İkinci Hayat üzerine bir deneme

Figen Dayıcık Fırat

Sınırda bekleyen göçmenler ve sınır tanımayan virüsler…

Nurdan Gürbilek

Zihnimizin, vicdanımızın kapılarını açmak için, soru sormak yeterli gibi. Konu sınırlar, göçmenler, ev, yer, yurt ise ve günümüz politikaları bunların üzerine kuruluyorsa, cevapsız soruların boynu bükük kalır.[1] Metis Yayınlarından çıkan “İkinci Hayat: Kaçmak, Kovulmak, Dönmek Üzerine Denemeler”inde Nurdan Gürbilek, ele aldığı konular, kişilere-konulara eleştirel bakışı, bunlara dengeli yaklaşımıyla bize sorular sorduruyor ve yolunu bu sorularla çiziyor:

İnsan yurda ne kadar ihtiyaç duyar?

İnsana ne kadar toprak lazım?

Evi dağılanın yurdu genişler mi?

Kitapta Nietzsche’nin, “Yolları yollara sormayı ve denemeyi sevdim hep. Bir sorma ve denemeydi benim tüm yürüyüşüm” sözüyle karşılaşırız. Bu söz, söylediğim bağlamdan çok farklı bir şey için seçilmiş olsa da, kitabın yazı serüveni ve Gürbilek’in yaklaşımı bu söz minvalinde gelişmiş gibi. “İkinci Hayat” üzerine tanıtım yazısı yazmak (yeterince iyi tanıtım yazıları da mevcut) kitabın sınırları içinde olacağından, denemelerin çağrıştırdıklarının bendeki izdüşümleri üzerinden bir şeyler yazmak istedim. Yani “denemenin denemesini” yazmak, kitabın sınırsız çağrışımları üzerinden gitmek, yeni sorular sormak istedim.

Ev ya da coğrafya

Yazar sunuş bölümünde, “ev, yurt, sınır, mahalle, toprak, coğrafya” kavramlarının Corona sonrası dünyada olumlu-olumsuz yeni anlamlar kazanacağını, sınırda bekleyen göçmenler ve sınır tanımayan virüslerin “yer” fikrini belirleyeceğini söylüyor. Ele alınan kavramlar yazarların, düşünürlerin nasıl deneyimlediği üzerinden tartışılırken zamanın ruhu ya da popüler kültürün bunları nasıl içerdiği, alt ve üst yapısıyla toplumun bunları nasıl biçimlediği, ideolojilerin olan biteni nasıl sunduğu üzerine değerlendiriliyor.[2]

Dünyada neler, nasıl değişecek bilinmez ama zamana güvenmek gerek.[3] Hiçbir şey aynı kalmıyor, Trump’ın seçimleri kaybetmesi olumlu değişimlerden biriydi; mücadeleyle bir ırkçı durduruldu. Salgının etkisindeki dünyada siyasetçilerin gündemi değişti mi? Hayır. Doğa hâlâ talan ediliyor, bölgesel savaşlar devam ediyor, göçmenler çaresizce bekliyor. Pandemiyle birlikte ülkeler sınırlarını kapattı; Mart, Nisan, Mayıs aylarında dünya durdu. Bugünlerde ise sosyal hayat yasaklandı ama iş dünyası çalışmaya devam ediyor.

Yıllardır Afrika’da, Ortadoğu’da uygulanan sömürü politikaları yoksulluğu ve göç etmeyi zorunlu kıldı. Yaşamak için “ikinci hayat” yolculuğuna çıkan göçmenler Avrupa’ya varamadan Akdeniz ve Ege sularında yaşamını yitiriyor. Sorunun kaynağı olan devletler pandemi fırsatıyla yeni kararlar alma aşamasında. AB, üye devletlerin mülteci alma zorunluluğu kuralını kaldırmayı tasarlıyor. Avrupa Komisyonu’nun yeni göçmenlik anlaşması tasarısında, üye ülkelere zorunlu mülteci kotası uygulanması fikrinden vazgeçiliyor. Tasarı, üye ülkelerin, kendilerine gönderilen mültecileri kabul etmelerini veya ülkelerine geri gönderilmelerinin sorumluluğunu üstlenmelerini öngörüyor. Mültecileri kabul etmeleri için üye ülkelere AB bütçesinden kişi başına 10 bin Euro teşvik ödenmesi de tasarıda yer alıyor. Ancak üye ülkelerin mülteci kabul etme zorunluluğu olmayacak.[4]

Yoksulluk, ayrımcılık sınır tanımıyor, zenginler sınır tanımıyor, sınırları çizen kapitalizm sınır tanımıyor.

