Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü

Özdeş Özbay

Kapitalizmin tarihi her zaman kentleşmenin de tarihi olagelmiştir. Dünyanın en erken kapitalistleşen ülkesi olan Britanya aynı zamanda dünyanın en erken kentleşen ülkesidir. İlk kez 1851 yılında Britanya’da kent nüfusu kır nüfusunu geçmişti. 1800’lerin sonundan itibaren kapitalizmin tekelci kapitalizm ve emperyalizm aşamalarına gelmesi kentleşmeyi hızlandırdı. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Almanya’da kent nüfusu kır nüfusunu geçti. Kentleşme olgusu kapitalizmin dünyanın her köşesine yayılması ile paralellik gösterdi. İkinci Dünya Savaşı sonrası artık her ülkede kapitalizme geçiş ve sanayileşme yaşanıyordu. Kendine komünist diyen ülkelerde de devlet kapitalizmi altında bu gelişim yaşanıyordu. Bu durumun sonucu olarak tüm dünyada kentler sınıf mücadelesinin başat sahaları durumuna geldiler. Çok daha dar bir bölgede biriken işçiler, işin yanı sıra iş dışı yaşamı da paylaşmaya başladılar. İş sorunlarının yanında gündelik yaşamdaki diğer sorunları için de mücadeleye girdiler. Örneğin kentlerde az sayıda ve çok kötü koşullardaki konutlara karşı konut hakkı, bulaşıcı hastalıkların yaygınlığına karşı sağlık hakkı, çalışma saatlerinin uzunluğuna karşı tembellik hakkı ve haftalık 48 saat çalışma gibi mücadeleler sınıf mücadelesinin önemli parçaları haline geldiler. İşçiler mücadele yöntemi olarak sabotaj, grev ve sendikaları keşfetmekle beraber giderek daha geniş bir kolektif eylem repertuarı oluşturmaya başladılar.

1848 devrimleri işçi sınıfının ilk kitlesel ayaklanması olarak şehir içinde barikatları ortaya çıkardı. Şehirler silahlı işçilerle orduların çatışmalarına şahit oldu. Kitle gösterileri, toplantılar, toplu dilekçe hazırlama, oturma eylemleri, meydan buluşmaları işçilerin yeni yeni keşfettikleri ve artan sıklıkla kullanmaya başladıkları diğer eylem repertuarıydı. 1900’lerin başından itibaren, özellikle de Rusya’daki 1905 devrimi sırasında, genel grev işçi sınıfının yaygın olarak kullandığı bir mücadele biçimi olmaya başladı.

Kapitalizmin ikinci dünya savaşı ile 1960’ların sonları arasındaki dönemi için, “kapitalizmin altın çağı”1 kavramı yaygın olarak kullanılır. Bu dönemde üretim araçlarındaki teknolojik gelişmeler sayesinde üretim radikal bir biçimde arttı, kapitalizm dünyanın hemen hemen bütün köşelerine girdi ve finans sektörünün dünya piyasaları üzerindeki hâkimiyeti arttı. Tüm bunlar hizmet sektörünün yükselişine neden oldu. Artık daha az işçi ile daha fazla üretim yapılabiliyor ve küresel rekabet artıyordu. Üretilen malların pazarlanması için reklamın, dünya ölçeğinde bir yerden başka bir yere yollanmasıyla ilgili lojistik ve taşımacılık süreçlerinin, küresel ölçekli ticaret ilişkileri ve üretici-tüketici iletişiminin hızlanmasıyla iletişimin ve bilişimin önemi arttı. Bu sektörlerde çalışan beyaz yakalı işçi sınıfı, mavi yakalı işçilere oranla daha hızlı bir artış gösterdi. Aynı dönem, dünya genelinde kentleşme olgusunun da radikal bir hızla yaşandığı dönemdi. Kentler hem iş olanakları sunuyordu, hem de kırsal kesimin durağanlığının aksine yeni bir yaşam vaat ediyordu.

1960’ların sonlarında kapitalizmin içine girdiği kârlılık krizi ile Fransa’daki baskıcı uygulamalar, Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’da, ABD’nin Vietnam’da sürdürdüğü işgaller ve yine ABD’de sürmekte olan ırkçı uygulamalar gibi nedenler, 1968’de Paris’ten başlayarak tüm dünyaya yeni bir devrimci hareketin yayılmasına yol açtı. 68 Hareketi, merkez kapitalist ülkelerde, üniversite öğrencilerinin de kitlesel olarak katıldığı bir mücadele dönemini başlattı. Yaşam standartları artık önceki işçi kuşaklarında olduğu gibi ailelerinden daha iyiye gitmeyen, bunun yanı sıra kentlerde yükselen yeni bir sosyal yaşamla yönetimlerin muhafazakarlığı arasında sıkışan üniversite öğrencileri ve genç işçi sınıfı, okulları işgal edip kent meydanlarında kitle gösterileri gerçekleştirmeye başladı. Milyonlarca işçi genel greve çıkıyor, barikatlar kuruluyor, okul ve işyerleri işgal ediliyor, kitle gösterileri gerçekleşiyor, büyük toplantılar düzenleniyordu. Eylemlerde yeni kent yaşamına uygun cinsel özgürlük taleplerinden savaş karşıtlığına kadar birçok talep iç içe geçiyordu. 68 Hareketi için, çok yaygın bir şekilde öğrenci hareketi olduğu, klasik işçi taleplerinin ötesinde yeni özgürlük talepleri içerdiği için bir orta sınıf hareketi olduğu gibi fikirler öne sürülmüştür. Oysa 68 Hareketi üniversite eğitiminin giderek yaygınlaştığı bir dönemde, mezunların eskisi gibi kendi işlerinde değil daha çok şirketlerde beyaz yakalı işçiler olarak çalıştığı bir dönemde, öğrenciler ve genç işçilerin başını çektiği bir hareketti. Hemen her toplumsal hareket gibi tek bir sınıftan oluşmuyordu, ancak hareketin “koş, arkanda eski dünya var” gibi sloganları, sistem karşıtlığını açıkça ortaya koyuyordu. O dönemin hâkim sol örgütleri olan Stalinist partilere karşı yeni bir sol anlayışa sahip olmaları, “orta sınıf hareketi” gibi görüşlerin yayılmasında önemli rol oynamıştı. Oysa 68 Hareketi genç bir işçi kuşağını politika sahnesine çıkarmıştı. Hareketin gençliğine ve geleneksel soldan farklılığına bakıp karar verenler hareketin tetiklediği ve iç içe geçtiği grev dalgasını ve antikapitalist içeriğini görmüyordu. Ancak 68 Hareketi kendi kitle örgütlerini ortaya koyamadı ve zamanla radikalliğini kaybetti. Burjuvazi ise hem 68 ile ortaya çıkan özgürlüklere hem de giderek derinleşen kârlılık krizine karşı kendi programını bulmuştu: Neoliberalizm.

İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan’ın seçilmeleri ile dünya bugün de hala içerisinde olduğumuz neoliberal döneme girdi. Bu sistem içerisinde artık her şey metalaştırılarak piyasa içerisine alınıyordu. Eğitim ve sağlık gibi kamusal hizmetler ya özelleştirildi ya da kâr-zarar hesabı yapılarak işletilmeye başlandı. Su varlıkları ve ormanlar gibi müşterekler kapitalist yağmaya açıldı. Kentler hızla dönüşüm geçirdi, kentsel rant kapitalist sermaye birikiminin en önemli alanlarından biri oldu. David Harvey kentsel rantın önemini, şehrin kendisinin bir fabrikaya dönüştüğünü vurgulayarak üretim alanlarıyla yaşam alanlarını birleştiren kent mücadelelerinin artık devrimci bir değişimin tek yolu haline geldiğini söylüyordu2. Mal ve hizmet üreten sektörlere kıyasla finans, borsa gibi sektörler öne çıktı. Özellikle küresel ölçekte IMF, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Dünya Bankası tarafından sermaye ve malların serbest dolaşımı finans sektörünü daha önce görülmemiş ölçüde sistemin merkezine yerleştirdi. Emek gücünün değeri sürekli olarak düştü, artı değerin elde edilme sürecini hızlandırmak ve daha fazla kâr elde etmek için kapitalizmin finansallaşması, yatırım risklerinin dağıtılması için yeni araçlar bulunması (riskli tahvillerin başka bankalara satışı gibi) kapitalizmi bir sarmal içerisine soktu.

 

2008 krizi ve küresel işçi hareketi

2008 yılında kapitalizm, 1929 buhranından sonra tarihinin en büyük ikinci krizine girdi. 2008 yılında ABD’de mortgage krizi olarak başlayan ve hızla dünyaya yayılan ekonomik kriz etkilerini on yıldır gösteriyor. Bu krizle baş edebilmek için devletler insanlık tarihinin gördüğü en büyük şirket kurtarma operasyonlarını gerçekleştirdiler. Sadece ABD’de yüz milyarlarca dolarlık bir bütçe bankaları kurtarmak için harcandı. Aslında piyasa koşulları içerisinde batması gereken kötü yatırımlar böylece ayakta tutulmuş oldu. Günümüz kapitalizminin bankalara bağımlı oluşu ve dev yatırım bankalarının krizle birlikte batması şirket iflaslarına ve milyonların işsiz kalmasına yol açtı. Krizin derinleşmesini önlemek için batmak üzere olan diğer bankalar ya devletleştirildi ya da kurtarma paketleri ile kurtarıldı. Ancak bu kurtarma operasyonu kapitalizmin kendi kendini yenileme olanaklarını da sınırlandırdı. Harman buna ‘Zombi kapitalizm’ adını verdi3. Piyasalara pompalanan bu parayı eroinman birinin krizini engellemek için ona eroin vermeye benzeten Harman, kapitalizmin sürekli bir borçlanma sarmalı içerisinde bir zombi sistemine dönüştüğünü söylüyordu. Devletlerin piyasaya bu şekilde müdahalesinin iki sonucu oldu. İlki, kapitalist ekonominin kendisini toparlaması zorlaştı ve hâlâ içerisinde olduğumuz uzun süreli durgunluğa yol açtı. İkincisi, dev bütçelerin şirketlere aktarılması sonucu oluşan bütçe açıklarını kapatmak için kemer sıkma politikaları uygulandı. Kemer sıkma politikaları özünde krizin faturasını çalışanlara ödetmek anlamına geliyordu ve bu uygulamalar 2008 yılından beri birkaç dalga halinde kitle isyanlarına ve devrimci kalkışmalara yol açtı.

İşçi sınıfı krizin faturasını ödememek için 2008’den itibaren küresel çapta gösteriler ve grevler örgütledi. 2009 yılında krizden etkilenen ülkelerden biri olan İzlanda’da kitle protestoları Ocak ayında hükümeti devirdi. Birkaç ay sonra yapılan seçimleri sol kazandı. Krizin en sert vurduğu ülkelerden bir diğeri olan Yunanistan’da hayat pahalılığına ve kemer sıkma politikalarına karşı kitle eylemleri yaşandı. 15 yaşındaki bir göstericinin Aralık 2008’de polis tarafından öldürülmesi üzerine ülke çapında isyanlar başladı. Bu isyanın kitle tabanı lise öğrencileri, üniversite öğrencileri ve genç işsizlerdi. Gelecekten umutlu olmayan gençler sisteme karşı başkaldırmışlardı. Haftalarca okullarını ve üniversitelerini işgal eden öğrenciler küresel bir hareketi tetiklediler. Londra, Paris, Roma, Brüksel gibi 70 kadar şehirde Yunanistan’daki hareketle dayanışma eylemleri düzenlendi4. 2010 yılında Fransa’da kitle gösterileri ve grevler yaşanmaya başladı. Sarkozy hükümetinin kemer sıkma politikalarına karşı özellikle de emeklilerin maaşlarının azaltılmasına ve emeklilik yaşının arttırılmasına karşı ülkede bir yıl içerisinde on kadar genel grev ve ulusal çapta eylem gerçekleşti. 2010 yıllında kemer sıkma politikalarına karşı eş zamanlı uluslararası grevler de yaşanıyordu. 29 Eylül’de İspanya, Yunanistan, Belçika ve Portekiz’de sendikalar ortak genel grev örgütlediler. Bu grevlerin en güçlüsü İspanya’da yaşanmıştı. Ülkede sekiz yıl sonra yaşanan ilk genel greve 10 milyon işçi katıldı. Belçika’da yüz bin civarında işçi sokaklara çıktı5.

Ekonomik kriz özellikle 2011’de Ortadoğu’dan başlayarak tüm dünyaya yayılan meydan işgalleri ile politik bir krize yani hegemonya krizine dönüştü. Kapitalizmin istikrar yerine sürekli bir istikrarsızlık ve güvencesizlik yaratması, ekonomik kriz ile birleşince egemen sınıf açısından Gramsci’nin tabiriyle “hegemonya krizi” başlamış oldu. Bu kriz hâlâ sürüyor. Kapitalistler hiçbir ülkede istikrarı ve politik hegemonyayı yeniden kurabilmiş değiller. 1970’lerdeki kârlılık krizine karşı kapitalistlerin ekonomik ve politik programı olan neoliberalizm üzerindeki konsensüs dağılmış durumda. Otoriterleşme, radikal partilerin yükselişi, ekonomik içe kapanma hamleleri bu krizin bir sonucu. Ancak kriz içerisindeki neoliberalizmden çıkış için şuana kadar önerilen bir program yok.

 

Meydan işgallerinde sınıf tartışması

2011 yılı tarihe meydan işgalleri ile geçti. Üç dalga halinde gelişen kent hareketleri ilk olarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yayılmıştı. Mısır’da Tahrir meydanının işgali küresel bir sembol haline geldi. Meydan işgalleri birkaç ay içerisinde önce İspanya’ya, ardından Yunanistan’a yayıldı. Eylül ayında dünyanın finans merkezi kabul edilen Wall Street’te Zucotti Park’ı işgal eden Amerikalı aktivistler occupy (işgal et) hareketinin başlamasına neden oldular. Meydan işgalleri 2011 yılında yüzlerce şehre yayıldı. Yaşanan kitle gösterileri, grevler ve meydan işgalleri öyle büyük bir gündem oluşturdu ki Time Dergisi her yıl düzenlediği “yılın insanı” içeriğinde 2011 yılının insanı olarak “eylemci”yi seçti6. 2013 yılında ise bu hareketin devamı sayılabilecek Brezilya ve Türkiye’de kitle gösterileri ve meydan işgalleri yaşandı. Bu yeni kent hareketleri meydanları işgal edenlerin kim olduğu sorusu üzerinden bir sınıflar tartışması başlattı.

Mısır ve Tunus Devrimleri’nin hemen ardından, henüz Güney Avrupa’da meydan işgalleri ve occupy hareketi başlamazdan önce, Çokluk ve İmparatorluk gibi kitaplarıyla ünlü olan Michael Hardt ve Antonio Negri The Guardian’da yazdıkları makalede hareketin yeni bir özgürlük mücadelesine ilham olduğunu söylediler. Makalede isyan hareketinin kitle tabanının yüksek eğitimli gençler olduğunu ve bu kesimin Londra ve Roma’daki gençlerle benzer bir yaşam tarzına sahip olduğunu belirttiler. Eylemlerin organize ediliş biçimleri 1999’daki Seattle eylemleri veya Cochabamba isyanları gibi merkezsiz bir network tarafından ortaya çıkmaları yönüyle benzerlik gösteriyordu7. İsyana dışarıdan bakanların Tahrir’de önce Muhammed El Baradey’i ve Google’ın pazarlama müdürü Wael Ghonim’i lider olarak görmeye çalıştıklarını belirttikten sonra hareketin daha önce tarif ettikleri “çokluk8” tanımına uyduğunu yazdılar:

“Anlamadıkları şey, çokluğun bir merkez olmadan kendini organize edebilmesidirbir lider veya geleneksel bir örgüt tarafından organize edilmesi onun gücünü zayıflatacaktır. Facebook, YouTube ve Twitter gibi sosyal ağ araçlarının isyanlarda yaygın olarak kullanılması, bu organizasyon yapısının nedeni değil, belirtileridir. Bunlar, bağımsız bir şekilde elindeki araçları kullanabilen akıllı bir kalabalığın ifade biçimidir.”9

Hareketin çokluk olduğunu iddia eden Hardt ve Negri hareketinin gücünün de merkezileşmemesinden geldiğini söylüyordu. Oysa bugün geriye dönüp bakıldığında hareketin kendini örgütleyememesinin sonucunun sert bir karşı devrim olduğunu görüyoruz.

2011’in başında “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf ” başlıklı bir kitap yayınlayan Guy Standing, kitabın basılmasıyla aynı günlere denk gelen Ortadoğu Devrimlerinin, ardından da Öfkeliler ve Occupy hareketlerinin başlaması üzerine büyük ilgi görmüştü. The Guardian’da meydan işgallerini değerlendiren bir yazı yazan Standing, meydanları dolduran kitlelerin, kitabında bahsettiği “prekarya”10 olduğunu belirtti.

