Sinan Özbek
Irkçılık günümüzün en sık duyulan, üzerine çok konuşulan, yazılan ideolojilerinden biri. Öyle ki milliyetçilik, cinsiyetçilik tartışmalarını geride bırakıyor. Kuşkusuz bu, bugün yaşanan sosyal olaylarla ilgili bir durum. Irkçılık tartışmasının ve olgusunun böylesine acil bir önem kazanması artık doğrudan göç ve göçmenlik olgusuna bağlanıyor. Bugünü karakterize eden en önemli sosyal hareketlilik, göç gibi görünüyor. Göç ve göçmenlik olgusu da savaşlar ve ekonomik nedenlerden kaynaklanıyor. Ancak göçe ve dolayısıyla göçmenliğe yol açan nedenin kendisi, ırkçılığın nedeni değil. Bunun gibi çoğu zaman hayatını kurtarmak için göç etmiş insanların varlığı da ırkçılığın dolaysız nedeni değil. Yani yabancı olanın yaşanılan ülkeye gelmesi ırkçılığın dolaysız nedeni değil.
Bir ideolojinin neden ortaya çıktığını kavramak, o ideolojiyi anlamanın olmazsa olamaz koşuludur. Bu ise ilk bakışta görüldüğü kadar kolay değildir. Nedenleri, niçinleri bilinmeden ideolojiler üzerinde konuşmak, en iyi ihtimalle gazetelerde okunanları tekrar etmek anlamına geliyor. Bu da çoğu zaman yanlış, yanlı bir düşünce içinde olmaktır. Dahası yaygın düşüncelerden hareket etmek ideolojinin, buradaki tartışma açısından ırkçılığın, savunucusu haline gelmektir. Öyleyse ırkçılığın nasıl ortaya çıktığını araştırmak gerekiyor.
Tarihsel Ekonomik Kökler
Sanıldığı gibi insanlık tarihi boyunca ortaya çıkmış olan her türlü yabancı olanı dışlama, aşağılama pratiği ırkçılık değildir. Irkçılık bir ideoloji olarak 16/17. yüzyılda ortaya çıkıyor. Asıl olarak 16. Yüzyılda İspanyolların Amerika’yı işgal ederken kullandıkları argümanlarda karşımıza çıkıyor. Temellendirme şöyle: İşgale bir engel yoktur çünkü yapılan bir “uygarlık misyonu”dur. Amerikan yerlileri doğal olarak daha aşağı düzeyde olan varlıklardır ve üstelik bir de ahlakî olarak bozukturlar… Bu öylesine öne sürülmüş argüman da değil. Dönemin filozofları bunu anlatmak, kabullendirmek için epey ter döküyor. Bu aşamada ırkçılık işgali meşrulaştırmanın ideolojisi olarak iş görüyor. Sömürgeciliği haklı çıkarmayı sağlıyor. Bu dönemin ırkçılığı biyolojik gösterene dayanıyor ve son derece saldırgan…
Bir kez işgal gerçekleştikten sonra da ırkçılık verimli bir ideoloji olarak işliyor. İşgal edilen topraklarda, öncelikle Amerika’da, geniş plantajlar oluşturuluyor ve bu plantajlarda çalıştırılacak emek gücüne ihtiyaç duyuluyor. Bu emek gücünü sağlamanın yolu olarak da kölecilik devreye sokuluyor. Bu da Afrikalı insanların köleleştirilerek Amerika’ya taşınması sonucunu doğuruyor. Kuşkusuz bu insanlık tarihindeki en trajik olaylardan biridir. Bu kez ırkçılık, köle emeği kullanılmanın açıklanması için kullanılıyor. Irkçılık, bu orijinal haliyle plantaj aristokrasisinin ideolojisi oluyor.
