanıyla korunan onca hayvandan biliyorduk. Kadınlardan, nefret cinayetiyle öldürülen LGBTİ+’lardan, 7 gün cenazesi yerde kalan Taybet İnanlardan, İliç’te iş cinayetleri neticesi ölen işçilerden biliyorduk. Biliyorduk ve adalet arıyorduk zira bu kimselerin ölümlerinin mevzunun “tabiatı” gereği bir suçun konusu yapılmadığını ve biz çetin mücadeleler vermezsek asla yapılmayacağını tarih yeterince belletmiş bulunuyor. Bilakis kedi Eros’un davasından, Sivas Katliamı davasına, Hrant’ın öldürülmesinden onca kadın cinayeti vakasına kadar cezasızlık kalkanı devreye sokulmakta. Sokakta yaşayan hayvanlar için artık böyle bir zahmete(!) bile girmeye gerek kalmamış oldu. Bu yeni yasayla birlikte artık sokak hayvanları nezdinde bu yasa dışı öldürmeler sadece cezasızlık bakımından değil, daha baştan yasal -tabiri caiz- meşru ve hukuki kılınmış oldu.

Bu nasıl olabiliyor? Yine burada benden/bizden olmayan meselesiyle karşı karşıyayız. Kurban sunumunun da ters/negatif sureti gibi görünen katli vacip ve fakat kurban edilemeyen ve (katli vacip olduğundan) dünyevi, (kurban edilemeyen olduğundan) ilahî hukukun dışında, daha doğrusu eşiğinde duranlar söz konusu. Giorigo Agamben bunu, homosaceri -adı üstünde- insanlar açısından söylüyor. Ancak hayvanların yaşamı, bu yaşamın değeri ve katledilen bir hayvanın önünden ve ardından aradığımız adalet sorunsalı bağlamında da bize bir şeyler anlatan bir kavram söz konusu.  Nitekim homosacer kurban edilemediği için ilahi hukuktan, öldürülebildiği için de beşerî hukuktan ihraç edilmiş biridir.  Madem hukukilikten ihraç söz konusu o zaman bu canlıya her şey yapılabilir; zira o bir nevi Auk Kuşu, ganz andre. Bizden değil. Bu sebeple hukuk öznesi değil; o zaman herhangi bir hakkı da yok.7 Ve kriz anlarının kefaret yükümlüsü, intikamı alınamaz, -günümüz yargısal mekanizması bağlamında ifade edecek olursam- gördüğü muamelenin failleri cezalandırılmaz bir şiddetin muhatabıdır. O yok egemenliğin timsalidir; herkes o an onun karşısında egemen konumundayken, o tamamen gayri egemendir. “Onun yaşam hakkı yoktur” ve fakat karşısında egemen kesilen herkesin onu öldürme hakkı vardır. Hak varsa o noktada suç da ceza da söz konusu olmaz.

Ancak bu bizi hukuksuzluk alanına götürmez, daha doğrusu bu öldürmeler hukuki bir hukuksuzluk, yasasız bir yasal alanda cereyan eder. Günlerdir hayvan hakları aktivistleri “hayvan hakları anayasaya”, devamla “öldürmenin yasası olmaz” diye slogan atıyor. Elbette ve bana göre bunlar atılması gereken sloganlar, savunulması gereken talepler. Nihayetinde var olan olumlu yasal düzenlemeler de -uygulanıp uygulanmamaları bir yana- zaten ezilenlerin canla başla verdiği mücadeleler neticesinde elde edildi. Ancak şunu da görmeliyiz; – meselenin sermeye boyutu şimdilik bir yana- öldürmenin yasası olur ve Anayasa dediğimiz şey – Schmitt’e atıfla söylenecek olursa – ulusun siyasi birliğini temsil etmesi manasında dışlayıcı bir metindir. İstediğiniz kadar herkes için “haklar var” yazın. Anayasa, yasa  ve hatta haklara ve özgürlüklere dair uluslararası sözleşme ilan etmek demek; hak vermek ve yeri geldiğinde, mesela olağanüstü hallerde bunu almak demek olduğu gibi birilerine hak verirken birilerine daha az hak vermek veya hiç hak vermemek demektir. Hâliyle bugün sokakta yaşayan hayvanlar nezdine gördüğümüz gibi nefret, dışlama, haksızlık ve hatta öldürme/katliam hızla hukuki/yasal ve hatta anayasal niteliğe bürünebilir. Nihayetinde Gewalt şiddet demek olduğu kadar da yetkilendirilmiş/meşru iktidar demek, yani yasa gücü demektir.

