Bülent Somay
Amacım bazı tesadüflere dikkat çekmek. Öncelikle şunu söyleyebiliriz ki, koronavirüs salgını, insanlık tarihinin en büyük salgını değil. 14. yüzyılda ortaya çıkan veba salgınında Avrupa’daki insanların yüzde 30’undan fazlası öldü.
İngiltere’de başlangıçta uygulanmaya çalışılan “sürü bağışıklığı” politikası uygulansa bile, koronavirüs bu kadar ölüme yol açmaz. Aynı şekilde 1918’de İspanya ile ilgisi olmamasına rağmen İspanyol gribi denen salgın da on milyonlarca insanın ölümüne yol açtı. Ama bu salgının olduğu yıllarda Dünya savaşı bitti, Sovyet devrimi oldu, Alman devrimi başladı. Bütün bu sosyal değişimler sürecinde 1918’deki İspanyol gribini pek hatırlamayız.
1968’de de pandemi değil ama epidemi denecek bir olay ABD’de yaşandı. Vietnam’dan dönen askerlerin bulaştırdığı bir virüs milyonlarca Amerikalının ölümüne yol açtı, ama pek bilinmez, çünkü 68 döneminde kapitalizm başka türlü bir kriz içindeydi.
Bugün karşılaştığımız virüs niçin önemli? Çünkü diğer bütün salgınlar, milyonlarca kişinin ölmesine yol açsalar da, bölgeseldi. Veba Avrupa’yı vurmuştu, İspanyol gribi yine esas olarak Avrupa’da etkili oldu, 68’deki virüs esas olarak ABD’de yayıldı. Ama bugün karşılaştığımız koronavirüs bölgesel değil, sadece ABD, Avrupa veya Afrika’da yayılmıyor, bütün dünyada yayılıyor. Şimdilik Afrika’da daha az etkili, ama Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklamalarına göre Afrika’da ikinci dalgada yayılma ihtimali var. Umarız olmaz, ama yayılırsa sınırlı imkanlara sahip Afrika için durum daha da kötü olabilir.
Tarihsel Bir Tesadüf
Koronavirüs salgını bir pandemi, küresel salgın olarak tanımlanınca, bazı düşünürler konuşmaya başladılar. İlk Agamben tartışmaya girdi, kendi teorik çerçevesi içinde salgına “istisnai durum yaratacaktır” teşhisini koydu. Böyle bir ihtimal var kuşkusuz, ve bu egemen sınıfların, devletlerin işine de gelecektir. Ancak Agamben eksik bilgiyle olayı basitleştirmeye de çalıştı, “basit bir grip” dedi, yine tepki çekti.
Zizek hemen söyleşiler yaptı, makaleler yazdı, ardından “Pandemi” isimli kitabını yayınladı. Zizek, Agamben’den farklı olarak burada tarihsel bir fırsat gördüğünü, Covid-19’un komünizm için tarihsel bir fırsat yarattığını söylüyor; bu da olumlu değerlendirilebilir. Ama sanki aceleci bir tespit. Ben olaya daha temkinli bakıyorum. Bazı yazılar, tespitler doğru olabilir, uzun vadede kâhince olabilir, ama biz gene de dikkatli tartışalım.
Ben “tarihsel bir tesadüfe” dikkat çekmek istiyorum. Wallerstein 1992’de “Liberalizmin Çöküşü” makalesini, 1995’te Liberalizmden Sonra, 1999’da Bildiğimiz Dünyanın Sonu, 2003’te Amerikan Gücünün Çöküşü kitaplarını yazdı. 2013’te bir derleme kitap yayınladı, bu kitaptaki “Kapitalizmin Bir Geleceği Var mı?” isimli makalesinde ve 21 yıldır yazdığı bütün eserlerinde tarih vererek şunu söylüyor: “Liberal kapitalizm 2020 yılında, tarihinde gördüğü en büyük krize girecek.”
Elbette Covid-19 krizini önceden gördüğünü söylemiyoruz. Zaten bir doğal afet öngörüsü yok onun tespitlerinde. Sadece iktisadi çıkarımları ile kapitalizmin tarihindeki bulguları inceleyip, kendi deyişiyle kapitalist dünya sisteminin 2020 yılında çökme sürecine gireceğini söylüyor. Var olan virüs krizi, kapitalist sistemi tehdit eden bir kriz olduğuna göre, söylediği çok kâhince bir şey oluyor.
