Roni Margulies
Yaklaşık yedi milyon yıl önce ağaçlarda yaşayan, kürklü, toprağa inip yürüdüğünde büyük ihtimalle kollarını da yere basan bir hayvanın genlerinden birinde sahibine bir avantaj veren bir mutasyon gerçekleşti. Bu bireyin çocukları, torunları, torunlarının torunları farklı bir türe doğru evrimleşmeye başladılar. Geçirdikleri uzun evrim sürecinin sonucu bizleriz.
Geleceğin nasıl olacağını düşünmeye çalışınca insanın en kolayına gelen “Böyle gelmiş, böyle gider” diye düşünmektir. Geçmişe bakınca da öyle. Her şey her zaman aşağı yukarı şimdi olduğu gibiydi diye düşünmek en kolayıdır. Kolay, ama açık ki doğru değil: Ne hep böyle gider, ne de hep böyleydi.
Her şey hep böyle değildiyse, o avantajlı mutasyonu geçiren bireyden bu yazının okuyucularına gelene kadar yaşanan değişiklikleri, en azından büyük ve önemli değişiklikleri bilmek isteriz.
Örneğin, ağaçlarda yaşarken bu hayvan niye yere indi ve iki ayağı üzerinde yürümeye başladı? Yerde yaşayan sivri dişli, keskin pençeli hayvanlara karşı yüksek dalların sunduğu güvenlikten niye feragat etti? Türün bütününe yayıldığına göre, yürüyebilmeyi sağlayan genetik değişiklik bir avantaj sunmuş olmalı. Neydi bu avantaj?
Örneğin, o ilk mutant veya hatta ağaçtan yerlere ilk inenler konuşmadığına ve konuşmak türün tanımlayıcı özelliklerinden biri olduğuna göre, ilk kim, ne zaman, nasıl bir süreç sonucunda konuştu? (‘Niye?’ diye sormamıza gerek yok, konuşmanın ne kadar büyük bir avantaj oluşturduğu açık çünkü).
Örneğin, uzun yıllar boyunca insan “alet kullanan hayvan” olarak tanımlandığına göre (başka hayvanların da alet kullandığını keşfettiğimizden beri bu tanımı artık kullanmıyor da olsak), ilk kimin ne zaman alet kullandığını, bunun beyin kapasitesindeki bir değişiklikle ilgili olup olmadığını bilmek isteriz.
Dahası, sadece büyük ve önemli değişikliklerin değil, değişmemişliklerin de nedenlerini ve anlamını bilmek isteriz. Örneğin, ilk yaratılan aletlerden biri olan sapsız, taş el baltasının 1,6 milyon yıl önce ile 100.000 yıl önce arasında, yani 1,5 milyon yıl boyunca hiç değişmeden kullanılmış olmasının ne anlama geldiğini merak ederiz; bunun genetik nedenlerden kaynaklanan bir durağanlığı işaret edip etmediğini bilmek isteriz.
Ve örneğin, artık asıl konumuza girmek gerekirse, milyonlarca yıl küçük, gezginci, avcı toplayıcı gruplar halinde yaşadıktan sonra ne oldu da günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce bu hayvan türü, biz, yerleşik yaşama geçmeye başladı? Ve sadece ilk geçtiği bölge olan Bereketli Hilal’de değil, nispeten kısa süre içinde, bulunduğu her yerde geçmeye başladı, geçti. Niye? Yine kısa süre içinde, küçük köylerde değil Ur, Uruk, Babil gibi kocaman, “modern” şehirlerde yaşıyordu. Niye? Ve üstelik bu şehirlerde toplum, tarihte ilk kez, sınıflara bölünmüştü; çalışanla çalışmayan, yönetilenle yöneten, yoksulla zengin farklı hayatlar yaşıyordu. Sınıflar, eşitsizlik, adaletsizlik nasıl ortaya çıkmıştı ve bu sürecin sonucunda çalışan/yönetilen/yoksul olanlar bunu niye kabul etmişti? Bu paragraftaki sorular bu yazının konusunu oluşturuyor.
Avcı toplayıcı grupların toplumsal yapısı
İnsanlık, modern Homo sapiens olarak yeryüzünde bulunduğu toplam 250 bin yılın ilk 240 binini küçük, 40-50 kişilik avcı-toplayıcı gruplar hâlinde yaşayarak geçirdi.
