Meltem ORAL
Küresel çapta kapitalizmin saldırılarına karşı işçi sınıfının örgütlü bir topyekun yanıt veremediği, ani ve dönemsel yükselişlerin, yaygın ve sürekli nitelikler kazanamadığı, sosyalist hareketin ise dönemsel yükselişlere, kapsamlı programlarla müdahale edip süreklileştirmeyi başaramadığı, 20. yüzyılın kitlesel örgütlenmelerine kıyasla daha dağınık güçlere sahip olduğu bir dönemdeyiz. Türkiye’de 20+ yıllık Erdoğan iktidarı boyunca neoliberal politikaların saldırıları karşısında haklarını ve örgütlülüğünü muhafaza etme kapasitesi daralan, mevzi kaybeden sınıf hareketi ve Kürt Özgürlük Hareketi dışında politikaya müdahale edebilmeyi, yanıt olabilmeyi başaramayan ve kitleselleşemeyen bir ‘sol’ gerçekliğiyle yüz yüzeyiz. Ayrıca son 7-8 yılın giderek artan baskı koşullarının bakiyesi olarak da görülebilecek şekilde, hemen her örgütlü sol yapının bugün kendi iç krizini yaşadığı ve parlamento odaklı çizginin hakimiyetinin genel olarak yarattığı sıkışma koşullarındayız.
Dünya ve onun içinde de Türkiye koşullarını elbette ki daha incelikli ve kapsamlı bir şekilde tartışmak mümkün ancak bu kuşbakışı girişle varmak istediğim nokta; bu koşullarda ‘antikapitalist sol’un ve devrimci Marksist çizginin sözünün ve örgütlülüğünün bir politik odak olabilmesine dair imkân ve olasılıkların, bunu mümkün kılabilecek yol ve yöntemlerin, potansiyellerin ve zorlukların tartışılmasının zorunlu olduğu. Bu tartışmanın içinde açılması gereken başlıklardan biri de hiç kuşkusuz “nasıl bir devrimci örgüt” sorusu.
Her şey gibi örgütlenmenin kendisi de politik bir mesele. Sosyalist hareketin tarihi aynı zamanda nasıl daha etkili örgütler inşa edilebileceğinin, değişen politik koşullara örgütlerin nasıl uyarlanacağının tartışmalarının tarihi. Örgütlü devrimci Marksistler olarak somut koşulların tahlilini yaparken aynı zamanda, bu koşullarda en etkili mücadeleyi nasıl örgütleyebileceğimiz, potansiyellerimizi en etkin nasıl kullanabileceğimiz sorularının da peşine düşmeliyiz. Sosyalist örgütün pratiği, bir bütün olarak işçi sınıfının müdahale etme kapasitesinin önünü ne düzeyde açtığına dair sürekli bir teste tabi olmalı.
Kürt meselesinde çözüm sürecinin sona ermesinin, savaşın yeniden başlamasının ve darbe girişiminin yarattığı fırtınalı siyasi iklimde zaten zorlanan koşullar, OHAL’le birlikte giderek otoriterleşen iktidarın baskıları, yasaklar, tutuklamalar, bombalar vb. etkenlerle keskinleşti. Başkanlık rejimiyle süreklileşip kurumsallaşan baskı koşulları karşısında mücadele eden güçlerin giderek geriye çekildiği bu manzarada sosyalist yapıların politikaya müdahale ve örgütlenme stratejisi açısından farklı sonuçlar çıkardığı aşikâr. Bunlardan en baskın olanı parlamentarist eğilim. Gelinen noktada gerek Kürt hareketiyle ittifak gerek farklı yollarla parlamento ve seçim odaklı mücadelenin etkisinin ve bakiyesinin ne olduğu sorusunun kimi sosyalist yapılardaki iç krizlerin tetikleyici unsurlarından biri olduğunu söylemek mümkün.
