Melike Işık
Kadınlara uygulanan baskı, var olan en eski baskı biçimlerinden biri. Sınıflı toplumların ortaya çıkmasına tekabül eden bu ayrımcılık, bugün hâlâ varlığını sürdürüyor ve kadınların özgürlüğünü kısıtlıyor. Cinsiyetçilik işçi sınıfını böldüğü gibi kadınlara dayatılan annelik baskısı, yeniden üretimin kapitalistlerin çıkarlarınca kullanılmasını kolaylaştırıyor. Kapitalizmin ilk döneminde kadınların ev dışında çalışmaya başlaması, onlara nispi bir özgürlük sağlasa da günümüz çalışma hayatının kadınları cinsiyetçi baskılardan kurtardığını söylemek mümkün değildir. Kapitalizmin ilk döneminde işçi sınıfının yoksulluğu ve kadın erkek işlerindeki değişiklikler aileyi yıkıyor gibi göründüyse de bugün aile, kapitalizm için ekonomik önemini koruyor ve ailenin kutsanmasından fayda elde ediliyor.
Kapitalizmin kadınları özgürleştiremediğini görmek için ev ya da iş hayatına şöyle bir bakmak yeterli. Yıllar süren mücadeleye rağmen kadınlar, hala eşit işe eşit ücret taleplerinin karşılığını alamıyor. Hem iş yerinde hem işe alım sürecinde artan oranda taciz ve mobbinge maruz kalıyorlar. Bununla birlikte, çalışıyor olmaları, işçi kadınları çoğunlukla ev işlerinden muaf kılmıyor. Hâlâ çocuk, yaşlı ve hasta bakımı ile ev işleri gibi toplumsallaştırılması gereken işler, büyük oranda kadınların omuzlarında. Bu işler, kadınlara yüklendiği sürece kadınların özgürleşmesi mümkün değildir.
Kadına yönelik baskının kökenleri
Kadınların yüzyıllar boyunca maruz kaldığı baskının kökenlerine ilişkin pek çok farklı yaklaşım var. Bunlardan en basiti ve bugün hâlâ en çok başvurulanı, sorunu kadın ve erkeğin doğası üzerinden açıklayan yaklaşım. Bu düşünceye göre kadınlar doğaları gereği evde kalıp çocuk bakmaya, ev işleriyle ilgilenmeye meyilliyken erkekler çalışmaya, ailesini geçindirmeye ve korumaya meyilli. Erkeğin bu yeteneği, onu ev işlerinden ve hatta evde kendi kişisel ihtiyaçlarını giderme gerekliliğinden muaf tutuyor, hane içindeki tüm işleri kadının omzuna yüklüyor. Bununla beraber, erkeğin emek gücüne katılmasıyla kadın kendi bünyesini aşacağı varsayılan çalışma hayatından “kurtulmuş” ve evinde muhafaza edilmiş oluyor. Zaman zaman emek gücüne katılması teşvik edilse de üretime katkı sağlamak için kadının payına düşen esas görev, çocuk doğurmak ve evin ihtiyaçlarını gidermek.
Bu görüşü savunanlar, tarihin her döneminde bugün insan doğasının bir gereği olarak dayattıkları ailenin var olduğunu iddia ediyorlar. Bu tezin dayandığı keskin cinsiyet ayrımı, antropolojik verilerle büyük bir çatışma içerisinde olmasına rağmen günümüzde halen otoriter sağcı siyasetçiler tarafından en çok benimsenen yaklaşımdır. Böyle bir söylem, kadınları eve kapatmaya, onlara anneliği dayatmaya izin veriyor ve kadınlar üzerindeki baskılarını meşrulaştırmaya yarıyor.