Wallerstein’in iddiası şu: Kapitalizm, 16. yüzyılda, ilk ortaya çıktığında bir dünya-sistemiydi; ulusal bir rejim değildi, o zamandan beri de bir dünya-sistemi. Bu, sadece 30-40 yıldır konuşulan küreselleşme tartışmasından çok farklı bir teorik tespit.
Kapitalizmin ilk çıktığı 16. yüzyılda, dünya Avrupa’ydı, ya da daha doğrusu, tarihi geriye dönük olarak yazma tekelini ellerine geçiren Avrupalılar bize böyle takdim ettiler/ediyorlar. Çin, mesela, bu dünyaya dahil değildi. Kapitalizmin aslında İngiltere’den çıktığını, diğer ülkelerin İngiliz kapitalizmini taklit ettiklerini, o yüzden bir dünya-sistemi olmadığını söyleyen bir teorik anlayış da var, ama ben buna katılmıyorum. Bence de, başlangıç tarihi tartışılabilir ama, kapitalizm Avrupa’da çıktı, o dönem Avrupa kendisini “dünya” olarak lanse ettiği için, bir dünya-sistemi olarak ortaya çıktı. Aradan geçen yüzlerce yılda kapitalizm gelişti, genişledi, tüm dünyaya yayıldı, “dünya-sistemi” adını pratikte de hak etti, ama artık sınırlarına geldi.
Kaçınılamaz Kâr Hırsı
Burada kapitalizme ilişkin Marksist bazı temel saptamaları sıralayayım: Kapitalizm var olmak için genişlemek zorunda. Bu genişlemeler sonrası yeni krizler çıkınca tekrar genişlemek zorunda. Genişlemeler, diğer ülkeleri kapitalist ülkelerin işgali ile değil, sermaye ihracı ve nüfusun büyük bölümünün proleterleştirilmesi ile oluyor. Kapitalizm aynı zamanda “kâr hadlerinin azalma eğilimi yasasına” tabi. Kâr, ücretli emeğe bağlıdır ve emek pahalılaştıkça azalır. Kâr, bir kazıklama aracı değildir, işçinin emek gücü sömürüsüne dayanır, emek gücü pahalılaştıkça kâr azalır. O zaman kapitalistler gidip daha ucuz emek gücü bulur ve kârını artırır, krizini atlatır. Şimdi ise kapitalizm, artık yeni emek gücü bulma konusunda sınırına geldi. Emek gücünü sömürmede gideceği yeni toprak parçası, nüfus kalmadı. Bütün dünyayı fethetti, birleştirdi. Mars’a gidip oradaki emekçileri de sömüremez, çünkü her şeyden önce oraya buradan emekçi aktarmak zorunda, bunun da maliyeti yüksek olur. Kapitalizm, var olan dünyanın dışında, çalışabilecek, ama henüz ücretli emekçi olmamış insanlar bulamadıkça bugünkü krizinden kurtulamaz.
Peki, bugün yaşadığımız kriz nereye evrilecek? Buna iktisatçılar cevap verebilir. Mesela Wallerstein 2020 kehanetini Kondratieff dalgalarına dayandırıyor. Wallerstein’a göre, 2020’de yaşanacak krizin üstü örtülemeyecek, bu aynı zamanda liberalizmin de sonu olacak. Bizler liberalizmi kapitalizmin gevşek bir ideolojisi olarak tanımlarız, liberalizm ile faşizmi, totalitarizmi, sosyalizmi, komünizmi karşı karşıya koyarız.
Kapitalizm, Liberalizm ve 1968
Wallerstein’e göre, kapitalizmin esas ideolojisi liberalizmdir, sağcı (gerici, muhafazakâr), solcu (sosyal demokrat) bütün yorumlar liberalizmin değişik görünümleridir, liberalizmin kanatlarıdır. Kapitalizm sürecinde var olan tüm ideolojiler liberal spektrumda yer alır. 1968 olayları tam bir sosyal devrim olmasa da önemli bir sonuca yol açtı, liberalizmin ötesinde ideolojik arayışlar ortaya çıktı. Geleneksel anti-sistemik ideolojilerin (sosyalizm, komünizm gibi) sonunu getirdi. O zamanki sosyalizm, zaten “böyle yaşamak istemiyoruz” diyen insanları tatmin etmiyordu. 1968’den sonra gördüğümüz ciddi isyankâr hareketler, eski sol sosyalist ideolojilerle çok da ortak özellikler taşımıyorlardı. Wallerstein bütün bunları 1990’lardan beri söylüyor.