Erdoğan’ı seçimler yoluyla geriletmeyi mücadelenin temel hedefi haline getiren bu eğilimin en geniş anlamıyla muhalefetteki mazisi uzun. Sosyalist siyasette seçimlere yönelik “yatırımın”, baskı koşulları arttıkça sokakta var olma ve örgütlenme kapasitesindeki gerilemeden bir çıkış umudu ve yeni mevziler için olanak yaratma motivasyonu taşıyan bir yönü var. Kitleselleşme ve politik merkez olma hedefinin rotası genellikle parlamentoya doğru oluşturuluyor. En yoğun haliyle, bağımsız sosyalist odak olma iddiasıyla Türkiye İşçi Partisi’nde (TİP) cisimleşen bu eğilim, AKP’de yaşanan gerilemenin yarattığı fırsatları, toplumda biriken öfkeyi oy sandıklarına yönlendirerek muhalefetteki sol siyaset boşluğunun doldurulabileceği beklentisindeydi. Ancak son seçim süreci ve sonrası, parlamentoya dair aritmetik hesapları merkezine alan böylesi bir mücadele hattının işçi sınıfının, sosyalist hareketin ve farklı mücadele alanlarının önünü açmak konusundaki başarısının tartışmalı olduğunu gösterdi.
İşçi sınıfının kendisini örgütlü bir biçimde ifade etme kapasitesini geliştirmeye yardımcı olmayan, halihazırdaki mücadeleler içerisinde kök salmayan, emekçilerin bir adım öteye sıçramasının olanaklarını zorlamayan bir çizginin üye sayısında veya seçimlerde edindiği rakamsal “başarının” muhalefetteki sol-sosyalist boşluğu doldurmaya yetmediği ortada. Aksine başarı ölçütünü sandıktan aldığı oya endeksleyen strateji, öfkeyi örgütlemek yerine soğuruyor, mücadelelerin önünü açmak yerine tıkıyor. Türkiye işçi sınıfının kendisini “sınıf olarak” ifade edebileceği alanları ve araçları ne yazık ki çok sınırlı. Bu alanların ve araçların bizzat sınıfın özgücü tarafından yaratılmasının önünü açacak programa ve örgütlenmeye sahip bir politik merkeze ihtiyaç var. Bu ihtiyacın seçim odaklı bir perspektifle karşılanabileceğini öne süren stratejiler şimdiye kadar, sınıfın örgütlü ifadesi olabilecek alanları ve araçları yaratmasını kolaylaştırmaktan çok kendisini bunların yerine ikame etmeye çalıştı. Seçimi esas alan stratejiler işçi sınıfının özörgütlenmesinin ve özgüveninin önünü açmaya yarayan bir araç olmaktan ziyade umut vadettiği kitlede özgüvensizlik, hareketsizlik ve politikadan kaçış olarak işgördü.
Parlamento rotasıyla kitleselleşme çizgisinden çok farklı görünen ama vardığı sonuçlar itibariyle bazı açılardan ayna yansıması olan başka bir eğilim ise mevcut baskıcı siyasi koşullarda sosyalist örgütlenmenin esas amacının devrimci yapının inşasından ibaret olduğu anlayışı. Sınıf mücadelesi yükselene dek görevini salt kendi örgütünün varlığını sürdürmeye indirgeyen bu eğilim, mücadelelerden yalıtıklığı ve “ev ödevini” meçhul bir geleceğe havale edişiyle benzer bir hareketsizlikten ve politikadan kaçıştan mustarip. Bu yazının konusu işte bu ikinci eğilimin eleştirisi.