Kadınlara uygulanan baskının kadının ve erkeğin farklı doğasıyla açıklanması hem cinsiyetçiliğin sürekliliğini isteyenlerin hem de bir kesim feministin savunduğu bir görüş. Kadınların baskılanmasını evrensel ve her koşulda geçerli bir gerçeklik olarak ele almak, antropolojik gözlemlerin de yanlış yorumlanmasına sebep oluyor. Pek çok Batılı antropolog, diğer kültürlerdeki kimi pratikleri kendi toplumuna ait kıstaslarla değerlendirerek kendi toplumlarındaki cinsiyetçi baskının kökenini diğer toplumlarda da arıyor. Örneğin Eskimo kadınların erkek ziyaretçilerle cinsel ilişkiye girmesi, kadınların bir hediye olarak sunulması şeklinde yorumlanıyor. Oysa antropolog Eleanor Leacock’un da vurguladığı üzere, böyle bir yorum, kimi cinsiyetçi ön kabullerin bir sonucundan başka bir şey değil.
Kadının baskılanmasının tarihin her döneminde geçerli, önlenemez bir gerçeklik olduğu yönündeki iddia, pek çok ilkel toplumda izlerine rastlanan eşitliği açıklamada yetersiz kalıyor. Zira kadınların baskılanması, insan evriminin çok yakın zamanlarına tekabül eder. Tarih boyunca bir üretim modelinden bir başka üretim modeline, örneğin feodalizmden kapitalizme geçişte, ailede de büyük değişiklikler meydana geldi. Bu değişiklikler, kadının konumunda belirleyici rol oynadı.
Bu yüzden bugün kadınların uğradıkları baskıyı anlamak için söz konusu baskıyı doğuran maddi süreçlere bakmak şarttır. Marksist kuram, bu nedenle, kadının baskılanmasını maddeci bir yaklaşımla ele alır ve böylece bu baskının ortadan kaldırılması için bir strateji ortaya koyar.
Ailenin kökeni
Marx ve Engels, kadınlara uygulanan baskının doğuşunu sınıflı toplumların ortaya çıkmasına dayandırır. Engels’in yazdığı Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabı, Marx’ın ölümünden sonra basılmıştı, fakat bu kitapta Marx’ın etkisi çok büyüktü. Engels’in önsözde belirttiği üzere, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde sunduğu teori, Marx’ın vasiyetiydi.
Engels teorisini temel olarak on dokuzuncu yüzyıl antropoloğu Lewis Henry Morgan’ın Kadim Toplum (1877) ve Bachofen’in Analık Hukuku (1861) eserlerine dayandırdı. Bu çalışmalarla Morgan, ilk defa insanların sosyal örgütlenme evrimini materyalist bir yaklaşımla ortaya koymuş oluyordu. Morgan’ın ortaya koyduğu kimi bulgular bugün geçerliliğini yitirdi, fakat son antropolojik veriler, onun temel evrimsel çerçevesini destekliyor.
Morgan, New York’ta Irokualılarla geçirdiği uzunca bir zamanın sonucunda, onların sahip olduğu akrabalık sisteminin Avrupalılarınkinden farklı olduğunu gözlemlemişti: Irokualılarda soy anneden devam ediyordu. Bu gözlemlerinden de faydalanarak insanların geçimlerini sağlamak için kullandıkları yöntemlerle örgütlenme biçimleri arasındaki bağı açıklayan tezini sundu. İnsan topluluklarını “yabanıllık, barbarlık ve uygarlık” şeklinde üç aşama aracılığıyla açıkladı. Engels de Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde bu aşamaları temel aldı.
Engels, bu eserde aileyi kapitalizmle, üretim biçimiyle ve kadının tarihteki konumunun değişimiyle beraber ele aldı. Eser, kadına uygulanan baskının kökenlerini ortaya koydu ve bu baskının tarihin her döneminde insan toplumlarının bir parçası olduğu tezini çürütmeye yöneldi.