“Sınırlar”, on bölümden oluşan kitabın çarpıcı bölümlerinden biri. Bu bölüme Gürbilek, Saadat Hasan Manto’nun “Toba Tek Singh” adlı öykü kitabıyla başlar. Kitap, sınırlar üzerine, yerin bir gecede aşılmaz bir sınırla ikiye ayrıldığı bir büyük bölünmeden yedi yıl sonra yazılmış ve İngilizler Hindistan’ı terk ettiğinde, geride sadece sömürgeciye değil, birbirine karşı da bilenmiş topluluklardan oluşan bir ülke bıraktığı dile getirilmiş. Öykülerden birinde (delilerin mübadelesi) bir deli görevlilerden kaçıp tırmandığı ağaçta ne Pakistan’da ne de Hindistan’da, “işte tam bu ağacın üstünde” yaşamak istediğini haykırır.

Hindistan 1947’de bir İngiliz avukatın dini hassasiyetlere göre çizdiği bir sınırla ikiye ayrılır. Sih ve Hindular Hindistan’da, Müslümanlar Pakistan’da yaşayacaktır ve bir günde her şey alt üst olmuştur. Tarihin en büyük zorunlu göçlerinden birinde on milyondan fazla insanın yerinden edildiği, bir milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği bu bölünme Irak Savaşı’nı aklıma getiriyor. Irak, demokrasi, özgürlük yalanlarıyla işgal edilmiş, işgali meşrulaştırılmak için basın ve filmler birbirleriyle yarışmıştı. Hollywood’un büyük yönetmeninin(!) çektiği “İskender” filminde[5] kral, Babil’e özgürlük ve demokrasi getireceğini söylüyordu. İskender’i, Bush’un politikalarına alet etmek dahiyane bir fikirdi. Filmin gösterildiği yılda Irak yağmalanmış, bombalanmış ve Irak’ta taş üstünde taş kalmamıştı. Geride sadece yoksulluk, Sünni-Şii çatışması, bir de yıkılan binalar kaldı. Kısa sürede petrol kuyuları yeni sahiplerini bulmuş, inşaat şirketleri çalışmaya başlamıştı.

Saadat Hasan Manto bir başka öyküsünde kapitalistlerin aynılığının çarpıcı bir örneğini dile getirir: “Mahalle ateşe verildiğinde her şey yanıp kül oldu. Geriye tek bir dükkân kaldı. Tabelada ‘İnşaat malzemeleri satılır.’ yazıyordu.” Sömürgeciler çekildiğinde Irak’ta kan, şiddet, yersiz yurtsuz insanlar kaldı.

Ya Suriye’deki kanlı savaştan geriye kalan? Kıyıya vurmuş minik bir beden. Suriye’den kaçmak zorunda kalan Alan Kürdi ve ailesi “ikinci bir hayat” için yollara düşmüştü. Maalesef tekneleri bir karaya, ikinci bir hayata ulaşamadı ve tüm dünya onun son görüntüsüyle sarsıldı.[6] Ege kıyısına vuran küçücük bedeni birçok kişiye “Nereden geldi, nereye gidiyor, niçin gidiyor?” sorularını sordurdu ama bugün bu sorular unutuldu, her şeyin faturası (depremin faturası bile) yine Suriyelilere çıkartıldı.

Yaşamın sürmesi için toprağın üstü önemli, altı daha da önemli. Fransa’dan birkaç haftalığına Sivas’a gelen Ermeni bir kadın Sivas’ta vefat eder. Ermeni olması dışında hakkında hiçbir şey bilinmeyen kadının yakınlarına Hrant Dink vasıtasıyla ulaşılır. Sivas toprağındaki annesini almak isteyen kızına, yaşlı bilge müthiş bir metaforla “Su çatlağını buldu,” der.[7] Hrant kendisini çok etkileyen bu metafor üzerine şu sözünü dile getirir; “Evet, bu topraklarda gözümüz var ama üstünde değil altında.”

