Hepimiz ‘Kayıp Halka’yız Hepimiz ‘Ara Tür’üz

Roni Margulies

“İnsanlar yıllardır aynı hikâyeyi duyarlar: ‘Kayıp halka bulundu’, ‘eksik halkaya ulaşıldı’, ‘halka tamamlandı!’ … Evrimin yıllardır bir türlü bulunamayan bu hayali kayıp halkası ile ilgili başlıklar artık bütün dünya için oldukça tanıdıktır. Çünkü Darwinistler, uyuşturucu etki yapan bu ilacı insanlara belli dozlarda sürekli olarak verirler. Tekrarın amacı budur. Tekrarın amacı, Darwinist büyüyü insanlar üzerinde etkili kılabilmektir.

Hayali ‘kayıp halka bulundu’ haberlerinin tümü yalandır. Şu ana kadar 300 milyondan fazla fosil çıkarılmıştır, bunlardan tek bir tanesi bile ara fosil değildir. Şu ana kadar yapılan çağrılara, davetlere rağmen, tek bir Darwinist, tek bir tane bile ara fosil getirememiştir. Darwinizm’in dayandığı bu en yoğun propaganda yöntemi sindirildikçe ve deşifre edildikçe, Darwinistler asıl çöküşü yaşamaktadırlar.”1

Harun Yahya’nın (ve Amerika’daki yaradılışçı, köktendinci Hristiyan öğretmenlerinin) “Kayıp halka bulunamıyor!” heyecanı hangi ölçüde cehaletten, hangi ölçüde madrabazlıktan kaynaklanır, bilmek zor, ama bu yazıda hem aradıkları “kayıp halkanın” niye bulunamadığını ve bulunamayacağını, hem de aynı zamanda niye dünyadaki tüm fosillerle tüm canlıların hepsinin birer “kayıp halka” olduğunu anlatmaya çalışacağım.

Darwin 1859’da yayınlanan Türlerin Kökeni kitabında şu soruyu cevaplamaya çalışır: Yeryüzündeki sayısız canlı türü2 nasıl ortaya çıkmıştır, nasıl oluşmuştur? On dokuzuncu yüzyıla kadar sorgusuzca kabul gören “Hepsini Tanrı yaratmıştır” cevabı, Darwin konuyu düşünmeye başladığında artık bilim dünyasında inandırıcılığını kaybetmeye başlamıştır. Artık mevcut olmayan hayvan türlerinin fosilleri bulundukça ve mevcut türler arasında yakın ve uzak akrabalık olduğu anatomi bilimi tarafından saptandıkça, türlerin bir kez yaratılıp bir daha değişmediği, Nuh’un gemisinden sağ salim çıkan türlerin hepsinin bugün de o günkü biçimleriyle aramızda olduğu görüşü giderek gücünü kaybetmektedir. Kilise’nin öğretilerini sorgulamak kolay iş değildir elbet, ama Darwin’in yaptığı gibi, Kilise’yi doğrudan hedef almadan, İncil’le doğrudan bir tartışmaya girmeden soruyu sormak, cevabını aramak mümkündür.

Türlerin Kökeni yayınlandığında evrim düşüncesi Avrupa’da yeni değildir, Darwin’in buluşu değildir, zaten yaygınlık kazanmaya başlamış bir fikirdir: Yeni türler mevcut türlerin evrilip değişmesiyle oluşur. Evet, ama nasıl oluşur, türler nasıl evrimleşir, sürecin mekanizması nedir? Darwin’in katkısı, doğal seçilim mekanizmasını keşfetmiş olmasıdır.