Mevcut siyasi koşulların içe kapalı, dar, katı merkeziyetçi bir örgütlenmeyi gerektirdiği elbette iddia edilebilir. Bugün dünya çapında hem küresel kapitalizmin krizi açısından hem bu çoklu krizin politik ifadesi olarak sağın ve otoriterizmin gücü açısından hem de antikapitalist solun güçler dengesinde kendisini iddialı bir kitlesel seçenek olarak örgütleyememe hâli açısından zorlu koşullardayız. Üstelik Türkiye’de hâlihazırda zor olan iklimin bizi daha sert koşullarla karşı karşıya getirebileceğinin de farkında olmak zorundayız. Ancak bu manzara çok çeşitli mücadele alanları olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Üstelik siyasi baskının mücadeleye etkisi her zaman aynı sertlikte, kesintisiz ve mutlak bir şekilde yaşanmıyor. Bazen gevşiyor, bazen siyasi koşulların iç çelişkileri nedeniyle oluşan çatlakları genişletebilmenin olanakları da oluşuyor. Filistin direnişinin etkisi bu olanağın en güncel örneklerinden birini sunuyor. Filistin’le dayanışmak için Mısır’da 2013’ten beri ilk kez Tahrir Meydanı’na çıkılması, uzun zamandan sonra İngiltere’de yüzbinlerin sokağa dökülmesi, dünyanın dört bir yanında kitlesel gösterilerin gerçekleştirilmesi, küresel çapta mutlak bir gerilemeden ziyade beklenmedik ve ezilenlerin lehine döndürülebilecek gelişmelere gebe bir istikrarsızlık döneminde olduğumuzu gösteriyor. Türkiye özelinde de AKP’nin yumuşak karnı haline gelen Filistin meselesi sosyalistlere, iktidarın çelişkilerini derinleştirebilmek ve kutuplaşmayı aşarak toplumsal bir aktör olmak için olanaklar sunuyor. Kısacası içinde yaşadığımız dönem mücadeleye dair beklenmedik ihtimalleri sürekli olarak değerlendirebilme çabasındaki canlı bir devrimci örgütlülüğü dayatıyor. Bu durumu yadsıyıp örgütün salt kendisini örgütleyerek işçi sınıfı mücadelesinin yükselişinin “beklenmesi” gerektiğini öneren eğilimin güncel politikayla ilişkisinden çok kökenindeki bürokratik anlayış esas tartışma konusuymuş gibi görünüyor.
Nihai hedefi kabaca “başka bir dünya” olan bir devrimci örgütün temel hedefi, herhangi bir koşulda örgütün kendisini örgütlemek olabilir mi? Örgütün inşası mücadelenin kendisine ikame edilebilir mi? Diğer bir deyişle örgütü örgütlemek sadece kendisi için, kendi içinde bir amaç olabilir mi? Yoksa bu, aslında bir örgütlenme çalışmasının aracı niteliğindeki propaganda faaliyetlerinin örgütlenmenin kendisi olarak kabul edildiği bir fasit daireden mi ibaret? Bu sorulara verilecek yanıtlar, sosyalist bir örgütün kendisini işçi sınıfı mücadelesinden, sınıfı hareketlerden kopuk kompartımanlara yerleştirerek adeta boşlukta politika yapan bir bürokratizme savrulup savrulmayacağını göstermesi açısından belirleyici.
Demokratik Merkeziyetçiliğin Serüveni
Somut mücadelelerin aktif bir kolektif öznesi olmadan, sosyalist fikirlerin en doğru savunucusu olduğu için milyonların hareketine öncülük edeceğini varsayan eğilimlerin pratiğinin bürokratik ve katı bir merkeziyetçilikten yana olması tarihsel olarak birçok kez sosyalistlerin karşılaştığı bir durum. Hatta Stalinizmin, Bolşevik örgüt deneyimini nasıl tahrif ettiğine dair temel tartışmalardan birisi de bu. Her şeye hâkim bir Lenin miti kapsamında 1917 öncesi Bolşevik örgütün yapısının monolitik ve katı merkeziyetçi olduğu algısının Stalinist bir icat olduğunu aktaran birçok tarihçi ve sosyalist, var olan bu kanının aksine örgütün demokratikliğine ve desantralize yapısına vurgu yapar. Devrimci örgütün demokrasisine dair tartışmalarda en çok atıf yapılan kavram ise “tartışmada sınırsız özgürlük eylemde birlik” formülüyle özetlenen demokratik merkeziyetçiliktir.
Demokratik merkeziyetçilik ilkesinin kökenleri, 1905’in ardından Lenin’in, örgütsel yenilenme için parti yapı ve yöntemlerinin demokratikleştirilmesi gerektiğine dair tartışmalarına dayanıyor. Bu doğrultuda keyfi yetkilerin önüne geçilmesi gibi çeşitli düzenlemelerle parti üyelerinin bütününün her düzeyde katkısını alabilecek yöntemler geliştirilir. Buna göre:
parti, örgütünün artık demokratik bir temelde inşa edildiğini bilir. Bu demektir ki, görevlilerin, komite üyelerinin vb. seçiminde bütün parti üyeleri yer alır, proleteryanın politik kampanyalarıyla ilgili sorunlara bütün parti üyeleri tartışıp karar verir ve parti örgütlerinin taktik çizgilerini bütün parti üyeleri belirler.1
deniliyordu.