İnsan ve toprak

Gürbilek kitabın “Kökenler ve Başlangıçlar” bölümünde, Tolstoy’un “İnsana Ne Kadar Toprak Lazım” öyküsünün daha çok toprak uğruna canından olan bir adamı anlattığını, Tolstoy’un uçsuz bucaksız topraklarını köylülere dağıtmak istediğini, yanıtının da açık bir şekilde “İnsana cansız bedeninin sığacağı kadar toprak lazım” olduğunu yazar. Kanla var edildiğiyle övünülen topraklarda yaşayan insanların, kefenin cebinin olmadığını söyleyenlerin yurt, vatan, toprak olgularını Tolstoy üzerinden yeniden düşünmeleri gerekmez mi?

Aynı bölümde yazar, Jean Améry’in yaşadığı topraklardaki toplama kamplarında acı çekip sonra da sürgün olmanın acısıyla toprak sorusunu “İnsan yurda ne kadar ihtiyaç duyar?” sorusuna dönüştürdüğünü anlatır. Amery’in yaşadığı Fransa’da “ikame yurt” olarak tabir ettiği para, itibar, şan, şöhret, bunlara ne kadar az sahipse o kadar yurda ihtiyaç duyacağını açıklar. Proust, Beckett, Sartre’ın manevi yurttaşları olabileceğini ama onlardan zevk alabilmesinin yolunun sokakta kendi yurttaşlarına rastlamasından geçtiğini, kültürel enternasyonalizmin ancak yurdun güvenli topraklarında serpilebileceğini söyler.

Tanındığın, tanıdığın, kültürel olarak, inanç olarak ortaklaştığın insanlarla bir yerde olmakla yine tanıdığın ama bir şekilde “farklı” ve “yabancı” hissettiğin topraklarda olmak aynı değil. Almanya’da Türkler, Amerika’da Meksikalılar, Türkiye’de Suriyeliler ikinci hayatlarına nasıl anlam yüklüyorlardır, o ülkelerin halkıyla ne kadar iç içeler? Daha çok kendi içlerine kapalı mı yaşıyorlar? Bu sorular, Nurdan Gürbilek’in sürgün olmakla ilgili yazılarına götürüyor beni:

Paris sadece adları bilinen sürgün yazarların değil, varlıklarından haberdar bile olmadığımız, ne yurtlarına dönme ne de yeni bir yurt edinme imkânı olan Ortadoğulu, Uzak Asyalı, Afrikalı göçmenlerin de şehridir. Bu çağın kitlesel yerinden etmelerin karanlık perspektifinden bakıldığında, bir insanın doğup büyüdüğü yerle arasında zorla açılmış bir çatlaktır sürgün. Ne geldiği yerden kopabilmek ne gittiği yere bağlanabilmek, hayatını yitirdiklerine yanarak yaşamak. 90’ların başında hastanede yazmaya başladığı ‘Yersiz Yurtsuz’da Edward Said, ‘Otuz yedi yıldır Newyork’ta yaşıyorum, karaya tutunabildim ama bunca yıl sonra yerinden edilmişlik neden hâlâ içimi kemirmeye devam ediyor.

Jean Améry’in sürgünlüğüne de değinen Gürbilek, kökende ısrar eden bir dünyada (Rus’sun sen Rus kal) yeni birine dönüşebileceği fikrinin ferahlatıcılığından bahseder, Amery’in kimlikte ve kökende ısrar etmediğini çünkü ikinci hayatın kendisi için imkânsız kılındığını, kendini Alman Hans Meyer’den kulağa Fransız gibi gelen Jean Améry’ye dönüştürme çabasının sonuç vermediğini, bu nedenle “İnsan yurda ne kadar ihtiyaç duyar?” sorusuna kesinlikli bir cevap verilemeyeceğini dile getirir. Onun derdi yurt kavramının sadece milliyetçilikle anlaşılmasına bir itirazdı belki de. “Yurtsuz” olmak politik bir imkân olarak görülebilir. Aidiyetsizlik ve özgürlük ilişkisi böyle bir tahayyül sunuyor. Yurdu dünya olarak kurunca, onun tüm sorunlarının yüklenilebileceği düşünülüyor. Neye uyanacağımızın belli olmadığı şartlarda yaşarken kavramlar da sabitliğini kaybetti, çünkü artık dünyada bir ev yok: Evimiz dünya. Sanırım böyle düşünebilmeyi biraz da bir yurda sahip olduğumuzu bildiğimiz için yapıyoruz. Zorla göç etmek zorunda kalmayanın, dünya denen yerin başka bir ülkesinin sınırlarında, yabancılığı, sürgünlüğü deneyimlemeyenin konumu için bahsedilebilir bu durumdan. Bir de elbette yurt kelimesinin kafamızda canlanan o milliyetçilikle, tekilci bakışla birlikte yer etmiş olumsuz anlamı var, “kanla sulanmadan” varlığı düşünülemeyen yer olarak.[8]