“Ortadoğu’da, eğitimli ve hayal kırıklığına uğramış gençlerin daha güvenli ve mesleki açıdan tatmin edici bir gelecek talep ettikleri isyanlar, prekarya tarafından gerçekleştirilen ilk öncü devrimler olarak görülebilir. Yunanistan, den plirono [ödemiyoruz] eylemleri ve kitlesel protestoları ile bunu takip ediyor. Bugün de İspanya ilham veriyor.”11

Zizek ise 2011’de başlayan hareketin ana unsurunun “ücretli burjuvazi” olduğunu iddia etti. Zizek’e göre meydanları işgal edenlerin önemli bir kesimi politik açıdan ayrıcalıklı ekonomik pozisyonlarını kaybetmemek amacıyla isyan edenlerden oluşuyordu:

“Eski kapitalizm, organize ve idare ettiği, sonrasında da kârı topladığı bir üretime para (kendi parası ya da borç para) yatıran girişimciyi en iyi şekilde içerirken, bugün yeni bir ideal model ortaya çıkıyor. Artık kendi şirketine sahip olan yatırımcı yok, bankaların ya da dağınık yatırımcıların sahip olduğu şirketi idare eden uzman müdür (ya da bir CEO’nun başkanlık ettiği yönetim heyeti) var… Bu yeni burjuvazi, hâlâ artık değerin üstüne yatar, ama “artı(k) ücret” denilen (anlaşılması güçleştirilmiş) şey biçiminde. Bunlara, proleterin “asgari ücret”ine (günümüz küresel ekonomisinde yegâne gerçek örneği Çin veya Endonezya’da kötü atölyelerde çalışan emekçiler olan efsanevi bir referans noktası) göre bayağı fazlası ödenir ve işte sıradan proleterlerden ayrım noktalarını belirleyen bu şeydir… Artık ücret kavramı, devam eden “antikapitalist” protestolara da yeni bir ışık tutar. Kriz zamanlarında, “kemer sıkma”nın bariz adayları, ücretli burjuvazinin alt kademeleridir: politik protesto, proletaryaya katılmaktan sakınıyorlarsa onların tek başvuru mercileridir. Protestoları, sözde piyasanın vahşi mantığına yönelmiş olsa da, aslında bu kişiler (siyaseten) imtiyazlı ekonomik mevkilerinin yavaş yavaş aşınmasına karşı protestoda bulunurlar.”12

Kısacası bu eylemler proletaryanın değil proleterleşmekten korkan ücretli burjuvazinin eylemleriydi! Bu nedenle hareketler grev şeklinde gelişmemişti. “Kendisini imtiyazlı hale getiren daimi bir işe sahip olan hangi kişi bugün greve yeltenir?” diye sorarken bir yandan da her eylemin kendi özgüllüğü içerisinde farklı gruplardan oluştuğunu söylüyordu Zizek. Örneğin Mısır eylemlerinde kısmen küçük burjuvazinin yer aldığını kabul eder gibi görünürken gelecek kaygısı yaşayan eğitimli gençlerin de yer aldığını ancak bu eylemlerde yoksul işçilerin ve köylülerin yer almadığını iddia ediyordu. Yunanistan’daki hareketin ise daha net bir biçimde AB eliyle yaratılan ücretli burjuvazinin büyük oranda imtiyazlarını savunmak için geliştiğini söylüyordu Zizek.

 

Meşhur orta sınıf

Küresel çapta yayılan meydan işgalleri ve kitle gösterileri hakkında en çok üzerinde durulan sınıf kavramı orta sınıftı. Örneğin önemli bir Marksist tarihçi Hobsbawm, 2011’de gerçekleşen kent hareketlerini 1848 devrimlerine benzetti, ama 2011’in bir orta sınıf hareketi olduğunu söyledi. 1848 devrimlerinin iki yıl sonra yenilmiş göründüğünü, ancak uzun vadede büyük değişimlere neden olduğunu anlattı. 1848’den farklı olarak da 2011’deki hareketin kitle tabanının modernleşmiş orta sınıflar ve orta sınıf öğrenciler olduğunu söyledi:

“Günümüzdeki en etkili kitlesel hareketlilik, yeni bir modernleşmiş orta sınıftan ve özellikle aşırı derecede şişmiş öğrenci kalabalığından başlayan toplumsal hareketlerdir… Demografik açıdan genç erkek ve kadınların nüfusun çok daha büyük bir parçası olduğu ülkelerde, Avrupa’da olduğundan daha da etkili oluyorlar.”13

İlginç bir şekilde Hobsbawm geleneksel solun artık var olmayan veya gerilemekte olan bir toplum algısı üzerinden mücadele etmeyi sürdürdüğünü de söyledi. “Büyük oranda işçi kitlelerinin geleceğin taşıyıcısı olduğuna inanıyorlar. Oysa sanayisizleşmeyi yaşadık, bu artık imkânsız” diye yazdı aynı makalede. Buradan Hobsbawm’ın, Batı dünyasında yaşanan dönüşümün dünyanın geri kalanında da aynı şekilde yaşandığı sonucuna vardığını çıkarmak mümkün. Oysa kapitalizm bileşik ve eşitsiz gelişen bir sistem olarak Tunus ve Mısır gibi ülkelerde sanayisizleşmenin değil sanayileşmenin yaşanmasına yol açıyor. Üretim emeğin ucuz olduğu ülkelere doğru kayıyor ve buralarda geniş işçi kitleleri birikiyor. Batıda ise işçi sınıfının sayısı azalmıyor, niteliği değişiyor.

Orta sınıf kavramını kullanan sadece Hobsbawm değildi. Kent hareketlerinin sınıfsal içeriği söz konusu olduğunda en çok tartışılan kavram buydu. Kimi yorumcular için eğitimli orta sınıf vurgusu Ortadoğu devrimleri özelinde demokratikleşme eğilimi anlamına gelirken, kimi yorumcular için Avrupa ve ABD’deki meydan işgalleri özelinde, ayrıcalıklı konumlarını kaybetmek istemeyenlerin neoliberal kemer sıkma politikalarına karşı hareketiydi. Fukuyama, örneğin, Ortadoğu devrimlerinden, occupy hareketine ve hatta Gezi Direnişi’ne kadar bütün hareketlerin yeni orta sınıf hareketler olduğunu yazdı:

“Türkiye ve Brezilya’daki son olayların yanı sıra 2011 Arap Baharı ve Çin’deki protesto gösterilerini birbirine bağlayan tema, yeni bir küresel orta sınıfın yükselişidir… Türkiye ve Brezilya’da, daha önce Tunus ve Mısır’da olduğu gibi, politik gösteriler yoksullar tarafından değil, ortalamanın üzerinde eğitim ve gelir seviyesine sahip gençler tarafından yönetiliyor. Bu gençler teknolojiye yatkın, Facebook ve Twitter gibi sosyal medya araçlarını bilgi paylaşımı ve gösterileri düzenlemek için kullanıyorlar. Düzenli demokratik seçimler yapılan ülkelerde yaşıyor olsalar bile, kendilerini yönetici siyasi seçkinlerden yabancılaşmış hissediliyorlar.”14

Fukuyama orta sınıf olarak yüksek eğitimli ve/veya görece geliri yüksek toplumsal kesimleri kastediyordu. Bu kesimin ifade özgürlüğü ve farklı yaşam tarzlarına daha saygılı, demokratik değerlere daha bağlı olduğunu iddia ediyordu. Ayrıca aldıkları eğitim ve kullandıkları sosyal medya araçları sayesinde dünyadaki gelişmeleri de yakından takip ettiklerini söylüyordu.

Paul Mason15 da 2011’de başlayan hareketin 1848 devrimleri gibi bir dünya devrimi olduğunu belirtiyor ancak bu hareket içerisindeki en kalabalık grubun orta sınıf öğrenciler olduğunu iddia ediyordu. Ortadoğu ve Güney Avrupa’daki meydan işgallerine kent yoksullarının da katılım gösterdiğini ekliyordu. 1848 devrimlerinin de önemli bir kısmının istihdam edilmeyen eğitimli işçilerden oluştuğunu 2011 ile önemli bir benzerlik olarak anlatıyordu.

Kent hareketlerini orta sınıf olarak görenlerin nasıl bir sınıf anlayışına sahip olduğunu anlamak, zaman zaman Marksizan kavramlar kullansalar dahi Marksist sınıflar teorisinden nasıl farklılaştıklarını görmek açısından önem taşıyor. Bu nedenle orta sınıf kavramını kullanan birkaç araştırma örneğiyle bu durumu açıklayarak devam etmekte fayda var.

Ortadoğu Devrimleri üzerine 2012 yılında yapılan bir atölye çalışmasında “Ortadoğu’da değişimin arkasında gençlik mi orta sınıf mı var?” başlığı ile bir tartışma metni yayınlandı16. Burada orta sınıf sadece gelir grubu olarak tanımlanıyordu. Günlük 4 dolar ve altı gelire sahip olanlar “yoksullar”, en yüksek gelirli kesim “zenginler” ve arada kalan gelir grubu “orta sınıf” olarak tanımlanıyordu. Dolayısıyla bu gruba esnaf, zanaatkâr, memur gibi grupların yanı sıra 1990’larda yükselen yeni girişimciler ve profesyoneller de girebiliyor. Orta sınıfın bu kadar geniş tutulmasına rağmen ülkenin %60’ının yoksullardan, %30’unun orta sınıftan ve %10’unun zenginlerden oluştuğu söyleniyor araştırma sonuçlarında. Oysa Marksist teoride sınıflar gelir durumlarına göre değil üretim ilişkilerindeki konumlarına göre belirlenirler. Yüksek gelirli bir mühendis eğer yönetici pozisyonunda değilse işçi sınıfına aittir çünkü üretim sürecinde hiçbir mülkiyeti ve denetimi yoktur. Geliri ne olursa olsun emeğini satmak zorundadır. Gelir durumu zaman içerisinde değişebilir hatta işsiz kalabilir. İşyerindeki diğer işçilerle patrona karşı ortak çıkarları vardır. Bir mühendisten çok daha az gelir elde eden bakkal ise küçük burjuvazi içerisindedir çünkü kendi hesabına çalışmaktadır. Kendi hesabına çalışan bir mühendis de aynı şekilde küçük burjuva sınıfına dahildir. Diğer mühendisle benzer bir kültüre sahip olsa da ortak maddi çıkarları yoktur.

Yine Mısır Devrimi’nin orta sınıf karakterli olduğunu iddia eden bir başka araştırmada da oldukça sorunlu bir yöntem kullanılmıştı. 2011 yılının Temmuz-Ağustos ayları arasında ülke genelinde 3.143 kişi ile yapılan anket çalışmasında anket katılımcılarına kendilerini hangi sınıf içerisinde gördükleri sorusu sorulmuş ve cevaplarına göre politik davranışları analiz edilmişti. Ankette beş sınıf kategorisi vardı; üst sınıf, üst-orta sınıf, alt-orta sınıf, işçi sınıfı ve alt sınıf. Bu kategoriler içerisinde anket katılımcılarının %0,6’sı  kendini üst sınıf, %16,9’u üst-orta  sınıf, %33’ü alt-orta sınıf, %23,1’i işçi sınıfı ve %26,1’i alt sınıf olarak tanımlıyor. Fakat aynı zamanda katılımcıların %44,5’i bir işte çalıştıklarını söylüyorlar. Bu tabloda elbette devrime katılanların büyük bir kısmı orta sınıf mensubu olarak görülüyor17. Oysaki Marksizm’de sınıflar kişilerin kendilerini hangi sınıfa ait hissettikleri üzerinden tanımlanmazlar. İşçi olmanın neoliberal hegemonya altında olumsuz bir durum olarak kodlanması yani yoksulluk, kalifiye olmamak ve eğitimsizlik olarak algılandığı günümüz dünyasında üniversite mezunları, beyaz yakalılar, memurlar ve hatta fabrikalarda çalışan teknisyenler, ustalar çoğunlukla kendilerine orta sınıf diyerek prestij sahibi olduklarını gösterme eğilimindedir.

Akademik çalışmalarda çok sık rastlanan anket çalışmalarının sınıf kategorilerinin Marksist sınıf kategorilerinden nasıl ayrıştığını bu örnekler üzerinden görmek mümkün. Bu örnekler neden ‘orta sınıf ’ kavramının yaygın kabul gördüğünü de gösteriyor.

Yukarıdaki araştırmalardan birkaç yıl sonra daha derli toplu bir sınıf analizi yapmak iddiasıyla yola çıkan Badawi Ortadoğu ülkelerindeki orta sınıfların değişimine odaklanan bir araştırma gerçekleştirdi18. Badawi, Erik Olin Wright’ın ve Bourdieu’nun teorileri gibi farklı sınıf teorilerini bir araya getirerek yeni bir yöntem geliştirdiğini belirtiyor. Bu tanımlamaya göre Arap dünyası altı sınıfa ayrılmış; merkez yönetici sınıf, etkin orta sınıf, sabit orta sınıf, yoksul orta sınıf, işçi sınıfı ve sınıfaltı. Tarım sektörü gerilerken hizmetler ve sanayi sektörünün geliştiğini ve eğitim seviyesinin yükseldiğini, bunun da kentli orta sınıfları arttırdığını belirtiyor, Badawi. Gelir ve eğitim durumunun ağırlıklı olarak belirleyen olduğu bu kategorilerde orta sınıf; sahip oldukları aile bağları, etnik grubu, devletle olan ilişkileri gibi belirleyenler de hesaba katılarak üçe ayrılmış. Yoksul orta sınıf, eğitimli ve yoksulluk sınırının biraz üstünde olan ama işletmelerde yöneticilik, işletmecilik gibi pozisyonlarda olan kesim için kullanılıyor. Sabit orta sınıf, en az lise mezunu, orta büyüklükte işlerde denetim, gözetim yetkilerine sahip, ortalama gelir grubundaki kesim için kullanılıyor. Etkin orta sınıf ise yine eğitimli ancak çoğunlukla bürokrasi ve devlet kurumlarında önemli liderlik pozisyonlarına sahip kesim için kullanılıyor. Bu sınıf içerisinde, bölgesel ölçekte devlet kurumlarında etkin gücü olan kapitalistler de var. Bu kesimin, yaşam tarzı olarak, merkezi yönetici sınıfa yakın olduğunu belirtiyor, Badawi. Bu o kadar geniş bir orta sınıf aralığı ki, tüm Arap dünyasında toplam 146 milyon kişi, Arap nüfusunun %44,5’i orta sınıf olarak gösteriliyor. Petrol zengini ülkelerde bu oran %60’lara kadar yükseliyor.

Badawi, 2011’de başlayan devrimlerde merkez yönetici sınıf ve işbirlikçisi etkin orta sınıfa karşı genç yoksul orta sınıfın, işsizlerin ve işçilerin başlattığı isyanın sabit orta sınıfın da giderek artan desteğiyle geliştiğini söylüyor. Ancak üç ayrı orta sınıfın ülkelere göre farklı oranlarda değişmesinin devrimlerin niteliğinde etkisi olduğunu da belirtiyor. Mısır’da neoliberalizmin sabit orta sınıfı azaltırken yoksul orta sınıfı arttırdığını, devrimin yaşanmadığı Fas’ta ise yoksul orta sınıfın azalırken sabit orta sınıfın arttığını söylüyor. Sınıfları bu şekilde tanımlamasının sonucunda da ne Mısır’da, ne Fas’ta ne de Kuveyt’te Marksist anlamda bir sınıf mücadelesinin yaşanmadığını daha çok kültürler arası bir çatışma yaşandığını belirtiyor.

Orta sınıf tanımındaki karmaşaya bağlı olarak devrime hangi sınıfların katıldığı tartışması kendi içinde tutarlı olmayan sonuçlara yol açıyor. Farklı sınıf kavramlaştırmaları farklı sonuçlara varılmasına yol açıyor. Badawi’nin kategorilerinde olduğu gibi üretim ilişkilerini temel almayan sınıf analizleri yoksul ama orta sınıf veya kapitalist ama etkin orta sınıf gibi sınıflar karmaşasına yol açıyor.

 

Kent hareketlerinde sınıflar

Meydan işgallerinin sınıfsal analizinde orta sınıf veya öğrenci içeriği üzerinde durulmasının en önemli nedeni eylemcilerin meydanda işgali sürdürdükleri haftalar boyunca grevlerin yaşanmıyor oluşuydu. Bir yanda işletmeler çalışmaya devam ederken öbür yanda eylemlerin sürmesi, eylemcilerin işçilerden çok işsizler, kendi hesabına çalışanlar ve öğrenciler olduğu fikrinin yerleşmesine neden oldu. Elbette gece meydanlarda sabahlayan ve mesai saatlerinde alanda bulunanlar bu gruplardı ancak Gezi Direnişi’nden de hatırlayabileceğimiz üzere mesai saatleri sonrası tüm meydanlarda kalabalık radikal bir şekilde artıyor ve işyerlerinde de hararetli politik tartışmalar yaşanıyordu. Kimi ülkelerde meydan işgallerine grev veya fiili iş durdurmalar eşlik ediyordu. Mısır’da olduğu gibi genel grev yaşandığında dahi meydanlardaki yüz binlerle grevci ayrı sınıflar olarak görüldü. Ancak meydan işgalleri tüm ülkelerde sokağın meşruiyet kazanmasına yol açtı. Hemen her ülkede meydan işgalleri sona erdikten sonra grevlerin artarak devam etmesi bu meşruiyetin ve değişen moral güç dengelerinin bir sonucuydu.

2011’de başlayan kent hareketlerinin bileşimi her ülkede aynı değildi. Ortadoğu devrimlerinin hepsinde genç ve yoksul bir kesimin meydan işgallerine ve gösterilere katıldığı doğruysa da işçi sınıfının bir sınıf kimliği ile eylemlerde yer aldığı örnekler daha azdı. Mısır işçi sınıfı karakterinin en net görülebildiği ülke iken, Libya, Yemen ve daha birçok ülkede eylemler işyerlerine kaymadı. Tunus, işçi sınıfının kolektif eylemlerine şahitlik etti, başkentte başlayan gösteriler taşraya yayıldı. Suriye’de gösteriler en çok işçi mahallelerinden ve kent yoksullarından yükselmekle birlikte, rejimin şiddeti ve birçok devletin müdahalesi sonucu bir iç savaşa evrildi. Yunanistan’da çok net bir işçi sınıfı kimliği öne çıktı. İspanya’da meydanları işgal eden kitlelerin siyasi partilere ve sendikal bürokrasilere olan tepkisi nedeniyle, sınıf kimliği daha görülmez olmakla birlikte sendikalı-sendikasız, beyaz-mavi yaka işçiler ve işsizler hareketin motor gücüydü. Öfkeliler hareketi çaktığı kıvılcımla örgütlü işçi sınıfını da birkaç ay sonra harekete geçirebildi.