Daha geri gider ve Homo sapiens’in atalarına bakarsak, bu atalar önce maymunsu sonra insansı olarak birkaç milyon yıl yine doğada bulduklarını toplayarak ve becerebildiklerinde avlanarak, bir bölgenin kaynakları azaldığında veya hava koşulları değiştiğinde az ileri giderek, grup fazla büyüdüğünde bölünerek yaşadı.
Bu maddî koşulların, bu yaşam tarzının dayattığı bazı toplumsal özellikler vardı. Avcı toplayıcı gruplar tümüyle eşitlikçi, yardımlaşmacı, dayanışmacı, paylaşımcı gruplardı. Herkes çalışıyordu ve aralarında iş bölümü yoktu; herkes her şeyi yapıyordu. (Bunu sadece teorik bir çıkarsama olarak değil, 19. ve 20. yüzyıllarda antropologların Afrika ve Latin Amerika’daki avcı toplayıcılar arasında yaptığı gözlem ve incelemeler sayesinde de biliyoruz).
Böyle olmak zorundaydılar. Herkesin herkesi kollamadığı, herkesle yardımlaşmadığı, avladığı avı başkalarıyla birlikte yemediği, keşfettiği olgun meyve ağaçlarının yerini paylaşmadığı 40 kişilik bir toplum varlığını sürdüremez. Gıdanın zaten kıt olduğu, kötü zamanlar için kenara konmuş bir stok bulunmadığı koşullarda bir kişinin bencilliği grubun bütününün uyumunu, birlikteliğini ve dolayısıyla yaşamını tehlikeye düşürür. Bu nedenle, bencillik, eşitsizlik, haksızlık hoş görülemez, cezalandırılır. En ağır ceza, grup tarafından dışlanmak, kovulmaktır. Doğada tek başına varlığını sürdürmek kılıç dişli kaplan için mümkündür, ama insan ve ondan önce gelen insansılar için tek bir bireyin ne doyması ne de kendisini yemek isteyen hayvanlardan korunması mümkündür. Dışlanmak ölüm demektir; bencillik akıl kârı değildir. Kısacası, avcı toplayıcı grupların maddî koşulları eşitlikçi ve paylaşımcı toplumlar yaratır. Başka türlüsü mümkün değildir.
Milyonlarca yıl böyle yaşadık, ama artık böyle yaşamadığımız açık. Günümüz toplumlarının hiçbirinin eşitlikçi veya paylaşımcı olmadığı malum. O milyonlarca yıl süren yaşam tarzının tortularını gözlemlemek mümkün: Bencillik bugün de hiçbir toplumda pek sevilen bir şey değil; bugün de istisnasız tüm toplumlarda eşitlik, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşma övülen, özlenen ve değerli bulunan özellikler. Ama bu değerlere aykırı davrananların cezalandırılmadığı da kesin. Ve hatta bencilliğin ‘başarıya giden yol’ olarak öğretilip tavsiye edildiği İş İdaresi ve İşletmecilik dersleri olduğundan kuşkum yok.
İnsanlık o toplumdan bu topluma niye geçti? Nasıl geçti? Yaşam için gerekli olan her şeyin paylaşıldığı, herkesin eşit olduğu bir toplum anlayışından sınıflı, hiyerarşik bir toplum düzenine, avcı toplayıcı göçebe bir yaşam tarzından yerleşik tarım toplumuna niye geçildi, nasıl geçildi?
Bu soruları ilk soran değil belki, ama kapsamlı bir şekilde cevaplamaya ilk çalışan Friedrich Engels oldu. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında (Yordam Kitap, 2020, çev. Erkin Özalp), 1884’te, Engels ayrıntılı bir cevabın ilk adımlarını attığında cevap için gerekli somut arkeolojik bilgi ve bulgu henüz yok denecek kadar azdı. Bilgi ve bulgu bir yana dursun, arkeolog James Henry Breasted’ın Outlines of European History (Avrupa Tarihinin Ana Hatları) kitabında ‘Bereketli Hilal’ (Fertile Crescent) ifadesini ilk kez kullanmasına bile daha tam 20 yıl vardı. Bereketli Hilal’de tarihin ilk yerleşim yerleri olan ve bugün ayrıntılı bilgi sahibi olduğumuz Eriha, Jarmo ve Çatalhöyük’ün varlığından bile kimse 1884’te haberdar değildi. Irak’ta bulunan Jarmo’yu 1947’de Robert John Braidwood ve ekibi, bugün İsrail sınırları içinde olan Eriha’yı 1952’de Kathleeen Kenyon ve ekibi, Çatalhöyük’ü ise 1958’de James Mellaart ve ekibi kazmaya başladı. Braidwood, tarıma Bereketli Hilal’de değil, Hilal’in hemen kuzeyinde, Toros ve Zagros dağlarının güney yamaçlarında geçildiğini savunan teorisini 1948’de geliştirdi. (Braidwood’un haklı olduğunu bugün biliyoruz).
