Nuran Yüce
Aralık 2015’te 195 ülke Paris İklim Anlaşması’nı kabul etti. Bu Anlaşma ‘küresel ısınmanın sanayi öncesi döneme göre 2 derecenin oldukça altında tutulması ve artışın 1,5 dereceyle sınırlandırılması’ hedefini içeriyordu. Böylece ülkeler bu sözleşme ile iklim değişikliğinin en kötü sonuçlarından ve zararlarından kaçınmak için net bir eşik belirlediklerini ilan ettiler. Paris Anlaşması’nın kabul edilmesinin ardından Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Paneli’nden (IPCC) özel bir rapor hazırlaması istendi. IPCC’nin 6.000’in üzerinde bilimsel çalışmayı inceleyerek hazırladığı bu özel rapor 6 Ekim 2018 yılında yayınlandı.
Raporun tam adı “1,5°C Küresel Isınma; iklim değişikliği tehdidini önlemek ve sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğu ortadan kaldırılmak için ortaya konan küresel çabaların güçlendirilmesi kapsamında, sanayi öncesi seviyelerin 1,5°C üzerindeki küresel ısınmanın etkilerine ve ilişkili küresel sera gazı emisyon patikalarına dair bir IPCC Özel Raporu”ydu.
Yayımlandığı andan itibaren tam bir bomba etkisi yaratan rapor, emisyon artışı mevcut şekliyle devam ederse, küresel ısınmanın 2030 ile 2052 yılları arasında 1,5°C sınırını geçeceğini söylüyordu: Bu sınırı geçmemek için küresel emisyonların 2030 yılında, 2010 yılına göre yüzde 45 azaltılması, 2050 yılında ise tamamen sıfırlanması gerekir. Hem belirtilen emisyon azaltım miktarlarının büyüklüğü, hem de bu hedeflerin 12 yıl içinde yerine getirilmek zorunda oluşu gerçekten dehşet vericiydi.
Dehşet vericiydi çünkü Paris Anlaşması kapsamında ülkelerin verdikleri taahhütlerle, küresel ısınmayı 3 derecelik artışlara ulaştıracaktı. Ve ülkelerin taahhütleri de 2030’a değil 2050’ye ertelenmekteydi. Oysa raporda, bırakın 3 dereceyi 2 derece ile 1,5 derece arasındaki farkın bile hayati önemde olduğuna ilişkin veriler açıklanıyordu. 2 derecelik sıcaklık artışında; mercan resiflerinin tamamının yok olacağı, sellerin yüzde 170 artacağı, deniz seviyelerinin 10 santim daha yükseleceği, böceklerin yüzde 18’inin, bitkilerin yüzde 16’sının, omurgalıların yüzde 8’inin yok olacağı, 410 milyon insanın şiddetli kuraklığa, 2 milyar insanın en az 20 yılda bir aşırı sıcaklara maruz kalacağı gibi veriler ardı ardına sıralanıyordu. Tüm bu yıkımları durdurmak için de önümüzde sadece 12 yıl kaldığı söyleniyordu.
Bir iklim krizinin içinde olduğumuzu on yıllardır biliyoruz. IPCC’nin ‘küresel ısınma vardır, fosil yakıt kullanımı ve arazi yapısındaki radikal değişiklikler nedeniyle atmosferdeki sera gazlarının miktarı artmaktadır, bu da gezegenin ortalama sıcaklığını yükseltmektedir’ dediği ilk raporunun üzerinden 30 yıl geçti. Bu otuz yıl içinde, yani sorunun nedenini bildiğimiz andan itibaren, sera gazlarını azaltmak üzere adımlar atılması gerekiyordu. Oysa 30 yılda sera gazları azaltılmadı, artırıldı; sanayi devriminden 1990 yılına kadar olan dönemde 784 milyar ton karbondioksit atmosfere salınmıştı, bunun üzerine, 1990 sonrasında 831 milyar ton daha eklendi.