Hareketlere işçi sınıfının teker teker göstericiler olarak değil de bir sınıf olarak kolektif gücüyle müdahalede bulunamadığı ülkelerde dahi göstericilerin ezici çoğunluğunu işçiler oluşturuyordu. İster hizmet sektöründe çalışsın, ister sanayide veya kamu sektöründe, ister asgari ücretli olsun ister yüksek maaşlı, ister okuma-yazma bilmez olsun ister üniversite mezunu, emeğini satarak geçimini sağlayan ve üretim sürecinde yöneticilik gibi herhangi bir kontrol pozisyonunda bulunmayan herkes işçi sınıfının parçasıdır. İşsizler de çoğunlukla işçi sınıfının bir parçasıdır, çünkü işsizlik durumu geçicidir. Hemen her işçi dönem dönem işsiz kalır sonra da tekrar işe girer. Öğrenciler de eğer ailelerinden veya devletten maddi destek almıyorlarsa, çoğunlukla öğrenci-işçi olarak geçici ve kısmi zamanlı işlerde çalışırlar. Eğitim, etnisite, cinsiyet, yaş, gelir durumu gibi faktörler elbette işçi sınıfında farklı politik davranışlara neden olabiliyor ama farklılıklar onların sınıf konumunu değiştirmiyor. Aynı durum burjuvazi veya küçük burjuvazi için de geçerli. Bir berberin veya kasabın geliri bir mühendis işçinin gelirinden daha düşük olabilir, eğitim durumu olarak geri de olabilir ama bu durum onları işçi yapmaz. Bir patron eğitim seviyesi olarak işçilerinden daha düşük eğitimli olabilir ama o yine de burjuva sınıfına aittir. Ayrıca işçi sınıfı içerisinde farklı gruplar olduğu gibi küçük burjuvazi ve burjuvazi içerisinde de farklı gelir grupları ve eğitim seviyeleri vardır. Ancak nedense bir tek işçi sınıfı söz konusu olduğunda bu farklılıklar ayrı sınıflar olarak lanse ediliyor.

Hiçbir toplumsal hareket saf bir sınıf hareketi şeklinde gerçekleşmez. Ancak harekete politik karakterini sınıflar verir. Lenin bu durumu Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı kitabında şu cümlelerle açıklıyordu:

“Toplumsal devrimin, sömürgelerde ve Avrupa’da ayaklanmalar olmadan, bütün önyargılarıyla küçük-burjuvazinin bir kesiminin devrimci patlaması olmadan, siyasal bakımdan bilinçsiz olan proleter ve yarı-proleter yığınların, toprakbeyliği, kilise, krallık boyunduruğuna karşı, ulusal vb. boyunduruğa karşı hareketi olmadan düşünülebileceğini sanmak, toplumsal devrimi reddetmektir. Bu bir ordunun belirlenmiş bir noktada mevziye girerek “biz sosyalizmden yanayız” ve bir başka ordunun da bir başka noktada saf tutarak “biz emperyalizmden yanayız” diyeceğini ve o zaman toplumsal devrim olacağını sanmak olur!… “Saf” bir toplumsal devrim bekleyen kimsenin ömrü, bunu görmeye yetmeyecektir. Böylesi, gerçek bir devrimin ne olduğunu hiç anlamayan sözde-devrimcidir.”

1789 Fransız devrimi, hareket olarak köylülüğün mobilizasyonu olsa da liderlik ve politik programı burjuvaziye aitti. Sovyet Devrimi’nde köylüler, askerler ve küçük burjuvazi, işçi sınıfı liderliğinde birleşmişti. Küçük burjuvazinin liderliğinde ve politik programında buluşan faşizm de kitleselleştiğinde işçiler, köylüler ve burjuvaziden destek bulabiliyordu. Dolayısıyla genel grev anları hariç -ki genel grev sırasında gerçekleşen toplu gösteriler de sadece işçilerden oluşmazhiçbir toplumsal hareket saf bir sınıf bileşiminden oluşmaz. Meydan işgalleri ise diğer örneklerin aksine bir sınıfın liderliğinden oluşmuyordu, bu nedenle net bir programa da sahip değildi, ancak hareketi ortaya çıkaran nedenlere ve sokağa çıkanların taleplerine bakıldığında açıkça işçi sınıfı karakterini görmek mümkün. Tabi her ülkede sınıfsal bileşimin içeriği ve politik etki gücü değişebiliyor. Bakılması gereken yer sadece meydan işgalleri yaşandığı sıradaki katılım yüzdeleri değil, öne çıkan taleplerin sınıfsal içeriği ve tarihsel bir analizle meydan işgalleri sonrası hareketin nasıl evrimleştiğidir.

Sonraki bölümler bu perspektifle 2011’de tüm dünyaya üç dalga halinde yayılan meydan işgalleri hareketinde işçi sınıfının rolü üzerine odaklanacak. Elbette Ortadoğu Devrimleri, Öfkeliler Hareketi, Occupy (işgal et) Hareketi gibi üç dalga halinde onlarca ülkeye yayılan kent hareketlerinin tamamını ele almak mümkün değil. Ancak hareketin en güçlü olduğu ve diğer ülkeleri en fazla etkileyen ülkelerdeki hareketlere odaklanmak doğru bir tercih olacaktır.

 

Ortadoğu devrimlerinde işçi sınıfı

Tunus’tan başlayarak tüm dünyaya yayılan meydan işgalleri arasında Ortadoğu’da yaşananlar özel bir önem taşıyor, çünkü bu hareketler rejimleri yıkma hedefleriyle açıkça devrimci hareketlerdi. İşçi sınıfının resmi ve rejim yanlısı sendikalar dışında örgütlenmesi ve hareket edebilmesi neredeyse imkânsız iken, meydan işgalleri örgütlü, örgütsüz tüm işçiler için özellikle de genç işçiler için umut oldu. Devrimci dalga bütün Ortadoğu ülkelerine yayılmakla birlikte işçi sınıfı Tunus ve Mısır’da çok daha merkezi bir durumda yer aldı. Ancak yine de bu iki devrim için ana akım medya ve akademik çalışmalarda orta sınıf hareketi denmeye devam ediliyor. Bu nedenle bu iki ülkede işçi sınıfının devrimci hareket içerisindeki rolünü hatırlatmak önemli.

 

Tunus devriminde işçiler

Dünyayı sarsan eylemler dalgası Tunus’ta başladı. Ancak sosyal patlama 2008 yılından beri geliyorum diyordu. Ekonomik krizin ardından Gafsa’da Gafsa Fosfat Şirketi’nde işe alımlarda rejim ile resmi sendika Tunus Genel İşçi Sendikası’nın insan kayırma yoluyla madenlerde işçi çalıştırmalarına karşı işçi gösterileri başladı. Gösteriler sendikaya karşı olsa da sendikanın yerel birimleri eylemlere destek verdi. Öğretmenler, kadınlar ve gençler de gösterilere katıldılar. İşçiler sadece adil istihdam uygulamaları değil kapsamlı bir istihdam politikası talep ediyorlardı. Eylemler sosyal medya sayesinde ülkede ses getirse de rejim şiddet kullanarak eylemlere son vermişti. İki ay süren çatışmalarda iki kişi öldürüldü. Rejim facebook’a erişim engeli getirdi. Gafsa’da yaşananlar 1984 ekmek ayaklanmasından beri ülkede yaşanan en büyük sosyal ayaklanmaydı19. Ayaklanmanın şiddetle bastırılmasından sonraki bir yılda ekonomi daha da kötüye gitti ve biriken toplumsal gerilim 2010 sonunda bir kez daha patladı. Gafsa gösterilerin greve dönmesinde tarihi bir rol oynayacaktı.

17 Aralık 2010’da Üniversite mezunu bir işsiz olan Muhammed Bouazizi zabıtanın tezgâhına el koymasını ve kendisine kötü davranmasını protesto etmek için bir devlet binasının önünde kendini yaktı. Buazizi’nin ölümü işsizliğin ve yoksulluğun yaygın olduğu ülkede kitle gösterilerine ve isyana neden oldu. Yaklaşık bir ay süren kitle gösterileri, meydan işgalleri ve grevler sonucu 14 Ocak 2011’de diktatör Bin Ali iktidarı devrildi. 1987’den beri yönetimde olan Bin Ali ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Hareket tamamen kendiliğinden gelişmişti. Hareketin kitleselliği, rejim yanlısı bürokrasi ve ordunun müdahale edememesine yol açtı.

Tunus’ta yıllardır yüksek rakamlarda gezinen işsizlik ve ekonomik sıkıntılar rejimin baskıcı uygulamalarıyla birleşiyordu. Tunus Ulusal İstatistik Kurumu’na göre 2009 yılında işsizlik %13 civarındaydı. Dünya Bankası verilerine göre ise 2011’de 10,5 milyonluk ülkede 336 bin diplomalı işiz vardı. Rejim yolsuzluklarla tanınıyordu ve Bin Ali’nin ailesi ve eşi Leyla Trabelsi’nin ailesi ülkenin en zenginleri olarak muazzam bir servete sahiplerdi.

Resmi sendika Tunus Genel İşçi Sendikası (TGİS) rejimden yana bir liderliğe sahip, yolsuzluğa batmış bir sendikaydı. Kitle gösterileri birçok kente yayılıp ölümler ve tutuklamalar yaşandıktan sonra, aşağıdan gelen basınca daha fazla dayanamayarak 8 Ocak’ta eylemlere destek verdiğini ve polis şiddetini kınadığını açıkladı. Her ne kadar sendika liderliği geç bir tarihte destek açıklaması yapmış olsa da yerel sendikalar birçok şehirde eylemlere katılıyordu. Kitleler ekonomik ve politik sloganları birleştiriyordu; “sadece su ve ekmeğe evet ama Bin Ali’ye hayır, o artık bir ölü”, “özgürlük ve ulusal onur”, “çalışmak şart, siz ise soyguncular sürüsüsünüz” 20.

Bin Ali’nin 10 Ocak’ta yaptığı konuşma işçi sınıfı için bardağı taşıran son damla oldu. Göstericilere hakaret eden Bin Ali dış güçlerin para ödediği mihrakların halkı galeyana getirdiğini söyledi. İlginç olan bir nokta Bin Ali’nin bu konuşmasında 300 bin iş sözü vermesiydi. Bu pek de orta sınıflara seslenen bir açıklama değildi ama artık çok geçti. Gafsa şehrindeki TGİS bürosu o gün 30 işçi tarafından işgal edildi. İşçiler sendikanın harekete geçmesini talep ettiler. TGİS tabanındaki işçiler, kent meydanlarında eylemlere katılıyordu ve sendikanın grev ilan etmesini bekliyordu. Bu basıncın sonunda sendika 11 Ocak’ta çeşitli eyaletlerde genel greve izin verdi ancak hala temkinli davranıyordu. 14 Ocak’ta ise artık genel grev ilan etmek zorunda kaldı ve o gün rejim devrildi. Haberin ulaştığı işçi mahallelerinde devrim kutlamaları yapıldı21.

Tunus her şeyin başladığı yer olması dolayısıyla son derece beklenmedik bir zamanda, öngörülemez gelişmeler sonucu iki hafta içerisinde rejim değişikliği yaşayabildi. Sokakların kalabalığı ve işlerin nereye varacağını öngöremeyen diktatörlüğün görece düşük yoğunluklu şiddeti hareketin büyümesini sağladı. Rejim destekçisi TGİS kendi tabanından gelen basıncı karşılamak için grev ilan etmek zorunda kaldı ve rejim genel grev günü devrildi. Devrim işçi sınıfının çok daha güçlü olduğu ve son 10 yıldır büyük grevler ve eylemler örgütlemekte olan Mısır’a sıçradı.

Tunus’ta devrimden sonra da grev ve kitle gösterileri devam etmekle birlikte Libya ve Suriye devrimlerinin iç savaşa evrilmesi Tunus’taki kitle hareketini olumsuz etkiledi. Tunus devrilen ilk diktatörlük olduğu için yumuşak bir geçiş yaşadı. Seçimlere yeni kurulan sağ ve sol partiler katıldı. Seçimlere kadar hükümeti kuran Geçici Hükümet’te sendika temsilcileri de yer aldı. Seçimler için kurulan sol ittifakta da sendikalar yer aldı. Müslüman Kardeşler benzeri bir parti olan Ennahda Hareketi seçimleri kazandı. Libya ve Suriye diktatörlükleri ise Tunus ve Mısır’daki devrimlerin ardından başlayan kitle gösterilerine büyük bir şiddet dalgasıyla yanıt verince önce Libya’da iç savaş ve AB-ABD emperyalist müdahalesi yaşandı, sonra Suriye’de iç savaş ve bu kez Rusya-İran emperyalist müdahalesi yaşandı. Mısır’da ise ordunun devrim sonrasında geçici hükümeti kurması ve seçimleri kazanan Müslüman Kardeşlerle yaşadığı çatışmalar sonrası gerçekleşen darbe, Tunus işçi sınıfını daha cesur politik çıkışlardan alıkoydu. Ancak Tunus’ta sınıf mücadelesi inişli çıkışlı bir şekilde devam ediyor. 2018 yılında ekonomik sıkıntılar nedeniyle başını işsiz gençlerin çektiği kitlesel ayaklanmaların yaşanması bunun en somut örneği. Ülkede ne egemen sınıf gerçek bir hegemonya kurabildi, ne de işçi sınıfı radikal bir çıkış yapacak örgütlenme düzeyine erişebildi. Her şeye rağmen Tunus 2011’de devrimler ve işgaller yılının fitilini ateşleyen ülke olarak tarihe geçti.

 

Mısır devriminde işçiler

Mısır, Ortadoğu devrimleri arasında işçi sınıfının en net siyaset sahnesine ağırlığını koyduğu ülke oldu. Mısır Devrimi’nin sınıfsal bileşimi de ülkede devrimden önceki son on yılda yaşananlardan bağımsız olarak düşünülemez. Mısır’da 1998’den 2011 yılına kadar iki milyondan fazla işçi, 3.500 grev, oturma eylemi ve gösteri düzenlemişti. 2000 yılından itibaren Filistin’deki ikinci intifada ile dayanışmak için ve Irak savaşına karşı başta Tahrir Meydanı olmak üzere ülke çapında eylemler gerçekleşiyor, milyonlarca işçi, öğrenci, dindar, solcu ilk kez yan yana geliyordu. Kifaya (yeter) hareketi demokrasi talebini yükseltirken doktorlardan hakimlere kadar toplumun birçok katmanı eylemler düzenliyordu22.

25 Ocak’ta Tunus devriminden umutlanan on binlerce kişi Kahire ve İskenderiye gibi birkaç şehirde sokağa indiler. Gösterilerin ilk buluşma alanları işçi mahalleleriydi. İlk gün sosyal medya kullanılarak Kahire’nin dört ayrı işçi mahallesinde buluşma noktası ilan edildi. İşçiler arka sokaklardan dolaşarak kalabalıklaştı ve ancak ondan sonra Tahrir’e doğru ilerlemeye geçti23. Polisin göstericilere karşı uyguladığı şiddete karşı eylemciler gösterilere devam etti. 28 Ocak günü ise kolluk kuvvetlerinin öldürdüğü göstericiler için “Öfkeli Cuma” ilan edildi. O gün yüzbinler Tahrir (Özgürlük) Meydanı’nı işgal ettiler24. Meydanda toplanan yüzbinlerce gösterici “ekmek, özgürlük, sosyal adalet” (aysh, hurriya, adala igtama eya) talep ediyorlardı. Hemen her gün büyüyen ve İskenderiye, Süveyş gibi diğer şehirlere de yayılan eylemleri durdurmak için rejim polisleri öne sürdü, ordu Tahrir’in etrafını çevirdi, meydana develi çeteler saldırdı, sokak çatışmaları yaşandı, internete erişim engellendi, Tahrir’in elektrikleri kesildi. Kitlelerin ekonomik talepleri daha ilk günden itibaren rejime karşı politik taleplerle birleşti. “Halk rejimi devirmek istiyor” sloganı bütün gösterilerde atılıyordu. İki hafta süren meydan işgali ve kitle gösterileri 8 Şubat’ta genel greve evrildi. Aslında 7 Şubat’ta Mübarek emekli maaşları dahil tüm maaşları %15 arttırdığını ve reform yapacağını ilan etse de 300’den fazla ölü, binlerce yaralı ve tutukludan sonra artık çok geçti25. Ertesi gün önce sınırlı sayıda işyerinde grev başladı. Süveyş Kanalı hizmet işçileri, Kahire’de Telekom işçileri ve Helvan’daki çelik işçileri grevlerin öncüsü oldular. Bir sonraki gün petrol işçileri greve gitti. Rejim karşıtı sloganların yanında işçiler ücretlerde artış da talep ediyorlardı. 9 Şubat’ta Kahire toplu taşıma işçileri asgari ücretin 400’den 1.200 Mısır Poundu’na çıkarılması gibi ekonomik taleplerin yanında ayaklanmaya tam destek verdiklerini belirten bir bildiri hazırlayarak Tahrir’de dağıttılar. Grev dalgası hızla diğer şehirlere ve sektörlere yayıldı. 10 Şubat’ta ülkenin her yanında hatta orduya ait olan, askeri bir disiplinin işlediği fabrikalarda dahi grevler vardı26. Mübarek artık Mısır burjuvazisi, Batı emperyalizmi ve onların ilişki içerisinde olduğu asker-sivil bürokrasi için bir tehlikeydi. Hareketin radikalleşmesindense bir an önce ondan kurtulmak ve hareketin gelişmesinin önüne geçmek gerekiyordu. 11 Şubat’ta ülke çapında 15 milyon civarında insan sokaklardaydı ve o gün Mübarek istifa etti. O gün 300.000 kadar işçi 15 şehirde grevdeydi. Hastane çalışanları, çimento işçileri, posta işçileri, tekstil işçileri işyeri işgalleri de dâhil olmak üzere grev ve gösteriler düzenlediler. Grevci işçiler Tahrir meydanına ve Başkanlık Sarayı ile radyo ve televizyon binası önündeki göstericilere temsilciler gönderdiler. 18 gün süren kitle gösterileri ve meydan işgalleri ile dört gün süren grev dalgasının ardından 11 Şubat’ta ordu sözcüleri yönetimi aldıklarını ve diktatör Mübarek’in görevden alındığını duyurdu27.