Ev nedir? Ev geçmişte bırakılabilir mi? Evi geride bırakmak nasıl olur? Evi bırakamayanların durumu ne? Bir yanda insanın enginlere açılabilmek için bir koruyucu hücreye, bir eve ihtiyacı olduğunu dile getiren Bachelard, bir yanda buradan uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa buradan, ancak böylelikle hedefe varabiliriz, diyen Kafka, diğer bir yanda kaçmaktan daha eylem dolu bir şey olmadığını söyleyen Deleuze vardır. Tüm bunlara karşılık “yurt saçmalıkları” bu alanı ele geçirdi diye ona duyulan ihtiyacı yok sayamayacağımızı söyleyen Jean Améry, arkalarda bir yerde de evin toplumsal dayanağıyla birlikte bireysel anlamını da yitirdiğini, bugün çoktan çıkar bölgesine dönüştüğünü söyleyen Adorno’nun sesi duyulur: “Ev geçmişte kalmıştır.” Bunları dile getiren Gürbilek, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ev yorumuyla yine birçok sorunun kapısını aralıyor.

Tanpınar’ın ölümünden birkaç ay önce, “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânı vermiyor. Bu itibarla bizim eve pek benziyor,” dediğini aktarıyor. Bu ev evlatlarına talih çarkını kendileri için çevirme izni vermeyen boğucu, besleyen değil yutan ebeveyndir: “Türkiye beni yedin.” Türkiye yazarlarını yedi mi? Gürbilek bu yemenin kökeni ve Türkiyeli yazarların evle ilişkisine de değinir ve Fırat Mollaer’in “eve dönen adamlar” figürünün Türkiye’de yerlici mitolojinin kurucu figürlerinden biri olduğundan söz eder: Kahramanın yabancı etkilere kapılıp uzaklara savrulması, doğup büyüdüğü topraklara yabancılaşması ama tam kritik anda hakikatini kavrayıp eve dönmesi…

“Türkiye’de birçok şair, yazar, düşünür kendi etkilenme, kapılma ya da savrulma hikâyelerini böyle dile getirdi. Yahya Kemal ‘mektepten memlekete’ döner. Tanpınar ‘cezri bir Garpçılıktan’ Şark’a döner. Necip Fazıl, Paris arzusunu geride bırakıp ‘Büyük Doğuya’ döner. Cemil Meriç ‘yarım asır Avrupa tefekkürü ile uğraştıktan sonra’ esas limana ‘bu ülkeye’ döner. Peyami Safa’nın kendisi de ‘Garp treninden’ tam zamanında inip millete döner.” Türkiyeli yazarlar, şairler eve dönmüşler, evin, güvenli sularına sığınmışlar da Tanpınar’ın dediği geniş insanlığa kendileri dahil ne kadar ulaşabilmişlerdi? Yerelden evrensele mi evrenselden yerele mi dönüş oldu, ev onları evrensellik noktasında yedi mi? Evin gerçek sorunlarıyla mı uğraştılar yoksa devlet denen otoriteyle uyumlu mu yaşadılar?

“Hiç sokakta yatmadım, gün batımını ve tan vaktini gördüm ama ikisi arasında kendime hep gidecek bir yer buldum. Yalnızca yoksulluk ya da kötülüğün, şehri kendilerine karanlıktan gün ağarana kadar dolaşılacak bir manzaraya dönüştürdüğü insanlar, ancak onlar şehrin benden esirgenmiş bilgisine sahip,diyen Walter Benjamin hiç evsiz kalmamış. Evsiz kalmak bir tercih olabilir mi? Esirgenen bir ev tercih edilir mi? Bir eve sahip olmak nasıl bir duygu? Ev bir liman mı? Cervantes’in dediği gibi, herkesin evi krallığı mıdır?[9] Nasıl bir krallıkta yaşıyoruz? Krallıklar nasıl yıkılmalı? Soruların yanıtları ortada duruyor.

