Kitle Hareketi

Sinan Özbek

 

Marx ve Engels’in belirgin vurguyla yazdığı bir nokta sıklıkla unutuluyor. Şöyle yazıyorlar: “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır!”. Bu, boş bir retorik değil. İçinde çok net bir teorik anlayışı taşıyor. İşçi sınıfının kurtarıcılara ihtiyacı olmadığını, ancak kendi eylemiyle kendini kurtaracağını ve yeni bir toplumu kuracağını söylüyor. Başka bir ifadeyle Marx ve Engels kendini işçi sınıfının yerine koyan her türlü düşüncenin ve eylemin önünü kesiyor. Yani ikameci anlayışı, sosyalist düşüncenin dışına en sert biçimde atıyor. Zira ikameciliğe bir kez izin verilirse, sınıfın yerini parti, partinin yerini şefin aldığı bir sitem ortaya çıkıyor.

Oysa Marx ve Engels, “komünistlerin proletaryanın çıkarlarından farklı bir çıkarı olmadığını” Manifesto’da açık bir şekilde ilan ediyor. Bu yaklaşımın sonucu, komünistlerin proletarya devrimini biçimlendirmek, bir kalıba sokmak için bambaşka ilkeler ileri süremeyeceği oluyor. Dolayısıyla komünistlerin teorik önermeleri, bir kurtarıcının uydurduğu düşünce ve ilkelere dayanmıyor.

Marx ve Engels, bir işçi ve bir burjuva arasındaki sıradan çatışmanın bile giderek iki sınıf arasındaki çatışmaya dönüşeceğini söylüyor. İşçiler, burjuvaziye karşı birlikler kurmaya tam da bu zeminden hareketle başlıyor. Bu da meydana gelecek yeni mücadelelere hazırlık oluyor. Sınıf mücadelesi, yer yer de ayaklanmaya dönüşme potansiyelini taşıyor. İşte bu mücadelede, zaman zaman işçiler kazansa da başarı genellikle geçici oluyor. Ama mücadelenin asıl kazanımı, başarısı işçi sınıfının artan, genişleyen birliğidir. İşçilerin mücadelesi, farklı bölgelerin işçilerinin ilişkiye geçmesini, bağlantı kurmasını getiriyor. Değişik yerlerde süren bölgesel işçi mücadeleleri, giderek ulusal düzeye çıkar. İster büyük çaplı isterse de küçük çapta olsun her sınıf mücadelesi siyasal bir mücadeledir.

Rosa Luxemburg’un Kitle Eylemi Tezleri

İşte bu arka planı göz önünden asla uzak tutmayan Rosa Luxemburg da Bolşevik Devrim’inden dersler çıkarıyor. Başka türlü söylenirse; Marx ve Engels’in teorik mirasıyla yine bu mirası izleme iddiasında olan Sovyet pratiğini değerlendiriyor. Dolayısıyla Luxemburg’un kitle grevi hakkında yazdıkları önemini hâlâ koruyor. Luxemburg’un yazdıklarının önemi, genel geçerlik düzeyine çıkan teorik tespitler olmasında yatıyor. Dolayısıyla bu tespitler, bugün de geçerliliğini koruyor. Luxemburg’un kitle eylemleri hakkında yazdıklarını ve tespitlerini hatırlamak faydalı görünüyor:

İlk olarak; Luxemburg, Rus Devrimi’nden çıkardığı derslerin başına kitle grevinin öğrettiklerini yerleştiriyor. Bolşevik Devrim, bir yandan kite grevinin suni olarak oluşturulmadığını yani keyfe bağlı bir şey olmadığını diğer yandan da propaganda edilmiş olmadığını gösteriyor. Bu demektir ki kitle grevi, belirli bir momentte toplumsal koşulların dayattığı bir sonuç olarak meydana gelen tarihsel olgudur. Bu tespitin önemi, takip eden cümlelerde daha da netleşiyor. Zira Luxemburg, devrim propagandası yapmanın anlamsızlığını da aynı yaklaşımla ele alıyor. Devrim propagandası yapmak, tıpkı kitle grevinin soyut mücadele aracı olarak propaganda edilmesiyle aynı kapıya çıkar ve boştur. Luxemburg’a göre, devrim ve genel grev sınıf mücadelesinin dış biçimleridir. “Rus Devrimi’nin bize gösterdiği gibi kitle grevi, proletarya mücadelesine daha fazla güç vermek üzere icat edilmiş zekice araç değil, o, proletarya kitlesinin hareket yolu, Devrim içinde proletarya mücadelesinin belirme şeklidir.” (Luxemburg, 1969, 59).

İkinci olarak; bir iş yerinde başlayan grev, diğer işyerlerine yayılarak bütün kente sirayet eder. Buradan da bütün ülke düzeyine yayılan kitle grevlerinin başlamasına yol açabilir. Hatta dünya konjonktürünün uygun olması halinde küresel bir nitelik kazanabilir. İşte bu yüzden de egemen sınıf, her küçük çaplı grevi bile derhal engellemek zorundadır.

Üçüncü olarak; ücret artışları için başlayan mücadeleler kısa sürede siyasal taleplerin öne çıktığı siyasi grevlere dönüşme potansiyeli taşıyor. Dolayısıyla işçilerin ücret artışı ya da çalışma koşullarının iyileştirilmesi için başladığı mücadeleler, siyasi talepler taşımadığı düşüncesiyle küçümsenemez. Luxemburg, Bakü’den başlayıp Kiev’den geçip Moskova’ya ulaşan çok sayıda örnekle kitle grevlerinin bu karakterini ortaya koyuyor.

Dördüncü olarak; ekonomik taleplerle başlayan grevler, kısa sürede siyasi grevlere dönüşürken, siyasal greveler de kısa sürede devrimci sokak çatışmalarına dönüşür. Kitle grevinin temel karakterlerinden biri işçilerle, kolluk kuvvetlerinin çatışmasını her an içinde taşıyor olmasıdır. Bu çatışmalarda hareket bastırılsa da işçiler taleplerinin bir kısmını kabul ettirir. Yüzlerce küçük ekonomik mücadele, birleşerek güçlü bir mücadeleye dönüşebilir. Luxemburg, Rusya’da hemen hemen her kitle grevinin Çarlığın silahlı güçlerinin devreye girmesiyle sonuçlandığını yazıyor. Kitle grevi mutat olarak kan dökülmesiyle sona eriyor. Luxemburg hemen ekliyor, ama devrim kan dökülmesinden daha fazla bir şeydir. Devrimi sokak çatışmaları olarak gören polis anlayışının karşısında, sosyalizm devrimin içinde sınıfların sosyal ilişkilerinde derin bir değişme görüyor. Bunu Luxemburg son derece güçlü bir retorikle dile getiriyor: “Politik eylemin her köpüklü dalgası, arkasında verimli bir tortu bırakır.” (Luxemburg, 1969, 64).

Beşinci olarak; işçi mücadeleleri, ülkede yaşanan devrimci durumun etkisi ve işçi sınıfının örgütünün propagandasıyla hızla siyasal gösterilere dönüşebilir. Artık ekonomik taleplerin yerini siyasi taleplerin aldığı kitle grevleri başlar. Burada partinin rolü bir devrim inşacısı, yapıcısı olmak değil devrimde bir aktör olabilmektir. Luxemburg’un bu düşüncesi Gramsci’nin “devrimlerin volkanlar gibi kestirilemeyen bir anda başlamasını” söylemesiyle uyumlu görünüyor. Bu durumda partinin gücü ve görevi bu patlayan volkanın lavlarına yön verebilmekte anlam kazanıyor…