Engels’in bildikleri Amerikalı antropolog Lewis Henry Morgan’ın 1840’lardan başlayarak 40 yıl boyunca kızılderili kabileleri arasında yaptığı araştırmalar sonucunda 1877’de yayınladığı Eski Toplum adlı kitaptaki bilgilerden ibaretti (İnkılap Kitabevi, 2015, çev. Ünsal Oskay). Kitabı 1881’de Marx okumuş, ayrıntılı notlar tutmuş, fakat planladığı yazıyı yazamadan ölmüştü. Çok zaman olduğu gibi iş Engels’e kalmış ve Engels, Morgan’ın kitabına sadık kalıp Marx’ın notlarını da kullanarak Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde insanlığın tarihöncesini vahşilik, barbarlık ve medeniyet olarak üç döneme ayırmış, vahşilik ve barbarlık dönemlerini ayrıca kendi içlerinde alt, orta ve üst olarak tekrar ayırmıştır. Dönemlerin özelliklerini kısaca şöyle sıralayabiliriz:
Vahşilik Alt dönem: İnsanlığın emekleme dönemi. En azından kısmen ağaçlarda, meyve, fıstık, kök yiyerek yaşıyorlar. Anlamlı konuşma ortaya çıkıyor.
Orta dönem: Deniz mahsulleri yemeye ve ateşi kullanabilmeye başlıyorlar. Balık yemek, sahiller ve nehirler boyunca göç ederek tüm dünyaya yayılmalarını sağlıyor. Ateş (pişirme) ve yeni bölgelere göçmek yeni gıda maddeleri yiyebilmelerini mümkün kılıyor. Kaba taş aletlerin yanı sıra şekillendirilmiş sopa ve mızrak gibi silahların icadı sayesinde avlanma başlıyor, fakat sadece avlanarak beslenmek mümkün değil.
Üst dönem: Ok ve yay icat ediliyor, avcılık yaygınlaşıyor. Yerleşik yaşama geçişin ilk ve sınırlı adımları atılıyor. Ahşap kap ve aletler, gelişkin (cilalı) taş aletler ve sepet imalatı başlıyor.
Barbarlık Alt dönem: Seramik/çömlekçilik başlıyor.
Orta dönem: Bazı bölgelerde hayvanların evcilleştirilmesi, bazılarında tarım ve sulama başlıyor. Hayvancılıkla birlikte et ve süt tüketimi artıyor. Konutlar güneşte kurutulmuş tuğla ve taş kullanılarak inşa ediliyor.
Üst dönem: Demir icat ediliyor. Alfabe/yazı icat ediliyor. Pulluk ve saban gibi tarım aletlerinin icadıyla beraber gıda üretimi neredeyse sınırsız ölçüde artıyor, ormanlar tarım alanına dönüştürülüyor ve nüfus hızla artmaya başlıyor. Bu döneme, örneğin, antik Yunan ve Roma İmparatorluğu öncesi İtalya toplumları dahil.
Engels bu üç dönemi şöyle özetler:
Vahşilik: İnsanın kullanılmaya hazır doğa ürünlerine el koyduğu dönem. Yapılan üretim, büyük çoğunlukla bu el koymayı kolaylaştıran aletlerin üretimidir. Barbarlık: Büyük baş hayvan yetiştirme ve tarım bilgisinin edinildiği dönem. Doğanın üretkenliğini insan faaliyeti yoluyla arttırma yöntemleri de bu dönemde öğrenilmiştir. Medeniyet: Doğal ürünleri daha da işlemenin, gerçek anlamda sanayinin ve sanatın öğrenildiği dönem. (Benim çevirim).