Daha iki ay önce açıklanan bir araştırma, deniz seviyesinin metrelerce yükselmesine neden olacak Grönland buzullarında kritik eşiğin geçildiğini ve erimenin hızlandığını söylüyor. Radikal değişimin geçtiğimiz 20 yıl içinde olduğu, gelecekteki nesillerin bu felaketten kaçınabilme şansı kalmadığı da belirtiliyor. Tüm zamanların en sıcak Mayıs ayı bu yıl yaşandı. Sıcaklığın mevsim normallerinin 10 derece üstünde olduğu Sibirya’da ‘Zombi alevler’ adı verilen bir başka tehlikeye kapı aralandığı uyarısı yapıldı. Anlamak cidden güç ama şu an faal durumda olmasalar da Arktik Bölgenin tamamında, aşırı ısınma kaynaklı orman yangınlarını başlatacak zombi alevlerin uyandığı, uydu gözlemleri ile tespit edildi. Bu yıl ABD’yi kasıp kavuran yangınlar için de ‘söndürülemeyen yangınlar’ denildi. 2003-2019 yılları arasında tüm ülkede şu ana dek görülen yangınlardan daha şiddetlisi yaşandı. Ardı ardına çıkan, çok geniş bir alana yayılan yangınların yaşandığı Kaliforniya’da sıcaklık 54,4 derece ölçüldü, Ağustos ayında sıcaklık rekoru kırıldı. Los Angeles’ta tüm zamanların rekoru 49 dereceyle kırıldı.
İklim krizinin ne tür yıkımlara yol açacağına ilişkin çok sayıda bilimsel rapor yayınlandı. Bilimsel raporların öngörülerinden daha hızlı ilerleyen bir krizin içinde olduğumuz, dünyanın dört bir tarafında iklim değişikliğinden kaynaklı felaketlerin her geçen gün şiddetlendiği de ortada. Ama sadece iklim krizi ile karşı karşıya değiliz. Biyolojik çeşitlilik kaybı, toprağın, suyun kirlenmesi…
Gezegensel ölçekte ait ve muhtaç olduğumuz doğal yaşam yıkıma uğruyor, her alanda tehlike çanları son sürat çalıyor. Her bir tehlike çanına karşı yıllar içinde verilen mücadeleler de büyüdü. İklim hareketi de bu yıllar içinde hem büyüdü hem de radikalleşti. “İklimi değil Sistemi değiştir!”, “İş İklim Adalet”, “İklim Adaleti” sloganlarını hem sahiplenenlerin sayısı arttı, hem de büyük gösteriler, sokak işgalleri, grevler yapıldı. Irkçılığa karşı mücadele, göçmenlerle dayanışma son dönemde iklim hareketinin içinde de sahiplenilir oldu. Hareketin büyümesinde ve radikalleşmesinde durumun aciliyeti ve bu aciliyete karşı neredeyse hiçbir şey yapılmamış olması da var.
Greta Thunberg’in de aktivisti olduğu Gelecek İçin Cumalar (Fridays For Future) kampanyası, “Birkaç ay içinde dünyanın nasıl değişeceği konusunda hiçbir fikrimiz yok. Fakat şunu biliyoruz: İklim adaleti sağlanana kadar buradayız! Dışarıya çıkıp caddeleri doldursak da çevrimiçi olsak da fark etmez, gerekirse yeni çözümler geliştirir, kendimizi görünür kılmayı başarırız. Buradayız!” açıklaması ve “Geri döndük!” mesajıyla okul grevlerini tekrar başlattı.
Hareketin içinde sorunların kaynağını farklı bir şekilde ele alan ve bu sorunları nasıl çözebileceğimize ilişkin farklı öneriler getiren siyasi öbekler var. Hareketi güçlendirebilecek politik ve teorik tartışmalara ihtiyacımız olduğu çok açık. Bu ihtiyaçlara yanıt vermek üzere Martin Empson editörlüğünde hazırlanan İklimi Değil Sistemi Değiştir: Çevre Krizine Devrimci Bir Yanıt isimli kitap Z Yayıncılık tarafından yakın zamanda basıldı. Bu kitap”neden iklimi değil de sistemi?” sorusunu, her biri birbirinden farklı ekolojik ve toplumsal sorunlara eğilerek yanıtlayan 11 makaleden oluşuyor.