Bu noktada bir soru cevap bekliyor: Antikçağ’da da köle emeği kullanıldı, neden o dönemde ırkçı ideolojiye gerek duyulmadı? Bu soru doğrudan emeğin niteliğiyle ilgili. Emek değişik toplumlarda, ekonomik sistemlerde farklı niteliklere sahiptir. Kapitalizm öncesi sistemlerde emek özgür değildir. Köleci toplumlarda kölenin bizzat kendisi özel mülktür. Feodalizmde eşit olmayan gruplar vardır ve eşit olmayış hukuksal olarak belirlenmiştir. Kapitalizmde ise sömürü özgür emeğe dayanır. İşçi emek gücünü satıp satmamakta özgürdür. Tabii ki bunun sonuçlarına katlanarak. İşte tam olarak burası ırkçı ideolojinin kaynaklandığı, temellendiği noktadır. Hatırlanacağı üzere; eşitlik, kardeşlik ve özgürlük ifadesi burjuva devriminin temel ilkeleridir. Bir kez bu ilkeler büyük harflerle yazıldıktan sonra, hakikatteki eşit olmayış büyük bir çelişkidir. Köle emeği kullanmak kapitalizmin şizofrenik yanıdır. İşte kapitalizm, içinde taşıdığı bu çelişkiye cevap bulmak, kendi içindeki köle emeğini açıklamak zorundadır. Bunun en kestirme ve etkili yolu “zenci”nin insan olmadığını ilan etmektir. Hiç kuşku olmasın ki “zenci”nin insan olmadığının anlatmak için bilim de çok yoğun çaba veriyor. Burada Bernier, Linnaeus, Buffon, Blumenbach ve Kant teorinin ağababaları olarak karşımıza çıkıyor.
Bu anlatılanlar ırkçılığın tarihi seyrini kavramamızı sağlıyor. Ancak olguya bugünden bakınca yeni bir soru ortaya çıkıyor: Kölecilik tarihin derinliklerinde kaldığına göre bugünkü ırkçılık nasıl açıklanacak? Irkçılık, kölecilik döneminden arta kalan bir ideolojik artık mı? Irkçılık ideolojik bir artık olsaydı, onu eğitimle bertaraf etmek mümkün olurdu. Böyle olmadığı için de eğitim yoluyla ırkçılığı bertaraf edeceğini düşünmek komediye dönüşüyor. Bugünkü ırkçılık kültürler arasındaki farklılığı aşılmaz bir engel olarak görüyor. Bu haliyle biyolojik ırkçılığın yerine geçen bir kültürel ırkçılıktan söz ediliyor. Ama kültürler arasındaki farkın aşılmazlığı, tıpkı siyah olmanın aşılmazlığını anlatmaktaki muhkemlikte anlatılıyor. Irkları bilimsel olarak anlatma çabalarının çökmesi, sahte bilim olarak nitelenmesi ve Nazilerin biyolojik ırkçılığı bir ideoloji olarak kullanmış olması, biyolojik ırkçılığın önemli oranda geri çekilmesini getiriyor. Buna rağmen modern kapitalizm kendi içinde ırkçılığın yaşamasını gerektiren nedenler taşıdığından, kültürel ırkçılık biçimiyle devam ediyor. Bu nedenler şöyle sıralanabilir:
- İşçiler arasındaki ekonomik rekabet: kapitalist üretim sürecinde işçi ücretleri farklıdır. Örneğin kalifiye işçi ve vasıfsız işçi ayrımıyla farklı ücretler ödenir. Bu tür bir ücret farklılığı başka ulustan işçiler için söz konusu olduğunda, ırkçılığın ortaya çıkması için zemin oluşuyor.
- Egemen ulusun üyesi (çoğu zaman beyaz) işçi ırkçı ideolojinin etkisine açıktır: Irkçılık egemen ulus işçisinin kendisini aynı ulusal kökene sahip olduğu patronla özdeşleştirmesini sağlar. İşçinin patronla aynı aidiyette olduğu hissini yaratıyor.
- Irkçılık kapitalist için, işçiler arasındaki bölünmüşlüğü sağlamlaştırmaya yarayan bir ideolojidir: Bu işleyişiyle ırkçılık işçi sınıfını bölüyor ve güçsüz kılıyor.
Irkçılık Doğudan Kapitalist Ekonomiye Bağlanır
Kuşkusuz bu üç madde de yerli yerinde birer tespittir. Irkçılığın neden gerekli olduğunu anlatmak için epeyce iş görüyor. Ancak ırkçılığın bir ideoloji olarak neden gerekli olduğunu açıklamakla sınırlı kalıyor. Böyle olduğu için kapitalizmin bugün de ekonomik bir gereklilikten dolayı ırkçılığa başvurup vurmadığını açıklamakta yetersiz kalıyor. Bir başka ifadeyle ırkçılık ile burjuva toplumun ortaya çıkması arasındaki paralelliğin gösterilmesi, yine ırkçı ideolojinin kapitalist ekonomiyle dolaysız olarak bağlı olduğunu göstermeye yetmiyor. Dolayısıyla ırkçı ideolojinin burjuva toplumuyla bağını gösterebilmek için, onun kapitalist ekonomiyle bağını açık bir şekilde göstermek gerekiyor. Bunun için de iki farklı olguya hatırlamak gerekiyor.
