Şenol KARAKAŞ
Neden bir AKP cenazesiyle karşı karşıya olduğumuzu anlamak için bu yılın başlarına dönmekte fayda var.1 Yılın başlarında Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu eleştirirken bir anda SGK’yı Kılıçdaroğlu’nun batırdığını anlatmaya başlamış, üstelik bunu ‘gençlere anlatmamız gerek, hatırlamazlar o günleri’ diyerek yapmıştı. Gençlerin doğumlarından önce hallaç pamuğu gibi atılan, darmadağın edilen bir kurumu hatırlamaması normal. Normal olmayan, adını bile bilmedikleri, vaktinde ne işe yaradığını tam olarak kavrayamadıkları bir kurumun çöküşünün sorumluluğunu Kılıçdaroğlu’na yıkmanın politika yapmak olarak yorumlanması. 20 yıldır iktidarda olan bir parti iktidar olduğunda daha doğmamış olan gençlere o dönemdeki bir kurumun kötü gidişini anlatıyor! Bu, uzun bir süredir Erdoğan ve yönetici ekibinin tercih ettiği bir tarz.
Bu tarzın tercih edilmesinin tek bir nedeni olabilirdi: AKP liderliğinin artık anlatabileceği, kitleleri heyecanlandırabileceği, muhalefeti yerden yere vurarak haklılığını bir kez daha, bir kez daha kanıtlayabileceği bir konu kalmamış geriye.
Anlatacak hikâyenin bitmiş olması kahramanlık destanı üretme yeteneğinin de sonuna gelindiğini gösteriyor. 27 Mayıs darbesinin simge mekanlarından Yassıada’nın darbe karşıtı bir alana çevrilmesi için çıkılan yolda betona, otellere bulanıp bir rant merkezi haline getirilmesi2 hikâyenin nerede sonlandığını gösteren örneklerden birisidir. Diğeri ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Yılın iletişimi” ödülünü, Cumhurbaşkanlığı
İletişim Başkanlığı Başkanı Fahrettin Altun’a vermiş olması.3 Bu parti artık öyle bir durumda ki yakında Erdoğan, Erdoğan’a yılın siyasetçisi ödülünü verebilir ve AKP liderliği bunda bir gariplik görmez, görenler de sesini çıkartmaz ve ses çıkartmamakla yetinmeyip ateşli bir şekilde savunabilirler bu “garipliği”.
Kuşkusuz gariplik deyip geçilemeyecek bir durum söz konusu. “Çok şeyler söylendi bu duruma dair.” Örneğin bir zamanlar adına ‘metal yorgunluğu’ denmişti.
Metal yorgun değil, metal çoktan kırıldı
Yirmi yıllık iktidarın sonunda, hükümet, pandemiyle mücadele konusunda, mantık kuralları çerçevesinde açıklanması imkânsız derecede kötü bir sınav verdi. Hâlâ Biontech aşısı olmaya gidenlerin neden insanın aklına şüphe tohumları eken bir form doldurmak zorunda kaldıkları da belli değil. 2020 yılından bu yılın başlarına kadar sıraladığımızda, maske satışından sokağa çıkma kısıtlamalarının duyurulmasına, cami açılış törenlerinden evde kal kampanyalarının samimiyetsizliğine, çalışmak zorunda olan işçilerin evde kalmasının koşullarının yaratılmamasına, sağlık çalışanlarının düşmanlaştırılmasına4, çalışma koşullarının ağırlaştırılmasına, tüm kaynakların sermayeye aktarılmasına kadar sayısız uygulamaya… Çalışmak zorunda olduğu için evlerde temizliğe giden yaşlı kadınların otobüslerden apar topar indirilmesine, sokağa çıkma yasaklarına, maske takma zorunluluklarından kurtulmak için (kendilerini çeviren) görevlilere “abi AKP kongresine gidiyorum” demenin bir “ahlaki kural” haline gelmesine… Ve en sonu, milyonlarca insanın sıdkının sıyrıldığı yasakları el çabukluğuyla aşmaya AKP’li olmanın yettiği lebalep kongreler süreci gibi işlerin örgütlenmesine kadar sayısız haksızlık varken, yıllar öncesinin SGK’sını anlatarak ana muhalefeti yıpratacağını düşünmek, başını kuma gömen deve kuşunun gizlendiğini sanmasından da beter.
Bunlar, normal bir partinin kongresinde, bir önceki yılın gözden geçirilip eleştirileceği konular arasında en başta gelmeliydi. Ama AKP kongresinden böyle bir beklentisi olanlar avuçlarını yaladı.
Sadece pandeminin idaresinde değil, ekonomi politikalarında daha da net görünen sermaye gruplarının ‘amasız fakatsız’ tercih edilmesi meselesinde de… DİSK-AR’ın Nisan ayında IMF verilerine dayanan araştırmasında, Türkiye’nin Covid-19 ile mücadele için en az nakit harcayan ve çok az gelir desteği ayıran ülkelerden biri olduğu belirtildi. Raporda Türkiye’nin, toplam gelir ve harcama desteği (sağlık harcamaları dahil) 7,6 milyar dolar ile milli gelirinin sadece yüzde 1,1’ini Covid-19 ile mücadeleye ayırdığı vurgulandı. IMF’nin Nisan ayındaki raporunda ise bu oran yüzde 1,9 olarak açıklandı.5
Türkiye, dünyada Meksika’yla birlikte, pandemiyle mücadeleye ayrılan kaynaklar açısından en sonda geliyor. Türkiye’nin Covid-19’la mücadeleye aktarılan küresel kaynağa katkısı sadece binde bir. Üstelik aktarılan kaynakta şöyle bir aldatmaca var. Karar gazetesinden İbrahim Kahveci, durumu özetliyordu:
Milletin Hazineye ödediği para nerede ise her yıl hedeflenen bütçenin üzerinde oldu. Hatta 2020 yılında bile henüz pandemi yokken hedeflenen paradan tam 73 milyar lira daha fazla para topladı…(Ankara)… Pandemi yılında dahi hedeflediği para toplamanın 73 milyar lirasını aşan devletin, sadece bu parayı millete geri dağıtmasını beklerdiniz. Oysa pandemide Merkezi Yönetimin Millete kendi bütçesinden dağıttığı para sadece 8 milyar lira. Onun da 2 milyar lirasını IBAN vererek yeniden Milletten topladı…
AKP kongresi böyle konuların ele alındığı bir kongre olamazdı kuşkusuz ama kaynakların neden hemen hemen tamamının sermaye gruplarına aktarıldığının herhangi bir şekilde tartışılamamış olması, gerçekleşenin bir metal yorgunluğu değil apaçık bir çürüme olduğunu gösteriyor.
AKP gerilerken
Kongrede Bahçeli’ye teşekkür vardı. Türkeş’e teşekkür vardı! 2023-2053 ve 2071 gibi tarihlere hazırlığın ilan edildiği şatafatlı laflar vardı. Erdoğan’ın 35 dakikalık konuşması ile sergilenen tek kişilik gövde gösterisi vardı. Bu gövde gösterisiyle devletle önemli ölçüde örtüşen partisi üzerindeki kontrolünün yeniden tesis çabası vardı.
Bunlar vardı ama ne Erdoğan’ın ne de AKP’nin bir hikayesi vardı kongrede.
Erdoğan’ın konuşmasında dile getirilen “yeni anayasa” önerisi de önceki günlerde dile getirilen İnsan Hakları Eylem Planı gibi kongre katılımcılarının politik bir heyecanla, değiştirici bir tartışma ve sürecin inşacıları olduğu duygusunun örgütlenmesine en ufak bir katkıda bulunmadı. Bulunamazdı çünkü kongreye katılanlar da kongreyi örgütleyenler de ve bizzat Erdoğan da biliyor ki AKP geriliyor. Ve bu gerilemeyi durduracak en minik demokratik hamleler bile bir seçime doğru giden Türkiye’de tahammül edilebilecek türden gelişmeler olamaz!
Daha önce de vurgulamaya çalıştığım gibi: AKP’nin artık tek başına iktidar olması mümkün değil. Tüm kongre katılımcıları bunu biliyor. AKP artık, başta MHP olmak üzere bir dizi gücün desteği olmadan adım atamaz hale gelmiş durumda. Onlarca şehirden kongreye gelenler bunu da biliyor. Biliyorlar ki “mecburlar koalisyonu”nun bir parçasıdır artık AKP ve bu koalisyonun ruhu AKP’nin oy kaybının da temel nedenidir.
Ekonomik reformları açıkladığında hemen hemen tek bir somut hedef koyamamış olan iktidarın, bizzat ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yapısından kaynaklanan çok yönlü krizlere tek tepkisinin “biz yaptık oldu” çıkışları olduğunu da herkes biliyor. 17 bin kişinin, salgının pik yaptığı bir dönemde bir kongre salonunda toparlanmasının* tek açıklaması budur ve önümüzdeki dönem açısından da şöyle bir mesaj verilmiştir: AKP liderliği, beka kaygısına dayalı propagandasının temel bileşenlerini kurarak seçim takvimini çalıştırmıştır. Bu takvim yeni bir hikâyeyle, yeni bir heyecanla değil, toplumsal muhalefetin tüm parçalarına yönelik, krizler çıkartmayı ve krizleri yeni krizlerle aşmayı ve AKP’nin ve iktidar ittifakının çoklu krizlerin “teknik tedbirlerle” çözümünü amaçlayan yapay bir dinamizmin virajlarını gösteriyor.
Kendi hikâyesi bitenler yeni hikâye anlatıcılarına tahammül etmeyecek. Kongrenin özeti budur.6
Kongrenin ardından yaşanan her bir gün, toplumsal muhalefetin tüm parçalarına yönelik krizler çıkartmayı ve krizleri yeni krizlerle aşmayı, AKP’nin ve iktidar ittifakının çoklu krizlerin “teknik tedbirlerle” çözümünü amaçladığını doğrulayan gelişmelere tanıklık ettik. Ama hangi gelişme yaşanırsa yaşansın, şu olguda hiçbir değişiklik yaşanmadı: Adına ister “yerli-milli” densin ister “İktidar ittifakı”, isterse “Cumhur İttifakı”, AKP liderliğinin etrafında, MHP’nin ve devletin kadim öğelerinin tam desteğiyle şekillenen politikalarıyla krizi derinleştiren, çoklu krizleri tetiklemeden hiçbir adım atması mümkün olmayan bir iktidar var. İktidar ekolojik krizi, ekonomik krizi, pandemi krizini, siyasal krizi ve hemen her yönüyle kendi eseri olan yönetim krizini derinleştiriyor. Bu başlıkların hiçbir adımında bir durulma ya da olağan işleyiş mekanizmalarının devreye girdiği bir duruma dönüş yaşanması da artık mümkün değil. Sadece iktidar ittifakının sağcı niteliği nedeniyle değil üstelik, en geç bir buçuk sene sonra kritik bir seçim yaşanacağı için de böyle. İktidarın eline yüzüne bulaştırdığı tüm kriz başlıkları seçim dinamiğiyle birlikte daha sarsıcı hale geliyor.
Ayrıca, daima hatırlamak zorundayız ki bu yaşananlar doğrudan küresel siyasal istikrarsızlık ve dünya pazarının gelgitleri tarafından belirleniyor.