Şöyle: Şu anda yaşayan her canlı türü çevresiyle tam uyum içindedir3: Nerede yaşıyorsa oranın hava koşullarında, ısı düzeyinde, kimyasal ve fiziksel oluşumunda yaşayabilen ve rahat eden bir vücut yapısı ve metabolizması vardır; ne yiyorsa onu bulmak, yakalamak, hazmetmek için uygun organları vardır; onu yiyenlerden kaçabilmesini veya zor görülür olmasını sağlayan özellikleri vardır… Adeta yaşadığı çevrenin koşulları düşünülüp orada yaşayabilmek üzere planlanıp yaratılmış gibidir. Fakat bir türün tüm bireyleri tam tamına aynı değildir; biri biraz daha büyük veya daha hızlı veya daha obur, daha yumuşak, daha kaygan veya daha akıllı olabilir. Çevre koşullarındaki herhangi bir değişiklik bu özelliklerden birini avantaj haline getirirse, o özelliğe sahip bireyler avantajlı (yani yeni çevreyle daha uyumlu) olacak, türdeşlerine kıyasla belki daha uzun, belki daha sağlıklı yaşayacak, belki türün dişi/erkek karşı cinsi tarafından tercih edilecek ve en önemlisi daha çok üreyecek, söz konusu özelliği bir sonraki neslin daha çok çocuğuna geçirecektir. O çocuklar da avantajlı oldukları için yine daha çok üreyecektir ve zaman içinde türün bütünü bu özelliğe sahip bireylerden oluşacaktır. Yani ne olmuştur? Çevresiyle daha uyumlu bireyler “seçilmiş” ve böylece zamanla türün bütünü değişmiş, yeni bir tür ortaya çıkmıştır. “Seçilmiş” ifadesini tırnak içine aldım, çünkü gerçekte hiçbir şey hiçbir şeyi seçmemiştir, bilinçli bir seçme eylemi söz konusu değildir; doğal bir süreç işlemiştir sadece.4

Doğal seçilimin işlemesi için çevre koşullarının değişmesi gerekli değildir. Türün bireylerinden birinin farklılığı da aynı süreci harekete geçirebilir. Sürecin hammaddesini türün bireylerinin birbirlerinden biraz farklı olması oluşturur. Yeni doğan bir çocuğun kalıtım yoluyla aktarılan herhangi bir özelliği (daha büyük beyin, daha keskin pençe, daha uzun gaga) çevreye daha iyi uyum sağlayıp akranlarından daha çok üremesine yol açarsa,5 o özellik doğal seçilime tabi olur ve birkaç bin veya birkaç milyon yıl sonra türün tüm üyelerine yayılmış olduğunda artık yeni bir tür vardır.

 

Geçiş biçimleri, ara türler

Kayıp halka arayışının suçlusu olarak belki de Darwin’in kendisini görebiliriz. Bu hayalî sorunu her zamanki şaşmaz ve çarpıcı entelektüel dürüstlüğüyle, teorinin sorunlu olabilecek yanlarını Türlerin Kökeni kitabının “Teorinin Sorunları” başlıklı VI. bölümünde sıralarken şöyle anlatır:

Kitabımın bu kısmına gelene kadar okuyucunun aklına bir yığın sorun gelmiş olmalıdır. Bazıları o kadar ciddi ki, bunları bugün hâlâ sarsılmadan düşünmekte zorlanıyorum; ama kavrayabildiğim kadarıyla çoğunluğu sadece görünürde sorunlu, görünürde değil gerçek anlamda sorunlu olanlar ise, sanırım, teorim açısından ölümcül bir sorun oluşturmuyor… Bu sorun ve itirazlar şu başlıklar altında toplanabilir:- Birincisi, eğer türler algılanamaz ölçüde küçük aşamalardan geçerek başka türlerden geliyorsa, nasıl oluyor da her tarafta sınırsız sayıda geçiş formları [ara türler] göremiyoruz? Nasıl oluyor da doğa tam bir karmaşa hâlinde değil de, gördüğümüz gibi, iyi tanımlanmış ayrı türlerden oluşuyor?

Yani bu hayalî (“sadece görünürde sorunlu”) “kayıp halka” sorununu ilk gündeme getiren bizzat Darwin olmuştur. Ve kendi sorduğu soruları şöyle cevaplamıştır:

Belli bir zaman kesitine değil de tüm zamana bakarsak ve eğer teorim doğruysa, aynı gruba dahil olan tüm türleri birbirlerine sıkıca bağlayan sınırsız sayıda ara varyant kuşkusuz mevcut olmuş olmalıdır; ancak, sık sık belirtildiği gibi, bizzat doğal seçilim sürecinin kendisi ara türleri ve geçiş bağlantılarını genellikle yok eder. Dolayısıyla, geçmişte var olmuş olduklarının delilleri ancak fosil olarak bulunabilir ve sonraki bir bölümde göstermeye çalışacağımız gibi, fosiller son derece eksik ve aralıklı bir kayıt oluşturmaktadır.