Petersburg’daki yerel konferans organının ayda iki kez toplanması, altı ayda bir yeniden seçilmesi ve parti komitesini kendisi seçen bir organ olması gibi düzenlemeler Lenin’e göre, işçilerin çoğunun yerel örgütün bütün işlerinin yönlendirilmesine katılımını olanaklı ve kaçınılmaz hâle getirmişti. Böylesi bir ortamda şekillenen demokratik merkeziyetçilik ilkesi o dönem için, belirli bir eylem birliğini bozmadıkça yerellerin özerkliğinin tanınması, fiilen başlıca örgütsel birimler hâline gelmesi, organların seçimle belirlenmesi, hesap verilmesi ve her an geri çağrılmasının gözetilmesi gibi düzenlemeleri içeriyordu.2
İlerleyen yıllarda ise bu tarz düzenlemeler parti içi tartışmalara ve politik koşullara göre birçok kez değişmiş, sınırlandırılmış hatta ortadan kaldırılmış veya esnetilmiştir. 1917 sonrası parti içinde giderek yetkileri artan Politbüro, Orgbüro gibi yapıları bürokratlaşma eğilimi olarak gören muhalefetin tartışmalarıyla Kontrol Komisyonlarının kurulması, yerel ve merkez komite üyelerinin giremediği bu komisyonları kongrelerin belirliyor olması, kimi zaman kongrelerde “farklı görüşler savunuyorlar diye yoldaşlara baskı uygulanması reddedilerek her düzeydeki parti kurumunun her açıdan eleştirilmesi” çağrılarının yapılması, eğilimlerin varlığının tanınması, kimi zaman ise parti içi özgürlüklerin askıya alınması gibi deneyimler bize kitlesel bir devrimci örgütün canlı, değişken yapısını anlatır.3
1917 öncesinde her kademede parti politikalarını şekillendirmede etkili sol, sağ, merkezci fraksiyonlara sahip olan Bolşevik örgüt aynı zamanda yerellerin koşullara göre kendi taktiklerini uyguladığı esnekliğe sahipti ve:
1917’de bırakın Rusya’nın bütününü, Petrograd’da hâkim olan istikrarsız, yerele göre çeşitlenen ve sürekli değişen koşullarda Bolşevik merkez komitesinin kâğıt üstünde ona tabi olan birimleri kontrol etmesinin basitçe mümkün olmaması gerçeğiydi. Alt örgütler talep ve taktiklerini sahada gelişen duruma ilişkin yaklaşımlarına uyarlı olarak biçimlendirmekte görece özgürdü.4
Demokratik merkeziyetçilik formülasyonu kapsamındaki politik ve örgütsel birlik statik bir anlayışı, homojenliği, aynı şeyleri düşünenlerin toplamını ifade etmiyordu:
Gerçekte parti üyeleri dikkate değer bir görüş çeşitliliği sergiliyorlardı; farklılıklar, vurgu farklılıklarından genel duruma ilişkin ciddi çatışmalara kadar uzanan geniş bir alanı kapsıyordu… Bolşevizm Ekim devrimine doğru değişik yollar izlemiş olan ve birbiriyle benzeşmeyen kadın ve erkekler tarafından yönetilerek iktidara geldi ve yıllar boyunca kendi içinde farklılıklar gösteren bir hareket olarak kaldı.5
Kısacası 1900’den Ekim devrimine kadarki kısa süreçte bile Bolşevik örgüt deneyiminin kendisi de sabit ve doğrusal bir seyir izlemiyor. Kuşkusuz bu tarihsel deneyimler bire bir model olarak uygulayabileceğimiz için değil, beslenebileceğimiz ve referans alabileceğimiz deneyimler oldukları için önemli. Devrimci Marksist geleneğin pratiğinin çok çeşitli ve dinamik olduğunu göstermesi açısından bu tarihsel deneyimler önemli.