Kitap, iklim krizinden biyolojik çeşitlilik kaybına, toprağın aşınmasından gıda krizine, pandemi krizinden plastik sorununa, tüm ekolojik krizlerin temeline odaklanıyor; bunların neden yaşandıklarını, tarihsel gelişimlerinin ardındaki bilimsel gerçekleri ortaya sererek gösteriyor. Empson’ın sunuş bölümünde belirttiği gibi, tüm yazarlar, yaşanan bu yıkıcı tehditlerin, doğası gereği anti-ekolojik bir sistem olan kapitalizmden kaynaklandığını, sistemin sebep olduğu ekolojik krizlere sistem içinden üretilen çözümlerin durumu daha da kötüleştirip, çokuluslu şirketlerin kârını artırmaya hizmet ettiğini ve ihtiyacımız olanın devrimci bir dönüşüm olduğunu savunuyor. Ve tüm bu savunuları hakkıyla yerine getiriyorlar.
Kapitalizm anti-ekolojik bir sistemdir
Yaşadığımız iklim krizi ve biyoçeşitlilikteki yıkım, çok uzun zamandır bu gezegen üstündeki yaşamı var eden doğal süreçleri, birbiriyle bağlantılı ekosistemleri temelden sarsıyor. Bu iki krizin de kaynağının kapitalist üretim modelidir. Ama bu krizlerin kaynağı kapitalizm olduğunu söylerken, basitçe doğanın sömürülme biçimlerinden ya da sistemin yarattığı ‘ikincil krizler’ gibi algılanacak bir şeyden değil, bizzat insanın doğa ile kurmak zorunda olduğu ilişkiyi ortadan kaldırmasından bahsediyoruz. Kapitalist üretim modeli inorganik bedenimiz olan doğa ile metabolik birlikteliğimizi baltalıyor.
Kitapta Ian Angus’un “Metabolik Yarılmanın Yeniden Keşfi ve Gecikmeli Takdiri” başlıklı makalesinde Marx’tan aktardığı bir bölüm var:
Açıklanması gereken, canlıların kardeşliği ve faal insanlığın doğa ile gerçekleştirdiği metabolik mübadelesinin doğal, inorganik koşulları ya da dolayısıyla doğayı kendine mal etmesi değildir. Bunlar tarihsel sürecin mahsulleri de değildir. Daha ziyade, bir varlık olarak insana özgü organik koşullar ile bu faal mevcudiyet arasındaki bölünmenin, yalnızca ücretli emek ve sermaye ilişkisinde tümden varsayılmış olan bu ayrışmanın izaha ihtiyacı vardır.
İzaha muhtaç olan kısım insanların doğanın bir parçası olduğu, doğal çevremize bağlı bir tür olduğumuz, doğanın sunduğu gıda, hava ve su gibi yaşamsal imkânlar olmasaydı varlığımızdan bile söz edilemeyecek olması değil. Burada kavranması gereken yine Marx’ın “Doğa insanın inorganik bedenidir, biyolojik sistemlerimizden bağımsız, tamamlayıcı parçamızdır” yaklaşımıdır. Marx’ın “İnsan, doğadan geçinir. Demek ki doğa da onun bir uzantısıdır aslında, işte bu nedenle, onunla etkileşimini sürdürmeli ve onu beslemelidir ki hayatta kalabilsin” derken vurguladığı gibi, müşterek bir bağımlılık ilişkisinde olduğumuz, metabolik bir birliktelik oluşturduğumuzdur. Bitkiler, böcekler, solucanlar, mikro-organizmaların etkileşimi, bu metabolik birliktelik, verimli toprağın oluşmasını sağlar. İnsan da doğanın bir parçası olarak bu metabolik birliğin bir parçasıdır. Kendini besleyebilmek için toprağı beslemesi gerekir. Ama diğer canlılardan farklı olarak bunu çok bilinçli bir şekilde yapar. İnsan toplulukları olarak tarih boyunca yaşamsal ihtiyaçlarımızı karşılama yöntemlerimiz, üretim biçimlerimiz ve bu üretim biçimlerine uygun toplumsal yapılarımız sürekli değişti. Ama ilk defa kapitalist üretim modelinde insan ve yerküre arasındaki metabolik etkileşimde, metabolizmaların birbirlerine bağlı süreçlerinde büyük, onarılmaz bir uçurum oluştu.