Bunlardan ilki, daha önce de belirttiğim kapitalist sistemde emeğin özgür olmasıdır. İnsanlık tarihinde ilk defa kapitalizmle birlikte işgücü pazara sürülüyor. Artık işgücü fiyatı piyasada belirlenen ve özgürce satılabilen bir metadır. Kapitalizmle birlikte işgücü bir meta olmuştur ama bu meta diğer metalardan farklı bir niteliğe sahiptir. Bu nitelik, işgücünün değerin de kaynağı olmasıdır. İşgücünün bir ücretle satılması sadece görünüşte eşdeğer olan bir değişimdir. İşgücünü satın alan patron, bu işgücünün yarattığı değerin tam karşılığını verirse bu, artı değerin yok olması anlamına gelir. Ücretli emek ilişkisinde manzara, işçinin yaptığı işin karşılığını ücret olarak aldığıdır. Durum buysa eş değerde bir alışveriş var demektir. Ama ortada eş değerde bir alışveriş yoktur. Zira meta olarak işgücünün bedeli, ürünle ölçülmemektedir. Aksine metanın değeri pazarda belirleniyor. Durum buysa; ücret, bir aldatma, mistifikasyon olur. Çünkü işçi, emeğini üretim araçlarının sahibine sattığı süre içinde bir de artı emek üretmiştir. İşte tam da bu artı emeğin içinde yaratılan değer, artı değerdir. Bu artı değere de üretim araçlarının sahibi el koyar.
Irkçılığın ekonomik bağını araştırırken ele alınacak ikinci olgu değer yasasıdır. Bu, Marx’ın Kapital’inden de bildiğimiz değer yasasıdır. Özetle burada anlatılan; değişken sermaye (v) ile sabit sermaye (c) ilişkisi dolayısıyla artı değerin ortaya çıkmasıdır. Detaya girmeden ırkçı ideolojinin değer yasasıyla nasıl ilişkilendiğini anlatmayı deniyorum: Bir metanın değeri, bu metanın üretimi için gerekli toplumsal, ortalama genel emeğe karşılıktır. Bu demek ki bir metanın değeri, o metayı üretmek için zorunlu olan, toplumsal ortalama gerekli emek zamanıyla belirlenir. Böylece değer yasası kaçınılmaz olarak sermayenin organik terkibiyle ve kâr oranlarının düşüş eğilimi yasasıyla ilişkilenir. İmdi, işçi çalıştığı süre içinde ücret olarak ödenen değerden, daha fazla bir değer yaratır. Bu artı değere el koyan patronun iki seçeneği vardır: ya el koyduğu artı değeri yeni üretim araçları almak için kullanır, ya da yeni işgücü satın alır. Kural olarak, teknik nedenlerden ötürü yeni işgücü almak akıllı olan seçenek değildir. Buradaki teknik sorun, makinelere haddinden fazla yüklenilecek olmasıdır. Bunun yerine patron daha fazla işçin çalışmasını sağlayacak yeni makineler alır. İşte bu da sermayenin organik terkibinin değişmesini getirir. Yani artık sabit sermaye, değişken sermayeyle oranla daha büyümüştür. Bir başka ifadeyle makine kapasitesi, işçilere ödenen ücrete oranının çok üstünde büyümüştür. Bu durumda da ücretli işçilerin sayısının artırılacağı ya da ödenen ücretlerin genel miktarının artacağı düşünülebilir. Sermayenin organik terkibinin c büyüktür v’den şeklini almasıyla, artı değer düşme eğilimine girmiştir. Çok açık: Çünkü sadece işçiler artı değer üretir. Bu tabloda sermeyenin artı değer üreten kesimi değişken sermaye, diğer bölüm olan sabit sermayeye oranla küçülmüştür. Bu durumda da metanın değeri düşer. Ama sermayenin organik terkibini c’nin lehine büyüten ilk patron, pazar avantajını ele geçirir. Bu aşamada da bir rasyonelleştirme baskı başlar. Rasyonelleşme sürecini ilik başlatan patron, önemli bir avantaj yakalar. Bu durumda söz konusu patron, ürettiği metaları ya “ortalama fiyata” satar ya da aynı metayı daha yüksek fiyatlara mal eden patronları pazarda sıkıştırır. Bu baskı, rakiplerin mallarını maliyetine satmaya kadar zorlayabilir. Tahmin edileceği gibi bu aşama bir yandan iflasların diğer yandan da tekelleşmenin başladığı yerdir.