Devrimci Örgüt mü Mikro-Sekt mi?
Katı merkeziyetçilikten yana olan bürokratik eğilimler genellikle herkesin karar alma süreçlerine doğrudan katılımını sağlayacak bir örgüt içi demokrasinin mümkün olduğuna inanmaz. Herkesin karar alma süreçlerine katılımını ön görmeyen bir anlayış özünde kolektif tartışmanın gerekliliğini yok sayan bürokratizmin bir sonucudur. Oysa “tartışmada sınırsız özgürlüğü” kapsayan demokratik merkeziyetçiliğin işletilebildiği koşullarda aslında herkes karar alma süreçlerine dahil olur. “Kadrolar her şeye karar verir” diyen Stalin’in tahrifatının öncesinde Bolşeviklerin, başka partileri bölen veya paralize eden tartışmaların yürütülebildiği bir örgüt olması, böylesi esnek ve demokratik yapısından geliyordu.6
Stalin’in rolünü yücelten bir tarih yazımını reddettiği için kurşuna dizilen Bolşevik Vladimir Nevsky, örgütün işlerine tüm üyelerin aktif katılımını mümkün kılan ortamı tariflerken demokratik merkeziyetçiliğin “tam demokrasiyi” temsil ettiğini, özgür tartışma ve canlı fikir alışverişi ile Bolşevik örgütün gerçek bir proleter demokratik örgütün hayatını tam olarak yaşadığını ve bunun da “işlerin yapılmasına yönelik herhangi bir bürokratik tutumun yokluğunda” gerçekleştiğini ifade ediyor.7 Monolitik mikro-sekt yapıların aksine kitlelerle beraber nefes alabilen bir örgütsel yapının yolu canlı politik tartışmaların ve farklı fikirlerin varlığından geçiyor. İç savaş sırasında bile farklı eğilimlerin olduğu Bolşevik örgütte, yeraltından açık yapılara değişen tüm formlarda üyelerden mutlak olarak beklenen temel fikir, sınıf bilinci.
Bolşevik örgütün devrimci kolektif yapısı, “örgütlenmelerin, hareketlerin, mücadelelerin karmaşıklığında ve akışkanlığında birleşen çeşitli fikirlerden ve (farklı mizaçlar ile muhtelif deneyim ve anlayış seviyesine sahip) kişiliklerden” oluşur.8 Devrimci faaliyete aktif katılım, herkesin kendisini politikanın öznesi olarak ifade edebildiği bir yapıyla, canlı tartışmaların örgütün günlük yaşamının organik bir parçası olabildiği koşullarda mümkün kılınabilir. Devrimci kolektife dair bu gerekliliği reddetmenin varacağı yer, demokratik merkeziyetçiliğin üyelerin parti organlarını seçme özgürlüğüne indirgendiği Stalinist pratiktir. Genel seçimlerde de oy veriyoruz ve bizden seçilenlere ve aldıkları kararlara dair hiçbir söz hakkımızın ve denetimimizin olmaması bekleniyor. “Herkesin her şeye karar verebileceği” bir dünyanın mümkün olduğunu düşünenler olarak kendi iç yapılarımızda bundan daha fazlasını inşa edebiliriz. Devrimci Marksizm her parti örgütünün özerkliği, tüm parti görevlilerinin seçilmesi, partiye hesap vermesi ve geri çağırmaya tabi olması gibi ilkelerin9 veya parti içindeki eleştirilerin sadece parti toplantılarında değil kamuya açık toplantılarda da özgür olması gerektiği önerilerin10 tartışıldığı, uygulandığı oldukça zengin bir demokratik geleneğe sahip.