Göç, sürgün ya da geride bırakılanlar

Gürbilek’in ele aldığı temalardan biri de göç. Göç etmek doğal bir durum. Hayvanlar da insanlar da göç durumunda. Dünya tarihine de göçler tarihi denebilir: Kavimler göçü (resmi tarihin notu) hepimizin malumudur, bu tarih kitaplarında yazar ve ezberletilir. Göçler tarihi dedim ya, Roma İmparatorluğu kuzeyden gelen istilacılar nedeniyle başkenti Konstantinopoli’ye taşımak için göç etmiş; Türkler, Çinlilerin baskılarından ve mevsim şartlarından kaçmak için batıya göç etmiş; İspanyollar, İngilizler zengin Yeni Dünya’nın topraklarına göç etmiş. Bu göçler doğal ve gereklidir, lakin yıllarca sömürülen Afrikalıların, Afganlıların, Ortadoğu halklarının, son olarak da Suriyelilerin göçü dünya için büyük sorun, Türkiye’de doğudan-batıya göç eden yoksul sınıflar büyük bir sorun. Gürbilek’in Edward Said’den milli ya da bölgesel sınırları aşmak isteyen herkes için bir model olabilir umuduyla aktardığı, “Bu dünyada bir göçmen ya da sürgünmüş gibi düşünmek gerekir” sözü güçlü bir ses olarak günümüz politikalarının gölgesinde şimdilik bekliyor. Mücadele ile, bu sorun ve ayrımcılığa dair tüm meseleler bir bir ortadan kalkacaktır.

Kapitalizmi yersiz yurtsuzlaştırma olarak tanımlayan Gürbilek, göç olgusunu, Türk edebiyatındaki yersiz yurtsuzlaştırmanın güçlü anlatıcısı olarak düşündüğü üç yazar üzerinden ele alır: Orhan Kemal’in insanların kitleler halinde köyden Çukurova’ya, Anadolu’dan İstanbul’a doğru yer değiştirmesini ve göçün insanların hayatında yarattığı şiddetli depremi anlattığını; Latife Tekin’in yerinden edilen kitlenin dilsizleştiğini, bir yazar olarak işinin yoksulların sahipsiz, gayrişahsi mırıltısını duyulur kılmak olduğunu, insanların kitleler halinde gelip kondukları gecekonduların zor yaşamını anlattığını belirtir ve kitabın beşinci bölümünde tüm eserleriyle değerlendirdiği Ayhan Geçgin’i bu yazarların nasıl etkilediği üzerinde durur.

Bu iki yazarın Ayhan Geçgin’in yazılarına yansıdığını ama Geçgin’de aynı konuların bambaşka bir şekilde karşımıza çıktığını, onun kitaplarında bir yersiz yurtsuzlaşma kasırgası ifadesinin dünyanın dört bir yanından sökülüp kentlere gelen işçiler, işsizler, evsizler, dilenciler, sokak çocukları, tinerciler, kâğıt mendil satan çocuklar, çöp toplayıcılar, savaştan kaçan Suriyeliler, Moldovyalılar, Araplar, Afrikalılar, Kürtler olduğunu yazıyor. Orhan Kemal tüm zorluklara rağmen fabrikalardan yükselen umutla bir halk oluşturur. Tekin ise yoksullardan bir halk yaratır. Geçgin’de ikisi de yok; onun kahramanları birer soru işaretinden ibarettir. Ondaki halk eksik halktır.