Mübarek’in devrilmesi aşağıdan gelen devrimci kabarışı tatmin etmiyordu. Yönetimi devralan Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi rejimi devam ettiriyordu. Daha ilk haftadan başlayarak işçi sınıfı devrimin talepleri olan “ekmek, özgürlük, sosyal adalet” için grev örgütlemeye devam etti. Yüzlerce işyeri, Mahalla’da 24.000 işçi çalıştıran dev tekstil fabrikası dahil, askeri yönetime karşı grevdeydi 28.

Mısır’daki hareketin işçi sınıfı içeriğinin ana akım medyada görünmemesi ve rejim karşıtı sloganların Batı medyası tarafından basitçe demokrasi yani adil seçimler talebi olarak yansıtılması, orta sınıf analizlerinin temelini oluşturuyordu. Televizyonların mülakat yaptığı kişilerin çoğunluğu üniversite mezunlarından oluşuyordu 29. Bu nedenle hareketin orta sınıf karakterli olduğu Batı entelektüelleri tarafından oldukça sık dile getirildi. Ayrıca dünyanın gösterileri sosyal medya paylaşımları üzerinden izlemesinin de bu algıda büyük payı oldu. Sosyal medyayı aktif olarak kullanan ve özellikle İngilizce olarak olayları anlatanların elbette çoğu eğitimli gençlerdi. Eğitimin sınıfsal bir farklılığa sebep olduğu yönündeki yaygın görüş nedeniyle de harekete orta sınıf hareketi denebildi. Oysa kitle gösterilerinin ana talepleri arasında yer alan ekmek ve sosyal adalet sloganları, hareketin işçi sınıfı ağırlıklı bir hareket olduğunu ortaya koyuyordu.

Meydan işçi, işsiz ve öğrenci çoğunluğuna sahip olmakla birlikte küçük burjuvazinin rejim değişikliği isteyen görece eğitimli kesimi de alanda yer alıyordu. Ancak geleneksel küçük burjuvazinin bir kısmı ise karşı devrimci saflarda yer aldı. Devrimcilerin “baltacı” dediği saldırganlar çoğunlukla devlet güçleri tarafından lümpen proletarya (çalışmayı reddeden kesim) ve muhtemelen eylemler nedeniyle dükkanını açamayan küçük burjuvaziden devşiriliyordu (Türkiye’deki palalı, sopalı esnaf gibi). Bunun yanında tarihe “Deve Çatışması” olarak geçen karşı devrimci saldırıda da küçük burjuvazi ön safhadaydı. Gelirleri tamamen turizme bağlı olan deve sahipleri, meydanı dolduran kalabalığa karşı develeri, atları ve palalarıyla saldırıya geçtiler. Ancak sayıları çok azdı ve meydanın kararlılığı saldırıyı püskürtmeyi başardı.

Daha Mübarek devrilmezden önce Tahrir’de mücadele sürerken işçi sınıfı önemli bir hamle yaptı. 30 Ocak’ta yani mücadelenin ortasında, resmi sendikaya karşı yeni bir federasyon kurdular; Mısır Bağımsız Sendikalar Federasyonu (MBSF). Yeni federasyon sadece 1,5 yılda 2,5 milyon üye kazandı30. Federasyon 2012’de kendisine bağlı 200 kadar sendika olduğunu duyurdu31. Mübarek’i deviren grev çağrıları da bu federasyon tarafından yapılmıştı. Federasyonun kuruluşunu izleyen bir ay içerisinde, sadece Şubat ayında, ülkede 150 bin işçinin katıldığı 489 grev ve gösteri düzenlendi32. 19 Şubat’ta, devrimden sadece bir hafta sonra, 40 bağımsız sendika birleşerek “Devrime Katılan İşçilerin Talepleri”ni ilan ettiler. Bildiride rejimin çürümüşlüğünün kanıtı olan resmi sendikaların kapatılması ve grev hakkının tanınması gibi talepler yer alıyordu. Ekonomik ve politik mücadelenin iç içeliği şu cümlede kendisini ortaya koyuyordu:

“Eğer bu devrim servetin adil dağılımına yol açmıyorsa, hiçbir şeye değmez demektir. Özgürlükler, sosyal özgürlükler olmadan tamamlanmış değildir. Oy hakkı doğal olarak bir somun ekmek hakkına bağlıdır.”33

MBSF 2 Mart’ta “İşçiler Devrimden Ne İstiyor?” başlıklı büyük bir konferans düzenledi ve taleplerini sıraladı. Bunlardan sembolik önemi büyük olan birisi kısa sürede gerçekleşti. Mübarek’in devrilmesinin ardından iktidara el koyan askeri konsey, bakanlar kuruluna resmi federasyon ETUF’tan İsmail İbrahim Fehmi’yi atamıştı. MBSF derhal Fehmi’nin kovulmasını ve yerine uzun yıllardır emek hakları üzerine çalışan profesör Ahmet Hasan El-Buradi’nin getirilmesini istedi. 12 Mart’ta askeri konsey istenen atamayı gerçekleştirdi. El-Buradi artık resmi çürümüş sendika ile değil MBSF ile çalışmaya başladı. Bu Mısır tarihinde bir ilk oldu. Muhalif bir sendika ile bir bakan ortak çalışmalar yapıyordu. Böylece yasal olarak tek sendika olan ETUF’un yanında ilk kez MBSF ve diğer bağımsız sendikalar tanınırlık kazanıyordu.34

Mısır’da işçi hareketi büyümeye devam etti. 2011’in Eylül ayında 1951 yılından beri ilk kez öğretmenler genel greve gittiler35. 2012 yılında Ağustos ve Eylül ayları arasında Mübarek’ten sonraki en büyük grev dalgası gerçekleşti. Ülke çapında 1.480 grev yaşandı36. Mart 2013’de yayınlanan bir devlet raporu devrimin başladığı günden beri sadece Mısır raylı sistemlerinde toplam 1219 grev ve oturma eylemi yapıldığını açıkladı ve grevcilerin artık ekonomiyi tehdit ettiklerini belirtti. Rapor Mart ayının ilk haftasında gerçekleşen ve son 30 yılın en etkili grevi olan demiryolu işçileri grevinin ardından yayınlandı.

Mısır Ekonomik ve Sosyal Haklar Merkezi’nin hazırladığı rapora göre 2012 yılı boyunca 3800 grev ve gösteri gerçekleştirdi Mısır işçi sınıfı. 300’ün üzerinde bağımsız sendika kuruldu37. 2013’ün ilk üç ayı içerisinde ise 2400 grev ve gösteri gerçekleşti38.

Toplumda biriken özgüven ve devrimin taleplerini yerine getirmek yerine kemer sıkma politikaları uygulayan Müslüman Kardeşler hükümetine duyulan öfke 30 Haziran’da, Mursi’nin Başkanlığa seçilişinin birinci yıl dönümünde insanlık tarihinin en büyük gösterilerinden birine neden oldu. Sadece Kahire’de 500 bin kişi sokağa indi. Bir ordu yetkilisi Reuters’a ülke çapında 14 milyon göstericinin gösterilere katıldığını söyledi39. Kitleler bir kez daha Mursi’ye karşı devrimin ekmek, özgürlük ve sosyal adalet taleplerini haykırdı. 3 Temmuz’da ise General Sisi, Mısır’a “güvenlik ve düzen” getirmek için darbe yaptı. Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler ve Mısır burjuvazisi sonunda iki yıldır grevler ve gösteriler nedeniyle doğru düzgün işletemedikleri işyerlerinde huzur bulacaklarını düşünerek darbeye destek verdiler. Grev ve gösterilerin bir kültür haline gelmiş olması, ekonomik ve politik taleplerin iç içe geçmesi ve bunların hiç birisinin neoliberal politikalarla karşılanmasının mümkün olmaması bu sonucu doğurdu.

Tunus ve özellikle Mısır devriminin diğer Ortadoğu devrimlerinden farkı, bu ülkelerdeki hareketin sınıfsal yönüydü. İşçi sınıfının kolektif ve işyerlerinden yükselen mücadelesi, Libya ve Suriye’deki gibi iç savaşlara evrilmesine engel oldu. İşçi sınıfının bir sınıf olarak siyaset sahnesine vurduğu yumruk birçok kazanım elde etmesine sağladı. Ancak bu politik devrimler de sosyal bir devrime doğru evrilemedi.

İktidar hiyerarşisinin parçalanması işyerlerindeki katı hiyerarşiyi de etkiliyordu ve işçiler El Sisi’nin karşı devrimine kadar sürekli olarak grevlere ve eylemlere gidiyordu. Sonucunda Marks’ın bu gibi durumlarda “burjuvazinin dini” dediği Bonapartizm bir kez daha tarih sahnesine çıktı. Egemenlerin çıkarına ülkeye düzen getirecek ve işçi sınıfını ezebilecek güçte otoriter bir yönetim. Sisi’nin gerçekleştirdiği darbe Mursi’nin sağlayamadığı düzeni sağlamak için ve işçi sınıfı hareketini ezmek için gerçekleştirilmişti.

 

Öfkeliler hareketi

Tahrir meydanı işgali ve rejimin devrilmesi, ekonomik krizin en ağır vurduğu Güney Avrupa ülkelerinde de kitle gösterilerini tetikledi. 15 Mayıs’ta İspanya’da, 20 Mayıs’ta Portekiz’de, 25 Mayıs’ta ise Yunanistan’da başlayan ve hızla meydan işgallerine dönüşen kitlesel gösteriler tüm dünyada destek buldu. İtalya’da da sokağa çıkıldıysa da, harekete katılım diğer ülkelere göre düşük oldu. Portekiz gibi toplumsal muhalefetin cılız olduğu bir ülkede, diktatörlüğün devrildiği yıldan sonraki en büyük kitle gösterileri gerçekleşti ve grevler yaşandı. Öfkeliler Hareketi’nin tetiklediği eylem dalgası içerisinde en ilginç örnek ise İsrail’de yaşandı. 14 Temmuz’da hayat pahalılığına karşı kitleler meydanları işgal etti. Bir genel grev yaşanmasa da küçük ve yerel grevler, işyeri işgalleri yayıldı. Bu İsrail gibi bir ülke açısından oldukça radikal bir gelişmeydi.

Öfkeliler Hareketi kapitalizmin krizini işçilere ödetmeye çalışan parlamentolara ve şirketler lehine sürdürülen kemer sıkma politikalarına bir tepkiydi. Kitlelerin sisteme olan öfkesi bu hareketlerin Öfkeliler Hareketi (Indignados40) olarak adlandırılmasına yol açtı. Meydanlar politikacıların halkı temsil etmediğine vurgu yapıyordu.

 

İspanya’dan yükselen Öfkeliler

İspanya ekonomisi 2008’de başlayan krizden en fazla etkilenen Avrupa ülkelerinden biri oldu. Hükümet krize yanıt olarak bankaları kurtarmak için 99 milyar dolarlık bir bütçe ayırdı, 2011’de emeklilik yaşı 65’ten 67’ye çıkarıldı, sosyal kesintiler başladı, ücretler düşürüldü41. İspanya beş milyona yaklaşan işsiz nüfusu ile Avrupa’nın 2011 yılında en büyük işsizler ordusuna sahip ülkesiydi. Ülke genelinde işsizlik oranı %21,3 iken bu oran gençler arasında (16-25 yaş arası) %43,5’e ulaşıyordu42. 18-34 yaş arası gençlerin %54’ü ekonomik nedenlerden dolayı ailesinin yanında yaşıyordu43. Her yıl 100 bin kişi bankalara olan konut kredisi borçları nedeniyle evlerinden atılıyordu. Kemer sıkma politikalarına ilk yanıt işçi sınıfından geldi. 2010 Eylül’ünde sendikalar 5 milyon işçinin katıldığı bir genel grev gerçekleştirdi, 2011 Mart ayında ise üniversite öğrencileri meydanlara inerek gösteriler düzenledi. Birkaç gün sonra Geleceksiz Gençlik isimli platform “evsiz, işsiz, emekli olamadan: korkusuz” sloganları ile sokaklara indi. Korkusuz sloganı artık kaybedilecek bir şey yok anlamına geliyordu.

İspanya’da, Yunanistan’daki kitle gösterilerinden ve Ortadoğu Devrimleri’nden etkilenen çok sayıda toplumsal hareket, Mart ayında ‘Gerçek Demokrasi Şimdi!’ (Democracia Real Ya!) adıyla bir platform oluşturdu. Bu platform hızla büyüyerek 200 kadar ulusal ve yerel hareketin birleşmesini sağladı. Amaç 22 Mayıs’ta gerçekleşecek seçimlerden bir hafta önce Tahrir gibi meydanları işgal etmekti ve 15M (15 Mayıs) adıyla iki ay boyunca işgal kampanyasını sürdürdüler44.

Ortadoğu Devrimleri’nden aldığı ilhamla arka arkaya sokağa inen yüzbinler, Geleceksiz Gençlik ve Gerçek Demokrasi Şimdi! platformlarının çoğunlukla sosyal medya üzerinden yaptığı çağrı ile 15 Mayıs’ta kent meydanlarına indi. İspanya’nın devlet radyo ve televizyon şirketi RTVE’nin verdiği rakamlara göre o gün 50’den fazla şehirde 8 milyon kişi meydanları işgal etmişti45. Hareket kitlelerin sisteme karşı olan öfkelerini dile getirmeleri nedeniyle Öfkeliler adını aldı. Eylemcilerin çadır kurmaya çalışmasına polisin şiddetle karşılık vermesi sonucu birkaç gün içinde onbinler meydanları işgal ederek kamp kurdular. Yerel seçimlere bir hafta kala gerçekleşen meydan işgallerinin ana sloganı “bizi temsil etmiyorlar” oldu. Bankalara ve politikacılara büyük tepki duyan kitleler demokrasinin altının şirketler ve politikacılar tarafından oyulduğuna vurgu yapıyordu. Madrid’in Puerta del Sol Meydanı’nda Mısır bayrakları dalgalanırken Barcelona’da meydan İzlanda, Filistin ve Tahrir isimleri ile üç gruba/mahalleye bölünüyordu46.

Hareketin çağrıcıları arasında 2008 krizinden beri ülkenin en büyük kampanyalarını organize eden platformlar da vardı. Mortgage mağdurları platformu47, Geleceksiz Gençlik ve OyVerme (NolesVotes) platformları bunların başında geliyordu.

Del Sol meydanında toplanan kitleler taleplerini tartışıp liste halinde bir manifesto ilan ettiler. Bunlar arasında seçim kanununun değiştirilmesi, konut hakkı, ücretsiz eğitim hakkı, nükleer santrallerin kapatılması, askeri harcamaların azaltılması, kilisenin etkisinin azaltılması, iş kanununda reform, zenginlerin vergilendirilmesi gibi talepler yer alıyordu48. Bir süredir kullanılmayan Madrid Otel’i işgal edilerek yüzlerce odası evsizlerin kullanımına açıldı.

15M hareketi çeşitli konularda mücadele etmek isteyen grupların mücadelelerini ortaklaştırmak amacıyla mareas ağlarını kurdu. Yeşil Marea, başını öğretmenlerin çektiği kamusal eğitim konusuna odaklanıyordu. Kırmızı Marea işsizlik, İkili Marea bilişim işçileri, Mavi Marea su sorunu ile ilgileniyordu. Bu şekilde 10 marea kuruldu ve bu ağlar kendi konularında birçok yerelde grev, işgal ve gösteriler düzenlediler.

Öfkeliler Hareketi İspanya’da Haziran ayından itibaren meydan işgallerine son verse de mahallelere yayılan park forumlarında binlerce insan bir araya gelmeyi sürdürdü49. Hareket zaman zaman kitle gösterileri örgütlemeyi de başardı. 15 Ekim’de “Küresel değişim için birleşelim” sloganıyla küresel eylem günü ilan etti. 82 ülkeden 951 şehirde irili ufaklı gösteriler yapıldı. Madrid’te 500 bin, Barselona’da 250 bin kişi kemer sıkma politikalarına karşı sokağa indi50. 2012 yılında Meclisi Kuşat (Surround Congress) çağrısı ile hükümetin izinsiz gösterileri yasaklamaya çalışan kanun tasarısına karşı sokaklara indi. İki gün süren ve çatışmaların yaşandığı eylemlerin, Öfkeliler ruhunu yeniden canlandırdığı ve bir rejim krizinin yaşandığı söyleniyordu51.

Özerk Katalonya bölgesinin başkenti Barselona’da ise sınıfsal içeriği daha net olan bir mücadele yaşanıyordu. Madrid meydanından farklı olarak Barselona meydanı ilan ettiği taleplerde bankaların sosyal kontrol altında kamulaştırılması, göçmen yasasının kaldırılması, yurttaşlar tarafından oylanan katılımcı bütçe gibi çok daha radikal talepler ilan edildi. Barselona’daki hareket, mortgage krizi nedeniyle evleri elinden alınanları korumak için de harekete geçti. Evi boşaltmak için gelen görevlilerin karşısına her mahallede yüzlerce aktivist dikilerek haciz ve evden çıkarmayı engelliyordu. Barselona’daki işçi mahalleleri de kentsel dönüşümün en büyük mağduruydu, hareket işçi mahallerinde forumlar ve eylem düzenlemeye başladı. Hastane çalışanları, itfaiyeciler ve öğretmenler ise kemer sıkma politikalarına karşı yürüyüşlerini meydandaki kalabalığa yürüyerek bitiriyordu. Kesintilere karşı beş ayrı hastane önünde 24 saatlik kamplar kuruldu. Hareketin gücü, 15 Temmuz’da Katalan Parlamentosu’nda kamu harcamalarında %16 kesinti yapılmasına dair önerinin görüşüldüğü gün, meclisi kuşatarak vekillerin içeri girmesini engellemeye kadar varabilmişti. Bu olaydan sadece dört gün sonra Barselona’da 1 milyon kişilik dev bir gösteri yapıldı52.