Dünya tarihi boyunca ölen her canlı fosilleşiyor olsa ve bütün bu fosiller önümüzde olsa, diyor Darwin, “sınırsız sayıda ara varyant” görürdük. Ne var ki, bulunan fosiller bugün Darwin’in döneminde bulunmuş olanlardan kat kat daha çok olmasına rağmen, onun sandığından da daha “eksik ve aralıklı bir kayıt” oluşturuyor. Tahminlere göre, bugün yaşayan türlerin yüzde 5’inden daha azının fosilleri bulunmuş.6 Bu hesap temelinde, bildiğimiz tüm fosiller tüm tarih boyunca yaşamış olan tüm türlerin yüzde 1’inden azını temsil ediyor.7 Demek ki, “sınırsız” değilse de çok sayıda “ara varyant” görüyoruz ve fosil bulmaya devam ettikçe daha da fazla göreceğiz, ama hiçbir zaman bütün ara varyantları göremeyeceğiz.

Öte yandan, Napolyon’a atfedilen ifadeyle, “Tanrı büyük ve güçlü orduların tarafını tutar.” “Ara varyant” sorunuyla cebelleşmesinin üzerinden daha üç yıl geçmemişken, Darwin 3 Ocak 1863 günü paleontolog dostu Hugh Falconer’dan bir mektup alır. Almanya’da Solnhofen yakınlarındaki bir kireçtaşı ocağında ilginç bir fosil bulunmuştur: Archaeopteryx adı verilen ve yaklaşık 150 milyon yıl önce yaşayan hayvanın hem tüylü kanatları hem de dişleri, pençeleri, kemikli bir kuyruğu ve daha birçok sürüngen özelliği vardır. Dinozordan kuşa doğru giden yolda bir “ara varyant” bulunmuştur! “Solnhofen taşocağı yüce bir merci tarafından ‘Darwin’e uygun’ garip bir yaratık sunmakla görevlendirilmiş olsaydı, görevini Archaeopteryx’ten daha başarılı bir şekilde yerine getirmesi mümkün olamazdı” diye yazar Falconer.8

Archaeopteryx fosili: Hem dinozor hem kuş özellikleri taşıyan hayvan
(resmin sol üst ve sağ alt köşelerinde uzun tüyler açıkça görülüyor).

“Kayıp halka” olabilir mi?

Archaeopteryx’in arkasından, aşağıda anlatacağım gibi, geçiş sürecini belgeleyen pek çok, beklenmeyecek kadar çok fosil bulundu. Ama bunları incelemeden önce “kayıp halka” ifadesinin üzerinde biraz durmamız gerek, hem ifade sorunlu çünkü, hem de kavramın kendisi.

Darwin “kayıp halka” (missing link) ifadesini hiç kullanmamıştır. Yukarıdaki alıntılarda da görüldüğü gibi, sadece “geçiş formları” (transitional forms) ve “ara varyantlar” (intermediate varieties) der. Günümüzde de “kayıp halka” gazete haberlerinin ve evrim karşıtlarının pek sevdiği bir ifade olmakla birlikte bilim çevrelerinde kullanılmaz. Evrim, bir zincirin bir halkasından diğerine düz bir çizgi şeklinde ilerleyen bir süreç değildir. Ağaç veya çalılık benzetmesi daha uygundur: Yaklaşık dört milyar yıl önce ortaya çıkan ve dünyanın bugüne dek gördüğü tüm canlıların ortak atası olan ilk canlıyı ağacın körpe fidanı olarak düşünürsek, o fidan dal budak salmış, o dalların pek çoğu dal budak salmış, zaman zaman büyük yokoluşlarla dallar seyrelip tekrar dal budak salmaya başlamış ve saire ve saire. Zincirin halkaları benzetmesi düz bir hat üzerinde birbirini izleyen aşamalar ima ettiği için yanıltıcı.9

İfadenin yanıltıcı olması bir yana, bizzat “kayıp halka” kavramı (ve beklentisi) de tümüyle hatalı ve anlamsız. Belli ki Harun Yahya ve diğer yaradılışçılar evrim teorisinin insanın atası olarak “yarı şempanze – yarı insan” olan bir yaratık gerektirdiğini zannediyor. Oysa teori böyle bir şey önermiyor ve böyle bir şey zaten mümkün değil.