Göç etmek ya da sürgün olmak arasında fark var. Kendi iradenle çıkıp gitmekle, zorla, baskıyla çıkmak zorunda kalmak aynı deneyimler değil. Kendi hayatımızda da evden bir vesileyle çıkmanın özgürleştirici bir yanı olduğunu düşünürüz ama konuşanın konumuna göre anlam yer değiştirir. Gürbilek’in söylediği gibi kaçmak ve kovulmak birbirinden farklı. Bu nedenle kaçılan evle kovulduğun ev aynı anlamı içermez. Göçmenlikte isteğe bağlılık söz konusu olsa bile insanı göçe zorlayan çoğunlukla olumsuz şartlardır. Sürgün ya da göçmen olarak ikinci hayat hiç de kolay oluşmuyor. Joseph Conrad bir göçmendir. İngiltere’ye ve İngilizceye adapte olmuş gibi görünse de göçmenliğin, sürgünlüğün izleri eserlerine yansımış gibidir. Conrad, bu çağın yakıcı görüntüsünü (karaya vuran insan bedeni) ilk hikâyeleştirenlerdendir: ABD’ye gitmek üzere yola çıkan göçmen teknesi İngiltere açıklarında batar; kazadan bir tek Yanko Goorall kurtulur, zamanla bir iş edinir, evlenir ama hikâyenin sonunda kimsenin anlamadığı bir dilde sayıklayarak tek başına ölür. Karaya çıkabilmiş ama karanın bir parçası olamamıştır.

“Kürtçe, dedi annem, kalbin dilidir. Türkçe müziktir. Bir şarap deresi gibi akar, yumuşak tatlı parlak, Bizim dilimiz, diye bağırdı, acının dilidir. Ölümü tattık hep; dilimizde nefretin acının yükü var.” William Saroyan bir öyküsünde ailesinin parçalanmışlığını, acısını dil üzerinden bu sözlerle yansıtır. Saroyan Anadolu’dan göç eden Ermeni asıllı Amerikalı bir yazar. Fresno’da doğdu. Kalifornia’nın Fresno ellerinde Bitlis türküleri çalındı, Saroyan, Bitlis öyküleri dinleye dinleye büyüdü. Gözlemeler, yufkalı yağlı keteler yapıldı, yoğurt taslarına ekmekler doğrandı. Bitlis’teydi sanki. Çocuk Saroyan, sürekli öykü dinliyordu Bitlis’e dair. 1964’te daha önce hiç görmediği Bitlis’e gitti. Fikret Otyam, Saroyan’ın o günkü ruh halini, “Ha 56 yaşında koca Saroyan ha ertesi gün bayramda yeni pabuçlarını, giysilerini giyecek çocuk…” diye aktarır.[10] Görülmeyen, bilinmeyen bir yere gitmenin heyecanını anlamak için bir göçmen, bir mübadil olmak gerekir. Dedelerim 1927 mübadelesinde Selanik’ten Türkiye’ye göç etti ve Selanik’e özlemleri hiç bitmedi. Hep memleket diye bahsettiler Selanik’ten. Biz torunları Saroyan gibi yanıp tutuştuk o toprakları görmek için. Acının diliyle yoğrulan Saroyan’ın içinde kaç Saroyan var? Hangi dil Saroyan’dır? İngilizce, Kürtçe, Türkçe, Ermenice? Nereye aittir Saroyan? Beş yüz yıl önce Victor Hugo bunun cevabını vermiş: “Memleketini güzel bulan insan daha yolun başındadır; her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir.”

“Aşura” Türkiye’deki halklara ve dillere odaklanan bir oyun.[11] Oyunda, son yetmiş beş yılın nüfus sayımına göre Türkiye’deki halkların eksilişi ve konuştukları dillerin ölmesi, onlar ölürken de Türkçe’nin gelişip serpilmesi anlatılıyordu çok dilli şarkılarla ve istatistiki bilgilerle. Bu topraklarda Türkçe dışında kaç dil konuşuluyor? Kürtçe, Rumca, Ermenice akla ilk gelenler. Ana dilinde konuşmak isteyen Kürtlerin, Suriyelilerin aşağılandığı, katledildiği zamanlarda yaşıyoruz. Hangi dil diğer bir dilden üstün olabilir ki? Türk dilinin tarihçesini bilenler Türkçe’nin kendi içinde nasıl değiştiğini, evrildiğini de iyi bilir. Bugünkü Türkçe ile eski Türkçe arasında çok büyük fark var. Dil kendini yeniden yarattığına göre dilde tutuculuğun, dille yaratılan baskının anlamı var mı? Aynı dili konuştuğumuz insanlarla hatta en yakınlarımızla anlaşamadığımız oluyor ve iletişim aracı diye tanımlanan dil önemsizleşiyor. Öz Türkçe’yi adeta üslûp haline getiren Tahsin Yücel “Yalan” romanı boyunca dilin anlamsızlığı, iletişimsizliği ve uydurma bir yapı olduğu üzerinde durur. Ayhan Geçgin de “Son Adım” romanında ölü dilden bahseder; “Peki konuştuğun Türkçe denilen bu dil, bu dil senin mi? Artık bundan da kuşku duyuyorsun. Bu dil ağzından ölü bir dil gibi çıkıyor. Ölü bir dil? Senin için anlamı: konuşur konuşmaz ölü bir dile dönüşen dil, sözcüklerin hiçbir şeyi canlandıramadığı bir dünya; kuru bir dünya, kuru bir dil.” Anlaşılmadığımız, anlatamadığımız, baskı kurduğumuz her konuşma o dilin öldüğünün kanıtıdır. Dillerin başka dillere devlet olması ya da dilin kendi içinde kurallarla baskıcı bir sistem kurması, dillerin diller üzerindeki tahakkümü kabul edilemez.