İspanya’daki Öfkeliler Hareketi öğrencilerin ve işsiz gençlerin yaygın katılımı ile gerçekleşse de hareket hızla işçi mahallerine ve işyerlerine doğru evrildi. Bunun sonucu olarak işçi sınıfının ezici çoğunluğunu oluşturduğu kitle gösterileri düzenlendi. Çok sayıda grev, iş yeri kampı ve işçi eylemi düzenlenmeye başlandı. Temmuz ayı sonunda öğretmenler de işgallerde kurulan meclislerden ilham alarak bir öğretmenler meclisi topladı ve bin eğitimci Madrid’te bir araya gelerek işyeri sorunlarını ve neoliberal eğitim sistemini tartıştı. Bu girişimin etkisi ile yeni dönemde akademisyenler kesintilere karşı grev örgütleyerek eğitime başladılar. 2011 ve sonrasında dört genel grev yaşandı. 2012 yazında Asturya maden işçileri iki büyük grev düzenledi ve 15M ile kurulan sosyal ağlar grevlere büyük destek verdi. Mart ve Kasım 2012’de iki genel grev yaşandı. Kasım’daki genel greve sendikalar 8 milyon işçinin katıldığını duyurdu53.

Hareketin tüm partilere mesafeli olmasının sonucu olarak 15M düzenli bir örgütlenmeye varamamıştı, ama hem işgallerin başlamasında hem de kurulan meclis ve forumlarda daha önceki dönemlerin mücadeleleri içerisinde kurulmuş platformlarda yer alan aktivist ağları merkezi bir rol oynuyordu. Ancak hareketin seçimleri boykot etmesi, 2011’de sağın iktidar olmasına ve kemer sıkma politikalarının sürmesine neden oldu. 20 Kasım 2011’de yapılan seçimleri iktidarda olan merkez sol PSOE kaybetti ve merkez sağ Halk Partisi kazandı. Ancak seçimlere katılım tarihi düşüş gösterdi. Seçimlere katılım %69’da kaldı54.

Bu durum hareketin bazı bileşenlerini, bir program etrafında yeni bir siyasi parti kurmak gerektiği fikrine ikna etti. 2014’teki AB seçimlerinden sadece birkaç ay önce Podemos (Yapabiliriz) isimli bir radikal sol parti kuruldu. Partinin 36 sayfalık programı oldukça radikaldi; kilit sektörlerin kamulaştırılması, borçların ödenmemesi, yeni anayasa, vatandaşlık geliri uygulamasına geçilmesi ve benzeri işçi sınıfı taleplerini yansıtıyordu. İlk denemeyi ise 22-25 Mayıs tarihlerinde yapılan Avrupa Birliği Parlamentosu seçimlerinde yaptılar. Hiçbir bütçesi olmadan hiçbir ana akım medyada yer almadan, tamamen forumların kendi sosyal iletişim ağlarına dayanarak, tarihte eşine az rastlanır bir başarı elde etti Podemos. 1.2 milyon oy yani %8 almayı ve parlamentoya 5 milletvekili göndermeyi başardı. 2014’te Podemos’un kurulmasının ardından 2015 genel seçimlerinde Franco’dan sonra her dönem oyların

%80’ini alan Halk Partisi ve PSOE’nin oyları %50’nin altına düştü. Radikal sol Podemos bir anda en büyük üçüncü parti oldu.

Barselona’da ise başka bir radikal sol deneyimi yaşandı. Yerel seçimler öncesi Öfkeliler Hareketi’ne çağrı yapan, mahalle forumlarını oluşturan, işyeri eylemlerini organize eden kitleler Müşterek Barselona isimli bir yurttaşlar hareketi kurdular. Meydan işgali öncesi mortgage krizi mağdurları platformunun sözcülüğünü yapan ve meydandan polis tarafından sürüklenerek götürülen kadın aktivist Ada Colau hareket tarafından belediye başkan adayı gösterildi. Şehrin hemen her mahallesinde meclisler kuruldu. Neredeyse bütün toplumsal hareketler, sendikalar ve sol partilerin destek verdiği kampanya ile Colau Barselona Belediye Başkanı seçildi.

İspanya’da kriz başladığında sendikalılık oranı %17 gibi düşük bir düzeydeydi ve sendika bürokrasilerinin merkez sol PSOE ve Komünist Parti ile o gün olduğu gibi bugün de çok yakın bağları var. Krizin ardından 2009 yılı 1.001 gibi rekor düzeyde grevle işçi militanlığa tanık olurken iktidarda PSOE olması dolayısıyla sendika bürokrasisi genel grev ilan etmiyordu ve işçi grevlerini durdurmaya çalışıyordu. 2009-2011 arası grevlerde düşüş yaşanmasının nedenleri artan işsizlik ve sendika bürokrasisiydi. Bu dönemde PSOE kemer sıkma politikalarını uygularken, 2010 Eylül’ündeki genel grev, işçi sınıfının mücadele azmini gösterdi. Sonrasında yaşanan 15M eylemleri hem bu genel grevden güç aldı hem de sendikaların ulaşamadığı genç işçilere ve öğrencilere de ulaşarak onları kent meydanlarına döktü. Hareketin sendikalara ve partilere karşı olmasının nedeni, sol bir iktidarın kemer sıkma politikalarını uygularken sendikal bürokrasinin siyasi partilerle ilişkileri dolayısıyla işçi sınıfına köstek olmasıydı. Bu nedenle “Bizi temsil etmiyorlar” sloganı öne çıkmıştı. Örgütsüz işçilerin doldurduğu kent meydanları işyeri eylemlerine de güç verdi. 2011 ortasından itibaren sendikanın olmadığı işyerlerinde bile grevler ve işgaller artışa geçti. Hareketin sendikalara olan tepkisine rağmen meydanlardan genel grev çağrısı yapılıyordu, ancak buna “sendikasız” sloganları da eşlik ediyordu. 15M sonrası küçük, bağımsız ve radikal sendikalar hızla üye kazanmaya başladı55.

15M hareketinde reformizm, antikapitalizm ve otonomizm birlikte bulunuyordu. Başlangıçtan itibaren hareketi inşa edenlerin kendilerine Gerçek Demokrasi ve Geleceksiz Gençlik gibi isimler takması ve hareketin dile getirdiği taleplerin içeriği bariz bir şekilde işçi sınıfı karakterini ortaya koyuyordu. Ancak işçilerin, özellikle de genç işçi, işsiz ve öğrenci (çoğu işçi ordusuna katılacak potansiyel işçilerin) örgütsüzlüğü ve örgütlenme fikrine uzaklığı orta sınıf veya İspanya özelinde daha çok prekarya tezlerinin hâkim olmasına neden oldu. Forumları kendinde bir amaç olarak gören otonomistler hareketin kitleselliğini sürdürdüğü dönem boyunca hegemonik olmayı başardılar. Mahalle meclisleri üretim araçlarına el koymadan yeni bir yaşamı kurmaya çalışıyordu. Siyasi partilere mesafeli olunduğu gibi ortak bir program etrafında yeni siyasi bir örgütlenme fikrine de uzun süre sıcak bakılmadı. Bu durum hareketin sönümlenmesinde önemli bir rol oynadı. Gerçek Demokrasi Şimdi gibi platformlar ise daha reformist kanadı oluşturuyordu. İki partili sistemi korumaya yönelik seçim sisteminin değiştirilmesini, sosyal devletin yeniden güçlendirilmesini, kemer sıkma politikalarına son verilmesini talep ediyorlardı. Antikapitalist kanat ise bu iki akıma göre oldukça küçük bir grup olarak hareketin içerisinde yer alıyordu. Hareket çekildikten üç yıl sonra Podemos ve Müşterek Barselona gibi sol örgütler, son iki grubun yan yana gelmesiyle kuruldu.

İspanya’da sınıf hareketi inişli çıkışlı bir şekilde mücadeleye devam ediyor. En son 8 Mart 2018’de tarihin en büyük kadın grevine şahit oldu ülke. Hareketin hala ülke çapında yaygın ağları var. İspanya ekonomisi işçi sınıfının taleplerini karşılayabilmekten uzak. Genç işçiler politik bilinç açısından birkaç yıl içerisinde çağlar atladı. Geleceksizlik kaygısından milyonluk bir hareket kurdular, mahalle mahalle meclislerde politika konuştular, talepler etrafında eylemler düzenlediler, sendika bürokrasisini ezip genel grevler ve bağımsız sendikalar örgütlediler, yaptıkları uluslararası eylem çağrısıyla dünya çapında yüzlerce şehirde milyonlarca insanı sokağa çıkardılar, radikal partiler kurdular, çok sayıda başarı ve hüsran yaşadılar. En son 8 Mart grevi bir kez daha gösterdi ki önümüzdeki dönemde küresel gelişmeleri etkileyecek yeni bir kalkışma potansiyeline sahipler.

 

Yunanistan’ın öfkelileri

Yunanistan ekonomik krizin ardından ekonomisi çöken ülkelerden biriydi ancak işçi sınıfının da Avrupa’nın geri kalanına göre daha örgütlü ve militan olduğu bir durumda bulunuyordu. Kriz başladığından beri ülkede çok sayıda kitle gösterisi, isyan ve grev yaşanıyordu. 2011 verilerine göre ülkede işsizlik %16,2, 25-34 yaş arası genç işsizlik ise %22,6’ydı. 23 Mayıs 2011’de mecliste görüşülecek yeni kemer sıkma politikalarına göre, kamu çalışanlarının maaşlarında %30’a varan düşüş gerçekleşecek ve çeşitli hak gaspları ile beraber memur maaşları %40 kadar azalacaktı56. Bu programın görüşmelerinin başlayacağının açıklanması üzerine, 25 Mayıs için sosyal medyada İspanya’dan ilham alınarak tüm öfkeliler Atina’daki Syntagma Meydanı’na çağrıldı 57. 25 Mayıs’ta Yunanistan Parlamentosu’nun önünde gösteriler başladı, 28 Mayıs’ta Syntagma Meydanı işgali gerçekleşti. Ana sloganlardan biri “bütün politikacılar gitmeli”ydi. Meydan’da atılan sloganlar arasında öne çıkanlardan bir diğeri ise “Ekmek, eğitim, özgürlükdiktatörlük 73’te yıkılmadı!” sloganıydı. Eylemciler cuntanın devrildiği Politeknik ayaklanmasına gönderme yapıyorlardı ve bu yıldan sonra ülkede gerçek bir demokrasinin kurulmadığına vurgu yapıyorlardı. Meydanda kurulan halk meclisi İspanya’daki “Gerçek Demokrasi Şimdi” sloganını yeterince net bulmadığından olsa gerek, temsili demokrasiye karşı “Doğrudan Demokrasi Şimdi” sloganını öne çıkardı. Meydanda kurulan meclis, hareketin hedeflerini şöyle belirtiyordu:

“Uzun bir süredir, kararlar biz olmadan bizim için alınıyordu… Buradayız, çünkü sorunlarımıza yönelik çözümlerin yalnızca bizden gelebileceğini biliyoruz.

Bizi buraya gelmeye zorlayanlar gidene kadar meydanlardan ayrılmayacağız:

Hükümetler, Troyka [AB, Avrupa Merkez Bankası ve IMF], bankalar, IMF memorandumu ve bizi sömüren herkes. Onlara, borcun bize ait olmadığı mesajını gönderiyoruz.

DOĞRUDAN DEMOKRASİ ŞİMDİ! EŞİTLİK – ADALET – HAYSİYET!”58

Syntagma’daki meclis/forum toplantıları her gün akşam saatlerinde, meydanların en kalabalık olduğu mesai sonrası saatlerde yapılıyordu. Haftasonları meydanlar yüzbinleri buluşturuyordu. Syntagma üzerine yazan hemen her gözlemci, meydanın yukarı ve aşağı bölümündeki politik farklılıktan söz eder. Yukarı kısımda, küçük burjuvazinin daha yoğun olduğu bölümde çok sayıda Yunan bayrağı ve milliyetçi grupların ağırlığı görülürken, aşağı kısımda daha çok öğrenciler, işsizler ve işçilerden oluşan bir kalabalık vardı. Meclis toplantılarına şahitlik eden bir gözlemci üst kesimdekilerin meclislere fazla itibar etmediğini ve üst kesimin meclisin toplanma saati olan 21.00’da boşalmaya başladığını yazıyordu59.

Meydan işgallerine ülke genelinde 2 milyon kişinin yani nüfusun %20’sinin katıldığı söyleniyor. Hardt ve Negri’nin çokluk kavramının Syntagma meydanını dolduran kitleleri en iyi tanımlayan kavram olduğunu söyleyen Sotirakopouloslar, meydanda geleneksel işçi sınıfının (inşaat, fabrika, liman işçileri vb.) değil daha çok güvencesiz koşullarda çalışan, genç prekaryanın ve işsizlerin olduğunu söylediler. Bunların önemli bir kısmının da diplomalı prekarya ve işsizler oluşturuyordu. İşgalin barışçıl döneminde küçük burjuvazi ve orta sınıflar çoğunluğu oluşturuyordu. Orta sınıf içerisine ekonomik koşulları hızla kötüleşen kamu emekçilerini, küçük girişimcileri ve küçük işletme sahiplerini alarak bu analizi yapıyorlardı. Meydanın farklı sınıflardan oluşması nedeniyle de çokluk kavramını uygun gördüler. Sotirakopoulaslar’a göre bu sınıfların her birinin ayrı çıkarları var ve onları ancak ortak bir karşıtlık, kemer sıkma programı karşıtlığı birleştiriyordu. Güçlü sendikalar tarafından temsil edilmeye alışık olan kamu çalışanları ve kolektif eylem deneyiminden yoksun küçük burjuvazinin konumlarını kaybetmemek kaynaklı “muhafazakâr” çıkarları varken, işsizlerin, işçilerin ve prekaryanın daha radikal çıkarlar etrafında alternatif politika biçimlerine açık olduğunu söylüyorlardı. İlk grup ücretlerini, işlerini ve haklarını korumaya çalışırken diğer grup iş ve hükümetin gerçekleştiremeyeceği sosyal haklar talep ediyordu60. Oysa küçük burjuvaziyi bir kenara koyacak olursak kamu çalışanları, prekarya (güvencesiz çalışanlar, göçmenler vb.), işsizler ve işçiler tek bir işçi sınıfının parçası.

Yunanistan’da ekonomik krizin ağırlığı ile işçi sınıfı militanlığının yüksekliği bir araya gelince, en radikal gelişmeler burada yaşandı. Zaten Yunanistan’daki hareketi diğer meydan işgallerinden ayıran en önemli özellik de çok net bir hedefin olmasıydı: Yeni kemer sıkma programını durdurmak.

Hareket meydanı boşalttıktan kısa bir süre sonra, 15 Haziran’da ülkede genel grev yaşandı. Kemer sıkma programının parlamentoda onaylanacağı gün ise 48 saatlik genel grev ilan edildi. Syntagma 28-29 Temmuz’da onbinler tarafından yeniden işgal edilmeye çalışıldı. Büyük çatışmalar yaşandı. Ancak programın onaylanması engellenemedi. Sadece 2011 yılında 6 defa genel grev örgütlendi61. Ülkede krizin başladığı 2008 yılından 2013 yılına kadar 29 genel grev düzenlendi. Sadece 2010 yılında sekiz genel grev yaşanmıştı62. Bu grev ve kitle gösterileri örgütsüz genç işçileri politize ederek meydan işgalleriyle sonuçlanacak kitle eylemlerine hazırlıyordu. Meydan işgalleri ise işçi sınıfının radikalleşmesini sağlıyordu.

Hareketin direnişi ve genel grev dalgası İspanya’da olduğu gibi hükümeti devirdi. Ancak İspanya’nın aksine seçimleri radikal sol bir programa sahip olan Syriza 2015’te yapılan seçimleri kazandı. Bu zafer tüm dünyada radikal solun moral bulmasını sağlamıştı, ancak Syriza’nın reformist önderliği kendisini iktidar yapan işçi hareketine kısa sürede sırtını döndü. Yunanistan işçi sınıfı bir süre yeni iktidarın ne yapacağını beklese de, Syriza liderliğinin kemer sıkma politikalarını uygulamaya devam etmesi son iki yıldır yeniden işçilerin sokaklara inmesine ve grev örgütlemelerine neden oldu. Yunanistan’da radikal solun hızla yükselip hızla sağa savrulması, işçi sınıfında bir moral bozukluğuna neden olmakla birlikte, ülkede Syriza’dan daha solda olan siyasi partiler ve militan sendikalar, burjuvazinin arzu ettiği “istikrarı” kurmasına engel olmaya devam ediyor.

 

Occupy hareketi

2011 yılında Tunus ve Mısır’la başlayan devrimci dalga, Mayıs ayında Güney Avrupa’da antikapitalist kitle gösterileri ile ikinci bir dalgaya neden olmuştu. Eylül ayında ise üçüncü dalga eylemler dünyanın finans merkezi olan Wall Street’teki Zuccotti Park’ın işgali ile başladı. 17 Eylül’de başlayan hareket occupy (işgal et) hareketi olarak adlandırıldı ve hızla dünyaya yayıldı. İlk günlerde sadece birkaç yüz kişi olan işgalciler önce binleri buldu daha sonra hareket ABD’de 500 şehre yayıldı63. Occupy’ın iki ana sloganı vardı; “Biz %99’uz” ve “Demokrasi Şimdi”.