Liberalizm aynı zamanda “modernizm”in de ideolojisidir. Modernizm veya modernizasyon, bizim gibi kendi iç dinamiği ile değil, kapitalist merkezlerin dayatması ile kapitalistleşen ülkelerdeki sürecin adıdır. İki tür modernizm vardır: Özgürleşmeci modernizmde, burjuvazi bir sınıf olarak aristokrasinin ve dini hiyerarşinin karşısına çıkmıştır – Fransız devriminde olduğu gibi. Teknolojik modernizmde feodal ve dini baskıdan kurtulduktan sonra, üretim süreçlerinde teknolojik atılım yapılmasıdır. İkisi ille de bağlantılı olmak zorunda değildir.
Bilim kurgu yazarları, 1984, Biz, Zaman Makinesi, Cesur Yeni Dünya gibi eserlerinde teknolojinin çok geliştiği distopyaları, bir tür köleci toplumları anlatırlar. Yani kapitalizmin bu eğilimi hep vardır.
Wallerstein önümüzde iki yol var der: 2020’de tepeye varacak olan kriz kapitalizmi çatırdattığında, otomatik olarak özgür dünyaya ulaşamayız, aksine yollar çatallaşacak. Ama zaten biz bunu Marx’tan, Rosa’dan biliyoruz. İkisi de “Ya sosyalizm, ya barbarlık içinde yok oluş” demişlerdi. Bu konuyu sosyalistler değişik zamanlarda, değişik kelimelerle ifade etmişlerdir. Barbarlık içinde var oluş mu, yoksa yok oluş mu, bu da tartışılır.
Wallerstein der ki, liberalizm geri gelmemek üzere çöküyor; eğer kapitalizm var kalacaksa, bunu artık liberal bir ideolojik/politik çerçeve içinde kalarak yapamaz. Dolayısıyla liberalizmden geriye adım atmak zorunda. Kapitalizm tekrar büyümek istiyorsa, işçi sınıfının önüne engel koymalıdır. Bunun da modelleri Oryantal-Şark despotizmi olarak Asya’da var. Her şeyin merkezi devlette, tek bir uhrevi otoriteye ve güçlü bir devlet bürokrasisine bağlandığı toplum düzeni. Köle olmadığı halde tüm emekçilerin tepedeki bir insana bağlı olduğu bir sistem. Çin, Hindistan, Mısır’daki devletler, Mezopotamya’da Asur, Babil, Sümer devletleri böyleydi, kültürleri böyleydi.
Bunun şimdiki zamanlardaki biçimini, Sovyet ve Çin devrimleri yenildikten sonra, buralarda gördük. Bir tane tepede lider, sonra bürokrat bir oligarşi, en altta çalışan sınıflar. Bunu Sovyet sistemi henüz varken, “devlet kapitalizmi” olarak adlandıranlar vardı. Şimdi Rusya eski vahşi kapitalizme döndüğü için, artık orada gözlemleyemiyoruz. Ama Çin bu sistemi devam ettiriyor. Başta bir lider, altta ‘komünist’ parti bürokrasisi, en altta çalışan 1,5 milyar işçi, emekçi. Liberallerin iddia ettiği gibi, kapitalizmin var olması için ille de özgürlükler gerekmiyor. Serbest piyasa ile bireysel özgürlükler yan yana olmak zorunda değil. Liberalizm çöküp yok olabilir, ama kapitalizm kalabilir, bu bize bağlı. Girilen krizden çıkılabilecek yollardan birisi bu.
Trump şunu söylüyor mesela: Valiler, eyaletler hikâye, benim sözüm kanundur. Buna itiraz eden gazetecileri susturuyor. Muhtemelen yeniden seçilecek, dört yıl daha görevde kalacak. Demokrat Parti bunun yolunu yaptı, Biden gibi, ruh sağlığı yerinde olmayan, bilinci gidip gelen birisini aday gösteriyor. Sanders’ın adaylığından öcü gibi korkanlar, aceleyle, zayıf, heyecan yaratmayan birisini buldular. ABD demokrasinin beşiği olarak bilinir. Diğer ülkelerde demokrasi zamanla kurulmuşken, ABD ilk kurulduğunda demokrasi ile başladı işe. Ama bu ülkede şimdi Trump dehşeti var ve dört yıl daha devam edecek gibi görünüyor. Sonrasında ne olur, Sanders hareketinin içinde mobilize olmuş, seçimlerden ümidini yitirmiş bir kesim var, ne yapacakları önemli.