Vahşilik de, barbarlık da bugün kullanacağımız tanımlamalar değil. Daha önemlisi, Morgan’ın sıraladığı, Marx’la Engels’in etkilendiği ve onayladığı gelişmeler silsilesi (somut bilgi yokluğu göz önüne alındığında gerçekten de etkileyici olmakla birlikte) hem bir dizi ayrıntısında hatalı, hem de süreci dönemlere ayırmanın yarattığı yanıltıcı bir mekanik/otomatik havadan mustarip. Ama bu kadarı kadı kızında da olur, 1884’te yazılan bir metinde haydi haydi olur! Engels kendisi, kitabı yayınladıktan sadece yedi yıl sonra, 1891’de, konuyla ilgili bilgimizde “önemli gelişmeler” olduğunu ve bunları dahil etmek için Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde yazdıklarının gözden geçirilmesi gerektiğini yazar. Bugün bildiklerimize kıyasla Engels’in o gün “önemli” bulduğu “gelişmeler” solda sıfır kalıyor elbet. Ama bizim için önemli olan Morgan’la Marx ve Engels’in somut tarihsel olgular hakkında söyledikleri değil, tarihe nasıl baktıkları, insan toplumlarının tarihini anlamaya çalışırken nasıl bir yöntem kullandıkları. Bakışlarının özünü Engels aynı kitapta şöyle ifade ediyor:
Tarihte belirleyici olan unsur, son tahlilde, günlük yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir… Bir yandan hayatta kalmanın araçlarının, yani gıdanın, giysinin ve konutun ve bunlar için gerekli olan araçların üretimi; bir yandan da insanın bizzat kendisinin üretimi, türün üremesinin sağlanması. Belli bir çağın ve belli bir ülkenin insanları her iki tür üretim tarafından şekillenen toplumsal kurumlar altında yaşarlar. (Benim çevirim).
Tarihin bu materyalist anlayışı, insanlığın “kısmen ağaçlarda” yaşadığı günlerden “gerçek anlamda sanayinin öğrenildiği” günlere kadar geçirdiği sürecin Morgan ve Engels tarafından anlatımında eksiksiz bir uygulamasını bulur. Önemli olan bu anlayış ve yöntemdir, sürecin ayrıntıları hakkında söyledikleri değil. Ayrıntılar nasıl olsa gelecektir ve Engels’den 50 yıl sonra gelir. Yine bir marksist, arkeolog V. Gordon Childe 1942 yılında Tarihte Neler Oldu? kitabını yazar (Kırmızı Yayınları, 2018, çev. Alaeddin Şenel, Mete Tunçay). Kitap yazıldığında Ortadoğu’daki kazı ve buluntular Engels’in dönemine kıyasla tarifsiz ölçüde çoğalmıştır, ama bugün bildiğimiz neolitik yerleşimlerin henüz hiçbiri bilinmemektedir. Buna rağmen Childe tarıma ve yerleşik yaşama geçişi “neolitik devrim” olarak adlandırır ve sırtını Engels’e de dayayarak geçiş sürecini ana hatlarıyla tarif eder. Hem “neolitik devrim” kavramı, hem sürecin tarifi günümüze kadar geçerliklerini ve yaygın olarak kullanılmayı sürdürmüşlerdir. Engels ve Childe’ın yazdıklarını beraber okursak, bu yazının başında sorduğumuz soruların cevaplarını buluruz.
Pek çok sağcı, muhafazakâr düşünür ve yazar “ilkel” insan toplumlarının hiyerarşik, eşitsiz, şiddete dayalı, vahşi toplumlar olduğunu anlatır ve bu toplumların şekillendirdiği bencil, saldırgan bir “insan doğası” tarif eder. Engels’le Childe ise tüm “ilkel” (yani avcı toplayıcı) toplumların eşitlikçi (Engels’in ifadesiyle “ilkel komünist”) olduğunu, bu toplumlarda özel mülkiyet ve sınıflar olmadığını anlatır. Sınıflar ancak tarım, hayvancılık ve yerleşik yaşamla birlikte bir artı ürün üretilmeye başlandığında ortaya çıkacaktır.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ve içinde bulunduğumuz yüzyılda bulunan ve şu veya bu ölçüde kazılarak incelenen düzinelerce neolitik yerleşim yeri, Çayönü’nden Çatalhöyük’e, Nevali Çori’den Göbekli Tepe’ye, Engels’le Childe’ın yazdıklarını ana hatlarıyla çarpıcı bir şekilde doğrulamıştır.