Merkezi yapıdaki örgütlenmeler, merkezi olarak örgütlenen kapitalizmi devirebilmek için gerekli olan araçlar. Merkezi örgütlenmeden kastedilen devrimci Marksistler için öncelikli olarak, Merkez Komitesi’nin kararlarında merkezileşmek değil, politik bir merkezi inşa etmek. Politikada ve deneyimde merkezileşmek. Politik bir merkez olmak ve politikada merkezileşmek, içeride herkesin aynı fikirde olmasının beklendiği ve aslında dışa dönük herhangi bir birleşik/kitlesel faaliyet yürütmeyi olanaksız kılan sekt yapılanmasıyla mümkün değil. “Lenin’in aradığı örgüt bir kitle partisiydi; tamamıyla kendi devrimci Marksizmiyle uyuşanlardan oluşan bir parti değil fakat tüm sosyalistleri ve militan işçileri kapsayacak genişlikte bir kitle partisi.”11
Hareketler
Devrimci bir örgütün sahip olduğu politikaları sokakta, işyerlerinde, okullarda, farklı mücadele alanlarında nasıl inşa ettiği, bu faaliyetlerin mevcut politik sorunların ihtiyaçlarına, öncülerin öfkesine karşılık gelip gelmediği, örgütsel işleyişinin politik koşulların ihtiyaçlarına ve güncelliğine uyarlı olup olmadığı soruları birbiriyle ilişkili.
Bugün kadın ve LGBTİ+ hareketleri, iklim krizi, göçmenler ve daha bir dizi farklı mücadele alanına dair nasıl bir politika üretildiği 21. yüzyılda sosyalizmin inşası tartışmasının kalbindeki sorulardan. Bu mücadele alanlarına “hareketçilik” veya “kimlikçilik” tanımlarıyla mesafelenmek ya da örgütünün kapılarının arkasından bu mücadeleleri seyrederken kendisine buralardan ne kadar üye yazabileceği hesabı tutmak nasıl bir sosyalizm anlayışına ve devrimci örgüt inşası iddiasına sahip olunduğunun göstergesi. Sosyalistler kimlik hareketleri denen mücadelelerin “destekçisi” değildir. Söz konusu mücadeleler işçi sınıfı hareketine içkin ve sosyalistler de sınıfın parçası olarak bu mücadelelerin içindedir. Biz bu alanlara “kararlarla” girmeyiz, sınıfın içinde yaşadığımız için oradayızdır. Bu mücadele alanlarını sınıf hareketinden ayrı görmek, basitçe ekonomizmdir. Böyle argümanların politik olarak varacağı yer “Ayşe teyzenin sorunu başka, bunlar burjuva kimlik siyaseti” diyen Stalinist karikatürlere dönüşmektir.
Sosyalistler olarak göçmenleri sadece “desteklediğimiz” için göçmen düşmanlığına karşı mücadele etmiyoruz. Biz aynı zamanda kapitalizmin ırkçılığına, ulus devletlere, faşizme karşı, sınıf mücadelesinin parçası olduğu için göçmen düşmanlığına karşı örgütleniyoruz. Türk sermayesine, devletine ve milliyetçiliğine karşı işçi sınıfı mücadelesinin bir meselesi olduğundan Ermeni Soykırımı’nın tanınması için kavga ediyoruz. Kapitalizme karşı işçi sınıfının mücadelesi olarak gören sosyalistler olduğumuz için iklim hareketinin içindeyiz. Üstelik bu “sınıf perspektifinden” bakınca, son yıllarda mesela feminist ve iklim hareketlerinin politikasında antikapitalist çizginin giderek daha net belirginleştiğini ve grev gibi kapitalizme karşı işçi sınıfının mücadele araçlarının kitlesel olarak örgütlendiğini görmek kolay.
Karıncalar ve Taşıyabileceği Yükler
Kendisinin en doğru politikayı savunduğunu iddia eden birçok sol-sosyalist yapı var. Ama politika mücadelelerin içinde sınanır ve sosyalist bir örgüt, sözünün slogandan ibaret olmaması için elindeki araçların örgütlenmekte ne kadar işe yaradığını, bu araçları nasıl kullandığını, nasıl daha faydalı olabileceğini sürekli değerlendirmek durumunda. Sınıf mücadelesinin yükselişini “beklemek”, o gün geldiğinde kumsalda bir kum tanesi olmanızı garantiler, mesele o güne “hazırlanmak”. Mucizelere veya insanların erdemlerine bel bağlamayan bir örgütün, güncelin önüne getirdiği mücadeleler içerisinde görünür, militan ve iddialı bir şekilde yer alması, mevcut güçleriyle ve araçlarıyla nasıl örgütleneceğine dair somut ve ölçülebilir hedeflere sahip olması, son olarak tüm bunları hayata geçirebilmek için tartışmaya açık ve demokratik bir örgütsel yaşamı yaratabilmesi gerekiyor.