Günümüz Otoriterleşmesi ve Nekrosiyaset

Bu yasa gücü veya şiddet bugün sağ popülist, otoriter yönetimlerin elinde daha etkili bir araç, hatta bir oy toplama aracı olarak kullanılıyor. Hak ihlalleri kapalı kapılar ardında, ört bas edilen dosyalarda değil ana akım siyasetçilerin seçim kampanyalarında önümüze çıkartılıyor. Hem bu yüzden hem de bir kriz yönetim aracı olarak hak ihlallerinin de çapı gittikçe genişlemiş durumda. En özgürlükçü ülkelerde bile İsrail’i lanetlemek suç ilan edildi ve “insan haklarına uygun” cadı avları gerçekleştirildi. Bir süredir devam eden mülteci düşmanlığı, feministleri, ekolojistleri, LGBTİ+’ları, kısacası tüm siyasi muhalifleri, ganz andre olarak görülenleri kapsayacak denli genişliyor. 

Türkiye’de artık aşikâr olduğu üzere, bir kriz hâli veya olağanlaşmış olağanüstü hâl rejimi hayatlarımızı kat etmiş durumda. Muktedirler için bu krizden çıkmanın yolları birilerini kurban hatta katli vacip, kurban edilemeyen hayatlar olarak kodlamaktan geçiyor. Bu sırada yaşanan hak ihlalleriyse eskisi gibi ört bas edilmeye çalışılmamakta, hatta bir övgü sebebi haline gelmekte. Sokak hayvanlarına ilişkin katliam yasası süreci de bunun en çarpıcı örneklerinden biri olarak tarihe geçmiş bulunuyor. Bir süredir devam eden beka, güvenlik, istikrar söylemlerinin hedefinde bu kez sokakta yaşayan hayvanlar var. 

 Sadece sokak hayvanları değil elbette. Bu güvenlik söylemi, olma ve korunma, yani beka kaygısı çerçevesinde mesela Türkiye’de mültecilere, Kürtlere, LGBTİ+’lara ve hemen tüm muhalif siyasi grup ve kişilere, şimdilerde sokakta yaşayan hayvanlara, Avrupa’nın pek çok yerinde yabancılara, ABD’de siyahlara, Müslümanlara ve potansiyel “teröre” karşı siyasal birliği her an savunacak kitleler yaratılmaya çalışılmakta, zira bu kimseler, bekaya dair potansiyel krizler de dahil olmak üzere, krizin sorumlusuymuşçasına değerlendirilmekte ve bu yüzden yaşamları ve hâliyle ölümleri değersiz görülmekte. Bir başka ifadeyle nekrosiyaset hepimizin yaşamlarını kat etmekte ve yaşam, bu bahisle ölümden payımıza düşen, toplumsal hiyerarşiler zemininde dağıtılmaktadır. Bu dağıtım sırasında haklar ve özgürlüklerden insan olmayanlar, adalet ve siyaset hakkında en konuşamayanlar en açık ve keskin şekilde dışlanmış olanlardır. Bunun neticesi olarak e, yani kâr elde etmeye yarayan canlılar işe koşulurken, geri kalan da öldürülebilir derekesinde tutulur. Bu anlamda nekrosiyaset her şeyden evvel antroposentrik bir siyaset anlayışı olarak işler ve en çok en yabancı olanın, hayvanların hayatları ölüme ve sermayeye tâbi kılınmıştır.  

Bitirirken; Politik Bir Sorumluluk 

Burada özetlemeye çalıştığım tabloda aşikâr olduğu ve mütemadiyen deneyimlediğimiz üzere; kapitalist otoriterleşme ve onun ölüm hâli doz doz veya birden, tekil vakalar veya toplu katliamlar olarak karşımıza çıkmakta, yaşamlarımız, birilerinin daha iyi yaşaması için değersizleştirilip elimizden alınmaktadır. Bu sırada birbirimizden, en çok da en çok dışarda ve mahrum bırakılandan sorumluyuz. Sokakta yaşayan hayvanlardan sorumluyuz ve bu sorumluluk hayvan cinayetleri gibi gayet politiktir. Zira mesele ben değil bizdir. Bireysel farkındalıklara, yeri gelince kapkara oluveren vicdana değil, dostluk politikasına, toplumsal hiyerarşiler karşısındaki bir arada oluşumuza sahip çıkabilmek ve bireysel kahramanlar, hayvan severler değil toplumsal hareketler olarak, mahkeme salonlarından, sokaklara “hayvan özgürleşmesi”ni savunmak zorundayız. 

sosyalizm