Fosil yakıtları kullanmaya devam edersek, dünya artık bildiğimiz dünya olmaktan çıkacak. Yağmur ormanlarını kesmeye devam edersek binlerce türün yok oluşuna neden olacağız. Aşırı avlanma, plastik kirliliği ve asitlenme ile deniz ekosistemlerini yok eder haldeyiz. Küresel düzeyde, tüm yaşamı yok oluşa doğru sürüklüyoruz. Bu gidişatın iyi olmadığı çok açık değil mi? Neden bu çoklu krizlerin, yıkımların önüne geçemiyoruz? Bu soruya verilen cevaplar çoğunlukla “bencil insan doğası”, “sorumsuz şirketler”, “et tüketenler” ve “nüfus fazlalığı” oluyor. Verilen bu cevapların hiçbiri bu büyük yıkımların nedenlerini oluşturmadığı gibi, bazıları doğru da değil. Örneğin sabit, değişmeyen bir insan doğasından bahsedemeyeceğimiz gibi, insan doğasının bencil olmadığına ilişkin de birçok örnek var.
Kapitalist sistemde bir sermaye sahibinin üretimini güdüleyen, kârıdır. Rakipleri karşısında rekabet gücünü korumak ve artırmak için en kısa zamanda en fazla kârı elde etmek, sürekli daha fazla üretim yapmak için sürekli yeni yatırım yapmasıdır. Bu işleyiş kapitalizmin anti-ekolojik özünü oluşturur. Marx’ın ifade ettiği gibi “Kapitalizm tabiatı gereği karşı koyamadığı kâr ve varlık birikimi dürtüsünü, insani temel ihtiyaçların karşılanmasından daha önemli sayar.” Ve bu süreçte “İnsan ve yerküre arasındaki metabolik etkileşimi altüst ederek toplumsal metabolizmanın, yani yaşamın doğa yasalarınca bizzat salık verilen metabolizmanın birbirine bağlı süreçlerinde onarılmaz bir uçurum” yaratır. Del Weston, Marx’ın ekolojisinin en can alıcı noktasını, yani toplumsal sistemler ve tabiatın geri kalanı arasındaki kopuşu şöyle ifade ediyor;
Metabolik yarılma… İnsanların oynadığı rol de dahil olmak üzere, bütünlüklü bir ekolojik sistemin metabolizmasındaki parçalanmayı ifade eder. Sermaye birikimi mantığının, doğanın yeniden üretimi sürecine nasıl zarar verdiği etrafında şekillenen bu kavram, kapitalizmin neden olduğu çevresel bozulmayı, ekolojik sürdürülebilirliği nasıl sekteye uğrattığını ve dolayısıyla doğanın temel işleyişine engel olduğunu imler. Yerküre metabolizmasını ‘maliyet ve kazanç’ dengesini yitirme yönünde zorlayan kapitalist dünya düzenini büyük bir ustalıkla resmeder.