Tıpkı Morgan’ın çalışmaları gibi Engels’in çalışmaları da bugünkü veriler ışığında yeniden gözden geçirildi. Fakat Engels’in sunduğu temel tezler, bugün halen geçerliliğini sürdürüyor. Öyle ki Engels’in çalışması, cinsiyetçiliğin kökenine ilişkin tartışmalarda temel bir yer de edindi. Ondan sonra geliştirilen tezler ya Engels’in tezini destekledi ya da eleştirdi. Ama her halükârda Engels’in çalışması, kadınlara uygulanan baskıya farklı bir perspektifle bakılmasını sağladı.
Engels, kadına uygulanan baskıyı sınıflı toplumların doğuş sürecinin dinamikleriyle birlikte değerlendirdi. Ondan önceki dönemde kadınlarla erkekler arasında bugünkü gibi bir eşitsizlik bulunmuyordu. İlkel komünizm döneminde sınırları keskin bir şekilde çizilmiş tek-eşli bir toplum yapısı da söz konusu değildi.
Sınıflı toplumlara geçiş
İlkel komünizmde var olan bu eşitliği etkileyen temel etmen, üretimdeki değişim oldu. Üretimdeki yenilikler grup üyeleri arasında yeni ilişkiler meydana getirdi. Saban kullanımı, sulama yöntemlerinin ilerlemesi, hayvanların evcilleştirilmesi gibi kimi gelişmeler, ilk kez ürün artığının biriktirilmesini mümkün kıldı. Artığın biriktirilmesi, depolanması, dağıtılması gibi ihtiyaçlar, insanlığı sınıflı toplumlara taşıyan yeni ilişkileri beraberinde getirdi.
İnsanın ilk ataları bundan iki milyon yıl önce ortaya çıktı. Homo sapiens’in tarihi ise yaklaşık 200 bin yıl kadar önceye tekabül ediyor. Artık ürün oluşmasında ve sınıflı toplumlara geçişte önemli bir gelişme olan tarımın ilk formları ise yaklaşık 10 bin yıl önce ortaya çıktı. Yani tarihin önemli bir kısmında insanların depolama yapma, artık ürün elde etme imkânı yoktu. Avcı-toplayıcı olarak geçinen insanlar göçebe bir hayat sürüyor ve hayatta kalabilmelerine yetecek besini elde etmeye çabalıyorlardı. Meyve, bitki kökü ve diğer sebzeleri topluyor, avlanıyor, balık tutuyorlardı.
Hayvancılık sayesinde daha uzun süre yetecek daha çok yiyecek üretilmeye başlandı. Sürü, bugün anladığımız anlamda olmasa da bir çeşit özel mülk haline geldi. Zenginliğin artmasıyla artık yalnız ihtiyaç için değil; depolama ve takas için de üretim yapılmaya başlandı. Başlangıçta bu zenginlik tüm klanla paylaşılıyordu, oysa artık üretim miktarı arttıkça ve bu üretimi sağlayan örgütlenme karmaşıklaştıkça eşitlik bozuldu. Artık üretimin kullanımı için ortaya çıkan yeni yöntemler, bazı insanların tarlada çalışmayı bırakıp gruptaki işleri düzenlemesi zorunluluğunu da beraberinde getirdi. Küçük bir azınlık, diğerlerinden daha fazla varlık sahibi oldu.
Kadının konumunun değişmesine sebep olan en önemli etmenlerden biri cinsiyete dayalı iş bölümüydü. Elbette ilkel komünizmde de kadınlar ve erkekler arasında bir iş bölümü söz konusuydu. Fakat bu, kadın ya da erkekten birini diğerinden üstün kılan bir iş bölümü değildi. Sınıflı toplumlar öncesinde kadınlar üretimde merkezi bir rol oynadığı için, böyle bir eşitsizliğin meydana gelmesi mümkün değildi. Avcı toplayıcı kadınlar, kendi gruplarına gıdanın önemli bir miktarını sağlıyordu. Toplayıcılık yaparken küçük çocuklarını yanında taşıyabiliyorlardı. Üretim ile yeniden üretim arasında keskin bir ayrım yoktu. Sınıflı toplumlara geçişte erkekler saban sürmeyi üstlendi. Saban sürme gibi ağır işler hamile ve emziren kadınlara uygun değildi ve artık yanlarında küçük çocukları taşımaları da tehlikeliydi.