İktidarın çarptığı duvar: Ekonomik kriz
Bu satırlar kaleme alınırken dış borç 475 milyar dolar, benzinin litresi 7.8 lira, 1 dolar 8.61 lira, 1 Euro 10.49 lira, 1 Sterlin 12.18 lira, tüketicilerin kredi kartları dahil borçları 915 milyar liraydı ve Merkez Bankası rezervi de eksi 50 milyar dolardaydı. Yani MB’nin kurumlara 50 milyar dolar borcu var. Türkiye 432 puana yükselen CDS’leri ile Arjantin, Tunus ve Ekvator’un ardından dünya sıralamasında dördüncü sıraya yükseldi. CDS, ülkelerin cari açık, enflasyon, işsizlik ve net döviz rezervleri başta olmak üzere pek çok parametrenin birlikte değerlendirildiği bir gösterge. Faizin söz konusu olduğu her türlü işlemde, ilave faizin miktarını belirliyor. 432 puan CDS demek, ilave faizin yüzde 4,32 olması demek.7 Ekonomist Mafi Eğilmez CDS primini şöyle açıklıyor:
CDS, bir kurumun, söz konusu tahvil ve bonoları satın alan kişi ve kurumların karşılaşabileceği alacağın ödenmemesi riskini belirli bir miktar karşılığında üstlenmeyi kabul etmesinin bedelidir. Bu çerçevede bir anlamda kredi sigortası gibi çalışır. Bir ülkenin ya da şirketin CDS primi ne kadar yüksekse borçlanma maliyeti de o kadar yüksek demektir. Çünkü bu prim ister istemez faize yansımaktadır. CDS primi piyasada tıpkı döviz kurları gibi anlık arz ve talebe göre ortaya çıkar. O nedenle risk ölçmekteki en objektif ölçü olarak kabul edilir. 5 yıllık CDS primi; 5 yıllık ABD Hazine Tahvili verimine bağlı olarak geçmiş ve mevcut verilere dayanılarak belirlenir. CDS primi 300’ün üzerinde olan ekonomiler aşırı riskli ekonomiler olarak kabul ediliyor. Türkiye’nin bugün itibarıyla CDS primi 403 (Eğilmez bir önceki ayın verilerini kullandığı için bir üstteki CDS priminden biraz daha küçük bir sayıdan söz ediliyor-ŞK) baz puandır. Bu CDS primi düzeyi Türkiye’nin dünyada en riskli ülkeler arasında bulunduğunu göstermektedir.8
Ekonomik krizin boyutları çok ağır. Henüz tüm şiddetiyle açığa çıkmadıysa da tüm toplum neyin yaklaşmakta olduğunun farkında. Buna AKP tabanı da dahil:
Bundan bir ay önce, AK Parti içerisindeki taban çalışmasını bu satırlarda okudunuz. Kuraklık ve yangın gündemi arasında vatandaşın taleplerini toplayan milletvekillerinin raporları genel merkeze sunduğunu aktarmıştık. Bu çalışma yenilendi, ancak bu sefer konu başlıkları ve öncelikler de değişti. AK Parti milletvekillerinin seçim bölgelerinde yaptıkları saha çalışması, vatandaşın şikayetlerinin başında her zaman olduğu gibi hayat pahalılığın geldiğini bir kez daha gösterdi. Emekli, çiftçi ve esnafın talepleri ikinci sırada yer aldı.9
Ekonomik kriz ya da toplumun yoksul çoğunluğunun verdiği isimle hayat pahalılığı otoriter Erdoğan iktidarının ekonomiyi nasıl eline yüzüne bulaştırdığını gösteriyor. CDS, 2013’te 150’nin altındaydı. O yıllarda Türkiye’ye aylık 10 milyar dolar sıcak para giriyordu, 2021 yılının ilk 9 ayında toplam 1,9 milyar dolar sıcak para girdi. Dünyanın en yüksek 7’nci faizine rağmen yabancı sermaye gelmiyor.10
Ekonomik krizin her bir gelişimi milyonlarca yoksulun hayatını yıkıcı bir şekilde etkiliyor. Türk-İş’in açıkladığı “açlık ve yoksulluk sınırı araştırmasının Eylül ayı verileri” işçilerin, emekçilerin ve yoksulların cephesinde açlık krizinin derinleştiğini gösteriyor. Araştırmaya göre, dört kişilik bir ailenin sadece gıda ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için 3 bin 49 TL harcama yapması gerekiyor. Yoksulluk sınırı ise 9 bin 931 TL oldu. Rejimin işçiler için taşıdığı anlamı bir önceki yılın ve ayın verilerinin mumla aranacak hale gelmesi gösteriyor. Açlık sınırı geçen yıl Eylül’de 2,447 lira, yoksulluk sınırı 7,973 liraydı; 2021 Ağustos’ta açlık sınırı 2,927 lira, yoksulluk sınırı 9,533 liraydı.11
Bu gelişmede, küresel ekonomik gelişmelerin ötesinde, iktidarın ekonomi politikaları doğrudan belirleyici rol oynadı. 2019 Mart yerel seçimleri öncesinde enflasyon yüksek seyreder ve döviz sürekli artarken hükümet seçimlerden önce gidişi frenlemek için Merkez Bankası (MB) ve Hazine arasında gizli bir protokol yarattı. “Bu protokole göre MB kasasında bulunan 128 milyar dolar dövizi piyasada sattı, böylece dövizin ucuzlayacağını sandılar. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı, MB döviz rezervleri eridi, bitti. Elde satacak döviz kalmadı, ekonomi daha da beter bir krize doğru yol aldı.”12
Otoriter rejim altında, giderek devletin bir aparatına dönüşmekte olan bir partinin seçim kazanması için ekonominin allak bullak edilmesinin ağır maliyeti, kaynak krizinin o günden bu yana her gün derinleşmesiyle ödeniyor. Kuşkusuz bu maliyeti ödeyenler sermaye grupları değil. Tersine, tüm maliyet işçi sınıfına ve yoksullara ödetilmeye çalışılıyor. Kuşkusuz 1980 sonrası Türkiye tarihi, küresel sermayenin ve “yerli-milli” sermayenin ana eğilimlerinin hayata geçirilmesinin tarihidir bir bakıma. 1980’li yılların sonundan itibaren, Türkiye kapitalizmi bir kaynak krizi yaşamaya başladı. Kaynak bulmak için, küresel piyasalara borçlanmanın yanı sıra, kamu sektörüne yüklenme politikasını çok sert bir şekilde hayata geçirdi. Bu politikanın bir nedeni de işçi sınıfının darbeden sonra toparlanan gücünü tırpanlamaktı. Kaynak krizi, hızla kamunun özelleştirilmesi ve “devlet memurlarına” bir saldırı politikasıyla giderilmeye çalışıldı. Saldırı yıllarca sürdü. Özelleştirme, bu saldırının simge adı oldu. Özelleştirme politikalarını savunan bütün hükümetler, aynı anda üç işlevi görmeye çalıştılar: Küresel kapitalizmle uyum ve IMF politikalarını harfiyen uygulamak, yani kamusal tüm zenginliğin özel sermayeye aktarılması; Kaynak krizine yanıt bulmak; ve üçüncüsü, işçi sınıfının örgütlenmesini zayıflatmak, başarılabilirse örgütlenmelerini işlevsiz kılmak.
1990’lı yılların “küreselleşmeyle yatıp küreselleşmeyle kalkan” aklı evvelleri, sendikaların ömrünü doldurduğunu, işçi sınıfının gücünü yitirdiğini savunan “muhaliflerle” beraber, dünya hükümetlerinin dünya sermaye sınıfı adına dünya emekçilerine saldırı hamlesinin bir ve aynı şekilde tekrarı anlamına gelen bu özelleştirme furyasının işçi sınıfı hareketinde yaratacağı tahribatın derinliğini göremediler. AKP’li yıllar, 1980 sonrasında zenginliğin sermayeye devrinin önündeki tüm engelleri tırpanlama politikalarında devamlılığı temsil ediyorsa da Türk usulü başkanlık rejimi zirveyi temsil ediyor. Bu kaynak krizini derinleştiren emekçi sınıflara düşman politikalarının ulaşabileceği en tepe noktalardan birisinin içerisindeyiz.13
Bu ‘tepe nokta’, iktidar son iki yılda işçilerden patronlara yüzde 7 gelir aktarımı gerçekleştirirken, yüksek açlık sınırı ve bu sınırın altında yaşayan milyonlarca insan anlamına geliyordu:
Türkiye’nin merkezî yönetim borç stoku 2 trilyon TL’yi aşmış durumda. Genel yönetim borç stokunun GSYH’ye oranı yüzde 40’ın üzerinde ve toplam dış borç stokunun hasılaya oranı yüzde 60’ı geçmiş bulunuyor. Koşullu yükümlülükler gerçek yükümlülük haline gelip gelir-harcama dengesizliğini artırdıkça temel harcama kalemlerinde kısıntıya gidilmesi ya da daha fazla vergi alınması gerekiyor. Ya da görüldüğü üzere borç stoku artıyor.14
İktidarın ufkunun ötesinde
İktidarın çarptığı bir diğer duvarın adı ise Mavi Vatan fiyaskosu duvarı. Bu tez, iktidar çevreleri doya doya tadını çıkartamadan sessizce yürürlükten kaldırıldı. Dünyanın merkezinin Türkiye, onun merkezinin de Ankara olduğunu sananlar, küresel emperyalist gelişmelerin sarsıntısıyla bir oraya bir buraya sallanıyor.
2018 yılının Aralık ayında Trump, “Suriye’den çıkış sürpriz değildi. Bunun için yıllardır uğraşıyorum ve 6 ay önce, bunu yapmak istediğimi açıkladığımda, biraz daha kalmayı kabul ettim” diyordu; “IŞİD; Rusya, İran, Suriye ve diğerlerinin yerel düşmanı. Biz orada bir şey başardık. Şimdi eve dönme ve yeniden inşa etme zamanı.”15 Bu açıklamada gözden kaçmaması gereken bir vurgu vardı: ABD’nin asli derdi, Türkiye’yle kavga etmek, Esad rejimini devirmek, Kürtlere kol kanat germek, Suriye’de sonsuza kadar asker konuşlandırmak gibi politik adımları atmak değildir. ABD’nin derdi, 21. yüzyılın emperyalist hegemonik gücü olduğunu dostlarına da düşmanlarına da göstermektir. ABD’nin Irak’a daha önceki saldırılarında ve işgal girişimlerinde de asli meselesi, sanıldığı gibi bölgenin petrolüne el koymak falan değildi. ABD’nin çabası, Soğuk Savaş sonrasında belirgin bir şekilde görünür olan bir çelişkiden doğan tehdidi engelleme çabasıydı: ABD, dev askeri gücüyle ekonomik gerileyişi arasındaki açının, diğer emperyalist ülkelere göre öne çıkma ve kendi küresel egemenliğine meydan okuma fırsatı vermesini, yine dev askeri gücüne dayanarak engellemek istiyor. Irak’ta, Suriye’de, Türkiye ile ve Avrupa Birliği’yle ilişkilerinde ABD’nin derdi budur!
Trump ticaret savaşlarıyla, yerli yersiz çıkışlarıyla 1990’ların ortasından beri neoconların şekillendirdiği bu politikanın aranıp da bulunamayan temsilcisi olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. ABD’nin daha sonra geri adım attığı çekilme kararı, bu arka plana bağlı üç hamleyi yaparak icra edilecek bir eylemdi. Öncelikle, ABD askeri varlığı ve savaş planlayıcıları, tüm dikkatlerini Çin Denizi bölgesinde daha büyük bir meydan okumaya odaklamak istiyordu. Suriye’deki her bir gelişme, ABD’nin çoklu krizini derinleştiren ve bölge ülkelerinin, hatta NATO üyesi Türkiye’nin ABD ile ilişkilerini çatışmalı hâle getiren bir etki yaratıyordu. Bir diğer gerekçe ise IŞİD’e gerçekten ağır bir darbe vurulmasıydı. Son olarak da ABD, hem kendi müdahalesiyle hem de diğer emperyalist ve bölgesel devletlerin müdahalesiyle, Suriye halkının elinden devrimin çalınmış olmasından hiç şüphe duymuyordu.
Trump’ın daha sonra, ABD egemen sınıfının ve Pentagon’un basıncı nedeniyle geri adım attığı bu girişimleri Biden tarafından, Afganistan’da aynı şekilde ama bu sefer kararlı bir biçimde uygulanacaktı.
ABD’nin çekilme kararını açıklamasıyla, daha sonra ABD Savunma Bakanı Lloyd Ausitn’in, “Bizim ve ortaklarımızın eğittiği Afgan ordusunun birçok yerde tek bir kurşun atmadan eriyip gitmesi hepimiz için sürpriz oldu. Bunun aksini söylemek dürüstlük olmaz” demesine neden olacak bir hızla Taliban Kabil’i ele geçirdi ve Afganistan’da siyasal hâkimiyetini sağladı.
Alex Callinicos’un açıklayıcı makalesinde altını çizdiği gibi, “Biden yönetiminin Çin politikası ‘Trump’sız Trumpçılık’tır. Feng bunun, Trump’ın başlattığı ‘Çin’in stratejik baskılanmasının’ da ‘esasen devamı niteliğinde’ olduğunu belirtiyor.”16 Trump’sız Trumpçılık, aynı zamanda Callinicos’un söylediği gibi ABD emperyalizminin bitmemiş olduğunun açık bir göstergesi. Ama ayrıca, “Hint-Pasifik’te tırmanan silahlanma yarışıyla karşılaştırıldığında – ve şüphesiz Çin de buna tepki gösterecektir – Kabil’in düşüşü, bunun yanında, [dikkati başka bir yere çeken] küçük bir gösteri gibi kalıyor.”
Türkiye’nin Mavi Vatan teziyle yüksek perdeden meydan okuyan bir güç olarak sahaya çıkma eğilimi, bu nedenle hemen sonlanmak zorunda kaldı. İlk bakışta, ABD’nin Çin’le daha da ideolojik ve keskin bir biçim almaya başlayan mücadelesi Afganistan ve Suriye gibi bölgelerden dikkatini çekmesi anlamına gelse de bu, bölgesel güç olmak isteyen ülkeleri sınırlama ve uyarma çabalarının sona ermesi demek değildi. Emperyalistler arası kapsamlı çelişkilerin varlığı bir şey, bu çelişkilerin arasından Türkiye gibi ülkelerin canının istediği gibi davranmasını sessizlikle geçiştirmelerini beklemek ise başka bir şey. Türkiye, bu çelişkiler nedeniyle ve bu çelişkilerde ABD’nin tutumunu Trump gibi lümpen, milyarder bir maço dile getirdiği için bir fırsat bulduğunu sandı. Mavi Vatan tezi bu fırsatı değerlendirme çabalarının adıdır.
Hem Davutoğlu’nun stratejik derinlik tezi hem de Mavi Vatan tezi Türkiye’nin alt-emperyalist bir güç olduğuna ve Türkiye’nin savunmasının Türkiye’nin dışından başlatılması gerektiğine vurgu yapıyordu. Bu politika gereği Suriye ve Libya’ya asker gönderildi. Türkiye muhtemelen, ABD’den sonra sınır ötesinde en fazla asker bulunduran ülke oldu. Sonra sessizce bu iddialardan vazgeçildi.
Önce Haziran ayında Erdoğan NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi çerçevesinde düzenlenen Brüksel Forumu etkinliğinin “İstikrara Katkı” başlıklı oturumuna bir video mesajla katıldı. Bu mesajda Erdoğan Mavi Vatan tezinden sert bir ‘u dönüşü’ gerçekleştirdi. Şunları söylüyordu:
Unutulmamalıdır ki Türkiye’nin sınırları aynı zamanda NATO’nun sınırlarıdır. Bu bakımdan, sadece kendi milli menfaatlerimiz için değil, transatlantik coğrafyasının güvenlik ve istikrarının temini için de önemli bir sorumluluk üstlendiğimizi biliyor, adımlarımızı bu bilinçle atıyoruz. (…) Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Kuvveti’nin komutası da bu sene Türkiye’dedir. İttifakın en büyük ikinci ordusuna sahip olan Türkiye, NATO’nun güncel tehdit ve imtihanlara karşı adaptasyonu için aktif rol oynamaktadır.17
NATO’ya yollanan video, yapılanların ‘Mavi Vatan’ı korumakla değil, emperyalist ülkelerin çatlaklarından yararlanarak bölgesel bir güç olmaya çalışmakla alakalı olduğunu, ama birçok krizi aynı anda yaşayan Türkiye’nin bu stratejisinin ekonomik ve askeri gücünün çok ötesinde olduğunun farkına varıldığını gösteriyordu. Mavi Vatan tezi, daha geleneksel “NATO’nun güncel tehdit ve imtihanlara karşı adaptasyonu” tezinin yanında gölgede kalmışa benziyordu. Ne tehditler ne güç gösterisi ne de yüksek sesle meydan okuma kalmıştı artık.