İnsan ve doğa ilişkisinin metabolik birliğini kavramak, bu birlikteliği onarılmaz bir biçimde yarılmaya uğratan kapitalizmi ortadan kaldırmamız gerektiğini gösteriyor. Ian Angus “İnsan toplumu ve yerküre arasındaki ilişkide korkunç derecede yanlış giden bir şeyler var,” diyor; “Bunun alametlerine odaklanıp asıl sorunu görmezden gelmek tehlikeli bir tutum olur çünkü bir sorunu düzeltelim derken diğerlerini içinden çıkılmaz hale getirebiliriz. Radikal çözümlere ihtiyaç duyduğumuz apaçık ortada.”
“Geleceğiniz bir çöp kovasının içinde.”
Amy Leather’ın kitapta iki makalesi bulunuyor; “Fosil Yakıtlara Çaresizce Adanmak” ve “Kapitalizmin Plastik Sevgisi ve Nedenleri”. Bu iki makale de “fosil yakıtlar kapitalizmin ta kendisidir. Fosil yakıtlardan kurtulmak istiyorsak bu sistemden kurtulmaktan başka çaremiz yok” vurgusunu kapitalizm ve fosil yakıtların iç içe geçtiği tarihsel anlatımın içinde yapıyor. Bu sistemin irrasyonel karakterini, doğal varlıkları israf ettiğini, gündelik hayatın vazgeçilmezi olarak sunulan plastikten daha iyi teşhir edecek bir örnek yoktur.
Leather “Kapitalizmin Plastik Sevgisi ve Nedenleri” makalesine, dehşet verici boyutlara ulaşan plastik kirliliğine dikkat çeken verilerle başlıyor ve bu hızla giderse 2050 yılına gelindiğinde, okyanuslardaki plastiğin kütlesi, balıkların toplam kütlesini aşmış olacak, diyor. Bu kabul edilebilir bir durum olamaz. Ama Leahter’ın dikkat çektiği bir şey daha var; plastikten üretilen bazı ürünlerin faydasının da bulunduğu. Yani asıl sorun plastiğin kendisi değil, üretim süreci. Ve bu süreç sistemin kalbine inme fırsatı sunuyor, diyor. Özellikle doğada yaratılan tahribatın nedeni olarak, insanları, aşırı tüketimi ve kullan-at kültürünü görenler plastik kirliliğine dikkat çekerler. Ama Leather’ın makalesinde de anlatıldığı gibi, plastik, insanların böyle bir talebi olduğu için girmedi hayatımıza: Kullan-at kültürü bizzat bundan kâr eden şirketler tarafından icat edildi ve sürdürüldü.
Plastik sağlam ve dayanıklı bir malzeme. Plastikten üretilmiş bir ürün uzun süre kullanılabilir. Ama uzun süre kullanmak yenisinin alınmayacağı anlamına gelir. Plastik endüstrisinin buna çözümü, daha fazla kâr getiren tek kullanımlık plastik ürünler oldu. Plastik üreticileri 1956’da “Geleceğimiz bir çöp kovası içinde” diyerek kullan-at çağını başlattılar. Kullan-at ürünleri insanların benimsemesi, davranış alışkanlıklarının değiştirilmesi için çok çaba harcandı. Çünkü insanlar “onar-kullan” sloganıyla, hiçbir şeyin israf edilmemesi gerektiği buhran ve savaş dönemi alışkanlıklarına sahipti. “Tek Kullanımlık Yaşam Tarzı” için medya kampanyaları yapıldı.
1970’lerin ortalarında çıkan naylon poşetler de insanlar tarafından hevesle karşılanmadı. Ama büyük mağazalar kesekâğıdından çok daha ucuza mal olan naylonu kullanmaya başlayınca, rekabet gereği naylon torbalar tüm mağazalarda kullanılmaya başlandı. Sonuçta bugün üretilen plastiklerin yarısını tek seferlik ürünler oluşturuyor, ambalaj ürünleri ise tüm üretimin yüzde 26’sını meydana getiriyor. Leather’ın sözleriyle; “Belki de başka hiçbir şey kapitalizmin mantıksızlığını bundan daha iyi özetleyemez; sonsuza dek dayanabilecek malzemeler, kullanılıp atılmak üzere pazarlanıyor.”