Engels kadının toplumsal üretimden dışlanmasını şöyle açıklıyor:
Birden fazla çifti ve onların çocuklarını barındıran eski komünist hanede, kadınlara yüklenen ev işleri, tıpkı erkeklerin besin elde etmesi kadar umumi ve toplumsal olarak gerekli bir işti. Ataerkil aileyle beraber, dahası tek eşli yalnız aileyle bu değişti. Ev işleri umumi karakterini yitirdi. Artık toplumu ilgilendirmez oldu. Özel bir hizmet haline geldi; kadın, toplumsal üretime tüm katılımdan dışlanarak baş hizmetçi haline geldi.
Daha çok üretimin yapılması, daha fazla doğuma imkân verdiği gibi, nüfusun büyüklüğünü avantajlı bir şey haline de getirdi. Bunun sonucunda, erkeklerin üretimdeki merkezi rolüne karşılık kadınlar da temel olarak yeniden üretimde rol oynadı. Üretimin hane dışına çıkmasıyla, aile üretici gücünü kaybetti, yalnızca yeniden üretimin merkezi haline geldi ve yeniden üretimden sorumlu olan kadınlar eve hapsoldu.
Tek eşli aile
Engels’e göre tek eşli aile, kadının bugünkü konumunu yaratan örgütlenme biçimi oldu: “Tek eşli evlilik tarihte ilk kez ortaya çıktığında kadın ve erkeğin uzlaşması olarak ortaya çıkmadı…Tam aksine. Tek eşli evlilik sahneye bir cinsin öteki tarafından boyun eğdirilmesi olarak sahneye çıktı.”
Zenginlik arttıkça erkeğin konumu gitgide daha önemli hale geldi ve miras sorunu büyük önem kazandı. Bu miras sorunu, babalığın önemini artıyordu. Engels’e göre, tek eşli ailenin doğmasındaki temel etmen, erkeğin sahip olduğu serveti kendi çocuklarına miras bırakma isteğiydi. Bunun için kadının tek eşli olması bir zorunluluktu. Fakat tek eşli evlilik, erkeğin cinselliğini kadınınki gibi keskin sınırlarla kontrol altına almıyordu. Erkeğin tek eşliliği ihlal etmesi kimi zaman utanca kimi zaman onura sebep olan bir anı olarak kalıyordu. Kadının tek eşliliği ihlal etmesi ise sert bir şekilde cezalandırılıyordu. Engels, kadının bu yeni ailedeki konumunu iş bölümü ve sınıf bağlamında ele alıyor:
Benim ve Marx’ın tarafından 1846’da yazılmış, yayınlanmamış eski bir elyazmasında şu kelimeleri buluyorum: ‘İlk iş bölümü erkek ve kadın arasında çocuklar için meydana getirilen iş bölümüdür.’ Ve bugün ekliyorum: Tarihte meydana gelmiş ilk sınıf çatışması, tek eşli ailede kadınla erkek arasındaki uzlaşmazlığın gelişmesine ve ilk sınıf baskısı ise erkeğin kadını baskılamasına tekabül eder.
Özetle tek eşli aile, kadın ve erkeğin aşkının kaçınılmaz bir ürünü olmaktan ziyade, maddi süreçlerin bir sonucu olan ve kadının baskılanmasıyla sonuçlanan tarihsel bir gerçeklikti. Böyle bir aile, kadınlara özgürlük tanıyamıyordu fakat yeniden üretimi sağlayarak üstlendiği ekonomik işlev, onu sürdürmeye yetiyordu.