Mavi Vatan tezinin simge cümlelerinden birisi, ‘Türkiye’nin güvenliğinin Libya’dan başladığı’ydı. Kısa sürede, bu ülkeye Türkiye’nin asker göndermesini kolaylaştıran siyasal dinamikler değişti ve Libya’da çatışan taraflar bir geçiş yönetimi kurma konusunda uzlaştı:
Uzlaşmaya göre, başbakanlığını Abdulhamit Dibeybe’nin yaptığı geçiş hükümeti Libya’yı 24 Aralık 2021’de yapılacak seçimlere hazırlayacak, düne kadar çatışan iki büyük silahlı yapıyı birleştirerek bir milli ordu kuracak, aşiretler arası huzuru tesis edecek, harap durumdaki ülkeyi toparlayacak, Türkiye başta olmak üzere birçok ülkenin desteklediği yabancı silahlı güçlerin Libya’yı terk etmesini sağlayacak ve bu arada da yeni bir anayasa hazırlayıp Kaddafi döneminden kalma mevzuata da bir el atacak.18
Durumun ne kadar acıklı bir hale ulaştığı, kısa süre önce Akdeniz’de herkesi tehdit ederek sondaj çalışmaları yapıp, Suriye’de oyun kurucu aktörmüş gibi davranan dış politik ses tonunun, yerini, Eylül ayında Erdoğan’ın ABD’den dönüşü sırasında yaptığı acıklı konuşmalara bırakmış olmasından belli oluyor. Şunları söyledi: “Benim Başbakan, Cumhurbaşkanı olarak yaklaşık 19 yıllık yöneticilik hayatımda Amerika ile olan münasebetlerimde geldiğimiz nokta maalesef iyi bir nokta değil. Ben oğul Bush ile iyi çalıştım, sayın Obama ile iyi çalıştım, sayın Trump ile iyi çalıştım ama sayın Biden ile iyi başladık diyemem.”19
Daha ilginci, Türkiye dış politikasının geldiği durumu özetleyen bu konuşmanın içerisine Putin’in ne kadar iyi bir lider olduğunu anlatan cümlelerin de eklenmesiydi. Türkiye hem Rusya hem ABD’yle gerginlik yaşayıp, hem Rusya hem ABD’yle dostluk kurup, Rusya ve ABD’yi diğeriyle pazarlık yapmak için kullanabileceğini düşündüğü bir dönem yaşadı. Mavi Vatan tezi böyle bir dönemin siyasal ifadesiydi aynı zamanda. Devlet yetkililerinin bağımsız dış politika diyerek övündükleri, ulusalcılar açısından başarının, devletin Rusya ve Çin’le yakınlaşmasına göre tayin edildiği bir dönemdi bu. Ekonomik krizin şiddetlenmesiyle birlikte bu dönemin sonuna gelindi, Trump’ın seçim yenilgisiyle birlikte ahbap çavuş ilişkisi şeklini alan ABD-Türkiye ilişkileri yeniden formatlandı ve “Ver rahibi al parayı” ilişkisi sonlandı. Biden’la beraber ABD, Türkiye’yle başka türden bir ilişkiye girmeye kararlı görünüyor. Erdoğan’ın Haziran ayında Türkiye’nin NATO’nun sınırdaki gücü olduğu tezinden, Putin’in iyi bir lider olduğu tezine yeniden dönüş yapması, bir devrin sonuna gelindiğinin de ilanıdır. Türkiye dışişleri heyeti, Biden’ın seçimi kazanmasının ardından Erdoğan’la üç ay boyunca görüşmemesini, iktidarın ABD eleştirilerini, batı düşmanlığını şişiren vurgularını, Trump dönemi boyunca ABD’nin Suriye politikasıyla zaman zaman çelişkili olan politikalarını, Rusya’yla yakınlaşmasını, NATO dışında bir gücün savunma sistemini satın almasını, ABD’ye rağmen bölgesel bir güç olma girişimlerini ve Rusya’yı bir pazarlık kozu olarak kullanmasını masaya yatırmasının bir ifadesi olarak görmeye başlamış olsa gerek.
Türkiye, AB ülkelerinin elini rahatlatacak olan bir ‘göçmenleri sınırlama merkezi’ ve zaman zaman işe yarayacak bir askeri güç olarak ele alınmaya başlamış görünüyor. Biden’ın Afganistan’dan çekilmeye karar vermesi, ABD-Türkiye ilişkilerini ısıtır ve Kabil havalimanının kontrolü Türkiye’ye devredilmek istenirken, Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesiyle bu plan hızla rafa kaldırıldı ve Türkiye Afganistan sorunu açısından anlamını yitirdi.
Rusya ise Türkiye’yi en çok hırpalayan emperyalist güç.20 İdlib’te, 2020 yılında 36 askeri öldüren operasyonun mimarı olması, Suriye politikasında Türkiye’nin politikasının bütünüyle karşısında durması, Esad’la birlikte Türkiye’yi Suriye’de rejimin meşruluğuna ikna etme stratejisine sahip olması, Türkiye’nin çok da değerli olmayan yalnızlığına işaret etmekle kalmıyor, aynı zamanda “hem ABD’ye meydan okurum hem Rusya’ya, böylece hem ABD’yi kullanırım hem de Rusya’yı” tezinin çöküşüne de işaret ediyor. Rusya Türkiye’ye silah, savunma sistemi, nükleer santral ve son Soçi görüşmesinde olduğu gibi uzay teknolojisi ve yeni iki adet daha nükleer santral satmakla meşgul. Arada sırada da Suriye rejimiyle beraber İdlib’i bombalıyor.21
İsrail’le uzlaşma, Mısır’da darbeci Sisi’yle görüşmelerin başlaması ihtimalinin güçlenmesi, Libya’daki askerlerin çekilmek zorunda kalacak olması, Suriye’de son Soçi görüşmesinde Putin’in Erdoğan’ı rejimin meşruluğunu kabul etmeye yönelik çabalarının çok da başarısız olmaması, dış politikada iktidarın duvara çarpma şiddetini de gösteriyor.
Üstelik dünya çapında ekonomik veriler tek tek ülkeler açısından işlerin zorlaşacağını gösterirken, Türkiye böyle bir dış siyaset savrulması yaşıyor. Ekonomik süreçlerde küresel ölçekte yaşanan aksaklıkların pandemik kriz ve iklim krizi nedeniyle bir süreklilik arz etmesi ihtimaline haklı bir şekilde değinen Ali Rıza Güngen’in şu vurguları son derece gerçekçi:
Nasıl bir pozisyonda olduğunu kavramaktan uzak Merkez Bankası Başkanı Kavcıoğlu’nun açıklamaları ve reel sektörün talebine uygun olarak faizi indirme kararlılığı yeniden kur-faiz kıskacını gündeme getirdi. Ancak bu alana odaklananlar daha geniş siyasal ve iktisadi sonuçları da okumaya çalışmalılar. Küresel tedarik zincirlerindeki aksaklıklar yaygın fiyat artışlarını kamçılıyor. Kuzey’in merkez bankaları aslında ellerinde pek yeni aletler bulunmasa da daha sıkı para politikasına dönüşü işaret ediyorlar. Bu ortamda daha düşük büyüme ve pandemiden eşitsiz çıkışı, kürede ve fakat bilhassa Güney’de yaygın huzursuzluk takip edecek. Türkiye’de ise iktidar blokunda yüksek büyüme peşinde olan fraksiyonların, Lira’nın değer kaybından daha az etkilenecek kesimlerin isteği gereği yapılan faiz indirimi, aynı zamanda Erdoğan yönetiminin seçim sath-ı mailine girilirken ne yapacağına işaret ediyor. Türkiye ekonomisinde ortalamanın üstünde büyümenin yakalanacağı bir 2022 için hem faiz indirimlerinin devamının gelmesi hem de kamu harcamalarında artış gerçekleşmesi gerekecek.22
Ne küresel siyasal-askeri ne küresel ekonomik koşullar, ne de Türkiye ekonomisinin derin krizi iktidarın tüm bu düzeylerde daha da çıkışsız hale getirdiği ilişkileri toparlamasına izin verecek bir zemini sunabiliyor.
Bir başka duvar: İklim krizi
AKP liderliği, gerçekte bir dizi ülkenin liderlikleri gibi, iklim krizinin yarattığı tehlikenin ne olduğunun farkında değil. Felaketler; göç krizleri; gıda fiyatları; kentlerin, kasabaların, köylerin ve mega şehirlerin yaşanamaz hale gelmesi; kıtlık; temiz suya ulaşamama krizi; kuraklık; suların yükselmesi; yeni hastalıklara kapı aralanması; bildiğimiz ekosistemin yerle yeksan olması; bu ekosistem üzerinde şekillenen ekonominin tarumar olması… Bunlar, ülkelerin tek başlarına altından kalkamayacağı derin krizler.
Amy Leather, iklim krizini konu alan harika bir kitapta, liderlerin bu kavrayışsızlık ve vurdum duymazlığının kaçınılmaz olduğunu şöyle anlatıyor:
O halde liderler neden harekete geçmiyor? Burada artık politik aktörlerin ötesine bakmamız gerek. Maalesef meydan okunup durdurulması gereken iklim inkârcıları hâlâ mevcut, ancak egemen sınıfın büyük bölümü iklim değişikliğinin gerçekliğini kabul ediyor. Sorun, bu kişilerin, merkezinde fosil yakıtların bulunduğu bir sistemin varisleri olmalarında yatıyor. Sanayi kapitalizminin tarihsel gelişimi, fosil yakıt endüstrisinin büyüyüp gelişmesiyle şekillendi. İklim kriziyle mücadele, – bazıları dünyanın en kârlı şirketleri arasında bulunan- fosil yakıt ortaklıklarına tanınmış haklarla mücadele anlamına gelir.23
Hem egemen sınıf üyeleri hem de siyasi aktörler, devlet başkanları, yöneticiler kültürel, siyasi ve ekonomik olarak ait oldukları, içinde şekillendikleri fosil yakıt bağımlısı kapitalizmin çıkarlarının ötesini görme, kavrama, bambaşka politik hamleler yapma potansiyeline sahip değiller. Sermaye insanlarıdır bu insanlar. Ufukları, sermaye birikiminin ihtiyaçlarıyla sınırlıdır. Karl Marx, Grundrisse adlı eserinde sermaye ve “yarar” ilişkisini şöyle ele alıyordu:
Herhangi bir nesnenin sermaye için sahip olabileceği tek yarar, ancak ve ancak sermayenin varlığını sürdürmek ya da artırmak olabilir (…) Sınırlı bir para ancak sonuçta parayı yok eden belli bir tüketim için yeterlidir. Ama zenginliğin genel temsilcisi sıfatıyla para için bu yetmez. Niceliği belirli, sınırlı bir para tutarı ancak genel zenginliğin sınırlı bir temsilcisi ya da sınırlı bir zenginliğin temsilcisidir. Dolayısıyla, tanımı gereği sahip olması gereken, tüm doyumları, tüm metaları, maddi refah araçlarının tümünü satın alma kapasitesine aslında sahip değildir (…) Zenginliğin ta kendisi, soyut biçimi, başlı başına geçerli değer olabilmesi için niceliksel sınırlamasını sürekli olarak aşma eğilimini taşıması, sonsuz bir süreç olması gerekir (…) kullanım değerinden bağımsız olarak kendi başına mübadele değeri olarak varlığını sürdürmesi ancak sürekli artması sayesinde mümkündür (…) Sermaye için kullanım değeri, yani yarar, demek ki ancak onu artıran, çoğaltan ve böylece sermaye olarak varlığını sürdürmesini sağlayan bir şey olabilir.24
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Panelinin (IPCC) Altıncı Değerlendirme raporu gösteriyor ki sermaye için, gezegenin kullanım değeri onu çoğaltan bir şey haline gelirken, bildiğimiz anlamda gezegen üzerindeki yaşam yok olma aşamasına geldi. İklim krizi, son iki yıldır pandemiyle birlikte ilerlediği için, şatafatlı hikayelere konu olan kapitalizmin dev merkezlerinde bile gıda tedarik zincirlerinde aksamalara ve Paris gibi şehirlerin göbeğinde açlık, gıdaya ulaşamama gibi nedenlerle kuyruğa giren insanlara giderek daha fazla tanık olmaya başladık. Bilim yazarı ve iklim aktivisti Tuna Emren’in altını çizdiği gibi;
Hedefimiz artık 1,5C değil, çünkü onu tutturma şansımız kalmadı. Yeni hedef, 2C. Küresel ortalama sıcaklık artışını 2 derecede sınırlandırmamız şart. Ve emisyonları kesme tasarılarına hemen başlanması gerekiyor ki bu sınırı aşmayalım. İkinci önemli husus, ‘devrilme noktaları’ olarak tabir edilen ve kritik eşikler olarak özetleyebileceğimiz 9 geribildirim döngüsüne yenilerinin de eklenmiş olması. Toplam 16 devrilme noktası tanımlanmış ve bunların birkaç tanesinde kritik eşiği ya çoktan geçtiğimiz ya da geçmek üzere olduğumuz anlaşılıyor. Örneğin, devrilme noktalarından biri olan Batı Antarktik buz örtüsü değişimi kontrolden çıkmış görünüyor. Bir diğeri ise Amazon yağmur ormanları. Şiddetli kuraklık sebebiyle yağmur ormanlarının yok oluş sürecinin hızlandığı belirtilmiş.
Rapor, en ılımlı ihtimalle (yani SSP-1 senaryosunda) 2030’un başlarında 1,5C’yi çoktan geride bırakmış olacağız diyor ama biz SSP-5 patikasında ilerlediğimize göre, gerçeği görebilmek için kendi senaryomuza bakmamız gerek: 2030 itibariyle ve muhtemelen 2081-2100 dönemi boyunca 3,3C – 5,7C aralığına ulaşmış olacağız!
Buradan geriye dönüş yok. 3C’yi görmek, işleri şimdi olacağından katbekat zorlaştırarak geri dönmeye çalışmak demek. Üstelik o seviyeye bir kez ulaşıldığında 3,5C ve 4C’ye uzanan yolda vites yükseltmiş de oluyoruz.