Hindistan’da Gandhi sonrası sınırlı bir demokrasi vardı, şimdi Modi gibi otoriter birisi var. Rusya’da Putin var. Bizde ne olduğuna hiç girmeyelim. Avusturya’da faşistler nerdeyse iktidar oluyordu, Macaristan’da otoriter, sağ popülist bir iktidar var. Polonya’da benzeri yakındır. Fransa’da faşist Le Pen güçleniyor. Yani otoriter sistemler artık sadece Şark despotizmlerinden ibaret değil. ABD ve Avrupa’da da tehlike yayılıyor, sadece farkında değiller, kendilerini dokunulmaz zannediyorlar. Biz dokunulmaz olmadığımızı bildiğimiz için otoriterizme hazırlıklıydık.
68 bir şeyin daha haberini verdi: Farklı bir dünyayı talep edip, onun için çalışabiliriz. İşte bunu dediğimiz anda koronavirüs krizini de konuşmaya başlayabiliriz. Virüs krizi kapitalizmin çöküşünü hızlandırdı mı, bilmiyorum, bir sene içinde görürüz. Ama en azından her şeyi ortaya çıkardı. Bugün ABD korkunç bir durumda. Dünyanın en gelişmiş en zengin ülkesinde durum şu: Vakaların üçte biri, ölümlerin dörtte biri ABD’de, sağlık sistemi çalışmıyor. Bu aynı zamanda neoliberalizmin de krizi.
Liberalizmden Neoliberalizme
Liberalizm, kapitalizmin dünya savaşı sonrası içine girdiği krizden çıkarken, refah devletini, Keynesçi, sosyal devlet sistemini öne çıkardığı, devletin insanların temel ihtiyaçlarını karşıladığı bir sistemin ideolojisi.
Neoliberalizm ise bunun fazla şiştiğini, fazla genişlediğini, kapitalizm için pahalı olduğunu söyleyen, liberalizmin sosyal devlet öncesi dönemine, yeni dünyada dönmek gerektiğini söyleyen bir ideoloji. Yani sosyal devletin tasfiyesi projesi. Ama sosyal devlet uygulamalarına alışmış olan emekçilerin susturulması için neoliberal sistem, yanında otoriter yönetimleri de getiriyor. ABD’de bunun çeşitli özelliklerini görmek mümkün.
ABD’de Sanders herkese sağlık sigortası deyince radikal bulunmuştu. Şimdi o olmadan yaşayamayacaklarını gördüler. ABD’de yaşayan meşhur Türk asıllı, neoliberal doktor Mehmet Öz, “okullar açılsın, altı üstü yüzde 2-3 çocuk ölür” dedi. Yüzde 2-3 dediği milyonlarca çocuk. Bunu söyleyen Hipokrat yemini etmiş bir doktor, ama aslında tam bir neoliberal.
Neoliberalizmin bize vadedeceği işte bundan ibaret, milyonlarca insan ölsün, ama yeter ki kapitalist ekonomi kurtulsun. Neoliberalizm şimdi ciddi krizde, ama liberalizm ve kapitalizm de krizde. Bu krizden çıkış için tek bir yolumuz yok.
Agamben, Zizek, Chomsky gibi yaşlı kuşak solcu/ Marksist düşünürler bu konuda fikirler beyan ettiler, çok çelişik şeyler söylediler. Hepsi haklı, hepsi haksız. Bu krizden bir “istisnai durum” olarak, diktatörlükler güçlenmiş olarak çıkar diyen Agamben yanılıyor, ama bir yandan doğru da söylüyor, evet böyle bir ihtimal var.
Bütün bu düşünürler devrimin gerçek bir seçenek olmadığı bir dünyada yaşamaya o kadar alışmışlar ki, bu süre 1968’den bu yana 50 yıl demek, ellerinde hangi araç, teori varsa meseleyi onunla çözmeye çalışıyorlar. Agamben’in elinde “istisna hali” teorisi var, krize bu teori ile yaklaşıyor – ki bu teori elbette çok değerlidir. Badiou’nun bir çok olumlu değerlendirmesi vardır, ama ruhen Maocudur. Krizden Maocu modele yakın bir komünizm ile çıkılmasını bekliyor. “Doğruları halk bilir ama” önermesi ile Kültür Devrimi Maoculuğuna benzer bir çıkış bekliyor. Oysa o Maoculuğun sonuçlarını, kapitalizmin nasıl yeniden üretildiğini hepimiz gördük. Zizek de benzer şekilde, liyakat sahibi bir öncü grubun elinde, otoriter yanları olan bir komünizm hayal ediyor. Yanılıyorlar mı, hayır, böyle bir ihtimal de var.