Birincisi, insan şempanzeden evrilmiş değil. İkisi yakın akraba, ortak bir atanın iki ayrı yönde evrilmiş torunları. Yedi milyon yıl önce yaşamış olan ortak atamız insan da değildi, şempanze de. Demek ki “yarı şempanze – yarı insan” hiçbir zaman yaşamadı ve yaşayamazdı. İki ayrı evrim süreci geçiren iki ayrı hayvan vardı sadece.

İkinci ve daha önemlisi, üç yaşında bir çocuğun bile bildiği gibi, her tarla faresi, karınca yiyen, insan, papatya, frenk armudu ve bukalemunun çocuğu, sırasıyla, tarla faresine, karınca yiyene, insana, papatyaya, frenk armuduna ve bukalemuna benzer. Hiçbir canlı, yarısı kendisine yarısı başka bir canlıya benzeyen bir çocuk doğurmaz, doğuramaz. Bir nükleer santralin yakınlarında yaşayıp radyasyona maruz kalan ve bütün genleri bozulan bir canlının çocukları bile, tüm sorunlarına ve organ bozukluklarına rağmen, başka canlılara değil aslen anne ve babasına benzer.

Niye? Çünkü bir türün bir başka türe evrilmesi süreci, Darwin’in ifadesiyle, “algılanamaz ölçüde küçük aşamalardan geçerek” gerçekleşir. Ve bu nedenle geçiş milyonlarca yıl sürer; bu nedenle şempanzeyle ortak atamız yedi milyon yıl önce yaşamışken Homo sapiens’in ortaya çıkışı 250 bin yıl önce gerçekleşmiş, yani neredeyse yedi milyon yıl sürmüştür. Bu sürecin hiçbir aşamasında belden yukarısı maymun, belden aşağısı insan olan bir yaratık doğmamıştır. Ortak atadan insana doğru gelen hat üzerindeki her değişiklik, bulunmuş olan insansı fosillerinde gözlemlendiği gibi, “küçük aşamalar” hâlinde gelişmiştir: Biraz daha büyük beyin, biraz daha geniş leğen kemiği, biraz daha uzun ayak başparmağı, diğer parmaklardan biraz daha ayrı duran el başparmağı…10

Kısacası, yaradılışçıların aradığı “kayıp halka” hiç olmamıştır, hiç bulunamayacaktır. Öte yandan, bu yedi milyon yıllık evrim sürecinde, söz konusu ortak atadan bu yazının yazarına ve okurlarına kadar hepimizi “ara tür” olarak düşünmek mümkün; hepimiz birer “geçiş formu”, birer “ara varyant” olarak düşünülebiliriz.

 

Geçiş formları

“Kayıp halka” hiç bulunamayacak, ama yukarıda belirttiğim gibi, Archaeopteryx’in arkasından geçiş süreçlerini belgeleyen çok sayıda fosil bulundu. Zaten bulunan her fosil ya başka bir türe doğru evrilmekte olan bir türe aittir, yani bir geçiş formudur, ya da soyu tükenmek üzere olan bir türe aittir, yani bir geçiş formları silsilesinin sonuncusudur, evrim ağacının dallarından birinin uç noktasıdır.

Belli bir türün bir başka türe, bir başka türe, bir başka türe evrimleşmesini izleyip izleyemememiz, önce bulunan fosillerin çokluğuna bağlı, sonra da fosillere 10, 20 milyon yıllık aralıklarla bakabilmemize bağlı. Fosilleşme ve fosil bulma süreçlerinin azizliği sonucunda, bugün mevcut olan bazı türleri atadan ataya geriye doğru on milyonlarca yıl izleyebiliyoruz. “Sınırsız sayıda ara varyant” izleyemiyoruz elbet, ama 10, 20 milyon yıllık aralıklarla türün geçirdiği evrimi görebiliyoruz. At ve balina, tümüyle tesadüfî nedenlerle, en iyi izleyebildiğimiz türler arasında.