Otoriter devletler ve kadınlar
Bugün aile, otoriter devletlerde kadınları baskı altına almak için oldukça kullanışlı bir araç haline geldi. Devletler, üremeden istihdama her alanda kadınları baskı altına alıyor. Evlenmeyen, boşanan, çocuk sahibi olmak istemeyen kadınlar hedef haline getiriliyor. Geleneksel aile değerleri kutsanırken kadınların kazanılmış haklarına saldırılıyor. Bunun örneklerini son yıllarda Polonya’da kürtaja karşı gerçekleştirilen kısıtlamalardan Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi gibi cinsiyete dayalı şiddeti önlemeye yönelik sözleşmelerin feshedilmesine kadar pek çok örnekte açıkça görüyoruz.
2020 Ekim ayında Polonya’da yalnızca fetüs kusurları, fiziksel ve ruh sağlığı riski, ensest veya tecavüz gibi durumlarda kürtaja izin veren Kürtaj Yasasına – ki bu Avrupa’nın en katı kürtaj yasasıdır – yeni sınırlamalar getirilmesi gündeme geldi. Mevcut yasa her yıl yaklaşık 200 bin kadını yasal olmayan yollarla ya da yurtdışına giderek kürtaj yapmaya mecbur bırakırken, bu yeni sınırlamalar kadınların hayatı, sağlığı ve özgürlüğü için daha büyük bir tehlikeyi de beraberinde getirdi. Hastaneler, daha yasa ilan edilmeden, doğuştan kusurlu fetüsler için kürtaj yapmayı reddetmeye başladı.
Yeni sınırlamaların gündeme gelmesiyle kadınlar sokağa döküldü. Ülke genelinde, çoğunluğunu gençlerin ve kadınların oluşturduğu yüz binlerce kişi protestolara katıldı. Polonya’da son 30 yılın en büyük protesto hareketi yaşandı. Kürtaj uğruna başlayan bu mücadele, zamanla otoriter hükümetin baskılarına karşı bir insan hakları mücadelesine dönüştü.
Tıpkı Polonya’da olduğu gibi, Türkiye’de de AKP iktidarı kadınların kazanılmış haklarına saldırıyor. Bunların en güncel ve en çok ses getiren örneği, cinsiyete dayalı şiddeti önlemeyi hedefleyen İstanbul Sözleşmesinin feshedilme kararıdır. İstanbul Sözleşmesi uzun zamandır “aileyi tehdit ettiği”, “eşcinselliği özendirdiği” gerekçeleriyle saldırı altındaydı. Sözleşmenin uygulanmaması pek çok kadının korunamamasına sebep olurken, Sözleşmenin feshedilme kararıyla failler daha büyük bir cesaret kazandı. Bu kararın ilanından itibaren pek çok şehirde haklarından vazgeçmeyen binlerce kadın ve LGBTİ+ protestolara katıldı. Hakların geri kazanımı için yürütülen mücadele hâlâ sürüyor.
Otoriter yönetimler hem kadınları hem de LGBTİ+ları baskılıyor, çünkü sürdürmeye çalıştıkları geleneksel tek eşli aile yapısı bunu gerektiriyor. Kadınlar daha çok çocuk yapmaya, ev işlerini ücretsiz bir şekilde sürdürmeye zorlanırken, bu aile için tamamen düşman olarak görülen LGBTİ+lar büyük saldırılara maruz kalıyor. Her ne kadar bu yöneticiler söz konusu baskılar için dini ve geleneksel “hassasiyetlerini” gerekçe gösteriyor olsalar da kadının toplumdaki konumunun ve ailenin günümüz kapitalist toplumlardaki ekonomik önemi düşünüldüğünde, bu baskının “değerlerden” ziyade çıkarlarla ilişkili olduğu anlaşılıyor.
Bununla beraber, pandemi dönemi de dahil olmak üzere, dünyanın pek çok yerinde kadınlar ve LGBTİ+lar otoriter baskılara karşı seslerini yükseltmeye devam ediyor. Hatta bununla da kalmayıp, Polonya örneğinde olduğu gibi, var olan protestolar, otoriter baskılara karşı daha geniş hareketlere dönüşebiliyor. Kadınların, LGBTİ+ların, işçilerin ve toplumun diğer tüm ezilen kesimlerinin bir arada mücadelesi, bu otoriter baskıları durdurma gücüne sahiptir.