Rapor ayrıca SSP-1 senaryosunu hayata geçirsek bile deniz seviyesindeki yükselişin binlerce yıl boyunca devam edebileceğini söylüyor. Okyanuslardaki ısınma da sonlanmıyor. Çünkü yüzey sıcaklığındaki artış kademeli olarak azaltılsa bile ısınma nedeniyle yaşanmaya başlanan değişimler durmuyor, durdurulamıyor.25
Bu yaz yaşanan yangınlarda ölen milyonlarca canlının da – özellikle Küresel Güney’de iklim krizinden kaynaklı ıstırapları yaşayan ama zengin ülkelerde de derin bir yoksullukla hayat sürmeye çalışan – milyonlarca yoksul insanın da sorumlusunun kapitalist sistem olduğunu gösteriyor. Sınırlarına gelip dayanmakla kalmamış, çoktan aşmış, artık sadece yıkıcı bir fonksiyona sahip olabilen bir sistem. İsviçre merkezli İç Göç İzleme Merkezi’nin (IDCM) yayımladığı rapora göre, sadece 2018 yılında 144 ülkeden tam 17,2 milyon insan, doğal felaketler sebebiyle göç etmek zorunda kaldı. 2008-2018 yılları arasında ise bu sayının 265 milyonu bulduğu belirtilmiş. Diğer bölgelere oranla Türkiye’de iklim ve afet sebebiyle göç oranı daha düşük olsa da son 10 yılda bu sebeplerden 275 bin 313 kişi göç etti.26
Bir araştırma, aşırı sıcakların sebep olduğu ısı stresi yüzünden her yıl 5 milyondan fazla insanın öldüğünü gösteriyor. Kaç milyon canlının daha aynı sebeple öldüğü tespit edilemiyor. New York ve Londra ise eşzamanlı olarak ve yine küresel ısınmaya bağlı nedenlerle yağmur fırtınalarına teslim oldu, sel felaketleri yaşandı. Her iki metropolde metro istasyonlarını su bastı, ABD’de 40 milyon insana ani sel uyarısı yapıldı.27
Geride bıraktığımız yaz sadece Türkiye’de değil Akdeniz ülkelerinin birçoğunda ve ABD’de, Avustralya’da sosyal örgütlenmenin yıkımı halini alan yangınlar, ulusal ekonomilerin değil tüm bir dünya pazarının nasıl ve neyle sınırlandığını da gösteriyor. Kapitalist üretimin kılcal damarlarında dolaşan fosil yakıt enerjisini üreten şirketlerin ve bu şirketlerin hamiliğini yapan devletlerin en küçük bir tedbir alacak halinin bile olmadığı görülen iklim krizi artık günümüzün olağan gündemi. Bu krizin doğuracağı yıkım, tek tek her ülkeyi sınırlandırırken, sınırları aşan bir dizi etkiye de sahip olacak.
Bazı veriler, iklim krizinin sorumlularının sıralı listesini çıkartmayı kolaylaştırıyor. Bu listeye bakınca göreceğiz ki sorun milyonlarca insanın fedakarlığı ya da hayatında sert kısıtlamalara gitmesiyle çözülemez. Jonathan Neale’in yıllar önce yazdığı etkili çalışmasında28 2003 yılında eylemlere katılmaya gittiği Porto Alegre’de yoksul aktivistlere fedakârlık yapmak gerektiğini anlatan konuşmacıların, işçilerden fedakârlık yapmasını isteyen IMF heyetinden temsilciler gibi göründüğünü anlatmıştı. Oxfam International’ın bir dizi verisi, iklim krizinin sorumlularını neredeyse isim isim belirtiyor. “Karbon Eşitsizliğiyle Yüzleşmek” başlıklı çalışmada, ABD’nin en zengin yüzde 1’lik kesiminin bu ülkedeki karbon salımlarının yüzde 95’inden sorumlu olduğunu, en zengin yüzde 10’un, emisyonların yüzde 30’undan sorumlu olduğunu, buna karşılık nüfusun en fakir yüzde 50’sinin emisyon oranınınsa yüzde 5 civarında olduğunu görüyoruz. Çin’de en zengin yüzde 1 emisyonların yüzde 30’undan fazlasından sorumluyken, en fakir yüzde 50 yüzde 5’inden daha azından sorumlu. Çin’deki oranlar AB ve İngiltere’deki oranlarla benziyor.29 Dev kapitalist ülkelerin nüfuslarının en büyük sermaye gruplarından oluşan kesimleri gezegeni mahveden karbon salımlarının esas sorumlusuyken, iklim krizinin faturasını hem bu zengin ülkelerin içindeki yoksullar hem de esas olarak yoksul ülkelerdeki en yoksullar ödüyor. Doğu Afrika kıyısında bulunan ve yaklaşık 30 milyon kişinin yaşadığı ada, küresel yardım kuruluşlarının modern tarihte sadece iklim değişikliğinden kaynaklanan ilk kıtlık olarak adlandırdığı yer oldu: Güney Madagaskar’da 1,1 milyondan fazla insan son 40 yılın en şiddetli kuraklığı yüzünden gıdaya erişemiyor.
Devletlerin ve devletlerarası hiyerarşik ilişkinin ifadesi olan emperyalist blokların asli amacı bu şirketleri korumak, insan ve canlı hayatına da şirketlerin ihtiyaç duyduğu oranda önem vermek. Bu kural süreklileşen iklim krizini derinleştirmekten başka hiçbir işe yaramıyor.
Türkiye’de de siyasal iktidar her eylemiyle, her kararıyla iklim krizini tetikleyen hamleler gerçekleştiriyor. İktidar tıpkı ekonomik kriz ve emperyalist bloklar tarafından sınırlandığı gibi, iklim krizi tarafından da şiddetli bir şekilde sınırlandığının farkında değil. Bu yüzden Paris İklim Anlaşması’nın çerçevesinin bir anlamı kalmamaya başladığında, anlaşma gündeme geldikten altı yıl sonra “imzalayacağız” açıklaması yapabildiler. Oysa şu son altı yılda bile iklim krizinin etkisini azaltacak bir dizi adım atılabilirdi. Tersine iktidar, örneğin Türkiye’de son 60 yılda 70’ten fazla gölün kuruduğunu, var olan göllerin de 60’a yakınının kuruduğunu göremiyor. Türkiye su kıtlığı riskinde 164 ülke arasında 32’nci sırada. Bülent Şık sosyal medyada “Türkiye’nin yüzde 60’ı çöl olabilir. Suların azalması ve kirletilmesi sorunu en önemli gündem maddesi olmalı” mesajını paylaştı, “As the Climate Bakes, Turkey Faces a Future Without Water” adlı makaleden özet yaparak.30
Küresel iklim krizi dünya pazarını, küresel üretim ve yeniden üretim mekanizmalarını doğrudan etkiliyor, dünya pazarının tüm etkilerine zorunlu olarak açık olan ulusal pazarlar bu kriz nedeniyle büyük bir basınca maruz kalıyorlar. İklim krizi ayrıca tek tek ekonomileri çok çeşitli açılardan vuruyor. Dünya pazarının basıncının yanı sıra iktidarlar bir de iç pazardaki ve üretim ve tedarik süreçlerindeki aksamalarla kısıtlanıyor.
Emine Erdoğan “Karbonsuz dünya için biz de varız” mesajını verse de31 gerçek, siyasal iktidarın paçalarına kadar karbona bulanmış olmasıdır. 2019’da yayınlanan32 Avrupa İklim Ağı Küresel Kömürden Çıkış Listesi Raporu Avrupa’da kömür madenciliği sektöründeki 23 şirketten 9’unun Türkiye’deki faaliyet alanlarını genişlettiğini ve Türkiye’nin 2023 yılı hedefleri arasında (i) tüm yerli kömür kaynaklarının kullanılması, (ii) – kömür ithalini de öngören büyüklükte – yeni kömürlü termik santral tasarılarının bulunduğunu gösteriyor. Türkiye’nin 2017 yılı toplam sera gazı emisyon miktarı 1990 yılına göre yüzde 140,1 arttı. Sera gazı emisyon miktarı 2016 yılına göre yaklaşık yüzde 6 oranında arttı. Bu veriler devletin resmi kuruluşlarından TÜİK’in açıkladığı veriler. Kişi başına düşen sera gazı emisyon miktarı 2016 yılında 6,3 ton karbondioksit eşdeğeri iken 2017’de bu da 6,6 tona yükseldi.33
Arhavi’de, batı Karadeniz’de korkunç kâr hırsıyla birleşen sel felaketinin bir ilçeyi hemen hemen yok etmesi; Akdeniz’de, Marmara’da, Dersim’de ve daha birçok Kürt ilinde günlerce süren yangınların söndürülememesi bir yanda, iktidarın enerji ve inşaat şirketlerine aktardığı kaynaklar diğer yanda.34
İktidarın çırpınışları
İktidar, Karadeniz’in hırçın dalgaları arasında denizin ortasında kalakalmış, yüzme bilemeyen biri gibi çırpınıyor. Dev dalgalardan birisi ekonomik kriz, diğeri iklim krizi ve nihayet emperyalistlerin küresel hegemonya mücadelesinin Türkiye için yarattığı krizler… Bu krizlerin bazıları kapitalist ekonomi ve siyasetin içerdiği dinamikler olsa da iktidarın çırpınışları da bazı krizler başlatıyor, başlayan bazı krizleri ise derinleştiriyor.
İktidarın siyasi yolculuğunun bazı kritik aşamaları var, bu her bir kritik aşamada, Erdoğan ve yakın çevresi bir dizi karar alarak yola devam ettiler. Şimdi karşı karşıya kaldıkları manzara, aldıkları bu kararların ürünüdür.
İktidar kendi başlattığı çözüm süreci günlerinde bazı kararlar aldı. Çözüm sürecinin ardından gerçekleşen Gezi direnişi günlerinde aldığı kararlar da var. 17/25 Aralık olarak kodlanan yolsuzluk sürecinde aldığı, hendek olayları denilen olaylar sırasında, 2014 – 2015 yıllarında Kobanê olaylarında, Suriye’nin kuzeyinde yaşanan gelişmeler sırasında aldığı kararlar var. 2015’te 7 Haziran seçimlerinin ardından aldığı kararlar var. Seçimin tekrarlanması ve ardından 15 Temmuz darbesini fırsata çevirip iktidarı merkezileştirme aracı olarak kullanma yönünde aldığı karar var. “Atı alan Üsküdar’ı geçti” kararı var.
15 Temmuz darbesinin ardından, bu darbe girişiminden bir iki sene önce başlayan devletin geleneksel kanatlarıyla flörtleşme dönemi nihayete erdi ve Erdoğan iktidarı, Devlet Bahçeli nezdinde hem devletin çeşitli kesimleriyle hem de faşist gelenekle bir koalisyon kurdu.
Bahçeli, kendi siyasi ikbalini de garanti altına almak için, birdenbire tek adam rejimine geçiş için yeşil ışık yaktı. Bu hamle MHP’nin boyundan büyük bir değer kazanması açısından da milat oldu. 17/25 Aralık’ta Erdoğan’a en sert sözleri söyleyen, en hakaretamiz ifadeleri kullanan Bahçeli’nin hem partisinin liderliğini sürdürmek açısından şahsi çıkarları gereği, hem de bir faşist partinin asli misyonu olan iktidarı faşist bir cendereyle yönetme konusundaki tarihsel hedefleri açısından Erdoğan’ın önünü açarak tek adam rejiminin inşa edilmesi için öneride bulunup destek olması, son beş yılda içinden geçtiğimiz zorbalığın çıkış noktalarından biriydi.
Etyen Mahçupyan, bir yazısında şöyle diyor; “Bahçeli (Devlet) için sanki amaç bürokrasinin ‘belkemiğine’ yerleşmek ve ülkenin ideolojik olarak belirli sınırlar dahilinde, devlet-toplum ilişkisinin ise hiyerarşik özellikte tutulmasını sağlamak.”35 Kuşkusuz MHP gibi bir partinin tek amacı bu olamaz. Bu türden partiler 1920’lerin başında İtalya’da tarih sahnesine çıktıklarından beri büyük sermayeye ve devletin asli örgütlerine, bir örgütsel süreklilik kazanmış olan üst bürokrasiye, ancak kendi iktidarlarının büyük çoğunluğun nefes bile almadan devlete itaat edeceği koşullar yaratabileceğine ikna edip tek parti diktatörlüğü kurmaktır. Üstelik bunu toplumun en lümpen kesimlerine, ekonomik, sosyal ve psikolojik sıkıntılarının kaynağını kapitalizmden başka her yerde arayan küçük burjuvaları, sınıfsal konumlarını yitiren ya da yitirme tehlikesi altında bulunan kesimleri, kendilerinin iktidar olduğuna ikna ederek yapar. Bu kesimler, bir anda eskiden kendilerine yasaklananların serbest olduğunu görüp güvenlerini tazeler ve 1930’ların başında Almanya’da yaşananlar olmaya başlar:
1932’de yumurta artık gerçekten kapıya dayanmıştı, korkulanlar her an gerçekleşebilirdi. Naziler, taşımalarına nihayet resmen izin verilmiş üniformalarıyla bütün sokakları doldurmuşlardı bile, sağa sola bomba atıyor ve katli vacip ilan edileceklerin listelerini hazırlıyorlardı. Ağustos ayında Hitler’le, ‘Başbakan yardımcısı olmak ister mi?” pazarlıkları başlamıştı bile, Kasım ayı geldiğindeyse, Papen’le Schleicher birbirine ters düşünce, Münih Mesihi’ne şansölyelik makamı teklif edildi. Hitler’le iktidar arasında, birkaç aristokrat centilmenin siyasi talihi dışında hiçbir şey kalmamıştı, bütün ciddi engeller bertaraf edilmişti, anayasa ortada yoktu, hiçbir hukuki garanti de, cumhuriyet de, hiçbir şey kalmamıştı, hiçbir şey, cumhuriyetperver Prusya polisi de.36
Bu aşama her faşist partinin nihai hedefidir. Bu yüzden, MHP, Erdoğan’ın harekete geçirebileceği kitlelerin genişliği nedeniyle, iktidar olmadan iktidar olma fırsatını, AKP liderliğiyle devletin ittifakını sağlayan volan kayışı rolünü üstlendi. Bu role uygun iklimi yaratanın, AKP’nin yavaş yavaş bir parti olmaktan çıkıp tek bir adamın ve yakın çevresindekilerin iktidar aygıtına dönüşmesi olduğunu görmek önemli. AKP Erdoğan’ın örgütüne, iktidar Erdoğan’ın iktidarına dönüşmeye başlayınca, devlet, Erdoğan’da arayıp da bulamadığı partneri keşfetmiş oldu.