Bildiğimiz at (Equus) yaklaşık 3,5 milyon yıl önce (myö) ortaya çıkmış. Geriye doğru şu atalarını biliyoruz: Plesippus yaklaşık 3,5 – 4 myö, Dinohippus 10 myö, Pliohippus 12 myö, Merychippus 16 myö, Parahippus 20 myö, Kalobatippus 24 myö, Miohippus 36 myö, Mesohippus 40 myö, Epihippus 47 myö, Orohippus 50 myö, Eohippus 52 myö (tür isimleri fosili bulanların taktığı isimlerdir, tarihler fosillerin tarihlendiği yaklaşık tarihlerdir). Binlerce fosili bulunmuş tilki boyutlarında bir hayvan olan Eohippus’tan günümüze bu türlerin akraba olduğunu sadece benzeştikleri için değil, iskelet ve diş yapılarındaki benzerlik ve değişiklikleri izleyebildiğimiz için biliyoruz.

Balinanın soy ağacını izlemek daha da ilginç; yaklaşık 50 myö yaşamış olan aşağı yukarı kedi boyutlarında Indohyus adlı bir kara hayvanının torunu çünkü! Günümüzün iki balina türü, çubuklu balinayla dişli balina, 28-33 myö ayrılmış ve bu tarihten geriye Indohyus’a doğru Basilosauridus, Dorudon, Protocetus, Remingtonocetus, Rodhocetus, Ambulocetus ve Pakicetus adlı atalarını fosillerden biliyoruz. Dorudon’dan öncekiler hem karada hem suda yaşayan (amfibik) hayvanlar, sonrakiler ise gerçek deniz hayvanları. Ve balina dahil hepsinin arka bacakları var! Bu bacaklar günümüz balinalarında iskelete bağlı, hiçbir işe yaramayan iki küçük kemikten ibaret kalmış; birkaç milyon yıl içinde tümüyle yok olacaklarını tahmin edebiliriz.

Balinanın 50 milyon yıl önceki atası çift toynaklı bir kara hayvanı olduğuna göre, yakın akrabalarının da diğer deniz hayvanları değil, deve, domuz ve su aygırı olması şaşırtıcı olabilir, ama olmamalı.

Atın ataları: 52 milyon yıl önceden günümüze
(ayak kemiklerinin dört parmaklıdan tek toynaklıya evrimi).

Balinanın ataları: 50 milyon yıl önceden günümüze.

Halka türler

Türleşme süreçlerini (yeni türlerin ortaya çıkışını) fosillerden izlediğimizde, at ve balina örneklerinde olduğu gibi, ancak fosil bulmakta olağanüstü ölçüde şansı olduğumuz durumlarda ve ancak milyonlarca yıllık aralıklarla izleyebiliyor, “kayıp halka” arayıcılarını tatmin edemiyoruz. Ama anlaşılan doğa boşluktan nefret ettiği gibi bu arayıcıları da çok sevmiyor! Sürecin bütününü eksiksiz bir şekilde izleyebildiğimiz türler de sunuyor bize. Bunlardan biri, ensatina, Amerika kıtasının batı kıyısında Kanada’dan Meksika’ya kadar uzanan bölgede yaşayan bir semender (kuyruklu kurbağa) türü.