Dili öldürmek, dili yeniden yaratmak üzerinden Gürbilek dilsel bir vatan tahayyülü üstüne düşünürken yazarın dilsel vatanının imkânına bakıyor: Van Gogh kardeşi Teo’ya yazdığı bir mektupta “sığınak” fikrini kendisi gibi ne yuvası ne de anavatanı olanlar için gerçekte olduğundan çok daha çekici bulduğunu, ressamın keşfedeceği diyar (resim diyarı), hizmetine gireceği ülke (resim ülkesi), sığınacağı yuvanın da resim olduğunu yazar. Van Gogh’tan otuz yıl sonra Fernando Pessoa’nın “benim vatanım Portekizce” dediğini, Katalan Yazar Juan Goytisolo’nun yazabilmek için İspanya’yı terk ettiğini, yurtsuzluğa katlanabilmek için yazmayı sürdürdüğünü, Foucault gibi bir söylem avcısının da tek gerçek vatanın, insanın ayağını basabileceği tek toprağın, başını sokabileceği, sığınabileceği tek evin çocukluğundan itibaren öğrendiği dil olduğunu, Küçük İskender’in şiire iltica etmek istediğini anlatır.

Bu dilsel vatan saptamaları Jane Genet’nin şu sözlerine evrilir: Genet’ye kendisini neyin Fransız kıldığı sorulduğunda “dil ve yiyecek” diye cevap verir. Ama Fransızcayı bir vatan olarak görüp görmediğiyle ilgili soruya yanıtı olumsuzdur; “Hayır, eğer dövüşseydim bir vatana ait olurdum ama ne Fransa için ne başka birileri için dövüşmek içimden gelmiyor.” Gürbilek, İngilizceden Fransızcaya iltica eden İrlandalı Beckett’a geçer. Beckett, ne İngilizceden ne Fransızcadan ne de kendi ‘özel dil’nden bir dilsel vatan olarak söz eder. Kendi özel dili bile örtü gibi gelir, dilbilgisi ve üslûp Victoria çağından kalma bir mayo kadar (askılı ve kapalı) anlamsız ve gereksizdir, dil bir anda yok edilmez ama hiç değilse elden geldiğince kepaze edilebilir, der.

Gürbilek tüm bu görüşler doğrultusunda iki sonuca varıyor. Birincisi, yazarın artık dilsel bir yurdu yoktur, yazar varlığını anlamlandıran o dilsel toprağı (güzel Türkçe, sevgili Fransızca) kaybetmiştir. İkincisi, yazarın bir dilsel yurdu henüz yoktur, dilsel yurda ihtiyacı vardır ama onu ancak çağırabilir, eksikliğini saptayabilir, yaratılmasına katkıda bulunabilir. Yine iki görüşle bu bölümü noktalar: Yazı, sevdiğini (dilsel vatan) ancak arkasında bırakabilirse kurtarabilir (Barthes) ve Van Gogh’un sığınak tarifi; korunaklı bir yurt, sağlam bir malikâne, bir kurtarılmış bölge değil, kapısı kalacak yeri olmayanlara açık bir gece kahvesidir.