Aslında herkes fili tarif etmeye çalışan kör düşünürler gibi, kavrayabildiği yeri tarif etmeye çalışıyor. Biz daha temkinli ve soğukkanlı olalım, herkesi dinleyelim, ama bir adım geri çekilip filin tamamını görmeye çalışalım. Kulağını tutan yaprak, hortumunu tutan yılan, bacağını tutan ağaç gövdesi zannediyor olabilir. Ama biz biraz uzaktan bakarsak “bu fil” deriz.
Karşımızda virüs pandemisi olmasa da kapitalizmin bir krizi vardı, ama virüs krizi her şeyi görünür kıldı, neoliberalizmin artık işlemediği görüldü. Neoliberalizmi savunanlar çırılçıplak hale geldi. “Aman canım açalım okulları, birkaç milyon çocuk ölsün” demek zorunda kalıyorlar. On sene önce böyle konuşmazlardı, konuşmak zorunda değillerdi, şimdi söylemek zorunda kalıyorlar. Artık neoliberalizm bitiyor, kapitalizm zaten zor durumda. Buradan çıkış için çeşitli yollar var. Hangi yoldan çıkılacağı önceden belli değil. Büyük ölçüde nereye doğru çıkılacağı, bizim bu dağılma, parçalanma, sallanma sürecinde ne yapacağımıza birebir bağlı.
Biz derken sadece komünistleri, Marksistleri, anarşistleri, radikal feministleri, kadın özgürlüğü hareketini, radikal LGBTİ+ları kastetmiyorum. Eğer ABD’de yaşasaydım, sadece yerel Amerikalıları, radikal latino Amerikalıları ve Afrikalı Amerikalıların haklarını savunanları kastetmiyorum derdim. Bizde de sadece Kürtlerin özgürlüğünü savunanları kastetmiyorum. Bütün bunların birbiri ile konuşabildiği ölçüde bu krizden çıkış şansımız var.
Kapitalizm çok derin bir krizde, bu krizden çıkışının yolu liberalizme dönüş değil. Kırılan bardak artık eski haline gelmez, termodinamiğin ikinci yasasıdır bu. Neoliberalizm zaten patladı. Kapitalizmin ‘serbest piyasa her şeyi çözer’ inancı artık geçerli değil. Buradan berbat bir distopyaya da gidebiliriz, henüz
tanımlayamadığımız özgürlükçü, kapitalizm sonrası bir dünyaya da gidebiliriz. Bunun için, o özgürlükçü dünyayı isteyenlerin, farklı ideolojik yerlerden geliyor olsalar da, bir araya gelip, birbirlerinden etkilenip, etkileşip, yeni bir düşünceye imkân hazırlamaları gerekiyor. Konferanslarla, büyük felsefecilerin açıklamaları ile, kitaplar yazmaları ile olmaz, durduk yerde dev bir dünya partisi kendiliğinden kurulmaz.
Dünya yeniden oluşmayacak, tek tek yerelliklerde ortaya çıkacak. Onun için bugünden harekete geçersek, yarın şansımız var. Virüs krizi aslında bizi buna zorluyor. Virüsle ancak yerelde savaşırsak kazanabiliyoruz. Yoksa devletlere hadi sokağa çıkma yasağı ilan et, herkese bedava maske dağıt, desek de, olanları görüyoruz. Dünyanın en zengin, en demokrat ülkesi ABD’de de olmuyor; otoriter, giderek totaliterleşen Türkiye’de de olmuyor.
Yani merkezi, güçlü rejimlerle ulaşılacak çözümler yok. Her şey yerel dayanışmalarla başlıyor. Bu sadece pratik bir dayanışma değil, pratik elbette çok önemli. Ama yıkılış sürecini, yeniden uyanış sürecine dönüştürebilmemiz, ancak birbirimizle konuşup anlaşabildiğimiz sürece mümkün olabilir.