İmdi yukarıda artı değerin sabit sermayeye çevrilmesinden söz edildi. Ama patron hep bu yolu tutmak zorunda değildir. Bir başka yol da denenebilir: Yazdığım gibi, sermayenin artı değer üreten kısmı değişken sermayedir. Bu demektir ki artı değerin artırılması, temel olarak değişken sermaye giderlerinin düşürülmesine bağlıdır. Değişken sermaye giderlerinin düşürülmesinin de birçok yolu vardır. Mesela:
- Ücretlerin düşürülmesi: Örneğin yükselen işsizlik nedeniyle iş gücü arzının artması, işçilerin iş güçlerini daha ucuza satmaya zorlar. Bu durumda ortalama ücretler düşer.
- İş gücü arzının satılık ucuz iş gücü ithaliyle arttırılması: Bu da yine ortalama ücretlerinin düşmesini sağlar. Burada ırkçılık diskursu için son derece önemli olan göçmen işçi olgusu gündeme
- İş gününün yani iş saatlerinin uzatılması: Bu durumda da genel ücretler düşer.
- Sürekli bir şekilde akor standartlarının yükseltilmesi: Bu durumda da görünüşte verime göre bir ücret alındığı sanılır ama hakikatte belirli bir zaman biriminde üretim verimliliğinin temposu ağırlaşır. Sonuç yine genel ücretlerin düşmesidir
- Üretimin ücretlerin ucuz olduğu alanlarda toplanması: Bu durumda da ortalama ücretler düşer.
İmdi bu anlatılanlar; kapitalist üretim tarzının daha yüksek bir düzeye çekilmesinin yolunun sermeyenin organik terkibinin sürekli olarak değiştirmek olduğudur. Bu da kapitalist üretim tarzının aslıdır, özüdür. Kapitalistler arasındaki asıl rekabet pazar aşamasında olmaz. Değerin yaratılması aşamasında olur. Öyleyse kapitalist, dikkatini değerin yaratılması aşamasına yoğunlaştırmalıdır. Yani değişken ve sabit sermaye ilişkisi öyle kurulmalıdır ki, artı değer üretimi en verimli şekilde gerçekleşsin. Bunun sağlanmasına bağlı olarak da pazar düzeyinde sürecek rekabette de uygun koşul elde edilir. Pazarda fiyatlar düzeyinde süren rekabet görünüştedir, sermayenin organik terkibine bağlı olarak değer yaratılmasında süren rekabet ise asıl belirleyici olandır. Bu değerin yaratılması da tamamen meta olarak iş gücünün fiyatına bağlıdır. İş gücü kendi değerine değil, bir fiyata satılır. İşgücünün de diğer metalar gibi nesnel bir değeri vardır. İş gücünün fiyatı, iş gücünün yeniden üretimini, yani gelecekte iş gücü olarak kullanılacak çocukların yetiştirilmesini ve eğitimini de içerir. Olgunun bu boyutuna bakınca iş gücünün değeri ve fiyatı ve emeğin uluslararasılaşması sorununa varılır. Yine aynı nokta, kapitalist üretim tarzında ırkçılık olgusunun temelleneceği yerdir.
Bir kez sermayenin organik terkibi değişti mi, artık daha az ama daha yüksek nitelikli iş gücüne ihtiyaç duyulur. Bu durumda da iş gücünün üretiminin ve yeniden üretiminin giderleri artar. Aynı zamanda sermayenin terkibinin sürekli olarak gelişmesi ve değişmesi, üretim sürecinim daha detaylanmış, incelmiş bölümlere ayrılmasına neden olur. Hatırlanacağı gibi bu süreç Taylorizm kavramıyla tanımlanıyor.