Güney California’da aşağı yukarı San Francisco’nun hizasından başlayarak kuzeyden güneye sahile paralel olarak 700 km boyunca uzanan, 60-100 km genişliğinde San Joaquin vadisi vardır. Dünyanın en zengin tarım alanı olduğu söylenen bu vadinin ortasından San Joaquin Nehri akar, batı kenarını Sahil Dağları, doğusunu Sierra Nevada Dağları oluşturur. Vadinin güney ucunda birbirleriyle komşu iki ayrı ensatina türü yaşar: Batıda Ensatina eschscholtzii, doğuda Ensatina klauberi. Gerçekte aynı türün alt-türleri olan bu iki semender birbirleriyle çiftleşemez. Daha doğrusu çiftleşirler, fakat at-eşek-katır örneğinde olduğu gibi, yavruları doğurgan olmaz. Çiftleşebiliyor olup olmamak “tür” teriminin en yaygın olarak kullanılan tanımıdır: Çiftleşebilenler aynı türe aittir, çiftleşemeyenler ayrı.11

E. eschscholtzii, parlak siyah üzerine büyük parlak kırmızı lekeleri olan bir semender. Vadinin batı kenarından kuzeye doğru çıktıkça semenderlerin renkleri soluklaşır, matlaşır, parlak renklerin yerini donuk sarılarla kahverengiler almaya başlar. Vadinin kuzey ucuna gelip bu sefer doğu kenarından aşağı doğru inildikçe bu renk değişikliği devam eder, güney ucuna gelindiğinde semender artık sarı ve kahverengi E. klauberi’ye dönüşmüştür ve yanıbaşında yaşayan E. eschscholtziiile çiftleşemeyen farklı bir tür vardır. Ama güneyden kuzeye, sonra öbür yandan tekrar aşağı doğru, yol boyunca komşu semenderler hep çiftleşebiliyor.

Meselenin tarihsel içyüzünü moleküler genetik çalışmaları sayesinde biliyoruz. E. eschscholtzii ile E. klauberi’nin ortak atası vadinin kuzey ucunda yaşayan, renkleri ne fazla parlak ne de fazla soluk olan bir semender türü. Bunun bazıları batıdan, bazıları doğudan güneye doğru göçmeye başlıyor. Göçtükçe, iki grup farklı çevre koşullarına uyum sağlayarak farklı bir şekilde evrimleşmeye başlıyor ve giderek farklılaşıyor. Doğudakiler çevrenin sarı ve kahverengi ağırlıklı renklerine bürünerek kamuflaj sağlıyor, kendilerini avlayan hayvanlara daha zor görünür oluyor. Batıdakiler ise, çok zehirli olduğu için avcı hayvanların yemekten kaçındığı farklı bir semenderin parlak renklerine bürünüp korunuyor.12 Her iki tarafta da evrimleşme süreci “algılanamaz ölçüde küçük aşamalardan geçerek” geliştiği için yol boyunca komşu bölgelerde yaşayan semenderler henüz tam olarak ayrışmamış olduklarından çiftleşebiliyor. Ama vadinin güney ucuna geldiğimizde artık türleşme tamamlanmış, ortak bir atadan gelen ama artık birbirleriyle çiftleşemeyen iki ayrı tür oluşmuştur.

Kısacası, kuzeyden başlayıp vadinin batı kenarı boyunca güneye doğru indiğimizde E. eschscholtzii’nin, doğu kenarı boyunca indiğimizde E. klauberi’nin evrimleşme süreçlerini eksiksiz olarak, tüm ara varyantlarıyla, tüm geçiş formlarıyla izleyebiliyoruz.Ensatina istisna değil, benzer öyküleri olan pek çok tür var. Bunlara literatürde “halka tür” (ring species) deniyor.

Demek ki, Harun Yahya ve arkadaşları, insan değil de semender olsaydı, hiç “kayıp halka” aramayacaklar, atalarının kimler olduklarını şimdi bildiklerini zannettiklerinden çok daha iyi biliyor olacaklardı.

Harun Yahya’nın çeşitli suçlarla 1075 yıl ceza yemesinin ardından internet siteleri kapatıldığı için, “kayıp halka” konusunda yazdıkları ancak kendisinden alıntı yapan çeşitli başka sitelerde bulunabiliyor. Bunlar doğru dürüst kaynak göstermediği için ben de gösteremiyorum.