Altıncı olarak; kitle grevleri, patronla işçiler arasındaki ilişkileri sarsıyor. Burjuvazi artık “kendi mülkünün efendisi” olmaktan çıkıyor. Bu, üretim araçlarının kontrolünün nasıl şekillendiği ve şekilleneceğine ilişkin bir tespittir. Kitle greviyle her yerde kendiliğinden kurulan, işçi komiteleri ya da fabrika konseyleri; patronun muhatap almak zorunda oldukları yeni örgütlenme tarzları olarak ortaya çıkıyor. İşte bu yeni örgütlenme tarzı, sendikalardan farklı bir nitelik de taşıyor. İşyeri temeline dayalı örgütlenmenin asıl nüvesini oluşturuyor. İşyeri temeline dayalı örgütlenme de sosyalist toplumun bir ifadesi oluyor. Bu durumda da sosyalizmi işyeri temeline dayanan örgütlenme üzerinden kavrayan anlayış, kendini diğer sosyalizm yorumlarından ayırıyor.

Yedinci olarak; siyasi taleplerin öne çıktığı ve genel grev boyutuna yükselen ani mücadeleler, hızla yayılan bir sınıf bilincinin oluşmasını sağlıyor. Proletaryanın kendi eylemiyle burjuvazinin iktidarını yıkacağına karar vermesi, yüksek bir siyasal eğitim ve sınıf ve örgüt bilincini önkoşul olarak gerektirir. Luxemburg’un bu tespiti, son derece önemli bir tartışılmaya verilmiş cevaptır. Soru şu: Proletarya, sınıf bilincine nasıl kavuşur? Luxemburg, olay ve olguları, “proletaryanın kurtuluşu kendi eseri olacaktır” ilkesi üzerinden değerlendirdiği için, analizlerini yapmasına ışık tutan asıl mercek de bu ilke oluyor. Emek ile sermaye arasındaki zorunlu anlaşmazlık, çeşitli halk katmanlarının, burjuvazinin katmanlarında olduğu gibi birbirinden ayrılmasına, devrimci proletarya içinde de bir sınıf bilincinin doğmasına yol açıyor. Luxemburg her bir ülkenin içinde aynı bir işçi sınıfının çeşitli tabakaları olduğunu yazdıktan sonra tespit ediyor. “Fakat tarih, bütününün simetrik ve sıkı bir saf halinde yürüyüşe geçebilmesi için en geri ülke ve kategorilerin en ileri olanlara yetişmesini beklemez.” (Luxemburg, 1969, 105). Luxemburg sonuca nasıl varılacağını da yazıyor: “Tarihi olaylar, kendilerine öğütler vermekle değil, önceden mümkün olanlarla birlikte hesaplanabilen sonuçların bilincine varmak ve gidişini sonuca doğru yöneltmekle kazanabilir.” (Luxemburg, 1969,102).

Luxemburg’un üzerinde daha dikkatle durulması gereken teorik tespiti şöyle: Proletarya sınıf bilincini “[…] broşürle kâğıt parçaları sayesinde edinemez, bunlar ona hareket halindeki devrim sırasında, mücadeleden ve mücadele sırasında yaşayan politika okulundan gelecektir.” (Luxemburg, 1969, 40). İlk bakışta önemi kavranamayan bu tespit aslında muazzam bir derinlik taşıyor. İşçi sınıfının, sınıf bilincini nasıl edindiğine verilecek cevap, partinin işçi sınıfıyla nasıl bir ilişki kurması gerektiğini belirliyor. Yani bu soruya verilen cevap, siyasi hattı belirliyor. İşte bu tespitle Luxemburg, Marksist düşüncenin devamı olan bir hat üzerinde yürüyor. İşçi sınıfının nasıl sınıf bilincine varacağını açıklayışıyla, Marksizm’in farklı yorumlarından ayrılıyor.