Bir toplumun, bütün olarak kapitalist topluma dönüştürme sürecinde meta olarak iş gücünün değerinde nesnel bir artış gözleniyor. Bu da sonunda sermeyenin organik terkibinin değişmesine ve buradan da kâr oranları eğilimine etki yapıyor. Kâr oranını artırma çabası, işçilerin tüketim gücünü artırmakla, yani ücret artışıyla sağlanamaz. Zira bunu yapmak kapitalistin kâr etmesini olumsuz etkiler ve bu özel girişimin gerçekleştireceği bir şey değildir. Ücret artışı yapmaya kalkan kapitalist, rekabet sürecinin dışın düşer. İşte bu durumda yapılacak en akıllı şey ya iş gücünün ucuz olduğu yere taşınmak ya da iş gücünü ucuz olduğu yerden çekip almaktır. Bu iki durumda da ırkçılık gerekli zemini bulmuş olur.
Bütün bunlardan sonra tekrar sorulabilir: Değer yasasının, kâr oranlarının düşüş eğilimi yasasının, yeni uluslararası iş bölümünün, iş gücü göçünün ırkçılıkla ne ilgisi var? Kapitalist için istenilir olan, ücreti ödenen emekle ödenmeyen emek arasındaki farkın sürekli arttırılmasıdır. Bu sorun en kestirme olarak iş gününün yani çalışma saatlerinin uzatılması ve meta olarak iş gücünün sürekli olarak değerinin altına çekilmesiyle aşılabilir. Her iki durumda da buna maruz kalanların “alt insan” olarak tanımlanması gerekir. Bu insanlar “alt insan”dır çünkü iş gününü tarihsel olarak denenmiş süresini aşan sürelere taşmak gerekiyor. Bu insanlar “aşağılıktır” çünkü iş gücünün çok altında bir ücrete çalışmaları gerekiyor. İşte tam da burası ırkçılığın yerleşeceği odak noktasıdır. Irkçılık tam olarak tarihsel-ahlaksal yeniden üretimle, fiziki yeniden üretim arasındaki farklılıktan ortaya çıkıyor.
Sonuç Yerine
Sermayenin artı değer yaratan kesimi değişken sermayedir. Bu demektir ki artı değer artışını sağlamak veya artı değerin düşüşünü engellemek için değişken sermaye giderlerinin düşük tutulması gerekir. Bunun başarılmasının birçok yolu vardır. Ama ırkçılık olgusuyla bağlayacağımız nokta ucuz emek gücü ithalidir. Ucuz emek gücünün ithaliyle yani göçmen işçilerle, işçi piyasasında yaratılan talebe dayanarak ücretler aşağıya çekiliyor. Bu ithal ucuz emek, genellikle bir eğitim gerektirmeyen işleri yapmak zorunda olduğundan, eğitim masrafı da yapılmaz. Benzer şekilde sonraki kuşak göçmen işçi olacak çocuklar da kayda değer bir eğitim masrafı çıkarmaz. Vurgulu bir ifadeyle: kapitalizmin kendi krizini aşmak için başvurduğu yöntemlerden biri olan ucuz emek ithali, bugün ırkçı ideolojinin bağlanacağı yerdir.
Buna bir ek yapmak gerekiyor: kapitalistler ucuz emeği ithal etme masraflarından dahi mültecileri işçiye çevirerek kurtuluyor. Mülteciler işçileştirilirken, ırkçılığın yukarıda anlattığım bütün dinamikleri işliyor. Daha önce ithal işçi almış ülkeler bu tecrübelerine dayanarak bir program çerçevesinde mülteci kabul ediyor ya da etmiyor. Sonra bu mültecileri bir program çerçevesinde işçiye dönüştürüyor. Bu tecrübeye sahip olmayan ülkeler ise kardeşlik, dayanışma retoriğinin arkasından, mültecileri gerçek bir vahşi kapitalist pazara salıyor. Bugün mültecilik olgusunun kazandığı boyut, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu işçi ithal etme pratiğini nerdeyse ortadan kaldırıyor, onun yerine geçiyor. Mültecilerin gelişinde bir ithal talebi olmadığı için de ırkçılığın eski ahlakî temellendirmelerine dahi ihtiyaç duyulmuyor. Mültecilerin hayata kalabilmek için sınırı geçilmesine izin verilmesine, sadece minnettar kalmaları isteniyor. Bu minnettar kalma baskısı, kişinin onurunu kıran giderek onu köleleştiren bir niteliğe bürünüyor.