Dünyanın en büyük kapitalist ekonomisi olan ABD neoliberal politikaların uygulanmaya başladığı 1980’den bugüne ekonomik eşitsizliklerin radikal biçimde arttığı bir ülke haline geldi. Avrupa ülkelerinde sosyal devlet uygulamaları tamamen ortadan kalkmazken ABD’de sağlıktan eğitime her şey hızla metalaştı. 1979 ile 2007 arasındaki 30 yıllık dönemde ülkenin en zengin %1’lik kesimi, ülke gelirinin beşte üçünü alıyordu64. Bu dönemde teknolojik gelişmeler sayesinde işçi verimliliği artmakla beraber ücretler neredeyse oynamıyordu. 2009 yılında gerçek ücretler 1979 yılının altındaydı65. Krizin başladığı 2008 yılından sonra da eşitsizlikler artmaya devam etti. Kriz nedeniyle milyonlarca kişi işsiz ve mortgage borçları nedeniyle evsiz kalırken, 2010 yılında New York Times’da yayınlanan bir rapor halkı öfkelendirmişti. Rapora göre şirket kârları yılın son çeyreğinde %29,2 gibi yüksek bir orana ulaşmıştı. Bu 1950’lerden sonraki en hızlı artıştı. Amerika’nın en büyük 200 şirketinin üst düzey yöneticilerinin (CEO’ların) maaşları ise 2009 yılına göre %12 artışla yılda 9,6 milyon dolara çıkmıştı. Bunlar arasında devletten aldığı milyarlarca dolarlık kurtarma paketleri ile batmaktan kurtulan Capital One ve Goldman Sachs gibi şirketlerin CEO’ları da bulunuyordu66. Krizin sorumlusu olan şirketler yine krizden fayda sağlayarak çıkmıştı, yüz milyarlarca dolarlık kurtarma bütçeleri ise işsiz ve evsiz kalanlara değil yine bu şirketlere harcanmıştı. İşsizlik, ABD ekonomisi açısından oldukça yüksek bir oran olan %9’a yükselmişti. 2011’de işsizlikten dolayı part-time işlere girenlere, umutsuzluktan iş aramayı bırakanlar da katıldığında bu oran %16,5’e çıkıyordu67.

Tüm bu gelişmelerin merkezinde ABD’nin finans devleri yani Wall Street bulunuyordu. David Harvey’nin deyimiyle bu Wall Street Partisi küresel düzeyde ekonomi politikalarının sorumlusuydu. Dünyanın en büyük ikinci holdingi olan Berkshire Hathaway şirketinin kurucusu Warren Buffet, 2006 yılında verdiği röportajda vergi adaletsizliği konusu gündeme geldiğinde şu sözleri sarf etmişti: “Bu tabii ki bir sınıf savaşı, fakat benim sınıfımın, zenginlerin sınıfının savaşı ve biz kazanıyoruz.68”

Occupy Wall Street çağrısı ile başlayan hareket işte bu %1’in sınıf savaşına karşı bir sınıf savaşıydı. İşgalin hemen ekonomik kriz anında değil de 2011’de olmasının en önemli nedeni 2008’de henüz Başkanlık koltuğuna oturan Obama’nın krize nasıl yanıt vereceğinin beklenmesiydi. Bush yönetiminin savaş ve ekonomi politikalarına karşı daha barışçıl ve sosyal politikalar öneren Obama’nın, krizin faturasını işçilere değil şirketlere ödetebileceği beklentisi vardı. Ancak bu beklenti kısa sürede dağıldı. Tüm dünyada Ortadoğu Devrimleri ve Öfkeliler Hareketi ile başlayan meydan işgalleri, Amerika’da da occupy hareketini tetikledi.

Occupy’dan hemen birkaç hafta önce Wiskonsin kamu emekçilerinin ve Verizon telekomünikasyon işçilerinin grevleri işçi direnişlerini başlatmış oldu. Wiskonsin Valisi radikal sağ Tea Party üyesiydi. Vali’nin kamu çalışanları sendikalarına yönelik saldırısı işçileri meydanlara döktü. Toplu görüşme hakkına yönelik saldırıya karşı 100 bin kişi sokağa indi. Valilik binasını iki hafta boyunca işgal eden işçiler eylemlerinde Tahrir’e selam gönderiyorlardı. Cumhuriyetçi Parti’nin sözcüleri kalabalığı Öfkeliler kalabalığına benzeterek buna izin veren Obama yönetimini suçlarken, Demokratlar ise eylemleri Tahrir’e benzeterek Vali’nin uygulamalarına karşı çıkıyordu. Dev bir telekomünikasyon şirketi olan Verizon’da ise sendika üyesi 45 bin işçi Ağustos ayında, ülke çapında greve gitti. ABD’nin en büyük telekomünikasyon şirketlerinden biri olan Verizon, ekonomik krizi bahane ederek işçilerin emeklilik ve sağlık sigortası haklarında değişiklik talep ediyordu. İşçiler ise iki hafta boyunca greve giderek şirkete meydan okumuşlardı69.

Bu öncü mücadeleler işgal hareketini tetiklemekle birlikte, Occupy Hareketi’nin ortaya çıkışında, önceki meydan işgalleri dalgalarından farklı olan birtakım gelişmelere de yol açtı. Ortadoğu Devrimleri gerçekten kendiliğinden patlamışken, Öfkeliler Hareketi sosyal medya ağlarının çağrıları ile başlamıştı. Occupy ise daha organize bir şekilde gelişti. Aslında ilk işgal Haziran’da yani 15M ile Öfkeliler Hareketi’nin başlamasından hemen birkaç hafta sonra Bütçe Kesintisine Karşı New Yorklular hareketi tarafından başlatıldı. 100 kişi kadar olabilen bu grup genişleyemese de, belediye önündeki kamp alanında bir meclis kurmuştu. Adbusters isimli bir dergide esas Wall Street’in işgal edilmesi gerektiğine yönelik yayınlanan yazı aktivistleri hareketlendirdi. Bu küçük grup yaz boyunca işgal hazırlıkları yaptı. Adbusters aslında Kanadalı online bir yayın olmakla birlikte editör Kalle Lasn’ın belirttiğine göre Tahrir’den çok etkilenen bir gruptu. Şirketlerin demokrasiyi ele geçirmelerine karşı, dünyanın finans merkezi Wall Street’in işgal edilmesi gerektiğini söylüyordu. 17 Eylül için ilan ettikleri işgali internetten yaygın şekilde duyurmaya başladılar. Hazırladıkları afişlerden biri olan, Wall Street’in sembol boğasının üzerinde dans eden balerin posteri, sembol haline geldi. Belediye önünde toplanan aktivistler bu çağrıyı sahiplenerek eyleme hazırlık yaptılar.

17 Eylül günü için yaptığı çağrılarda Adbusters 20 bin kişi bekliyordu, ancak o gün sadece bin kişi işgale katıldı. Hareketin yayılması zaman aldı. 22 Eylül’de Georgia eyaletinde idam edilen Troy Davis isimli siyah Amerikalı için ertesi gün New York’da bir araya gelen ırkçılık karşıtı 1000 kadar kişi yürüyüşlerini kamp alanında sonlandırdı. Bu grubun içerisinde çok sayıda yoksul siyah ve işçi bulunuyordu. İşgalciler bu gibi hareketlerle ilişkilenebilmek için İşçi Destek Komitesi kurdu ve New York’taki sendikalara çağrı yapmaya başladı. Ancak hareketi tetikleyen esas olay 24 Eylül’de yaşandı. Aktivistlerin yapmak istediği yürüyüşe polisin şiddetle saldırması, özellikle de hiçbir şey yapmayan kadın aktivistlerin suratlarına sıkılan biber gazı, öfkeli gençleri işgal alanına yönlendirdi. İşgal alanındaki Genel Meclis’te yapılan konuşmalarda işgale neden katıldıklarını anlatan yeni aktivistler şu nedenleri sıralıyorlardı: Evlerinin ipotek edilmesi, aşırı yükselen öğrenci kredileri, ilaç pahalılığı, işten çıkarmalar.

Bu tarihten itibaren öğrenci ve işsizler kampta geceleri de kalırken, işçiler işe gitmeden önce veya işten sonra kampa uğramaya başladılar. İşgaller hızla ülke geneline yayıldı. Aktivistler işyerleri önünde eylemler yapmaya başladı. Önce Liman İşçileri Sendikası ardından diğer sendikalar işgale destek vermeye başladılar. İşgale destek veren 700 kadar kişinin Brooklyn Köprüsü’ndeki eyleminde gerçekleşen polis saldırısı, sendikaların da arasında olduğu 20 bin kişi tarafından protesto edildi. 15 Ekim’de Öfkeliler Hareketi tarafından ilan edilen küresel eylem gününde sadece Times Meydanı’nda 100 bin kişi biraraya geldi. Hareketin tepe noktasında, Zucotti Park onbinlerce insanı ağırlıyor, 100’den fazla çalışma grubunun toplantılarına her hafta 5000 kişi aktif olarak katılıyordu.

Hareketin önemli dönemeçlerinden biri Ekim sonunda Occupy Oakland’da yaşananlardı. Occupy Wall Street ülkenin en beyaz ve temiz yerinde sürerken, Oakland işgali siyahların ve Latinlerin çoğunlukta olduğu, ücret kesintilerinin yaşandığı, işsizliğin yüksek olduğu ve devlet baskısının yüksek olduğu bir bölgedeydi. İşgalciler kamp alanına 2009 yılında polis tarafından öldürülen siyah Amerikalı Oscar Grant’ın adını vermişti. Eyalet kolluk güçleri 25 Ekim’de çok ağır bir şiddet dalgasıyla işgalcilere saldırdı. Ertesi gün meydanı tekrar alan aktivistler, genel mecliste genel grev kararı aldılar. Grevi örgütleyebilmek için sendikalarla ilişkiye geçtiler. Grevi gerçekleştiremeseler de eylem gününde sendikalarında katılımıyla 20 bin kişi sokağa indi. 6 bin liman işçisi limanı kapattı. Bu Occupy Hareketi’nin örgütlü işçi sınıfı ile kurduğu en önemli bağ oldu. Irkçılık ve işçi sınıfının sorunları iç içe geçti70.

Occupy Denver ise işçi düşmanı Walmart mağazalar zincirini işgal etme çağrısı yaptı. Bir bildiri yayınlayan hareket Walmart’ın sendika kırıcı uygulamalarını, işçileri köleleştirmesini ve tüm dünyayı %1’in çıkarına metalaştırmasına karşı işgal çağrısı yapıyordu71.

Occupy Hareketi’nin şirketleri ve sistemi hedef alan sloganları ve militanlığı 1999 Seattle olaylarında olduğu gibi örgütlü işçi sınıfı üzerinde de olumlu bir etki yarattı. Örneğin hemen Kasım ayında Ohio eyaletinin Cumhuriyetçi Valisi’nin kamu çalışanlarının grev yapmasını yasaklayan ve toplu sözleşme haklarını kısıtlayan yasa tasarısına karşı occupy aktivistlerinin de içerisinde yer aldığı Biz Ohio’yuz koalisyonu, sendikalardan da destek alarak yasayı durdurmayı başardı. New York’ta 1 Aralık’ta New York İşçi Konseyi tarafından ekonomik gidişata karşı yapılan eyleme 20 bin kişi katıldı. Son on yılda sadece 17 grevin yaşandığı ülkede 2011 yılında yaşanan grev, gösteri, işgal ve işçi eylemleri genç bir işçi kuşağının mücadele isteğini göstermekle birlikte, bu istek sendikalaşmaya yansımadı72.

Zucotti Park’ta süren birkaç aylık işgal ve parkta gerçekleşen meclis toplantılarının ardından park, polis saldırısı ile boşaltıldı. Hareketin etkin bir organizasyon oluşturamaması, direnişi ve sonrasında kitle protestolarını örgütlemeyi zorlaştırmıştı. Hareket toparlanabilmek için 1 Mayıs’ta genel grev çağrısı yapsa da başarılı olamadı.

Occupy Hareketi’nin ABD’den İngiltere, Güney Kore, Fransa ve daha onlarca ülkeye yayılması küresel ölçekte bir hareketlilik yarattı. Henüz kitleselliğini korumakta olan İspanya’nın 15M hareketi bu gelişmelerden güç alarak meydan işgalinin beşinci ayı için (15 Ekim 2011) bir uluslararası eylem günü ilan etti. Küresel eyleme büyük katılım oldu. “#KüreselDeğişim için Birleşelim” sloganı ile yapılan çağrılarda küresel kapitalizme ve şirketlerin demokrasi üzerindeki tahakkümüne karşı birlikte eylem çağrısı yapıldı. 82 ülkeden 951 şehirde eylemler gerçekleştiği duyuruldu73. En kitlesel eylemler Madrid’te 500 bin, Roma’da 200 bin ve Valensiya’da 100 bin kişi ile gerçekleşti. Diğer şehirlerde binler hatta bazılarında birkaç on kişilik küçük eylemler oldu. İkinci küresel eylem günü ise Occupy Hareketi tarafından 12 Mayıs 2012’de ilan edildi. Şirketlerin açgözlülüğüne, yolsuzluğu, insan hakları ihlallerine ve polis şiddetine karşı yapıldı eylem çağrıları yapıldı. Bu küresel eylem çağrılarının sonucu olarak 14 Kasım 2012’de Avrupa Sendikalar Birliği Konfederasyonu, kemer sıkma politikalarına karşı Avrupa Eylem ve Dayanışma Günü ilan ederek, çoğunlukla Güney Avrupa ülkelerinde işçilerin meydanlara inmesini sağladı. 14 Kasım’da İspanya ve Portekiz’de genel grev, Yunanistan’da ise 3 saatlik iş bırakma eylemi gerçekleşti. Onbinler kent meydanlarını doldurdu74.

Occupy Hareketi’nin merkezinin ABD olması çok önemliydi. 2008 finans krizi ABD’den başlayarak dünyaya yayılmıştı ve Amerikan işçi sınıfının mücadele düzeyindeki düşüklük, tüm dünyada kemer sıkma politikalarına karşı mücadele edenleri zor durumda bırakıyordu, çünkü dünyanın en büyük kapitalist ve emperyalist gücü krize rağmen neoliberal politikalarda ısrar ediyor, tüm dünyaya kemer sıkma politikalarını dayatıyordu. Ancak bu sessizlik sistemin sorgulanmadığı anlamına gelmiyordu. Obama’nın ilk yılına denk gelen krizin ilk toplumsal sonucu Tea Party adıyla yeni radikal bir sağ partinin kurulması olmuştu. Occupy Hareketi öncesi ABD medyasının ana gündemi iki partili sisteme meydan okuyarak düzeni (establishment) sorgulayan ve sağ politikalarla çıkış öneren Tea Party iken, occupy ile ana gündem %99’un %1’e karşı mücadelesi oldu.

ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan, dünyanın en güçlü kapitalist ve emperyalist devleti olarak çıkmıştı. Tüm dünyada üretiminin tek başına %50’sini gerçekleştiriyordu. Takip eden 25 yıl boyunca ABD ekonomisi büyümeye devam etti. 1945’ten 1975’e gelindiğinde saatlik ücretler %250 artmıştı. 1960 yılında nüfusun %60’ı ev sahibiydi. Yaşam kalitesi artıyor, sosyal hizmetler genişliyordu75. Ancak neoliberal dönemde hem ABD ekonomisi eski gücünü kaybetti hem de işçilerin gerçek ücretleri ve yaşam standartları düştü. Occupy Hareketi böyle bir dönemde %1’e karşı sokağa indi. Demokrat Parti’nin Başkan adayları arasında hızla yükselen Bernie Sanders, occupy aktivistlerine ve onların ülke genelinde kurduğu ağlara dayanıyordu. Sanders, bu ağlar üzerinden Amerikan tarihinin en radikal sol kampanyalarından birini yapabildi. ABD’nin yapısal ekonomik krizinin çözülemiyor olmasının yanında, Trump yönetimi altında politik krizlerin de arka arkaya yaşanıyor olması, bize occupy ile mücadeleye giren genç öğrenci ve işçi kuşağının, potansiyel olarak yeni bir hareket başlatabileceğini gösteriyor.

 

Kimdi meydanları işgal edenler?

2008’de başlayan küresel ekonomik kriz ile krize neden olan şirketler, trilyonlarca dolarlık bütçelerle kurtarılıp, faturası işçilere kemer sıkma politikalarıyla dayatılmıştı. Bu politikalara karşı biriken toplumsal gerilim 2011’de patladı. Kent hareketlerinin kendilerini “öfkeliler”, “geleceksiz gençlik”, “biz %99’uz” şeklinde tanımlaması ve Ortadoğu Devrimleri’nde büyük isyan günlerine “onur günü”, “öfkelenme günü” isimlerinin verilmesi, devrimlerin “özgürlük” ve “haysiyet” devrimi olarak tanımlanması sisteme, adını koymak gerekirse kapitalizme karşı biriken öfkenin dışavurumuydu. Dünya çapında genç bir işçi kuşağının politik olarak radikalleştiğini, ancak bu radikalliğe uygun düşen bir örgütlenme pratiği ortaya koyamadıklarına şahit olduk.