Darwin’in gününde dünyada kaç tür olduğu düşünülüyordu, bilmiyorum, ama günümüzde toplam rakamın en az 8,7 milyon olduğu tahmin ediliyor (https://www.bbc.com, “Species count put at 8,7 million”). Bu rakam hayvan, bitki, mantar, protozoa (tek hücreli canlılar) ve su yosunları (alg) ile bazı mikro organizmaları içeriyor, bakterilerle geri kalan mikro organizmaları dahil etmiyor. Gerçek rakamın bir trilyon olduğunu tahmin eden çalışmalar da var.

Uyum bozulmuş veya bozulmakta da olabilir elbet; o zaman söz konusu canlı ya yeni koşullara uyum sağlayacaktır ya da soyu tükenecektir.

Doğal seçilimin yaptığı işi insanlık suni bir şekilde binlerce yıldır yapıyor. Örneğin köpek, insanın seçmesi (yani her kuşakta en uysal kurtları seçip çiftleştirmesi) sonucunda kurttan suni olarak evrimleştirilmiş bir hayvan; bugün yediğimiz buğday, 10 bin yıl önce yabanî buğdaylar arasından en verimli olanlarının seçilip tohum olarak kullanılması yoluyla evrimleştirilmiş bir buğday türü.

Bir çocuğun akranlarından farklı bir özelliğe sahip olması, en basit şekliyle söylersek, anne ve babasından kopyalanan genlerinden birinde bir kopyalama hatası (mutasyon) olmasından kaynaklanır. Sahibine avantaj sağlayan bir mutasyon sonraki kuşaklara aktarılır, sahibinin yaşamasını veya üremesini zorlaştıran/engelleyen zararlı mutasyonlar ise aktarılamadığı için yok olur. Bazı özelliklerin kalıtım yoluyla anne ve babadan çocuğa geçtiği insanlık tarafından binlerce yıldır biliniyordu, ama bunun niye ve nasıl gerçekleştiği konusunda Darwin’in döneminde henüz hiçbir bilgi yoktu. “Gen” ve “genetik” kelimeleri 1905’te uydurulacak, DNA’nın yapısı 1953’te çözülecekti.

İlginçtir, kendi türümüzle yakın akrabalarımızın fosillerine baktığımızda, diğer kuyruksuz maymunlarla bizim yaklaşık yirmi beş milyon yıl önce yaşayan son ortak atamızdan bugüne çok sayıda insan öncülünün fosili bulunmuşken, diğerlerinin (orangutan, goril, şempanze, bonobo) çok az sayıda fosili bulunmuş durumda. Kendi geçmişimizi epey ayrıntılı bir şekilde izleyebiliyoruz, diğerlerininkini pek izleyemiyoruz. Bunun, bildiğim kadarıyla, özel bir nedeni yok; samanlıkta iğne ararken tesadüfün azizliği sadece.

Yüzde 1’in çok düşük bir oran olduğu düşünülebilir, ama ölen bir canlının fosilleşmesinin ne kadar ufak bir olasılık olduğu ve o fosilin de sonra bulunmasının ne kadar ufak bir olasılık olduğu düşünülürse, yüzde 1’e bile şükretmek gerekir. Birincisi, sadece kemik, diş, gaga, tırnak fosilleşir; yumuşak dokular ve yumuşak dokudan ibaret olan canlılar zaten fosilleşmez. İkincisi, fosilleşebilmesi için ölünün havaya ve bakterilere maruz kalmaması, başka canlılara yem olmaması, yani bir şekilde örtülmesi/gömülmesi/donması gerekir. Üçüncüsü, fosilleşip kaldığı toprak/kaya/deniz dibinin yeryüzünün jeolojik hareketleri sonucunda parçalanıp dağılmaması gerekir. Dördüncüsü, fosilin bulunduğu yerin üzerine koca koca şehirler inşa edilmemiş olması gerekir. Beşincisi de, bir arkeologun veya meraklı bir gözün, samanlıktaki iğneyi bulur gibi, tam o noktada kazı yapması veya dağın yamacında çimenlerin arasında ucu görünen fosil kemiği görüp tanıması gerekir. Ve bunların hepsinin gerçekleşmesi gerekir!

Archaeopteryx’e Almanca Urvogel (ilk kuş) adı verilmiş ve 1860’lardan bu yana hayvanın 12 fosili daha bulunmuştur.