Plastik üretimi modern endüstriyel kapitalizmin fosil yakıt temelli ekonomisine bağımlıdır. Petrol ve kimyasal şirketlerin birlikteliği 20. yüzyılın başlarına dayanıyor. Dow, DuPont, ExxonMobil, Shell, Chevron, BP ve Sinopec gibi şirketler fosil yakıt ve plastik üretimini aynı anda yapıyorlar. Plastik içinde yüzdüğümüz bir dünyaya ABD hükümetinin, İkinci Dünya Savaşı boyunca petrokimya tesislerini inşa etmek ya da genişletmek için 3 milyar doların üzerinde para harcadığını, 1945’lere gelindiğinde plastik üretiminin dört katına çıktığını hatırlatmak gerekir.
Dakikada bir milyondan fazla poşet kullanılan bir dünyada yaşıyoruz. Bu poşetlerin geri dönüştürüldüğü iddia ediliyor. Oysa dünyadaki tüm plastiğin sadece yüzde 14’ü geri dönüşüm için toplanıyor. Ve gerçekte ise sadece toplam üretimin yüzde 5’i geri dönüştürülebiliyor. Geri dönüşüm miktarını artırmak, zorlamamız gereken bir talep, yoksa dönüştürülmeyen her poşet çevre kirliliğine yol açıyor. Ama geri dönüştürülen plastik miktarı, sıfırdan üretilen plastiğin yerine geçemezse kirliliğin önüne geçmemiz de mümkün değil. Oysa şirketler plastik üretimini artırmaya yönelik adımlar atıyor.
Shell, dünyanın en yaygın plastiği olan polietilenden, her yıl 1,6 milyon metrik ton üretmeye hazırlanan ve bunun için Pennsylvania’da şeyl gazı kullanan milyarlarca dolarlık bir tesis inşa ediyor. Shell’in bu tesisin inşası için Pennsylvania idaresinden 1,65 milyar dolar vergi indirimi almasından bahsetmeye gerek bile yok aslında. Mobil ise, Texas’taki yeni polietilen üretim hattıyla plastik üretimini 2,5 milyon tondan fazlasına çıkaracak ve bu atılım onu, dünyadaki en büyük plastik üretim ünitesine sahip şirket haline getirecek. Bu esnada Suudi Arabistan’ın petrol şirketi Saudi Aramco ve ülkenin kimya devi SABIC, dünyanın en büyük petrokimya fabrikalarından birini inşa ediyor.
Küresel karbon emisyonlarının üçte birinden 20 büyük fosil yakıt şirketi sorumlu. Bunlardan Chevron, Exxon, BP ve Shell’in küresel karbon salımlarındaki toplam payı yüzde 10. Tarihsel emisyonların yüzde 52’sinden sorumlu olan 100 fosil yakıt şirketi, 1998’den, yani IPCC’nin iklim krizini tüm dünyaya duyurduğu ilk rapordan bu yana küresel karbon emisyonlarının yüzde 71’ini gerçekleştirdi. Daha bu ay Shell sosyal medya üzerinden büyük bir ikiyüzlülükle “Emisyonların azaltılmasına yardımcı olmak için neyi değiştirmek istiyorsunuz?” diyen bir paylaşımda bulundu. Değiştirmek değil, fosil yakıt kullanımına tamamen son vermek istiyoruz.
Leather “Fosil Yakıtlara, Çaresizce Adanmak” makalesinde İngiltere’de sanayi kapitalizminin tarihsel gelişimi ile fosil yakıt endüstrisinin nasıl iç içe geçtiğini anlatıyor. 1800’lerin başında İngiltere’de su ile çalışan eğirme ve dokuma makinelerinin yerini kömürlü buhar sistemlerinin almasının kaçınılmaz olmadığı; endüstri içinde süren savaşı, kapitalizmin doğasına -rekabet, büyüme ve birikim- uygun buhar sistemlerinin kazandığını aktarıyor. Fosil yakıtlardan kurtulmak istiyorsak kapitalizmden kurtulmamız gerekir. Çünkü ikisi de birbirini besleyerek büyüyor.