Lenin’in “Dışardan Bilinç” Tespiti ve Bunu Düzeltmesi

Bu tartışmayı derinleştirmekte fayda var: Lenin, “Ne Yapmalı” başlıklı eserinde işçi sınıfının nasıl bilinç geliştirdiğine ilişkin açık bir tez savunuyor. Ne var ki bu tez Luxemburg’un tezinden oldukça farklı. Lenin, 19. yüzyılın ilk yarısındaki grevlerin salt sendikal mücadeleler olduğunu ve işçi sınıfının sosyalist bilince ulaşmadığını yazıyor. Bununla, ekonomik talepler için mücadeleyle siyasi talepler için mücadele arasında bir ayrım yapıyor. Oysa yukarıda yazdığım üzere Luxemburg, bu iki mücadelenin nasıl iç içe geçtiğini görüyor. Lenin: “İşçilerin sosyal demokrat bilincinin olamayacağını söyledik. Bu bilinç onlara yalnızca dışarıdan getirilebilir. Bütün ülkelerin tarihi gösterir ki işçi sınıfı, salt kendi gücüyle yalnızca sendika bilincini (trade unionistsches Bewusstsein) yani sendikalarda birleşmenin, işverenlere karşı mücadele etmenin ve hükümeti işçiler için gerekli yasaları çıkarmaya zorlamanın vb. gerekli olduğu inancını geliştirebilir.” (Lenin, 1973, 385-386). Lenin bu tezi “Ne Yapmalı’”da defaten yazıyor. Lenin bu tezle, bir yandan da kendiliğindenciliğe karşı mücadele ettiğini düşünüyor.

1905 yılına kadar sosyalist bir toplumun nasıl olacağına dair fikir yürütmek için sadece iki ay süren Paris Komünü’nün tecrübesi vardı. Bunu, yetkin teoriler üretmek için yeterli bir tecrübe ve kaynak olması mümkün değil. İşte 1905 Devrimi’yle ortaya çıkan konseyler; yeniden düşünmeye ve yeni tezler üretmeye neden oluyor. Lenin de 1905 Devrimi’ni göz önünde bulundurarak, tezlerini sınıf hareketinin konsey tecrübesi ışığında geliştiriyor. Konseyleri bütün Rusya’yı sarıp sarmalayacak politik merkezin nüveleri olarak görüyor. Bu teorik dönüşümü son derece iyi takip eden Tony Cliff, “Ne Yapmalı’”nın kendiliğindencilik ve bilinç arasındaki farkı abartan yaklaşımının artık bir kenara bırakıldığını yazıyor. Lenin yeni tespitini belki de en yalın haliyle “Sosyalizm ve Din” başlıklı makalesinde yazıyor. “Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi öz mücadelesiyle aydınlanmazsa, broşürlerle, propagandayla aydınlanamaz.” (Lenin, 1972, 74). Luxemburg’un tezleriyle tam manasıyla uyumlu hale gelen bu görüşü Lenin, “Komünizmin Çocukluk Hastalığı, Sol Radikalizm”[1] adlı eserinde asıl taşıyıcı tez haline getiriyor. Bu kitapta Lenin, asıl sorunun proletaryanın öncü kesimini kazanmak olduğunu yazıyor. İşçi sınıfının büyük kesiminin henüz mücadeleden uzak durduğu bir zamanda, öncü işçilerin harekete geçmesinin intihar olacağını ekliyor. İşçi sınıfının geniş kesimlerinin harekete geçmesi için de “Yalnızca propaganda yalnızca ajitasyon yeterli değildir. Bunun için kitlenin kendi politik tecrübesi gereklidir.” (Lenin, LW. Band 31. 1972, 80). Bu, proletaryanın sınıf bilincini mücadele içinde geliştirdiğini tespit etmek anlamına geliyor…