Kadınların özgürlüğü
Engels’in kadınlara uygulanan baskının kökenine ilişkin yaptığı çalışma elbette salt tarihsel ve antropolojik bir çaba değildi; Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde kadın cinsinin tarihsel yenilgisini gösterirken aynı zamanda bu yenilgiyi tersine çevirmek için ne yapılması gerektiğini de ortaya koymaya çalıştı. Ona göre, kapitalizm varlığını sürdürdüğü sürece kadının özgürleşmesi mümkün değildi, bu sebeple toplumun geri kalanı gibi kadının özgürleşmesi de özel mülkiyetin ortadan kalkmasına bağlıydı: “Üretim araçlarının ortak mülkiyete dönüştürülmesiyle, tek eşli aile artık toplumun ekonomik birimi olmaktan çıkar. Özel ev idaresi toplumsal bir endüstriye dönüşür. Çocukların bakımı ve eğitimi bir kamu işi haline gelir; toplum tüm çocuklara aynı gözle bakar, meşru olsunlar ya da olmasınlar.”
Engels’in ortaya koyduğu gibi, kadınların konumu üretim biçiminden ayrı düşünülemez. Üretim insanların ihtiyaçları için değil kâr için örgütlendiği sürece özgürlük söz konusu olamaz. Kadının konumunun değişmesi, tüm toplumun değişmesine bağlıdır.
Ancak bundan, reformların beyhude olduğu sonucuna da varılmamalıdır. Sosyalistler, kadın mücadelesini devrime kadar ertelenecek bir mesele olarak görmemeli; devrim için mücadele ederken bir yandan da kadın haklarının korunması için gereken reformları desteklemeliler.
Cinsiyetçilik devrime kadar ertelenemediği için, onunla mücadelenin ertelenmesi, cinsiyetçiliği görmezden gelmek ve kabullenmekten başka bir anlama gelmez. İleride gerçekleşebilecek radikal değişiklikleri gerekçe göstererek kadın hareketine kulaklarını tıkayan bir sosyalizm, o radikal değişimden sonra da kadınlara özgürlük vaat edemez. Bu yüzden, bugün hem cinsiyetçilikle hem kapitalizmle aynı anda mücadele etmek, kadınların özgürlüğü adına bir zorunluluktur.
Kaynakça
Campbell, Sally, 2006, Women’s Oppression. Socialist Worker.
Engels, Friedrich, 2010, Origin of the Family, Private Property, and the State. Çev. M. Harris, Dü., & A. West, Marxists İnternet Archive.
German, Lindsey (2006). Cinsiyet Sınıf ve Sosyalizm., çev. Yıldız Önen, İstanbul: Babil Yayınları.
Harman, Chris (1999). Women and the Rise of Class Division.
Leacock, Elenaor Burke (1971). Introduction to Origin of the Family, Private Property and the State, by Frederick Engels.
Marksist.org, 2020, “Polonya’da kadın isyanı devam ediyor”, https://marksist.org/icerik/Kadin/15003/Polonyada-kadin-isyani-devam-ediyor adresinden alındı
Smith, Sharon, 2012, Kadınlar ve Sosyalizm: Kadınların Kurtuluşu Üzerine Denemeler. çev. E. B. Eratalay, İstanbul: Yordam Kitap.
- German, 2006.
- Leacock, 1971, s. 18.
- Smith, 2012.
- A.g.e.
- Harman, 1999.
- Campbell, 2006.
- Harman, 1999.
- Smith, 2012.
- Engels, 2010.
- Smith, 2012.
- Engels, 2010.
- A.g.e.
- Engels’in ölümünden sonra yayınlanmış olan Alman İdeolojisi’ne referans yapılıyor.
- Engels, 2010.
- Marksist.org, 2020.
- Engels, 2010, s. 40.