Askeri ve ekonomik rekabet ile hem fosil yakıtların kullanımı (önce kömür, hemen devamında petrol) hem de kapitalizm küresel düzeye yayıldı. Bu tarihsel süreçte Leather’ın dikkat çektiği çok önemli diğer bir nokta ise kapitalizmin mezar kazıcısı olan işçi sınıfının tarihteki ilk örgütlü, yaygın, işçi eylemlerinin İngiltere’nin kömür madenlerinde gerçekleştirmiş olması. Daha sonraki yıllarda madencilerin grevleri ordu ile bastırılırken, Winston Churchill 1910’da İngiliz savaş gemilerinin yakıtını kömürden petrole çevirme kararı ile devleti “madencilerin siyasi taleplerinden kurtardığını” söylüyor. Tüm altyapısı fosil yakıtlara dayalı kapitalist sistem içinde yenilenebilir enerji kaynaklarına geçilmesi çok büyük yatırımların, kârların bir kenara bırakılması anlamına gelir. Biz bir geleceğimiz olması için “Kömürü toprakta bırak” talebini yükselttikçe, sistem kendi geleceğinin tehdit altına girdiğinin farkına vardı.
Felaket kapitalizmi
2010-2012 arasında 1990’lar boyunca geçerli olan kömür kapasitesinin üstüne iki buçuk kat eklendi. Kısa bir süre önce Urgewald çevre grubu tarafından hazırlanan bir raporda, Dünya Bankası’nın Paris Anlaşması’ndan bu yana fosil yakıtlara 12 milyar dolardan fazla yatırım yaptığı ve bunun 10,5 milyar dolarının yeni projeler için doğrudan finanse edildiği açıklandı. Geçtiğimiz 23 Ekim’de biyoçeşitliliği ve sürdürülebilir tarımı mahvedeceği kesin olan AB Ortak Tarım Politikası (CAP) Avrupa Parlamentosu’nda onaylandı. Greta Thunberg ve arkadaşlarının başlattığı “CAP’i Geri Çekin!” imza kampanya metni aslında söylenmesi gereken her şeyi söylüyor. Kampanya metninde şu satırlar yer alıyor:
Okul grevleri hareketine duyulan ihtiyaç, iktidar konumundaki insanların, sizin gibi insanların başarısızlığından bahsediyor. Bu Cuma, bu başarısızlığı bir kez daha gösterdiniz. Kâr ve ekonomik açgözlülüğü gezegenin insanlık için yaşanabilirliğini korumaya öncelik vermeye ve zararlı tarım uygulamaları ile toprak verimliliği ve biyolojik çeşitliliğin kaybını sürdürülebilir seçeneklerden daha fazla teşvik etmeye oy verdiniz. Bu seçimler sadece Avrupa’yı değil tüm dünyayı etkileyecek… En Çok Etkilenen Kişilere ve Bölgelere, insanlığa ve gelecek nesillere felaket ve ıstırap vermeyi seçtiniz, ancak bunu size söylememize ihtiyacınız yok. Bunu neye oy verdiğinizi tam olarak bilerek yaptınız, ne yaptığınızı biliyorsunuz. Şunu da bilin: Bilimi anlıyoruz ve neyin tehlikede olduğunu biliyoruz, izliyoruz ve sizi asla affetmeyeceğiz. Bundan kurtulamayacaksınız.
Finans, hukuk ve politika dünyası, Leather’ın da yazdığı gibi, iklim inkârcılarını barındırıyor olsa da “… egemen sınıfın büyük bölümü iklim değişikliğinin gerçekliğini kabul ediyor. Sorun, bu kişilerin, merkezinde fosil yakıtların bulunduğu bir sistemin vasileri olmalarında yatıyor.”