1848 devrimlerinde, 1917 Sovyet devriminde ve 1968 devrimlerinde olduğu gibi 2011’de de devrimler ve isyanlar hızla dünyaya yayıldı. Bütün bu devrim ve isyan dalgasının ortak yanı ekonomik ve politik krizlerin bir arada yaşandığı dönemlerde gerçekleşiyor olmasıydı. Bu hareketlerin her birinde hareketin ana karakteri sistem karşıtlığı ve ana bileşeni genç işçilerdi. Sovyetlerin kurulduğu ülkeler hariç, diğer bütün devrimlerde kitle gösterileri ve barikatlar, hareketlerin en yaygın kullanıldığı kolektif eylem repertuarıydı. Küçük burjuvazi ve öğrenciler bu hareketlerin hepsinin içerisinde yer alıyordu. 1848, 1917 ve 1968 ayaklanmalarının her biri aniden ve kendiliğinden patlak verirken hiç birinde net bir liderlik yoktu. Fakat her birinde örgütler vardı. 2011’de yükselen küresel antikapitalist hareket için de bunların hepsi geçerliydi. Sadece sol örgütlerin hareket içerisindeki varlığı, diğerlerine göre daha zayıftı, çünkü önceki dönemlerin aksine bu kez radikal sol tüm dünyada örgütsel olarak çok zayıfken bu harekete yakalanmıştı. 1999’da Seattle’da ortaya çıkan antikapitalist hareketin de 2011’de yaşananlar üzerinde büyük etkisi oldu. O dönemde de antikapitalist hareketin aktivistlerinin ve bileşenlerinin tamamı antikapitalist değildi, ancak hareket kapitalizmin temel işleyişini hedefine aldığı için antikapitalist bir karaktere sahipti. O gün de hareketin en geniş kesimi devrimcilerden değil reformistlerden oluşuyordu. Ancak hareket neoliberal kapitalizmin hegemonyasını dağıtmıştı. Sonrasında Dünya Sosyal Forumları’nda sendikalar ve toplumsal hareketler, birlikte tartışan ve hareket eden platformlar oluşturabilmişti. Ancak o dönemde kapitalizm büyümeye devam ediyordu. 2008 krizinin ardından ise yeni bir antikapitalist hareketin yükseldiğine şahit olduk. Fakat bu kez kapitalizmin krizinden geçilmekte olduğu için hareketin hedefi sadece kapitalizm ve şirketler değil, şirketlerden yana tavır alan düzen partilerinin tamamı da hedef tahtasındaydı. Bu durum radikal solun ve sağın, merkez partilerinin yerini almasını ya da sarsmasını sağladı.

Ortadoğu’da daha sonra kaybedilse de politik devrimler yaşanırken, Öfkeliler ve Occupy Hareketleri antikapitalist bir içeriğe sahip olan ama devrimci olmayan, radikal demokrasi yani radikal reformlar talep eden hareketler olarak ortaya çıktı. İspanya’da Podemos ve Yunanistan’da Syriza gibi radikal sol partilerin yükselişi, İngiltere’de Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi başkanlığına gelmesiyle yüzbinlerce genç occupy aktivistinin partiye dolması, ABD’de Demokrat Parti başkanlığına Amerikan siyasi tarihinin en solcu isimlerinden Bernie Sanders’ın aday olması ve occupy hareketinin bu kampanyanın başını çekmesi bu durumun sonucuydu. Sokak büyük yığınları radikal sol fikirlere kazanıyordu.

Üç dalga halinde gelişen hareketin enternasyonalist yönü de son derece önemliydi. İşgaller birbirinden ilham alarak ülkeden ülkeye yayılıyordu. Wall Street’te işgal edilen Zucotti Park’ın adı Özgürlük yani Tahrir Meydanı olarak değiştirildi, İsrail’deki aktivistlerin ellerinde “Tahrir Tel Aviv” dövizleri vardı76, Madrid’in Puerta del Sol Meydanı’nda Mısır bayrakları dalgalanırken, Barcelona’da meydan İzlanda, Filistin ve Tahrir isimleri ile üç gruba/mahalleye bölünüyordu77.

Tüm meydan işgallerinde ulusal bayraklar yer aldı. Tüm meydanlarda hareket içerisinde en sağdan en sola politik gruplar yer aldı. Kitleler mücadeleye taşıdıkları fikirler, üyesi oldukları örgütler ve alıştıkları mücadele biçimleriyle girdiler, ancak mücadele sürecinde hemen her yerde radikal fikirler hızla yayıldı. Tüm meydan işgalleri ekonomik ve politik talepleri iç içe yaşıyordu. İş, ekmek ve zam taleplerine özgürlük, haysiyet, demokrasi talepleri ekleniyordu.

Yukarıdaki tüm eylemlere bakıldığında ekonomik ve politik taleplerin iç içe geçtiğine ve genel bir sistem sorgulamasının var olduğuna şahit oluyoruz. Hemen her yerde ekmek ve iş taleplerinin varlığı hareketin sınıfsal içeriğini ortaya koyuyor. Her yerde grevlere neden olmayışı ise, sınıfın örgütlenme sorununa denk düşüyor.

Meydanların prekarya ve orta sınıf karakterine vurgu yapanlar, genelde hareketlerin örgütsüzlüğüne ve programsızlığına olumlu bakıyorlar. Özellikle çokluk teorisi, herkesin biraradalığına ve meydanda yeni bir kimliğin oluşumuna odaklanıyor. Oysa meydan işgalleri sonrası yaşananlar (kemer sıkma politikalarına devam edilmesi ve sağın seçim zaferleri) meydan işgallerine katılanları dahi bu fikirden örgütlenme ihtiyacına evriltti. Podemos, Syriza, Sanders ve Corbyn örnekleri yüzbinlerce aktivistin örgütlenmeye ihtiyaç duyduğunu gösterdi. Meydanlarda radikalleşenler, radikal sol ve radikal sağ partilerde kutuplaştı. Bu kaçınılmaz olandı. Hepimiz biraradayız anlayışı sonsuza dek süremezdi.

Her toplumsal hareket geride ilişkiler ağı bırakır. Bu ağlar, hareketler dağılsa bile deneyimleri ile yeni bir fırsatı bekler. ABD’de Bütçe Kesintilerine Karşı New Yorklular aktivistleri, Occupy Wall Street’in öncüleri oldular. Occupy aktivistleri ise 15 Ekim’deki küresel eylem gününün örgütçüleri ve sonrasında Sanders kampanyasının temeli oldular. İngiltere’de 2009 yılında çok sayıda şehirde kurulan İklim Kampları aktivistleri, Occupy Londra’nın da öncü aktivistleriydi. Bu hareket İşçi Partisi’nin başına Jeremy Corbyn’in geçmesini sağlayan kitle hareketinin de temeli oldu. Mısır devriminde hareketin defalarca dağıldığına ve tekrar meydanlara indiğine şahit olduk. Ordunun karşı devrimi ile bugün bir kez daha dağılmış gibi görünse de bir diktatörü, ardından yönetimi devralan cuntayı, ardından da ciddi bir oyla seçilen Müslüman Kardeşler hükümetini deviren, bunu yaparken çok sayıda grev, işgal ve gösteri düzenleyen milyonlarca işçi ve aktivist, o günleri unutmuş değiller. İspanya’da 15M hareketinin forumları sönümlendikten sonra da, aktivistlerin ağları ve çeşitli platformları var olmayı sürdürdü. Meydan işgalinden üç yıl sonra bu küçük ağlarda başlayan örgütlenme ve program tartışması, ülkenin iki partili sistemini dağıtan Podemos’un kurulmasına yol açtı.

Onlarca ülkede sokağa çıkan milyonlarca insanın, politik olarak en ileri kesimleri tarafından kurulan ve sürdürülmekte olan bu ilişkiler ağının lidersizliği çokça vurgulandı. Dünyanın birçok ülkesinde meydan işgalleri sürerken olumlanarak anlatılan lidersizlik durumu, aslında bir sınıfın hegemonyasının kurulamadığı, liderliği alamadığı, amorf durumu temsil ediyordu. Niceliksel kalabalığı oluşturan işçiler sayıca yine kalabalık olan öğrenci ve küçük burjuva kesim üzerinde hegemonya kuramadığında, hareketler net politik talepler ortaya koyamadı ve hareketi meydanlardan işyerlerine çeviremedi. Olumlanarak anlatılan lidersizlik sadece bir örgütün liderlik etmediği anlamında kullanılmıyordu çünkü tarihte milyonların kendiliğinden ayaklanmaları zaten genelde bir örgütün liderliğinde gelişmez. Ancak burada bir tür sınıflar koalisyonu olduğuna vurgu yapılıyordu. Prekarya ve orta sınıf teorisyenleri bile hareketin diğer sınıflardan ve öğrencilerden oluştuğunu anlatıyordu. Bu gruplardan birinin liderliği alamaması sonucu, hareketler somut bir strateji belirleyemediler.

Gençlerin özellikle de üniversite öğrencilerinin kitle hareketleri içerisindeki kalabalığı “orta sınıf ” tartışmalarının merkezinde yer aldı. Oysa neoliberalizmin son birkaç on yıldır vaat ettiği “diploma, iyi bir iş, iyi bir yaşam” kapitalizmin geldiği noktada gerçekleştirilemiyor. 1950’lerden sonra gerçekten genç işçi kuşakları ailelerinden daha iyi bir gelire ve yaşam standartlarına sahipken, artık dünya genelinde aksine bir eğilim var. İşçi hareketi tarihinde genç işçiler ve işsizler, her zaman en önde mücadeleye kitlesel olarak atılanlar olmuştur. Öğrenciler ise zorunlu eğitim sistemine geçildiğinden beri sistematik olarak işçi sınıfının yüksek eğitimli kesimini oluşturuyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlaşan üniversite eğitimi, artık bir ayrıcalık yaratmaktan öte öğrenci ve genç işçi-işsiz arasındaki sınırı inceltti. Kentlerde diplomalı genç işçiler, üniversite öğrencileri ve diplomalı işsizlerle aynı sosyal yaşamı paylaşıyor. Dolayısıyla öğrencilerle sınıf arasındaki ilişkiyi keskin bir şekilde ayırmak giderek güçleşiyor. Ancak bu elbette öğrencilerin aileleri dolayısıyla, farklı sınıflara mensup olan bir toplumsal kesim olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Tabi, bunun yanında diploma sahibi olanların büyük çoğunluğu artık ücretli çalışan olarak iş hayatına katılıyor. Eskiden mühendis olmak özel bir vasıftı. Bir mühendis iş hayatına doğrudan yönetici konumda başlayabiliyor veya hızla kendi işini kurabiliyordu. Günümüzde genç mühendisler de diğer bölümlerden mezun olanlar gibi oldukça aşağıdan iş yaşamına giriyor. Bu diplomalı işçilerle diplomasız işçiler arasındaki çizgilerin zayıflamasına yol açıyor. Üstelik diplomasız genç işçi kuşakları da artık kentleşmenin getirdiği yaşam biçimine uygun olarak diplomalılara çok benzer bir sosyal yaşam içerisinde. Cafeler, gece hayatı, sosyal medya kullanımı, giyim tarzları ve ilgi alanları aradaki kültürel farkları azaltıyor.

Bugün küresel düzeyde giderek bir birine daha fazla benzeyen bir işçi sınıfından bahsediyoruz. Artık diplomalı olmasa da yabancı dil bilmese de aktif olarak sosyal medyayı kullanan, dünyada yaşananlardan haberdar olabilen bir işçi sınıfı var. Beyaz yakalı çalışanların emek süreçlerinde maruz kaldığı vasıfsızlaşma ve güvencesizleşme onları mavi yakalı çalışanlarla benzer konuma sokuyor ve ortak talepleri dile getirmek beyaz yakalı çalışanların sayıca az ve görece prestijli konumlarının bulunduğu döneme göre çok daha kolay bir hale geliyor. Üstelik kapitalizmin küresel krizi tüm dünyada işçileri özellikle de neoliberal dönemden öncesini hiç yaşamamış olan genç işçileri çok daha bir birine yaklaştırıyor.

 

Neden meydanlar işgal edildi?

Peki, kent hareketlerini oluşturan kalabalıkların büyükçe bir kısmı genç işçi sınıfından oluşurken neden genel grev ve işyeri işgali gibi mücadele yöntemlerini başlangıçta tercih etmediler? Chris Harman 1981’de İngiltere’yi sarsan kent isyanları hareketi sırasında bu duruma işçi sınıfı örgütlerinin etkinliği üzerinden yanıt veriyordu. Kapitalizm öncesinde isyanlar oldukça yaygındı çünkü köylüleri biraraya getiren örgütler mevcut değildi. Öfkeleri isyan patlamaları halinde ortaya çıkıyordu. Kapitalizm ile birlikte işçi sınıfı sendikaları ve grevleri keşfetti. İsyanların yerini organize kitle gösterileri ve grevler aldı. Ancak 1968’den sonra kent hareketlerinde yine isyanlar yükselmeye başladı. Harman bunun iki nedeni olduğunu söylüyordu. Birincisi, grevlerin tek başına işçi taleplerinin kazanması için yeterli olmaması. İkincisi ise işçilerin sendikalara olan güvenlerini kaybetmeleri78.

2011’de yaşanan meydan işgalleri Harman’ın bahsettiği bu iki durumun sonucuydu. İşçi sınıfı örgütlerinin görece güçlü olduğu Yunanistan’da çok sayıda genel grev yaşanabiliyor olmasına karşılık grevlerin hükümetlerin kemer sıkma politikalarını durdurmaya yetmemesi sonucu meydan işgalleri gerçekleştirildi. Ortadoğu’da ve Occupy Hareketi’nde ise sendikaların işlevsiz olması başka bir mücadele yöntemini öne çıkardı. Bir tek Mısır’da meydan işgali işçi sınıfının özgüven kazanmasına ve genel grev örgütlemesine olanak sağlayabildi. Buradan da yeni bir sendikal hareket yükselebildi.

Öfkeliler ve Occupy isyanlarında genç işçilerin devletin tüm baskısına rağmen meydanlarda kalmalarını en iyi Harman’ın şu cümleleri özetliyor:

“İsyanlara katılanların birçoğu için bu, hayatlarının en büyük deneyimlerinden biri olacaktı. İsyanlar, grevlerin bile ötesinde, çoğunlukla yalnız, atomize, sıkıcı bir hayatı sürdüren insanlara dayanışmayı, kolektif gücü, yalnızca kendilerine verilenle yaşamak yerine toplumun işleyişini değiştirebilme deneyimini kazandırdı. Bu nedenle büyük isyanlardan sonra, katılımcılar ve izleyiciler, kendi taraflarındaki kayıplar her zaman polislerden çok daha fazla olmasına rağmen, olanlardan çok nadiren pişmanlık duyar.”79

Ortadoğu Devrimleri özelinde isyanın şiddeti ve talepleri çok daha radikaldi. Yine Harman’ın analizinden gidecek olursak; “İsyancıların gücü, polisleri sokaklardan sürme ve baskının sembollerini yıkma kabiliyetinde yatıyor. Ancak kontrol altına aldıkları sokaklar, yoksulluğun sokaklarıdır. Eski toplumun bir kısmını yıkabilirler, ancak yenisini inşa etmek için gereken araçlara sahip değillerdir.”80

Kent meydanlarında buluşan farklı sınıflar ve işçi sınıfının farklı sosyolojileri, (mavi yaka, beyaz yaka, göçmen vb.) meydandan sonra kendi yaşamlarına geri döndüler. Oysa aynı insanlar tüm farklılıklarına rağmen bir işyerinde göçmen temizlikçi, mavi yaka işçi, beyaz yaka ofis çalışanı birlikte çalışmaya devam ediyordu. Dolayısıyla mücadeleyi meydanlardaki birliktelikten işyerlerindeki birlikteliğe taşımak, hareketlerin kalıcı kazanımlar elde etmesinin ve bir sol alternatif oluşabilmesinin tek yoluydu.

Kent hareketleri ve özellikle öğrenci hareketleri anlık patlamalar ile güç ilişkilerini sarsabilirler. Bu patlama anlarında strateji ve taktiği önemsemeyebilirler. Kitle kalabalığı iktidarı devirmeye yetecekmiş gibi görülür veya iktidar umursanmaksızın istenen yeni toplumu pratikte inşa edebileceklerine inanırlar. Ancak gerçek bir değişim için örgütlenmeye, iktidarın atacağı adımlara karşı taktiklere, sınıfın henüz eylemlere katılmayan bölümlerini kazanmak için stratejilere ve kapitalizmi yıkmanın tek yöntemi olan işyerleri kontrolünü sağlayabilmek için işyerlerinden yükselen örgütlere ihtiyaç vardır. 1968’de yaşananlar, bunlar gerçekleşmediğinde kapitalizmin kendini restore edebildiğini, hatta neoliberalizmin ortaya çıkışında olduğu gibi karşı saldırıya dahi geçebileceğini gösteriyor.

Bir kez daha hatırlatmakta fayda var ki meydan işgalleri ekonomik ve politik talepleriyle işçi sınıfının özellikle genç kesiminin gelecekten ve sistemden umutsuzluğunu temsil ediyordu. Hareketlerin çaktığı kıvılcım hızla işçi sınıfının örgütlü kesimlerini de harekete geçirdi. Grevler, kent meydanlarında kurulan mahalle ve sosyal medya ağları sayesinde, örgütlü işçilerden çok daha büyük sayıda insanı meydanlarda buluşturuyordu. Yunanistan’da kriz başladığından beri, meydan işgali sonrasında ise radikal bir şekilde artarak, 29 genel grev yaşanmıştı. İspanya’da uzun bir aradan sonra 2010 Eylül’ünde genel grev yaşanırken, 15M hareketinin tetiklemesiyle dört genel grev ve yüzlerce gösteri, işgaller ve grevler yaşandı. Portekiz’de 22 yıl aradan sonra ilk genel grev kemer sıkma politikalarına karşı 2010 Kasım’ında yaşanırken, grevin tetiklediği kitle gösterileri meydan işgallerine, meydan işgallerinin tetiklediği sistem karşıtlığı ise iki yılda iki genel greve evrildi.

14 Kasım 2012’de, çoğunluğu Güney Avrupa ülkelerinde, Avrupa eylem günü çağrısıyla uluslararası bir genel grev yaşandı. İspanya ve Portekiz’in meydan işgallerinin güçlü yaşandığı şehirlerinde işçilerin greve yoğun katılımı nedeniyle hayat durma noktasına geldi. Eylemlere Yunanistan’da üç saatlik, İtalya’da dört saatlik grevlerle destek verildi. Belçika’da özellikle demir yolu çalışanları ulaşımı durdururken, Fransa’da 130 şehirde gösteriler düzenlendi81.