Ayhan Geçgin’in kitaplarını değerlendirirken Gürbilek eksik halkın izini sürer ve Deluze’un şu sözlerini aktarır:

Bugün halk “kitle”ye, “kamuoyu”na, bir köken arayışına dönüşerek sahneden çekilmiştir ama bugün eksikliği hissedilen şey halktır. Sanatçı ya da düşünür halkı temsil edemez, onun adına ya da yerine konuşamaz, bir halk yaratmaktan da acizdir, onu ancak çağırabilir, henüz dili olmayan bir halkın eksikliğini saptayabilir: Sanatçı bir halka çağrıda bulunmaktan başka bir şey yapamaz, girişiminin en derininde ona ihtiyacı vardır, onu yaratması gerekmez ve yaratamaz da. Sanat direnendir: Ölüme, köleliğe, alçaklığa, utanca direnir.

Ayrımcılığa, dışlanmaya, baskılara direnen milyonlarca insan da sanat da daha güzel bir dünyayı çağırıyor. Bu yoldaki nice yazar, düşünür, şair yazarak, insanlar da mücadele ederek eksik halkayı tamamlayabilir, özgürlüğü çağırabilir. Gülten Akın “Biriken” şiirinde “her şey birikir/ gösteren parmaklar, gören gözler/susan, konuşan birikir…/bir ülke insan birikir” demişti.[12] Bugün bir ülke değil bir dünya insan birikti, halklar birikti. Gençlik Düşü’nde Ayhan Geçgin de “Arayış önemlidir ama arayıştan da önemlisi, en önemlisi bir çıkış bulmaktır. Yaşamda bir yere doğru çıkmaktır. Yaşamı bir yere, bir yöne doğru açmak, bir yaşam yaratmaktır” diyor. Peki, çıkış nerede? Belki mücadelede, bıkmadan usanmadan ezilenlerin, dışlananların yanında olmakta, biriken halkla birlikte yürümekte.

“Ne olur beni geniş insanlıkla bir temas haline getirin” diyen Tanpınar’ın geniş insanlıkla temas edip etmediği kitabın satırlarında bulunabilir de İkinci Hayat’ın yazarının da geniş insanlıkla temas ettiği kesin. Bu yazıyı geniş insanlıkla temas eden Nurdan Gürbilek’in kendi sözleriyle bitirmek istiyorum:

Son yılların popüler “coğrafya kaderdir, yerlici düşüncenin modası hiç geçmeyen “Eve dön!” çağrıları, sadece faşistlerin değil kapitalizmin de temel şiarına dönüşen “Ya sev ya terk et” buyruğu. Kökenler ve başlangıçlar, dağılan evler ve ikinci hayatlar, yerleşenler ve uzaklaşanlar, “dilsel vatan” ve sınırları üzerine denemelerden oluşuyor ikinci hayat.[13]

Kaynakça

Altıok, Metin, 2002, Bir Acıya Kiracı, YKY Yayınları, İstanbul.

Geçgin, Ayhan, 2019, Son Adım, Metis, İstanbul.

Stone, Oliver, 2004, Alexander, ABD.

Saavedra, Miguel de Cervantes, 2001, Don Quijote, YKY Yayınları.

Otyam, Fikret, 2008, Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan, der. Aziz Gökdemir, içinde, Aras Yayıncılık, İstanbul.

Akın, Gülten, 2004, Ağıtlar ve Türküler, YKY Yayınları, İstanbul.

Gürbilek, Nurdan, 2020, İkinci Hayat, Metis, İstanbul.

DİPNOTLAR

[1]     Altıok 2002, s. 206.

[2]     https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/evden-ic-evrene-uzun-yolculuk-mahmut-temizyurekin-yazisi-1739226

[3]     Geçgin, 2019, s. 138.

[4]     https://gocmeniz.org/f/ab-uye-devletlerin-multeci-alma-zorunlulugu-kuralini-kaldiriyor

[5]     Stone, 2004.

[6]     https://gocmeniz.org/f/alan-kurdi-oleli-bes-yil-oldu?blogcategory=Makaleler

[7]     https://www.youtube.com/watch?v=qAkRoqekaMg

[8]     https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2020/05/14/ikinci-hayat-kacmak-kovulmak-imkanlar-ve-cikmazlar

[9]     Saavedra, Miguel de Cervantes, 2001, s.10.

[10]    Otyam, 2008.

[11]    Ashura, 2008, Garajistanbul.

[12]    Akın, 2004,22

[13]    Gürbilek, 2020.

sosyalizm