Kapitalist sistem, devamlılığı ve genişlemesi doğrultusunda adımlar atarken, bu arada oluşan krizlerden de kâr etmeye devam ediyor. Ian Rappel “Doğal Sermaye: Türlerin Yok Oluşuna Neoliberal Bir Yanıt” makalesinde sistemin kendisinin doğurduğu çevresel sorunları sömürmek üzere geliştirilen ‘doğal sermaye’ kavramının nasıl popülerleştiğini; yaşayan doğa içinde kapitalist sermaye birikiminin sınırlarını genişletme aracı olarak nasıl işlev gördüğünü anlatıyor. Martin Empson “Gıda, Tarım ve İklim Değişikliği” makalesinde çokuluslu şirketlerin hâkimiyetinde, kar güdüsüyle şekillenen, her aşaması yoğun fosil yakıt kullanımına dayanan tarımın çevresel açıdan da büyük yıkımların kaynağı haline geldiğini, Sarah Ensor ise “Kapitalizm ve Biyoçeşitlilik Krizi” makalesinde kapitalizmin kâr arzusunun, girift bir bağlaşıklık ağı içinde yaşadıkları için hayatları birbirine bağlı ve pek çok başka organizmaya yaşam desteği sunan türleri yok edişini aktarıyor.
Sistemi değiştirelim
Kohei Saito “Yirmi Birinci Yüzyılda Karl Marx’ın Ekoksosyalizm Fikri” makalesinde Ekososyalizm’in temel anlayışını “Sürdürülebilir üretimin maddi koşulları ile kapitalizm birbiriyle çelişir” diyerek özetliyor. Bu çelişki iyice gün yüzüne çıkmış durumda, benzersiz bir yıkımla karşı karşıyayız. Radikal bir değişime ihtiyacımız olduğu çok açık. Bu değişimin insanlar ve doğa arasındaki yaşamsal ilişkiyi, metabolik birlikteliği iyileştirmesi gerekiyor.
Kitapta yer alan son makale Martin Empson’a ait: “Sürdürülebilir Bir Toplum Yaratabilir miyiz?”
Kapitalizmin alternatifi, kapitalizme karşı mücadelenin içinden doğar. Ancak burada önemli olan yalnızca yeni toplumun nasıl doğacağı değil, aynı zamanda nasıl örgütleneceğidir. Keza işçilerin bu süreçte kendilerini nasıl dönüştürdükleri de önem taşır. Marx’ın dile getirdiği gibi:
Hem bu komünist bilincin kitlesel ölçekte üretilmesi hem de davanın başarısı için, kitlesel bir değişim gereklidir. Bu değişim yalnızca tatbiki mümkün bir hareketin içerisinde, yani devrimde gerçekleşebilir. Dolayısıyla devrim, yalnızca egemen sınıf başka türlü alaşağı edilemeyeceği için değil, aynı zamanda onu deviren sınıf yalnızca bir devrim yoluyla kendisini çağların pisliğinden kurtarmayı başarıp, yeni bir toplum kurma aşamasına geçebileceği için de gereklidir.
Bu “komünist bilincin” üretimi, işçilerin kendilerini yeniden yaratmaları ve hak ettikleri konuma yerleşmeleri anlamına geliyor. Doğaya yabancılaşmış bir emek süreci üzerinden bağlantı kuran, atomlarına ayrılmış tüketiciler olmayı reddedip, kendisi de doğanın bir parçası olan, emek veren, yaşadığı dünyayı, gezegene ve topluma müşterek fayda sağlayabilecek şekilde dönüştürenler olmak onların en doğal hakkıdır.
Marksist bir perspektiften iklim krizinin kökenlerini ve bu krizden kurtuluş ihtimallerini tartışan bu kitap, iklim aktivistleri tarafından bir başucu eseri olarak görülmelidir.