MHP, bir süre iktidar olmanın maliyetiyle yüzleşmeden hayatına paşa paşa, devlet içinde kadrolaşarak, siyasetin asli oyun kurucusu olarak devam etse de (Kürt sorununda, Anayasa Mahkemesi’nin alacağı kararlarda, Tabip Odası’nın örgütlenmesi hakkında, HDP’nin kapatılması hakkında37, yeni anayasa hakkında ilk açıklamalar hep Bahçeli’den geliyor) bir süre sonra, Türk usulü başkanlık rejiminin toplumsal, ekonomik ve siyasal alanlardaki tahammül edilemez tahribatları MHP’yi doğrudan etkilemeye başladı.
Türk usulü başkanlık rejimi Bahçeli tarafından önerildi, Erdoğan bu öneriye can simidine sarılır gibi sarıldı. 2014-2015’te devletin değişmeye başlayan dış politikası, iç politikada da değişiklik yaratırken iç politikada yaşanan her gelişme dış politikaya da tercüme olmaya başladı. Gezi direnişinin birinci haftasında Afrika seyahatinden dönen Erdoğan, bugün Türk usulü başkanlık rejiminde gördüğümüz politika yapma tarzını ve siyasi hamleleri hayata geçirmeye başladı. Gezi direnişinde çeşitli nedenlerden ötürü kendisinden bir şeyler bulan tüm siyasi çevreleri, neredeyse nüfusun yarısını karşısına almakta, düşmanlaştırmakta, akıl almaz bir propaganda mantığıyla ve inanılması mümkün olmayan, her şeyiyle hayal ürünü iddialarla hedef haline getirmekte bir beis görmedi. Bu dönem, hem Mısır’da Sisi darbesiyle örtüşüyordu hem de Gezi’den kısa bir süre sonra devreye giren 17/25 Aralık yolsuzluk ithamlarıyla bambaşka bir seviyeye çıkıyordu.
Erdoğan’ın toplumun yarısını gözden çıkartan üslubu, parti içinde esnek olmak, kapsayıcı olmak gerektiğini söyleyenlerin de sırasıyla gözden çıkartılmasına neden oldu. Her bir keskin politik gelişmeye, Erdoğan’ın parti içindeki her çatlak sesi tasfiye etmesi eşlik etti. 2016 yılının Mayıs ayında Davutoğlu’nun tasfiye edilip Binali Yıldırım’ın AKP genel başkanı olduğu olağanüstü kongrede, Bekir Bozdağ, Erdoğan’ın mesajı okunurken ayağa kalktı. O kalkınca yavaş yavaş tüm salon ayağa kalktı ve partinin bir üyesinin mesajı okunurken ayağa kalkan kitleler, mesaj bitip de yerlerine oturduklarında, artık başka bir partiyle karşı karşıya olduklarını bilmiyorlardıysa bile kısa sürede öğreneceklerdi.
15 Temmuz darbe girişimi tüm bu eğilimleri güçlendirdi. Devletin ve AKP’nin darbeye karşı tepkileri çeşitli gerekçelerle örtüştü ve kamuoyunun nefret duyguları ve darbenin pespaye, utanmazca, göz göre göre bir terör dalgası olarak cereyan etmesinin yarattığı tepkileri arkasına alan güçler dış politikayla birlikte iç politikada da radikal değişikliklere giden kapıyı araladılar. Bir sene önce 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP’nin iktidar çoğunluğunu kaybetmesi ama daha da önemlisi HDP’nin milyonlarca oy alarak onlarca ekil çıkartıp üçüncü parti olması, devlet açısından kabul edilebilir gelişmeler değildi.
Daha önce de defalarca, ısrarla altını çizmeye çalıştığım bir seri gelişme yaşandı:
Devletle AKP arasında bir koalisyon şekillenmeye başladı. AKP, MHP, Perinçek ve geleneksel devlet aygıtının bir koalisyonuydu bu. Bu ittifak kendisi açısından elzem olarak gördüğü 6 konuda anlaştı ve anlaşmanın adına “yerli ve milli konsept” adı verildi. Fakat, bu, kâğıt üzerine maddelerin yazıldığı bir uzlaşma değil, zaman içerisinde gelişen, bir hamlenin ya da uzlaşmanın diğerini de tetiklediği bir süreç oldu. Bu yerli-milli koalisyonun temel hedefleri şunlardı: Birincisi, emperyalist ülkelerin hegemonya sarsıntısı yaşadığı, Çin ve doğunun güçlendiği dönemde Türkiye bölgesel bir güç olma şansına sahip olarak görüldü. (…) Yerli milli konseptin ikinci tezi, Kürt sorununda şiddet politikasının öne çıkarılmasıydı. Kürt sorununda içeride çözüm denemeleri sona erecekti. Dışarıda (Irak ve Suriye) askeri yöntemlerle, Kürtlere Türkiye dışında da siyasal varoluş alanı bırakılmayacaktı. Üçüncü başlık Fethullahçıların tasfiye edilmesiydi. Dördüncü olarak, bu ittifak bir rejim değişikliğini gündeme getirdi. Unutmayalım ki “fiili durumu yasal hale getirmek gerekir” diyerek başkanlık referandumunun kapısını aralayan Devlet Bahçeli’ydi. Demokrasinin kademeli olarak askıya alınması ve neoliberal politikaların en utanmazca şekilde uygulanması son iki temel hedefiydi bu ittifakın. İşçi sınıfının örgütlenme kanalları kutuplaşma siyasetleriyle tarumar edilecekti.37
Ama evdeki hesap çarşıya hiçbir şekilde uymayacaktı. 15 Temmuz’un yarattığı dalgalanmanın, keşmekeşin içinde geçen bir seneden sonra, Türk usulü başkanlık rejiminin hem bu rejimi mümkün kılan anayasa değişikliği referandumu hem de anayasa değiştikten sonra yapılan ilk seçimlerin sonucu, Türk usulü başkanlık rejiminin iktidar ittifakının bileşenleri açısından intihar etmekle eş anlamlı olduğunu gösterdi. Sihirli olacağı, ekonomiyi, siyaseti ve bürokrasiyi tereyağından kıl çeker gibi kolayca yönetmeye ve her alanda standartların yükselmesine yol açacağı söylenen rejim değişikliği, iktidar ittifakının sert bir şekilde gerilemesine yol açtı. Rejim değişikliğinin tek sihri, iki ile ikinin toplamının dört etmediğini göstermek oldu. 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan, içinde MHP’nin de olduğu on partinin ortak adayı olan Ekmeleddin İhsanoğlu karşısında 51,8 oy alarak kazanmıştı. 2007’de yüzde 47, 2011’de yüzde 50 oy alan AKP 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde yüzde 42 oranında oy almıştı. Tekrarlanan 1 Kasım 2015 seçimlerinde ise yüzde 49,4 oranında oy aldı. Fakat Erdoğan açısından Bahçeli’yle kurduğu ittifak huzur getirmedi. MHP-AKP ittifakının sınandığı ilk seçimde AKP yüzde 42,6 oy aldı. AKP 7 puan oy kaybına uğradı, seçimin Cumhurbaşkanlığı ayağı daha da ilginçti. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan yüzde 52,6 oy aldı, oysa AKP ve MHP’nin oy toplamı 2015 Kasım seçimlerinde yüzde 62’ydi. MHP’nin desteğine rağmen, AKP-MHP seçimlerde yüzde 10 oranında oy kaybetti.
2018’den bugüne, iktidar ittifakının oyları sistematik bir şekilde eriyor. Kamuoyu araştırma şirketi KONDA’nın Eylül ayı anketi sonuçlarına göre, AKP-MHP-devlet İttifakı’nın oyu yüzde 41,6’ya geriledi. 2018’e göre yüzde 20’lik bir oy kaybı var. Ankete göre, AKP’nin Temmuz ayında yüzde 36,1 olan oy oranı Eylül’de yüzde 32,7’ye indi. MHP’nin oy oranıysa yüzde 8,9’a düştü.39 2019 yerel seçimleri ve tekrarlanan İstanbul seçimleri bu eğilimin kritik evresi oldu. Tüm merkezi büyükşehir belediyelerini Millet İttifakı’na ya da HDP’ye kaybeden AKP, bir de 7 ilde MHP tarafından geçildi bu seçimlerde. Tekrarlanan İstanbul seçimleri ise AKP-MHP ittifakının, ittifakı önerenlerin aklının ucundan bile geçmeyen bir bela haline geldiğini gösteriyordu. Ekrem İmamoğlu, Binali Yıldırım’a yaklaşık 800 bin oy fark attı ve ilk seçim sonuçlarına göre, Ekrem İmamoğlu Binali Yıldırım’ın, yani AKP’nin önde olduğu 13 ilçede daha öne geçti.
İMecburlar itifakının çözülüşünden çürüyüşüne
Tekrarlanan İstanbul seçimleri AKP-MHP ittifakının çözüldüğünün istatistiki kanıtı oldu. AKP’nin derin bir krizle karşı karşıya kaldığı, yalancılığın, riyakarlığın, önüne geleni ırkçı terimlerle suçlamanın, her farklı düşüneni hain ilan etmenin, demokrasiye kastetmenin, yoksulları aşağılamanın, Kürtler üzerinde aralıksız baskı uygulamanın hesabının sorulmaya başlandığının da istatistiki kanıtı oldu. Yargı alanında uygulanan baskıların, hukuksuzluğun, ekonomik krizin faturasını emekçilere çıkartmanın, yoksulun karşısında zenginden yana saf tutmanın, medyadaki tek sesliliğin ve düşünce özgürlüğü üzerindeki baskıların yarattığı siyasal ve psikolojik ortamın hesabı, bu ortamı yaratanlardan soruldu.40
AKP-MHP ittifakı, şatafatlı tüm analizler, arka plan, egemen sınıfın eğilimleri, dış politikadaki makas değişikliği gibi açıklamalar bir yana bırakılırsa, bu iki partinin iktidarda kalmak için tutunabilecekleri tek araç olarak öne çıkan bir öneridir. MHP’siz AKP hem mecliste hem de seçimlerde hiçbir şansa sahip değil. AKP’nin koruyuculuğu olmadan MHP, küçük siyasi partilerden biri sadece. Bu yüzden, iktidarın varlığını ölüm kalım meselesi olarak gören bu iki partinin liderlikleri, seçim kazanmayı memleketin ölüm kalım meselesi olarak kodlamaya başladıkça, kamuoyunda mecburlar ittifakının Erdoğan ve çevresi, Bahçeli ve çevresi, geleneksel devlet bürokrasisi ve çevresi, yeni zenginleşen sermaye grupları ile inşaatçılar ve çevreleri ve eski zenginler ile TÜSİAD’çılar ve onların çevrelerinin çıkar birliği olduğu kanısı giderek güç kazanmaya başladı.
Mecburlar ittifakı çözülürken, dar bir politikacı-bürokrat ve sermaye grubunun çıkarlarını korumaktan başka bir dava kalmadığı için ortada, bu sürece berbat bir çürüme eşlik etmeye başladı.
İktidarın yaşadığı ve giderek kenarından köşesinden kendi tabanını da aşarak topluma yaymaya başladığı çürümenin haddi hesabı yok. Örnekler sadece öfke düzeyini artırıyor. Ama nasıl bir çürümeyle karşı karşıya olduğumuzu anlamak için, iki isim vermek yeterli olacaktır. Birisi, Alaattin Çakıcı, diğeri de Sedat Peker.
İkisi de hem derin hem de organize suç örgütlerinin şefleri. Birisi eski karısını çocuğunun önünde katletme emri vermiş ve hâlâ ismi devletin organize suç örgütü listesinde yer alıyor. Bu adam, iktidar ortağı Bahçeli’nin özel çabalarıyla gelen afla cezaevinden çıkartıldı. Ecevit’in başbakanlığı dönemindeki Rahşan affı41 Çakıcı affının yanında çok basit kaldı. Çakıcı, 1980’de darbe sonrası dönemde ‘MHP ve ülkücü gruplar’ davasında “sol örgütlere mensup olduğu iddia edilen 41 kişiyi öldürdüğü” suçlamasıyla yargılanmış ve askeri mahkemece suçlu bulunmuştu. 1982 yılında ise ‘somut delil bulunamadığı’ gerekçesiyle serbest bırakılmıştı.42 Gazeteciler, aktivistler, milletvekilleri, belediye başkanları, sivil toplum örgütü temsilcileri cezaevlerindeyken Çakıcı gibi bir ismin serbest bırakılması, sadece o değil, 90 bin kişinin serbest bırakılırken muhaliflerin hapiste bırakılmaları, yargısal alanda yaşanan çürümenin göstergelerinden biriydi. Bu adam cezaevinden çıktığından beri ana muhalefet liderine yönelik seviyesiz ve küfür dolu mektuplar yazabiliyor.43
Bir başka örnekse, 2018 seçimleri sırasında Erdoğan ve AKP-MHP koalisyonuna oy çağrısı yapan, mitingler düzenleyen bir başka mafya ve derin devlet şefi Sedat Peker vakası. Peker, Kürt sorununda barışçıl çözümü savunan akademisyenleri, kanlarını oluk oluk dökmekle tehdit etmişti. OHAL koşullarında demokrasi adına elde avuçta kalan kazanımlara lümpen bir üslupla aralıksız bir şekilde saldıran bu organize suç örgütü şefinin iktidar ittifakı adına oy istemesi, mecburlar koalisyonunun çözülmekle kalmayıp siyasal alanda ne kadar büyük bir çürümeye neden olduğunu da gösteriyordu. Ama bu çürümenin boyutlarını görmek için Peker’in “muhalif saflara geçmesini” bekleyecektik. Bunun yaşanması ve Peker’in devletin karanlık işleyişine dair videolar yayınlamasıyla beraber, iktidar ittifakının, Türk usulü başkanlık rejiminin doğası gereği karmakarışık bir derin ilişkiler ağıyla çevrelendiği daha net bir şekilde ortaya çıktı.44
Çökülen oteller, adı geçen bakanlar, işlenen cinayetler, uluslararası uyuşturucu ticareti, eski başbakanların çocukları, bazı hakimler, savcılar ve gazetecilerin aranan suçlularla aynı otellerde buluşmaları, Kıbrıs’ta işlenen gazeteci cinayetinde kontrgerillanın oynadığı rol, o cinayette rolü olanların bugün el koydukları marinalar, ihale yolsuzlukları, silah dağıtılan çeteler…liste sonsuza kadar uzuyor. Yalanlanmayan, inkâr edilmeyen bir ilişkiler ağıyla karşı karşıyayız. Susurluk kazasından kat be kat ağır olan bu skandala rağmen, herhangi bir istifa yaşanmadı. Bir çete lideri tarafından ifşa edilen, herkesin uzun süredir bildiği ama hakkında konuşmamayı tercih ettiği gerçekler konusunda ne bir Meclis soruşturması ne de bir yasal süreç var.