2011’de yaşanan kent hareketleri, ekonomik krizin veya durgunluğun da etkisiyle henüz tamamlanmayan süreçler olarak görülmeli. Tüm dünyada hızlı bir şekilde yaşadığımız radikal sola doğru vuran sarkacın, aynı hızla radikal sağa doğru vurması bu yüzden. Ancak bu süreci hala yaşıyoruz. Bu sürecin uzun vadede işçi sınıfı açısından ileriye doğru bir atılımla sonuçlanabilmesi için, hem geçmişin derslerini çıkarmak hem de tüm zorlu koşullara rağmen bugünden örgütlenmek durumundayız.

Ortadoğu devrimleri, Öfkeliler Hareketi veya Occupy Hareketi’ne katılan dünya çapında milyonlarca genç işçi ve öğrenci, bu deneyimlerini unutmadılar. İktidarlara ve düzene meydan okudukları o günlerin hatırası ve özlemini taşımaya devam ediyorlar. Kazanım ve yenilgileriyle çok genç bir işçi kuşağı insanlık tarihinin en kitlesel başkaldırı dalgalarından birini gerçekleştirdi. Çok büyük deneyimler kazanan bu kitleleri meydanlara döken, grevlere götüren nedenler ortadan kalkmadı. Bu mücadelelerin yarattığı ilişki ağları organize bir şekilde olmasa da, var olmaya devam ediyor ve yeni bir mücadele döneminin gelmesini bekliyor.

Lenin “Bir devrimin gerçekleşmesi için genelde ‘aşağı sınıfların› eskisi gibi yaşamak istememesi yetmez, ‘yukarı sınıfların’ da eskisi gibi yaşamaya devam edecek gücü olmaması gerekir82” demişti. 2011 yılı tam da bu şekilde başladı. Ekonomik kriz neoliberalizmin yapısal bir krizine dönüştü ve hala daha o dönemden geçiyoruz. Krizin nasıl çözülebileceği bilinmiyor. Egemenler yeni bir program bulmuş değil, aksine daha kapalı ekonomi politikaları gibi eski reçetelere sarılma eğilimi ortaya çıkabiliyor zaman zaman. Yani kapitalizm küresel bir hegemonya krizinden geçiyor. Egemenler eskisi gibi yönetemiyor. 2011’de yaşanan kent hareketleri de ezilen

%99’un eskisi gibi yaşamak ve yönetilmek istemediğini gösteriyor. Ancak tarihte başarıya ulaşan tek antikapitalist devrim olan Sovyet deneyimi, işçi sınıfının kendi öz örgütlenmelerini ve devrimci partilerini yaratamadığı durumlarda, kendi programını ortaya koyamadığını ve kendi iktidarını egemenlere dayatamadığını da bize gösteriyor.

Kent hareketleri bugün ortaya koyduğu mücadele dinamiğiyle, gelecekte oluşabilecek yeni bir dünyanın kapısını araladılar. Kapının daha ne kadar açılacağı ve içerisinden geçip geçemeyeceğimizi zaman gösterecek. Ancak bu zaman, durup bekleyeceğimiz bir boş zaman değil, geçmişin deneyimleri ile şimdi örgütlenmeye başlayarak geleceği bugünden inşa ettiğimiz, dopdolu bir zaman olmak durumunda.

 

Dipnotlar:

1 Roger Middleton, The British Economy Since 1945, Palgrave Macmillan, 2000, s. 3.

2 David Harvey, Rebel Cities, Londra: Verso,

3 Chris Harman, Zombi Kapitalizm, İstanbul: Marx-21 yayınları, 2012.

4 Julius Gavroche, “Remembering the 6th of december, greece … and beyond: For Alexandros Grigoropoulos”, 2015, http://autonomiorg/2015/12/remembering-the-6th-of-december-greece-and-beyond-for-alexandros-grigoropoulos/

5 The Guardian, “European day of protests and strikes: live updates”, 29 Eylül 2010, https://www.theguardicom/world/2010/ sep/29/european-protests-strikes-budget-cuts

6 http://content.time.com/time/specials/packages/article/0,28804,2101745_2102132,00.html

7 Negri ve Hardt bu konuda yeni bir antikapitalist hareketi başlatan Seattle olaylarında ve Bolivya’nın Cochabamba şehrinde özelleştirme uygulamalarına karşı başlayan isyanda son derece merkezi bir rol oynayan sosyal hareketlerin ve sendikaların rolünü gözden kaçırıyorlar.

8 Çokluk, maddi olmayan emeğin yükseldiği günümüzde, ki buna endüstrileşme sonrası toplum da deniyor, sermayenin kontrolü altına giren tüm sınıflar için kullanılıyor. Buna göre, kapitalizmin ve devletin sosyal yaşamı ürettikleri, işyeri dışında da işçilerin üzerinde etkisini sürdüren güç olan biyo-iktidarın diyalektik karşıtı olarak biyo-politik üretiminin ancak çokluk tarafından gerçekleştirilebileceği iddia edili Biyo-politika üretimi sadece işyerlerinin değil yaşamın her alanının bir direniş alanı olarak görülmesi gerektiğine vurgu yapıyor. Bkz. Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk, Ayrıntı Yayınları, 2011.

9 Michael Hardt & Antonio Negri, “Arabs are democracy’s new pioneers”, The Guardian, 24 Şubat 2011, https://www.theguardi com/commentisfree/2011/feb/24/arabs-democracy-latin-america

10 Enternasyonal Sosyalizm dergisinin birinci sayısında Prekarya kavramını tartışan ve değişen işçi sınıfını anlatan makaleye bakabilirsiniz: Özdeş Özbay, “Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı?”, Enternasyonal Sosyalizm, 2017, s. 100-111.

11 Guy Standing, “Who will be a voice for the emerging precariat?”, The Guardian, 1 Haziran 2011, https://www.theguardi com/commentisfree/2011/jun/01/voice-for-emerging-precariat?INTCMP=SRCH

12 Slavoj Zizek, “The Revolt of the Salaried Bourgeoisie”, 2012, https://www.lrb.co.uk/v34/n02/slavoj-zizek/the-revolt-of-the-salaried-bourgeoisie

13 Andrew Whitehead, “Eric Hobsbawm on 2011: It reminds me of 1848”, BBC, 2011, http://www.bbc.co.uk/news/magazine-16217726

14 Francis Fukuyama, “The Middle-Class Revolution”, The Wall Street Journal, 2013, http://www.novinicom/articles/151957/ The+Middle-Class+Revolution

15 Paul Mason, “Why it’s still kicking off everywhere: The New Global Revolutions”, Londra: Verso

16 Ishac Diwan, “Are the Youth or the Middle Class Driving Change in the Middle East?”, 2012, Konferans tebliğ.

17 Mansoor Muaddel, “The Arab Spring and Egyptian Revolution Makers: Predictors of Participation”, Michigan Üniversitesi, Population Studies Center Araştırma Raporu,

18 Ahmad Mousa Badawi, “Middle class transformations in the Arab World”, Contemporary Arab Affairs, 2014, 246-262.

19 Joel Beinin, “The Middle East’s Working-Class Revolutions?”, The Nation, 24 Ağustos 2011, https://www.thenaticom/article/middle-easts-working-class-revolutions/

20 Chamseddine Mnasri, “Tunisia: the people’s revolution”, International Socialism Journal, Sayı:130, 2011, http://iorg.uk/tunisia-the-peoples-revolution/#130mnasri_23

21 Joel Beinin, 2011, g.e.

22 Joel Beinin, “Egypt’s Workers Rise Up”, The Nation, 17 Şubat 2011, https://www.thenaticom/article/egypts-workers-rise/

23 Donatella della Porta, “Social Movements in Times of Austerity: Bringing Capitalism Back Into Protest Analysis” içinde “The Re-emergence of a Class Cleavage? Social Movements in Times of Austerity”, 2015, s.

24 Sameh Naguib, Mısır Devrimi’nin Dersleri ve Mücadelenin Geleceği, Z Yayıncılık, 2011, s. 18-20.

25 Al Jazeera,    “Timeline:    Egypt’s     revolution”,     14 Şubat 2011, http://www.aljazeera.com/news/middleeast/2011/01/201112515334871490.html

26 Sameh Naguib, 2011, g.e., s. 31

27 Anne Alexander, “The gravedigger of dictatorship”, Socialist Review, Mart

28 Anne Alexander, 2011, g.e.

29 Sameh Naguib, 2011, a.g.e., s.

30 Philip Marfleet, ““Never going back”: Egypt’s continuing revolution”, International Socialism, Sayı: 137,

31 Joel Beinin, “The Rise of Egypt’s Workers”, The Carnegie Papers, 2012, s.

32  A.g.e. s. 8.

33  A.g.e. s. 8.

34 A.g.e. s. 9.

35 Mustafa Ali, “Egypt teachers strike for the first time since 1951”, Ahram Online, 19 Eylül 2011, http://engliahram.org.eg/NewsContent/1/64/21568/Egypt/Politics-/Egypt-teachers-strike-forthe-first-time-since-.aspx

36 Sameh Naguib, “Sectarianism in Egypt one year on from the Maspero massacre”, Socialist Worker, 13 Ekim 2012, www.socialico.uk/art.php?id=29733

37 Gigi Ibrahim, Workers’ Rights in Egypt Stalled Two Years After the Revolution, Vice News, 4 Mayıs 2013, https://www.vi com/en_us/article/gqwaa4/for-labor-in-egypt-little-progess-since-the-revolution

38 Philip Marfleet, “Egypt: The workers advance”, International Socialism, Sayı: 139, 2013, http://iorg.uk/egypt-the-workers-advance/

39 Patrick Kingsley, “Protesters across Egypt call for Mohamed Morsi to go”, The Guardian, 30 Haziran 2013, https://www.theguardicom/world/2013/jun/30/mohamed-morsi-egypt-protests

40 15M hareketinin nasıl Öfkeliler ismini aldığı tam olarak bilinmi Ancak en çok konuşulan açıklamalardan biri Stephane Hessel’in 2010 yılı sonunda yayınlanan “Öfkelenme Zamanı” (A Time for Outrage!) başlıklı kitabı. Eski bir antifaşist direnişçi olan Hessel broşüründe finans kapitale karşı mücadele edilmesi gerektiğini belirtiyor. Kitap Fransa’da 1,5 milyon ve dünya genelinde 4 milyon sattı. Yayınlandıktan sadece birkaç ay sonra İspanyolca, Katalanca, Yunanca, İtalyanca gibi dillere çevrildi.

41 Ignacia Perugorría ve Benjamín Tejerina, “Politics of the encounter: Cognition, emotions, and networks in the Spanish 15M”, Current Sociology,

42 Puneet Dhaliwal, “Public squares and resistance: the politics of space in the Indignados movement”, Interface Journal, 4 (1), 2012, s. 251-273.

43 Carlos Taibo, “The Spanish indignados: A movement with two souls”, European Urban and Regional Studies, 20: 155, 2013, 155-158.

44 Soledad Alcaide, “Movimiento 15-M: los ciudadanos exigen reconstruir la política”, El Pais, 17 Mayıs 2011, https://politielpais.com/politica/2011/05/16/actualidad/1305578500_751064. html

45 RTVE, “Más de seis millones de españoles han participado en el Movimiento 15M”, 5 Ağustos 2011, http://www.rtve.es/noticias/20110806/mas-seis-millones-espanoles-han-participado-movimiento-15m/452598.shtml

46 Andy Durgan ve Joel Sans, ““No one represents us”: the 15 May movement in the Spanish state”, International Socialism, Sayı: 132,

47 İspanyol modeli neoliberal konut edindirme sistemi 2008 krizinden birkaç yıl önce çökmüştü. Hemen her gün 160 kadar insan zorla evlerinden tahliye edili İki yıl içerisinde yüz binlerce genç, kadın ve göçmen evsiz kalmıştı. 2006 yılında bu konut krizi mağdurları Barselona’da V de Vivienda’yı (Diktatörlük altında isyanı anlatan V for Vandetta filmine atfen hareket ‘Konut için V’ adını aldı) kurdu. 2009 yılında ise yine Barselona’da Hipotekten Etkilenenler Platformu (Plataforma de Afectados por la Hipoteca-PAH) kuruldu. Bu hareketin ülke çapında kurduğu mücadele ağlarının 15M çağrısında çok önemli bir rolü oldu. PAH’ın sözcüsü Ada Colau, Barselona’daki Katalan Meydanı’nı boşaltmak için gerçekleştirilen polis baskınında sürüklenerek gözaltına alınmıştı. Colau 2015 yılında Barselona Belediyesi Başkanı olarak seçildi. Daha fazla bilgi için bkz http://www.x-pressed.org/?xpd_article=pah-platform-for-the-mortgage-affected-si-se-puede

48 Magid Shihade, Cristina Flesher Fominaya ve Laurence Cox, “The season of revolution: the Arab Spring and European mobilizations”, Interface Journal, Volume 4 (1), 2012, 1-16.

49 Meydan işgalleri sırasında forumlar ve meclisler Madrid’teki Del Sol meydanında 20’den fazla meclis vardı. Bu meclislerin komisyonları meydanın karar verici oluşumu olan Genel Meclis’e rapor veriyorlardı.

50 Puneet Dhaliwal, 2012, a.g.e., s. 251-273.

51 Joel Sans Molas, “Regime crisis in Spain”, Socialist Review,

52 Andy Durgan ve Joel Sans, 2011, g.e.

53 Joseph Choonara, “The class struggles in Europe”, International Socialism, Sayı: 138,

54 http://www.electionguide.org/countries/id/200/

55 Joseph Choonara, 2013, g.e.

56 Rocamadur, “The ‘Indignados’ Movement in Greece”, 2011, http:// siorg/the-indignados-movement-in-greece/

57 Meydana çağrı yapıldığı sırada sosyal medyada ironik bir paylaşım dolaşıma girdi. Madrid’te onbinlerin işgali altında olan Del Sol Meydanı’nda bir pankart açılmıştı: “şşşşt sessiz olun, Yunanlıları uyandırmayalım”. Bu pankart gerçek olmamakla birlikte Yunanistan’da harekete geçmek gerektiğine yönelik bir çağrı olarak algılandı. Bkz Nikos Sotirakopoulos ve George Sotiropoulos, “Direct democracy now!: The Greek indignados and the present cycle of struggles”, Current Sociology, 61: 443,

58 Nikos Sotirakopoulos ve George Sotiropoulos, “Direct democracy now!: The Greek indignados and the present cycle of struggles”, Current Sociology, 61: 443,

59 Rocamadur, 2011, g.e.

60 Nikos Sotirakopoulos ve George Sotiropoulos, 2013, g.e.

61 Magid Shihade, Cristina Flesher Fominaya ve Laurence Cox, “The season of revolution: the Arab Spring and European mobilizations”, Interface Journal, Sayı: 4 (1), 2012, 1-16.

62 Joseph Choonara, 2013, g.e.

63 Jen Roesch, “The life and times of Occupy Wall Street”, International Socialism, Sayı: 135,

64 Mark Weisbrot, “The Occupy Wall Street Movement: The Real Moral Majority”, CEPR, 2011, cepr.net/index.php/op-eds-&-columns/op-eds-&-columns/protesters-reflect-vast-majority-on-99-percent-of-most-major-issues

65 Megan Trudell, “The Occupy movement and class politics in the US”, International Socialism, Sayı: 133,

66 Daniel Costello, “The Drought Is Over (at Least for CEOs)”, New York Times, 9 Nisan 2011, nytimes.com/2011/04/10/ business/10comp.html

67 Megan Trudell, 2012, g.e.

68 Ben Stein, “In Class Warfare, Guess Which Class Is Winning”, New York Times, 26 Kasım 2006, http://www.nyti com/2006/11/26/business/yourmoney/26every.html

69 Ned Potter, “Verizon Strike 2011: A Sign of the Times as Americans Go Wireless”, ABC News, 9 Ağustos 2011, https://abcnews. com/Technology/verizon-strike-2011-landline-workers-asked-concessions-wireless/story?id=14257451

70 Jen Roesch, “The life and times of Occupy Wall Street”, International Socialism, Sayı:135,

71 Megan Trudell, 2012, g.e.

72 Megan Trudell, 2012, g.e.

73 Maria, “La indignación sale a las calles de todo el mundo el15 de octubre”, 15 Ekim 2011, https://madrid.tomalaplaza. net/2011/10/15/la-indignacion-sale-a-las-calles-de-todo-el-mundo-el-15-de-octubre/

74 Benjamín Tejerina, Ignacia Perugorría, Tova Benski ve Lauren Langman, “From indignation to occupation: A new wave of global mobilization”, Current Sociology,

75 Megan Trudell, 2012, g.e.

76 Benjamin Arditi, “Insurgencies don’t have a plan —they are the The politics of vanishing mediators of the indignados in 2011”, JOMEC, Journal of Journalism, Media and Cultural Studies, 2012.

77 Andy Durgan ve Joel Sans, ““No one represents us”: the 15 May movement in the Spanish state”, International Socialism, Sayı:132,

78 Chris Harman, “The Summer of 1981: a Post-Riot Analysis”, International Socialism, Sayı: 14, 1981, www.marxists.org/archive/ harman/1981/xx/riots.html

79 A.g.e.

80 Chris Harman, “From Riot to Revolution”, Socialist Review, Mayıs 1981, marxists.org/archive/harman/1981/05/riotrev. htm

81 Joseph Choonara, “The class struggles in Europe”, International Socialism, Sayı: 138,

82 Lenin, The Collapse of the Second International, 1915, https:// marxists.org/archive/lenin/works/1915/csi/ii.htm#v21pp74h-212

sosyalizm