Bugün işçi sınıfının, sınıf olarak eyleyebilmesini sağlayacak araçların inşasını kolaylaştırma rolünü sırtlanma iddiasında ve büyüklüğünde örgütsel yapılar yok. Türkiye sosyalist hareketi daha çok iri ya da cılız sektlerden ibaret. Farklı cüsselerdeki sektler elbette mücadelelerde çeşitli mevziler tutabilirler ama bir bütün olarak işçi sınıfının sınıf olarak kolektif tarzda ileriye doğru sıçramasının aracı olabilecek yapılara ihtiyaç var:
Bilim canlı bir organizmanın yaşam alanının ölçeğinin öyle keyfi bir şekilde değiştirilemeyeceğini gösterir: insanlar Lilliputlar ya da Brobdingangların ölçeğinde yaşayamazlar, yaşam mekanizmaları her iki ölçekte de işlev görmez. Karıncalar kendi ağırlıklarının 200 kat fazlasını taşıyabilirler, fakat altı ayaklı bir karınca bir canavar olsa bile asla 20 tonluk bir ağırlığı kaldıramaz.12
Dolayısıyla devrimci örgüt sınıfın ihtiyaç duyduğu yapının kendisi olduğunu iddia edemez ama yaptığı her şeyin bu ihtiyacın karşılanmasına fayda sağlamasını gözetebilir. Bunun için de ortaya konuşan değil mevziler tutan, esneyebilen, referans noktası olabilen bir inşa faaliyeti gerekli. Yine de başarılı olunamayabilir ama mesele bu ihtiyacın karşılanmasına dönük bir çabanın süreklileşmesi.
Dipnotlar:
- Liebman, 1990a, s. 50.
- A.g.e., s. 51.
- Liebman, 1990b, s. 102-138.
- Rabinowitch, 2017.
- Cohen, 1991, s. 24.
- Haynes, 2003.
- Lih, 2013.
- Le Blanc, 2017.
- Lenin, 1978.
- A.g.e.
- Draper, 2020
- A.g.e.
KAYNAKÇA
Cohen, Stephen F., 1991, Buharin ve Bolşevik Devrimi, cilt 1, Çev. Neşet Kocabıyıkoğlu, Kavram Yayınları, İstanbul.
Hal Draper, 2020, “Farklı bir yoldan yeni bir başlangıca doğru: Mikro-sektin Alternatifi”, İmdat Freni, http://imdatfreni.org/farkli-bir-yoldan-yeni-bir-baslangica-dogru-mikro-sektin-alternatifi-hal-draper/.
Haynes, Mike, 2003, “Russia 1917: was it a revolution or a coup?” , Socialist Worker, https://socialistworker.co.uk/features/russia-1917-was-it-a-revolution-or-a-coup/
Lih, Lars, 2013, “Fortunes of Formula: From ‘DEMOCRATIC centralism’ to ‘democratic CENTRALISM’. https://links.org.au/lars-lih-fortunes-formula-democratic-centralism-democratic-centralism
Le blanc, Paul, 2017, “Re-Arming the Party: Bolsheviks and Socialist Revolution in 1917”
Lenin, Vladimir, 1978, Collected Works, Volume 10, çev. Andrew Rothstein, Progress Publishers,
Liebman, Marcel, 1990a, Lenin Döneminde Leninizm: Muhalefet Yılları, cilt 1, Çev. Osman Akınhay, Belge Yayınları, İstanbul.
Liebman, Marcel, 1990b, Lenin Döneminde Leninizm: İktidar Yılları, cilt 2, Çev. Osman Akınhay, Belge Yayınları, İstanbul.
Rabinowitch, Alexander, 2017, “How the Bolsheviks won?”, Jacobin. https://jacobin.com/2017/11/bolsheviks-russian-revolution-october-lenin