Zincir ve halka benzetmesinin bir sorunu daha var. Zincir, bazen açıkça ifade edilip bazen sadece ima edildiği gibi, evrim sürecinin ilkelden gelişkine, basitten karmaşığa, kusurludan mükemmele doğru bir gelişmeyi temsil ettiği yanılgısını yansıtıyor. Dahası, özellikle Hristiyan ilahiyatının evrimi kabul eden çevrelerinde, bu gelişme en mükemmele, en iyiye, yani insana doğru ilerleyen, bir yönü ve hedefi olan bir süreç olarak görülüyor genellikle. Oysa evrim daha iyiyi, daha güzeli değil, çevresine daha iyi uyum sağlayıp daha çok üreyeni seçer sadece. Kör bir doğa sürecidir; yönü, amacı, hedefi yoktur.

10 Evrim teorisine yöneltilen “Kayıp halka nerede?” itirazı kadar yaygın olan bir diğer itiraz da bu “küçük aşamalar” ile ilgili. Şöyle özetleyebiliriz: Kanatlı olmayan bir tür kanatlı bir türe doğru evrilirken, kollar kanat olmaya doğru küçük aşamalar hâlinde evriliyorsa, erken aşamalarda kol olmaktan çıkmış ama henüz tam kanat olmamış bir organ ne işe yarar? Veya en sık kullanılan örneği verirsem, göz olmaya doğru küçük aşamalarla evrilen ama henüz göz olamamış bir organ, hayvanın görmesini henüz sağlayamadığına göre neye yarar? “Neye yarar?” sorusu doğru bir soru. Doğal seçilim ancak avantaj sağlayan (yararlı olan) özellikleri “seçtiğine” göre, gerçekten de göz veya kanadın evrimleşmesinin her aşamasının bir avantaj sağlamış olması gerekir. Doğru bir soru ve cevabını bulmak genellikle kolay. Örneğin, daha sonra evrimleşerek göz hâline gelen ilk organların ışığa hassas birkaç hücreden ibaret olduğu tahmin ediliyor. Ne yararı var bu hassasiyetin? Güneşli ve gölgelik alanları ayırt etmeye yarar. Hücrelerin biraz çoğalıp biraz daha hassaslaşması hareket eden nesneleri algılamaya yarar. Hücrelerin önünde ilkel bir mercek oluşması nesnelerin ne olduğunu (av mı, avcı mı) algılamaya yarar…

11 Sorunlu bir tanımdır ama bu, çünkü evrim sürecinin sınırsız yaratıcılığı kolay bir tanıma imkân tanımayacak kadar çok çeşitlilik ve istisna yaratmıştır. İnsan beyni hep net kategoriler ve sınıflandırmalar peşinde koşar, doğanın ise böyle bir derdi yoktur, her şey bizim kurguladığımız kategorilerden daha karmaşık, daha iç içedir. Dünyayı aAnlayabilmek için kaçınılmaz olarak kavramsallaştırmak, sınıflandırmak yapmak zorundayız, ama bunu yaparken gerçek durumu şu veya bu ölçüde çarpıtıyor/basitleştiriyor olduğumuzu gözden kaçırmamak gerekir.

12 Doğal seçilimin nasıl işlediğini hatırlatayım: “parlak renklere bürünüp korunuyor” dedim; semender elbette ne kendi renginin farkında, ne de korunduğunun; ne bir irade söz konusu, ne de iradî bir süreç. Genetik bir mutasyon sonucu renkleri biraz daha parlak olan semender yavrusu avantaj kazanmış oluyor, daha uzun yaşayıp daha çok yavru yapıyor, yeni ve avantajlı genini daha çok yavruya geçirmiş oluyor. Bu avantajı taşıyan semenderler hep daha çok yavruladığı ve avantajlı geni hep daha çok yavruya geçirdiği için zaman içinde (çok uzun zaman içinde) artık bütün semenderler “daha parlak renk geni” taşıyor. Yani doğal seçilim bu geni “seçmiş” oluyor, yeni ve daha parlak renkli bir semender türü ortaya çıkmış oluyor.

Enternasyonal Sosyalizm