İşte siyasal çürüme böyle bir şeydir.45 Kadın cinayetleri, cinayetleri işleyen katillerin eğer yeterli sosyal medya baskısı yoksa salıverilmesi, hayvanları korumayan bir hayvan hakları yasasının gündeme getirilmesi, iktidar ittifakının liderlerinin her hafta bir toplumsal kesimi (ya da bir sektörü, bir işçi örgütünü, meslek örgütünü) terörist ilan etmesi, AKP’nin iktidarının ortalarında gündeme getirdiği İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi ve çekilmek için üretilen gerekçeler, Cumhurbaşkanlığı makamının muhalefet partilerinin denetimindeki belediyelerin hizmet vermesini engelleme girişimleri46, hemen her grevin yasaklanması, muhalefeti açık açık tehdit edenlerin ve silah göstererek sosyal medyada ölüm tehditleri savuranların hakkında hiçbir soruşturma açılmaması, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı zırhıyla korunurken muhalefet liderlerine istediği gibi seslenmesi, muhalefet temsilcilerinin her an Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla dava açılacağı basıncıyla yaşaması, alt mahkemelerin üst mahkemelerin kararına uymamaya teşvik edilmesi ve hukuksal alanda alınan kararların “karşı hamlemizi yapar işi bitiririz”47 denilerek boşa çıkartılması, bizzat Anayasa Mahkemesi’nin devrinin bittiğinin ilan edilmesi, ekonomide yoksulların gözden çıkartılması, asgari ücretin açlık sınırının altında tutulması, kaynakların çoğunun aynı patronlardan oluşan sermaye gruplarına hiç utanç duyulmadan aktarılması, doğanın kelimenin tam anlamıyla talan edilmesi, hizmet garantili yap-işlet-devret modeliyle doğmamış çocukların sermaye gruplarına borçlu hale getirilmesi, aynı anda birden fazla maaş alan insanların sayısındaki artış48 gibi toplumsal, kültürel, siyasal, hukuksal, bürokrasi alanında, ticari ve kültürel tüm düzeylerde muhalif olanların suratına boca edilen bir çürüme yaşanıyor.
İlk başlarda, bu çürümenin ifadesi olan adımların bu kadar göz göre göre atılmasını iktidarın gerçeklerle bağının kopması olarak yorumlasak da bu siyaset tarzı mecburlar koalisyonunun mecburen uygulamak zorunda kaldığı bir politik pratik ve devlet yönetme tarzı olarak öne çıkıyor.49 Bir yandan Osman Kavala’nın hakkında hazırlanan “adeta iddianameler” ile Kavala haksız bir şekilde cezaevinde tutuluyorken, öte yandan Adalet Bakanı’nın “Suçla ve suçlulukla mücadele ederken masum vatandaşlarımızın incinmesini asla kabul edemeyiz, göze alamayız. Kuru ile yaşın, masumla suçlunun birbirinden titizlikle ayrıldığı bir adalet, mülkün temelidir ve hukukun temel hedefidir. Lekelenmeme hakkı da bu amaca matuf çok önemli reformlardan biridir” diyebilmesi, binlerce KHK’lının yaşadığı mağduriyetin sorumlusu sanki başka bir gezegenden gelenlermiş gibi çok açık bir tarz-ı siyaset olarak görülmelidir.
Dönüşüm tamamlandı
Bu siyasetin herkes açısından anlaşılır olduğu an da evvela sel felaketleri, ardından özellikle Akdeniz ve Marmara yangınlarında iktidarın davranışlarıydı. Bu gerçekten de bir iktidar davranışıydı. Erdoğan Rize’de sel felaketinin acılarını yaşayan insanlara, şehir merkezinde düzenlediği mitingde çay paketleri fırlattı. Ardından Manavgat’ta çıkan yangın sonrası önceki gün bölgeye giden Cumhurbaşkanı Erdoğan millete yine çay paketi attı. Hatta yolda giderken aracın açık bırakılan kapısından çay atmaya devam etti.50 Bir devletin Cumhurbaşkanı, evi sular altında kalmış, ahırındaki hayvanların hepsi ölmüş, can dostu köpeği selde boğulmuş, komşusunun annesi evden kaçamadığı için hayatını kaybetmiş insanların kafasına “olsun, siz şu çay paketini alın hele!” diyerek neden çay paketleri fırlatır? Üstelik öyle böyle değil, kelimenin gerçek anlamıyla çay paketi fırlatıyor, bazı insanlar paket isabet etmesin diye kafalarını eğmek zorunda kalıyor. Fakat sorun çay paketi sorunu değil. Hemen hemen bütün devletler felaketler karşısında bir acziyet içine düşüyorlar. Fakat Türkiye’de yaşanan biraz daha farklı bir durum. Demokrasiden, demokratik mekanizmalardan hiç nasibini almamış olan ve asıl olarak bir OHAL rejimini kurumsallaştırma mücadelesi içinde bulunan mevcut devlet yapısı aynı zamanda bir yönetememe durumuyla karşı karşıya. Bu yönetememe durumu, felaket yaşayan insanların kafasına neden çay paketi atıldığını da açıklıyor.
Ama, çok küçük bir kaynakla yangın söndürme uçaklarını tamir ettirme şansı varken ve böylece yangınlara daha etkin bir şekilde müdahale edebilecekken iktidarın bu adımları atmayıp felaketle cebelleşen insanların kafasına çay atması, sadece yönetme krizini değil, bir yandan da, yöneticilerin, bu “yönetme tarzı”nda ısrarcı olacağını, felaket yaşayan insanların kafasına çay atarak bildiği yoldan şaşmayacağını bir güç gösterisiyle ifade etmeleri anlamına geliyor. Bir yandan “başına ne gelirse gelsin elimden gelen budur” derken, o çay paketleriyle “başına ne gelirse gelsin, yapacağım da budur, güç bende, bu gücü böyle kullanacağım” demiş oluyorlar.
İşte burada AKP’nin yaşadığı dönüşümün nihayete erdiği evreye geliyoruz.
Bu süreci daha önce formüle etmeye çalıştığım şekliyle bir kez daha aktarmakta fayda görüyorum.
Apaçık sağcı görüşlere sahip bu siyasi hareket demokrasiden nasibini almış değildi ya da devlet konusunda Marksistler gibi düşünüyor da değillerdi; ancak devletin nefes aldırmayan baskıcı yapısı nedeniyle özellikle dindar kesimler üzerinde yükselerek 1990’lı yılların başında militan mücadelelerle tanışıp bu hareketlerle ilişkiye geçtiler. Ayrıca birçok öfkeli hareketin siyasal olarak dağınık liderliklere sahip olduğunu, bazılarının ise hiç sahip olamadan geliştiğini görerek, bu kitlelerle daha örgütsel bir temas kurmaya başladılar.
Bu dönemden 2010’lu yılların başlarına kadar, AKP iktidarının ilk on yılı da dahil olmak üzere kadınların, kent yoksullarının, işçi sınıfının çeşitli kesimlerinin bu parti etrafında kümelendiği bir siyasal krizler, darbeler, darbe girişimleri ve toplumsal mücadelenin bazı başlıklarında önemli yükselişler süreci yaşandı. Sağcı bir liderliğe sahip olan iktidar devlet baskısından sakınmak için toplumsal muhalefetin aktif bir parçasına dönüşür ve bu gelişmede iktidarın merkezine yerleşmesini sağlayacak bir dinamik görürken, işçi sınıfı ve yoksulların çeşitli katmanları ise bu partide adil bir düzeni savunan bir eğilimden etkilendiler. Özellikle dönemin “sosyal demokrasisi” ekonomik ve siyasal sarsıntılar arasında siyasal arayış içinde olan kitlelere geleneksel devletin ve büyük sermayenin çıkarlarından başka hiçbir öneride bulunmadı.
Başka bir öneride bulunamamak ve siyasal tartışmaları laik-dindar kutuplaşmasına hapsetmek, AKP liderliğine arkasına gizleneceği bir zemin sunuyordu ve sınırlılıkları görünmez oluyordu. AKP geniş kitlelerle kucaklaşma sürecinde iki net sınırlılığa sahipti. Birisi, bu parti işçi sınıfının taleplerini programatik düzeyde savunan bir parti olmadığı için tüm varlığı egemen sınıfa yaranmaya, onun çıkarlarını en iyi kendisinin savunacağını kanıtlamaya, bunu da geniş ve bu politikalarla uzlaşmaz bir nesnel karşıtlık içinde olan kitleleri ikna ederek yapmaya adamıştı. Bu, devletle karşı karşıya geldiği ilk yıllarında da böyleydi, şimdilerde artık açık etmeden duramadıkları hallerinde de böyle. AKP’nin sınırlamalarından ikincisi ise liderliğinin aşırı sağcılığıydı. Erdoğan ve AKP önde gelenlerinin normali, şimdiki siyasal halleridir. Bu partinin önde gelenlerinin ilk dönemlerinde LGBTİ+ haklarını savunmaları, İstanbul Sözleşmesi sürecine ev sahipliği yapmaları, Oslo süreci ve çözüm süreci adını alan Kürt sorununa çözüm hamlelerinde bulunmaları, askeri vesayetle cebelleşmeleri hem hayatta kalma güdüsünden hem de bu kitlelerden bir dereceye kadar etkilenmelerinden kaynaklanıyordu.51
Mevcut AKP ise özellikle 2015 yılında iktidarı kaybettiğini gördüğü seçimden itibaren Gezi direnişi günlerinde berraklaştırdığı siyasal eğilimi gemi azıya almış bir şekilde uygulamaya başladı. Devletin geleneksel yapısı kendi varlığına da kast ettiği için bu yapının baskıcılığına karşı direnen toplumsal kesimlerin en azından sesine kulak verirken burjuvazinin ekonomik politikalarının savunucusu olan bir siyasal odak olmaktan, devletin geleneksel yapısıyla hemhal olup iktidarın her türlü sağcı politikasını destekleyen faşistlerin desteklediği ve tüm sağcı, köhne, çürümüş fikirlere sahip çekirdek kitleye yaslanırken burjuvazinin ekonomi politikalarını uygulayan devlet aparatına dönüştü AKP.
Bir parti ve bir hareket olarak AKP çoktan öldü. Başka bir şeye dönüştü. Dönüşümü özetleyen en önemli gösterge, artık kendisine ölse oy vermeyeceğini bildiği kitlelere öfke saçıp bu kitlelerin oy verdiği partileri ve siyasileri tehdit etmekle yetinmeyip, kendisine oy verme potansiyeli olan kitleleri de tehdit etmeye başlaması.
Devletle, faşistlerle kurduğu ve sürdürmeye mecbur hissettiği iktidar koalisyonunun her bir saniyesi AKP’nin kitle desteğini eritiyor. AKP şimdi devletin baskı gücüyle birlikte her türlü sağcı fikri destekleyen ve sağcı fikirleri şekillendiren bir kitleye indirgeniyor. Bu kitleyi kaybetmek tuzla buz olmasına yol açacağı için, bu kitlenin ve tabanda zaman zaman bu kitleyle yakınlaşan faşistlerin ruhunu okşayan politikalardan geri adım atamıyorlar. Milyonlarca insana “bu kadar da olmaz ki!” dedirten adımları atmaktan bu nedenle vazgeçmeyecekler.
Çünkü AKP-MHP-devlet ittifakı sadece zirvede yaşanmıyor. MHP tabanı ve AKP tabanının çeşitli kesimleri arasında da bir etkileşim yaşanıyor. 24 Haziran 2018 seçimlerinde birinci de olsa en çok gerileyen ve 1,5 milyonluk bir oy kaybı yaşayan parti AKP olurken, MHP en kazançlı parti olarak çıktı sandıktan. Bu, Erdoğan ve AKP’nin MHP’nin basıncı altında kalması anlamına gelecek. Bu durum, siyasetin mimarisinin sağa kayması, daha sağ politikaların uygulanmasına kapının sonuna kadar aralanması anlamına geldi. İktidar ittifakının liderliği konusundaki çelişkiler sürse de birbirlerine mecbur oldukları için uyum içinde görünürken, tabanda kesif bir sağ kitle buluşması yaşandı. İktidar ittifakının oyları erimesine rağmen, eğer seçimi kazanacaksa, seçmen çekirdeğini sağlam tutmak zorunda. Seçmen kitlesi, 15 Temmuz darbesinden sonra giderek hızlanan milliyetçi bir propaganda sağanağının etkisi altında. Bu darbe girişimi, “Türkiye Devleti’nin varlığına kasteden dış güçler ve bu dış güçlerin piyonu olanlar” iddialarını güçlendirdi. 2017- 2018 yıllarında aynı iddialara somutluk kazandırmak için de girişilen Afrin ve Kandil askerî harekâtları ile Menbiç için ABD’yle yaşanan tartışmalar milliyetçi bir dip dalgasına zemin oldu. Beka kaygısının sürekli işlenmesi, milliyetçi tepkiyi yoğunlaştırdı.