Proletaryanın sınıf bilincine nasıl ulaştığı sorusu Ernst Mandel’ın da uğraştığı bir soru. Mandel, devrimci sınıfın sınıf bilincinin, egemenlerin ideolojisine karşı mücadelede biçimlendiğini yazıyor. Ama buna hemen ekliyor: Ezilenlerin büyük çoğunluğunun egemen sınıfın ideolojisinden kurtulması, ancak ve ancak devrimle mümkündür. Bu ifade, proletaryanın sınıf bilincine mücadele, eylem içinde ulaştığının bir başka anlatımı. Mandel, verimli bir tasnif de yapıyor: Proletaryanın içinde bilinç düzeyi açısından farklılıkların olduğu vurgusu, sosyalist literatürde yeteri kadar yapılmıştır. Mandel, sınıf bilincinin edinilişini, işçi sınıfının değişik kesimleriyle ilişki içinde ele alıyor. İşçi sınıfının değişik düzeyde üç kesimi bulunuyor. Bunlar, işçi yığınları, ileri işçiler ve örgütlü kadrolardır. Bu kesimlerden her biri sınıf bilincine varmak için, kendine has pedagojiye, öğrenme sürecine, sınıfın diğer kesimleriyle belirli bir iletişime ve teorik eserlerle bağ kurmaya ihtiyaç duyar. İşte sorunu böyle ele almak, kitlelerin yalnızca eylemle öğrendiğini ve sınıf bilinci geliştirdiğini onaylamak oluyor. Mandel şöyle yazıyor: “Geniş kitlelerin yalnızca eylemle bilinçlerini dönüştürebilecekleri, tarihin bir yasasıdır.” (Mandel, 1970, 155). Bu durumda kitlelerin sınıf bilincine propagandayla ulaşmasını beklemek verimsiz bir yolda debelenmek oluyor. Ancak kitlenin sınıf bilincine eylem alanında ulaşması, her kitle eyleminin sınıf bilincine yol açtığını söylemek anlamına da gelmiyor.

İmdi kitle eylemlerini değerlendirirken asıl altı çizilmesi gereken nokta, kitle eyleminin belki de en dikkate değer yönü, eylemi yapan insanların bilincinde yaptığı dönüşümdür. Proletaryanın sınıf bilincine ancak mücadele içinde ulaşması da eylemin bu dönüştürücü gücünü işarete ediyor. Üstelik bilinçteki bu dönüşüm son derece hızla oluyor. Bir kez teori bu şekilde kurulunca, devrimin neden gerekli olduğu tezi de anlam kazanıyor. Devrim, bilinçlerin tam manasıyla dönüşeceği bir okul oluyor…

Kitle eylemi bir müddet sonra birtakım kazanımlarla ya da hiçbir somut kazanım olmadan sönümlense de yukarıda Luxemburg’dan aktardığım üzere, “Politik eylemin her köpüklü dalgası, arkasında verimli bir tortu bırakıyor.”

Kaynakça

Ernst Mandel. “Lenin und das Problem des proletarischen Klassenbewusstseinn”, Lenin: Revolution und Politik, Suhrkampf Verlag, Frankfurt 1970.

  1. I. Lenin. Was Tun? LW Band 5, Dietz Verlag, Berlin 1973.

V.I. Lenin. Sosialismus und Religion, LW Band 10 Dietz Verlag, Berlin 1972.

V.I. Lenin. Der “lnke Radikalismus” die Kinderkrankheit im Kommunismus, LW Band 31 Dietz Verlag, Berlin 1972.

Sinan Özbek. İdeoloji Kuramları, Notos Yayınları, İstanbul 2001.

Rosa Luxemburg. Grevler sendikalar Partiler, Habora Kitapevi Yayınları, İstanbul 1969.

Chris Harman. Parti ve Sınıf, Çeviri: Tarık Kaya, Z Yayınları, İstanbul 1998.

Dipnot:

[1]     Bu kitabın başlığı Türkçeye “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” diye yanlış anlamaya açık şekilde yanlış çevrilmiştir.

 

sosyalizm