Türk usulü başkanlık rejiminin bu milliyetçi tepkinin bir ifadesi olduğunu da akılda tutarsak, bu propagandanın etkisi altındaki faşist çekirdekle muhafazakâr çekirdeğin yakınlaşması, zirvede Erdoğan ve Bahçeli’nin yakınlaşmasında buldu ifadesini. Böyle tuhaf bir başkanlık rejiminin bir dizi krizi tetiklemesi ve bir dizi krizin de derinleşmesine sebep olması, iktidar ittifakını giderek seçim kazanma yeteneğinin uzaklarına itiyor. Özellikle AKP liderliği bunun farkında. Son AKP milletvekili saha raporları, sadece ekonomik krizin değil, “Kamuya alımlarda mülakatlar” gibi sorunların da AKP seçmenleri arasında öncelikli sorunlar haline gelmeye başladığını gösteriyor.52 AKP sadece MHP’yle kurduğu siyasal ittifakın doğası gereği, mecburlar koalisyonunun niteliği gereği tabanını kaybetmekle kalmıyor; tabanındaki çekirdek muhafazakar, erkek kitleyi diri, göreve hazır ve (yeniden toparlanma süreci başladığından) geri kalan kitleleri de etrafından toparlayacak bir dinamizm içinde olmasını sağlamak için attığı her politik adım, kendi seçmen kitlesi içindeki makul kitleleri diken üstünde tutup insanların AKP’den daha da uzaklaşmasına neden oluyor.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi bu muhafazakâr, sağcı, aile değerlerini savunuyoruz maskesi altında kadına yönelik şiddetin önünün açılmasını hırsla arzulayanları teskin ederken AKP’ye oy veren kadınların bir kesimini bu partinin liderliğinden kopartıyor. Kadın cinayetlerini işleyen erkeklerin ellerini kollarını sallayarak gezinmesi, maço, muhafazakâr, sağcı ve milliyetçi erkeklerin bir kesimiyle faşistlere hoş görünürken ya da LGBTİ+’ların hedef gösterilmesi aynı şekilde toplumsal cinsiyet eşitsizliğini savunan adamlara hoş görünürken, bu partinin tabanındaki başka kesimlerin uzaklaşmasına neden oluyor.53 MHP’yle ittifak en temel Kürt haklarında yeniden eski devlet politikalarına dönmek için zaten var olan itkiye ivme kattığında bir grup Türk, sağcı, milliyetçi hoşnut olsa da AKP seçmenleri arasında ağırlıklı yer tutan Kürtlerin önemli bir kesiminin bu partiden uzaklaşmasına neden oluyor. Çeşitli sermaye gruplarının kollanması, başka sermaye gruplarını, işçileri derin bir yoksulluğa mahkûm ederken AKP içindeki gösterişçi, züppe, har vurup harman savuran bir kesimin çığırtkanlığı da milyonlarca yoksulun çektiği çileyi iyice katlanılmaz hale getiriyor.
Kanal İstanbul’un temel atma töreni diye yapılan şov sırasında aslında Kanal İstanbul’un temeli atılmıyor, Kuzey Marmara Otoyolu’nun bağlantı yolunun temeli atılıyordu. İktidar ittifakının liderliğiyle kitlesi, tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş diye özetleyebileceğimiz bir uyum içinde. Ama bu uyum, bir partinin sadece hikâyesinin bittiğini değil ruhunu da teslim ettiğini, parti ve bir siyasal hareket olarak sona erdiğini gösteriyor. Soru, cenazesine ne olacağı. Cenazeyi kim kaldıracak? Erdoğan, Bahçeli ve devlet ittifakı mı seçimlerde CHP-İYİP’in liderliğini yaptığı ana muhalefet mi yoksa tüm kutuplaşmaya da son verecek bir şekilde mücadele eden milyonlarca işçi, emekçi, kadın, iklim aktivisti, Kürt ve tüm ezilenler, tüm mağdurlar mı?
Seçimlere doğru dolu dizgin giderken cevabını hep birlikte aradığımız ve muhtemelen sokaktaki mücadelenin içinde vereceğimiz asli soru budur.
Kaynakça
Anadolu Ajansı, 2021, “Erdoğan: Transatlantik coğrafyasının istikrarının temini için önemli sorumluluk üstlendiğimizi biliyoruz” https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/erdogan-transatlantik-cografyasinin-istikrarinin-temini-icin-onemli-sorumluluk-ustlendigimizi-biliyoruz/2273394
Aytemur, Atilla, 2021, “Hedef Muhalif Belediyeler”, Serbestiyet. https://serbestiyet.com/featured/hedef-muhalif-belediyeler-70914/
Babacan, Nuray, 2021, “Karavanacıları sevindiren yasa teklifi: İşte buna indirim denir”, Hürriyet. https://www.hurriyet.com.tr/ yazarlar/nuray-babacan/karavancilari-sevindiren-yasa-teklifi-iste-buna-indirim-denir-41908129 Yazar, AKP’li vekillerden aktarılan bir raporda ““Sahada artık, ‘Yol, köprü, baraj yaptık’ propagandası yetmiyor. Vatandaş mikro ölçekteki sorunların çözülmesini bekliyor” yazdığını söylüyor.
BBC.com, 2020, “Alaattin Çakıcı: İnfaz düzenlemesiyle tahliye edilen ‘organize suç örgütü lideri’ kimdir?”. https://www.bbc. com/turkce/haberler-turkiye-52296799
Callinicos, Alex, “Biden, Çin ile sürdürdüğü silahlanma yarışını yeniden hızlandırıyor”, Marksist.org.
Eğilmez, Mafi, 2021, “Ülke Riski Nedir, Nasıl Düşürülür?”, Kendime Yazılar. https://www.mahfiegilmez.com/2021/09/ulke-riski-nedir-nasl-dusurulur.html
Emren, Tuna, 2021, “Gezegen İçin Kırmızı Alarm”, Marksist.org.
Erdoğan, Erkin, 2021, sf. 73. “İklim Hareketine Bir Strateji Önerisi”, Enternasyoanl Sosyalizm, s. 8.
Ergin, Sedat, 2021, “Türkiye-Rusya arasında-İdlib mutabakatlarında taraflar taahhütlerini ne kadar tuttu?”, Hürriyet.
Güngen, Ali Rıza, 2021, “Tedarik zincirleri aksarken yeni maceralara”, Gazete Duvar. https://www.gazeteduvar.com.tr/tedarik-zincirleri-aksarken-yeni-maceralara-makale-1536893
Haffner, Sebastian, 2018. “Bir Alman’ın Hikayesi-Hatırladıklarım (1914-1933), Çeviren Hulki Demirel, İletişim Yayınları, İstanbul. sf. 86.
Hürriyet, “1 yılda 17.2 milyon insan iklim değişikliği yüzünden göç etti”, 2019. https://www.hurriyet.com.tr/avrupa/1-yilda-17-2-milyon-insan-iklim-degisikligi-yuzunden-goc-etti-41270692
Indepented Türkçe, 2021, “Emine Erdoğan: Gelin, hep birlikte basit önlemler alalım; alışverişe çıkmadan önce alınacaklar listesi hazırlayalım, porsiyonlarımızı küçültelim”, https://www.indyturk.com/node/381386/
Kahveci, İbrahim, 2021, “Bir paket çay!”, Karar gazetesi. https://www.karar.com/yazarlar/ibrahim-kahveci/bir-paket-cay-1590215
Karakaş, Şenol, “AKP kongresi: Hikayesi bitenlerin buluşması”, Marksist.org, https://marksist.org/icerik/Yazar/15744/ AKP-kongresi-Hikayesi-bitenlerin-bulusmasi
Karakaş, Şenol, “Mecburlar koalisyonu gerilerken”, Adalet Zemini. https://adaletzemini.org/9-temmuz-2020-mecburlar-koalisyonu-gerilerken-senol-karakas/
Karakaş, Şenol, 2021, “Kendi Kuyruğunu Yiyen İktidar”, Enternasyonal Sosyalizm, s. 8.
Leather, Amy, 2020. “Fosil Yakıtlara, çaresizce Adanmak”, İklimi Değil Sistemi Değiştir.
Levent, Hediye, 2021, “Libya bir kez daha karışabilir!”, Evrensel. https://www.evrensel.net/yazi/89510/libya-bir-kez-daha-karisabilir
Mahçupyan, Etyen, 2021, “Erdoğan-Bahçeli ilişkisinin ‘derin’ anlamı var mı?”, Serbestiyet. https://serbestiyet.com/featured/ erdogan-bahceli-iliskisinin-derin-anlami-var-mi-71193/
Marx, Karl, 1979, Grundriss- Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, sf. 344-346
Milliyet, 2021, “ABD ile ilişkiler iyi bir noktada değil” https:// www.milliyet.com.tr/siyaset/abd-ile-iliskiler-iyi-bir-noktada-degil-6604940
Neale, Jonathan, 2009, Küresel ısınmayı Durduralım, Dünyayı Değiştirelim, çev. Doğan Tarkan, Yordam Yayınları, İstanbul, sf 55.
Serbestiyet.com, 2021, “Kurtlu bulguru yerdim, evet…”, https://serbestiyet.com/haberler/kurtlu-bulguru-yerdim-evet-71076/.
Sevim, Faruk, 2021, “Hayat Pahalılığının Sorumlusu Siyasal İktidardır”, Sosyalist İşçi s. 689.
Gürgen, Ali Rıza, 2021, https://www.gazeteduvar.com.tr/tiksindirici-veya-gayrimesru-hangi-borclar-biriksin-makale-1535166
Sputnik, 2021, “Millet İttifakı Cumhur İttifakını geçti”. https:// tr.sputniknews.com/20211006/konda-anketi-millet-ittifaki-cumhur-ittifakini-gecti-1049581018.html
Dipnotlar:
-
-
Makaleyi okuyan ve uyaran, teşvik eden, eleştiren, bazı noktaları hatırlatan Arife Köse, Yıldız Önen, Tuna Emren, Ayça Sezer, Roni Margulies, Faruk Sevim, Özden Dönmez, Volkan Akyıldırım ve Ahmet Yıldırım’a teşekkür ediyorum.
-
-
-
https://artigercek.com/haberler/betona-bogulan-adanin-maliyeti-500-milyonu-bulacak, bu alıntı röportaj adanın ne hale geldiğini özetliyor: “30 civarında betonarme bungalov, 600 kişilik konferans salonu, avlu dahil 1200 kişinin ibadet edebileceği cami, müze, sergileme alanları, bağımsız ve dışarıdan gelenlerin hizmet alacağı kafeterya-restoranlar olacak. İşletmesini TOBB GTİ yapacak.” Konuşanın TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu olması da çok anlamlı.
- https://www.aa.com.tr/tr/gundem/cumhurbaskanligi-iletisim-baskani-altundan-yilin-iletisim-odulu-paylasimi/2366065#
- https://www.hakantahmaz.com/2021/09/28/hdpnin-deklaras-yonu-yeni-bir-yol-arayisi/ Hem Erdoğan hem de Bahçeli sağlık çalışanlarının SES gibi asli örgütlenmelerinin başında gelen TTB ve onun başkanı Şebnem Korur Fincancı hakkında ağır eleştirileri oldu. Erdoğan, Fincancı üzerinden TTB’yi terörle iç içe olmakla suçlamıştı. Bahçeli ise her zamanki düşman hukukunu devreye sokan üslubuyla “TTB kapatılmalıdır, yöneticileriyle ilgili adli işlem yapılmalıdır” demişti. https://m.bianet.org/bianet/ diger/231020-bahceli-ttb-kapatilsin
- https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-56907130
- Karakaş, Şenol, 2021.
- https://marksist.org/icerik/Haber/16657/Turkiye-kapitalizminin-kaynak-krizi-artiyor
- https://www.mahfiegilmez.com/2021/09/ulke-riski-nedir-nasl-dusurulur.html
- https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/nuray-babacan/karavancilari-sevindiren-yasa-teklifi-iste-buna-indirim-denir-41908129
- https://marksist.org/icerik/Haber/16657/Turkiye-kapitalizminin-kaynak-krizi-artiyor
- http://www.turkis.org.tr/EYLUL-2021-ACLIK-VE-YOKSULLUK-SINIRI-d563758 Bu linkten, araştırmanın yer aldığı pdf dosyası indirilebilir.
- Sevim, Faruk, 2021 Sosyalist İşçi 689.
- Makaleyi yazmaya başladığımda dolar 8.75 liraydı, makale bittiğinde çoktan Türkiye’de Merkez Bankası başkan yardımcıları Erdoğan tarafından kovulmuş, yeni üç kişi atanmış ve düşük faiz açıklamaları nedeniyle dolar 9 lirayı geçmişti.
- Gürgen, Ali Rıza, 2021, “Tiksindirici veya gayrimeşru: Hangi borçlar biriksin?”, Gazete Duvar.
- https://www.bbc.com/turkce/46634492
- Callinicos, Alex, 2021.
- https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/erdogan-transatlantik-cografyasinin-istikrarinin-temini-icin-onemli-sorumluluk-ustlendigimizi-biliyoruz/2273394
- Levent, 2021.
- Milliyet, 2021.
- Ergin, Sedat, 2021. Sedat Ergin Rusya’nın son dönemlerde mutabakat dışı harekatlarını şöyle özetliyor: “Rusya, mutabakatlarlaateşkesi sürdürme taahhüdünü üstlendiği için buna uygun hareket etmesi gerekiyor. Nitekim, 5 Mart 2020 Mutabakatından sonra uzun bir süre buna uygun bir şekilde davrandı. Buna karşılık, özellikle geçen temmuz ayıyla birlikte bizzat kendisi hava saldırılarına girişti. Eylül’ün son haftasına kadar 2021 yılındaki tespit edilebilen saldırılar 450’ye yaklaşmıştı. Esad rejimi de sınır hattı boyunca topçu ateşi ve roket saldırılarıyla bu kampanyayı tamamladı.” Enternasyonal Sosyalizm matbaaya girmeden önce makaleyi yeniden okurken, İdlib’in yeniden Rusya tarafından bombalanmaya başladığını eklemekte fayda var.
- Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar Rusya’nın İdlib’teki son saldırıların şiddetiyle alakalı, “Mutabakata aykırı” açıklamasını yapsa da Rusya bildiğini okumaya devam ediyor
- Güngen, 2021.
- Leather, Amy, 2020, sf17. Konuyla ilgili Marksist ve açıklayıcı bir başka tartışma için Erkin Erdoğan’ın kapsamlı makalesine bakılabilir. Erdoğan, Erkin, 2021, sf. 73. “İklim Hareketine Bir Strateji Önerisi”
- Marx, Karl, 1979, sf. 344-346.
- Emren, Tuna, 2021, Marksist.org
- Hürriyet, 2019.
- Emren, Tuna, 2021, Marksist.org
- Neale, Jonathan, 2009. sf. 55.
- https://www.oxfam.org/en/research/confronting-carbon-inequality
- https://twitter.com/bulentilgaz/status/1445506193753993226?s=21
- https://www.hurriyet.com.tr/gundem/emine-erdogan-karbonsuz-dunya-icin-biz-variz-41910024
- https://marksist.org/icerik/Yazar/13025/mobileRedirect
- Dergi matbaaya girmeye hazırlanırken, iktidar Paris İklim Anlaşmasını imzaladığını ilan etti. Bu çok önemli bir gelişme. Fakat iktidarın Paris Anlaşması’nı imzaladığı gün Yavuz isimli arama gemisinin Karadeniz’e yeni fosil yakıt kaynakları aramak için açılması iktidarın karakteri hakkında yeterli veriyi sunuyor. Fosil yakıt kullanımını sınırlandırma sözü verip kullanmak için fosil yakıt aramak! Anlaşmanın imzalanması, elbette küresel iklim adaleti hareketinin, Türkiye’de yıllardır verdiğimiz mücadelelerin de bir sonucu. Hiçbir mücadeleyi azımsamamak zorundayız. Ama şu da çık ki, “İklim krizini durdurmak için hangi hükümetin hangi anlaşma metnini imzaladığından daha çok sokaktaki mücadelenin yaygınlığı ve kararlılığı önemli. İktidarları Paris anlaşması gibi metinlere imza atmaya zorlayan da sokaktaki mücadelenin gücü. Sokakta ne kadar kalabalık olursak ve iklim krizini durdurmak için süren mücadeleler ne kadar yaygın olursa ‘Yalan söylemeyin, oyalamayın, harekete geçin!’ diyen aktivistlerin sayısı ne kadar çoğalırsa o kadar etkili sonuçlar elde edebiliriz.” https://marksist.org/eski/icerik/Doga/16696/TBMM-Paris-Iklim-Anlasmasini-onayladi,-Turkiye-fosil-yakit-aramaya-tekrar-basladi
- Panama belgeleri ve bu belgelerde bazı inşaat şirketlerinin aktardığı milyonlarca dolar iktidarın şirketlerle ilişkisi hakkında da çokşey anlatıyor. bkz. https://socialistworker.co.uk/art/52483/Pandora+Papers+expose+the+greed+of+the+system, https://marksist.org/icerik/Dunya/16731/Pandora-belgelerinde-kapitalizm-Yolsuzluk,-vergi-kacakciligi,-kuresel-esitsizlik
- Mahçupyan, 2021.
- Haffner, 2018. sf. 86.
- Özellikle bu konuda HDP hakkında hazırladığı dosyayı kapatma davası açması ya da bu davada kullanması için savcılığa yetiştirmesi nasıl bir yapıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Devlet Bahçeli, ocak ayında “HDP’nin kapatılması adalete aykırılık teşkil etmeyecektir” demişti. Milliyet gazetesinde 14 Mart’ta yayınlanan bir haberde “MHP kurmayları, hazırlanan dosyada, “HDP’nin, daha önce AYM kararıyla kapatılan partilerin devamı niteliğinde olduğunun vurgulandığını” söylerken, “Kuruluşundan bugüne HDP ile PKK arasındaki illiyet bağını gösteren bilgi ve görsellerin” bulunduğu dosyanın, Kobani olaylarını da içerecek şekilde genişletildiği belirtildi.” diyordu. https://www.milliyet.com.tr/siyaset/mhp-hdp-kapatilsin-dosyasini-tamamladi-6454867
- Karakaş, 2020.
- Sputnik, 2021.
- https://marksist.org/icerik/Haber/12407/AKPnin-buyuk-kaybi-Yenilgiden-cozulmeye AKP’nin çözülmesine dair ilk analizlerin yer aldığı bu basın açıklaması hâlâ güncelliğini koruyor.
- https://www.haberturk.com/rahsan-affi-nedir-rahsan-affi-ne-zaman-cikarildi-kimleri-kapsadi-2559953
- bbc.com, 2020.
- Bu adamın cezaevinden Erdoğan’a yönelik olarak yazdığı şöyle satırlar da var: “Devletin sahibi sen değilsin!.. Unutma! Sen yolcusun, Ülkücüler ve Türk Milliyetçileri, her etnik mozaiğe mensup vatan sevdalıları da hancılardır!
“Annene, babana dua ettiğin gibi sayın Bahçeli’ye ve onun yol arkadaşlarına da dua et. Elinden ne gelirse de bana istediğini yapabilirsin…Sokak çocuğu, sokak çetesi olmadığımı da o beyninin derinliklerine sok.” https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-52296799 Bu, AKP’nin MHP’yle koalisyona ne kadar mahkûm olduğunu gösteren bir başka örnek. - Evrensel gazetesinde Peker’in iddialarının çok başarılı bir dökümü yer alıyor. https://www.evrensel.net/haber/433237/sedat-peker-kimdir-videolarinda-hangi-iddialari-dile-getirdi-iddialara-kim-ne-dedi
- Peker’in iddialarıyla ilgili geçen sayıda kaleme aldığım “Kendi Kuyruğunu Yiyen İktidar” başlıklı yazıya bakabilirsiniz.
- Atilla Aytemur “Hedef Muhalif Belediyeler” başlıklı yazısında iktidarın belediyelere yönelik akıl almaz saldırılarını şöyle özetliyor:
* İBB’nin AK Parti döneminden devreden önemli bir borcu olduğu açıklandı. İBB’nin borcu ödemesi ve yeni hizmet yatırımlarını yapılabilmesi için borç bulma veya bazı mülklerini satarak kaynak
yaratma girişimleri iktidar blokajıyla karşılaşıyor. Muğla, İzmir, İstanbul, Adana belediyelerinin bu yolla eli kolu bağlanıyor. Buna karşılık iktidar belediyelerinin borçlanabilmesi için bütün imkânlar sunuluyor.
• Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın yetkisine alınan “Belediyelere Yardım Ödeneği”nin kullanılmasının muhalefet belediyelerini sıkıştırma amacı taşıdığı belirtiliyor.
• 39 yıllık Kamu Çalışanları Disiplin Yönetmeliği’nin değiştirilip, 5 milyon memurun (büyükşehir belediyelerinde çalışanlar dahil) birinci dereceden sicil amirinin cumhurbaşkanı olması belediyelerin özgürlüğüne indirilmiş bir darbe sayılıyor.
• Çevre ve Şehircilik Bakanlığı aldığı devlet yardımlarının çok büyük bölümünü iktidar belediyelerine aktarıyor.
• İktidara yakın vakıflara belediyelerin imkânları verilerek devlet kesesinden vakıf faaliyeti meşrulaştırılıyor.
• Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin ciddi bir gelir elde edeceği kapalı otobüs duraklarına ilan panosu yerleştirme projesi, Cumhur İttifakı’nın ortaklarınca engelleniyor.
• Başta İstanbul Büyükşehir Belediyesi olmak üzere, bazı muhalefet belediyelerinin Bağımlılıkla Mücadele Şube Müdürlüğü, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Müdürlüğü, Çocuk ve Aile Hizmetleri Şube Müdürlüğü, Kültür Varlıkları Restorasyon ve Uygulama Şube Müdürlüğü, Bilgi İşlem Yönetişim Şube Müdürlüğü gibi hizmeti yaygınlaştıracak kurumsallaşma girişimleri kabul edilmiyor ya da geciktiriliyor.
• İstanbul’un 150 mahalleye 150 kreş projesi olmadık engellemelerle karşılaştı ve çok azı yapılabildi. 0-4 yaş grubu çocuk sahibi anneye ücretsiz ulaşım kartı verilmesine ise fırsat tanınmadığı belirtiliyor.
• Alevi inancında önemli bir yeri olan cem evlerinin ibadethanelere tanınan bazı haklardan faydalanmasına AK Parti ve MHP engel oluyor.
• İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Milli Eğitim Müdürlüğü’nün Çekmeköy’deki 35 dönümlük arazisine okul yapma projesi kabul edilmedi.
• Deprem riski nedeniyle ilgili bakanlık, belediye ve meslek kuruluşlarının yer aldığı Deprem Konseyi teklifi ve kentsel dönüşümün önünü açacak ve yaygınlaşmasını sağlayacak çatı katlarıyla ilgili teklif AK Parti ve MHP oylarıyla reddedildi. - Tam olarak şöyle dedi Erdoğan: “AİHM’nin verdiği kararlar bizi bağlamaz. AİHM’nin bugüne kadar biliyorsunuz terör örgütüyle ilgili verdiği birçok karar var. Hepsi de aleyhedir. Onun karşılığında bizim de yapabileceğimiz birçok şeyler vardır. Biz karşı hamlemizi yaparız, işi bitiririz.”
- Bu konudaki en acıklı gelişme Erdoğan’ın Tarım Kredi Kooperatiflerini öne çıkartmak ve diğer market ve süpermarketlerin pahalılığın nedeni olduğunu kanıtlamak için yaptığı alışveriş sürecinde yaşandı. Erdoğan 1000 liralık alışveriş yaptı. Ama bütün veriler Tarım Kredi Kooperatiflerinin diğer marketlerden daha ucuz olmadığı gösterdi. İkincisi ise Tarım Kredi Kooperatifleri Genel Müdürü Fahrettin Poyraz’ın huzur haklarıyla birlikte 62 bin 500 lira maaş aldığının ortaya çıkmasıydı. https://www.patronlardunyasi.com/haber/Fahrettin-Poyraz-180-Bin-degil-62-bin-500-TL-aliyorum/255920 Poyraz 180 bin maaş aldığını söyleyenleri çürütüyor ve 62 bin TL maaş aldığını söylüyor!
- Burada birkaç örnek, gerçeklikle bağ kuramama sorunundan başka bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Birisi AKP çevresinin ünlü dini figürü Hayrettin Karaman’ın açıklamaları. Bir röportajda “Önünüze kurtlu bulgur koysalar pirinci aramaktan vazgeçip bunu yer miydiniz?” sorusuna, “Yemeyince açlıktan öleceksem daha temizini buluncaya kadar yerdim. Hayatta kalınca da temizlemek için elimden geleni yapardım. Yaparken de iyi olanı da görür ‘Bu iyi’, kötü olanı da görür ‘Bu kötü’ derdim. Bunu derken de uygun üslup, zaman ve mekânı seçerdim.” yanıtını verebildi. Dindar ve yiyecek yemek bulamayan kitlelere AKP iktidarını desteklemeleri için dinin kullanımında aşılmaz bir örnekti. serbestiyet.com, 2021. Bir diğeri Emine Erdoğan’ın halka tasarruf önerisinde bulunurken, “Gelin, hep birlikte basit önlemler alalım. Mesela, alışverişe çıkmadan önce, alınacaklar listesi hazırlayalım. Porsiyonlarımızı küçültelim. Sadece ihtiyacımız kadarını alıp, bozulacağını bildiğimiz yiyecekleri istiflemekten vazgeçelim” diyebilmesiydi. https://www.indyturk.com/, 2021. Günlük beslenme masrafı ikiye katlanarak 5,4 milyona ulaşmış bir sarayda yaşayıp yoksul insanlara porsiyonlarını küçültmeyi önermek de gerçeklerle bağ kopması durumunun ötesinde bir gelişmeye tekabül eder. Erdoğan Bayraktar’ın açıklamaları, en son sızdırılan TÜGVA belgeleri çürümenin boyutlarının sanılanın ötesinde olduğunu kesin bir şekilde gösteriyor.
- Kahveci, İbrahim, 2021.
- Sorunu AKP’nin rüzgar nereden eserse yelkeni oraya çevirdiği şeklinde iddia edilen pragmatizmini toplumsal bir olguyla temellendirmek önemli. Şunun farkında değil bir çok siyasal çevre: Örneğin AKP’ye çözüm sürecini yaptıran dinamik bugün muhalefetin de sürekli bir şekilde Kürt sorunu ile sınanmasına neden oluyor. Çünkü bu AKP’den bağımsız ama aynı zamanda onunla şekillenen ve onu da şekillendiren toplumsal bir dinamik. (Arife Köse’nin metne katkısını çok önemli bir tartışma olduğu için olduğu gibi alıyorum.)
- Babacan, Nuray, 2021, Hürriyet.
- Bu tabanın niteliğini ve AKP liderliğinin bu tabanı korumak ve kollamak konusundaki ısrarını aşı karşıtlığı meselesinde görebiliriz. Aşı karşıtlığının siyasal temelini soranlar oluyor, kuşkusuz bu sorunun yanıtı mevcut iktidar ittifakı olmalıdır. Bu resmi bir tutum değil. Hatta resmi olarak hem devlet yöneticileri, bakanlar hem de AKP önde gelenleri aşının faydaları konusunda zaman zaman konuşuyorlar. Ama aşı karşıtlarına gösterilen müsamaha, aşı karşıtı mitingi yasaklamaya çalışan kaymakamın görev yerinin değiştirilmesi, mitinge maskesiz katılıma izin verilmesi bu mitingin siyasal arka planını gösteriyor. Miting kürsüsünden yapılan bilim karşıtı, ırkçı, anti semitist konuşmalar iktidar ittifakının çekirdek kadrolarının etrafında şekillenen bir kümelenmeden söz edebileceğimizi gösteriyor. Kendisi aşı olan, aşı olmanın faydası olduğunu söyleyen yöneticiler, aşı karşıtı hezeyanlara beklenmedik bir müsamaha gösteriyorlarsa bu kesimleri ‘kendilerinden’ görmelerindendir. Bir kez daha hatırlatmak gerekir ki İstanbul Sözleşmesi’ni, toplumu LGBTİ+ eğilimlere yönelttiği gerekçesiyle eleştiren AKP’li yetkililer, sözleşmeden bu nedenle çekildiklerini ama bunun doğru olmadığını, İstanbul Sözleşmesi’nin böyle bir içeriği olmadığını da bildiklerini söylemişlerdi.
-