Bir zamanlar Bereketli Hilal’de
Konumuz tarıma geçiş olduğuna göre, hava koşullarıyla başlayalım. Son buzul çağı günümüzden yaklaşık 20.000 yıl önce (YÖ) sona ermeye başlar. Birkaç bin yıl boyunca belli belirsiz ısınan havalar 14.700 YÖ ile 12.900 YÖ arasında (Bølling-Allerød ısınması) birdenbire artarak neredeyse günümüz ısısına ulaşır; sonra 12.900 YÖ ile 11.700 YÖ arasında, bin yıl kadar, tekrar soğur, buzul çağı koşullarına döner (Genç Dryas dönemi). Nihayet 11.700 YÖ bugün hâlâ sürmekte olan holosen çağı başlar.[1] Bu yazının konusu olan tüm değişim süreçleri holosen çağın ılıman hava koşullarının başlamasıyla kuşkusuz bire bir ilişkilidir.
Suriye’nin kuzeyinde Rakka bölgesinde Fırat Nehri vadisinde bulunan Ebu Hureyra yaklaşık 13.500 YÖ kurulan ve 9.000 YÖ’ye kadar varlığını sürdüren bir köydü. Belki de dünyada ilk çiftçilerin yaşadığı, yani sistematik olarak tarım yapılan ilk yerleşim yeriydi. Andrew Moore başkanlığında bir ekip tarafından 1972-74 yılları arasında kazıldıktan sonra Tabka Barajı’na bağlı Esat Gölü’nün suları altında kalan Ebu Hureyra’nın tarihi iki ayrı dönemden oluşuyor: Neolitik dönemin hemen öncesini kapsayan Ebu Hureyra 1’in sakinleri yerleşik avcı toplayıcılar, neolitik Ebu Hureyra 2’nin sakinleri ise çiftçi. Belli ki köyü yerleşik yaşama geçen avcı toplayıcılar kurmuş ve zaman içinde tarım yapmaya başlamışlar. Kazılarda elde edilen veriler tahılların sistematik olarak yetiştirilmesinin (en azından bu köyde) 13.000 yıl önce başladığını ve sistematik olarak ekilen ilk tahılın çavdar olduğunu gösteriyor.
İlk olmanın ötesinde, Ebu Hureyra’yı şu açıdan önemli buluyorum: Tarihsel geçiş ve değişim süreçlerinin net, temiz, saf, bir günden bir güne gerçekleşen süreçler olmadığını, karmaşık, dağınık, gel gitli olduklarını gösteriyor. Köyde ilk yaşayanlar avcı toplayıcı ama yerleşik; yerleşiyorlar ama tarım yapmıyorlar; tarım yapmaya başladıklarında bir anda her yerde herkes başlamıyor, bölgedeki pek çok yerde tarımın daha geç başladığını biliyoruz. Ebu Hureyra 1 yaklaşık 1.300 yıl sonra terk ediliyor, Ebu Hureyra 2’den önce köy bir süre boş (veya çok küçük bir nüfustan ibaret) kalıyor. Nedenini bilmiyoruz, ama bir ihtimal Genç Dryas soğumasıyla ilgili. Demek ki, avcı toplayıcılar yerleşmeye başladıktan sonra koşullar olumsuzlaştığında köyü terk edip tekrar göçebe hayata dönebiliyor. Tarihi düşünür ve yazarken kaçınılmaz olarak dönemler belirliyor ve bu dönemlere başlangıç ve bitiş tarihleri atfediyoruz. Kaçınılmaz olabilir, ama yanıltıcı olduğunu unutmamalıyız.
Yaklaşık 13.500 yılında yerleşik yaşama geçen ilk Ebu Hureyra köylüleri Natufian[2] denilen bir kültüre dahildi. Yaklaşık 15.000 YÖ ile 10.000 YÖ arasında Urfa civarından aşağı doğru Mısır’a kadar uzanan bölgede yaşayan insanlar tam da bu yıllarda tarıma ve yerleşik yaşama geçişi gerçekleştirdiler. Natuf kültürü bu geçişin ilk, belki deneysel, bazen geçici, bazen çekingen ve kaygılı, eksik adımlarını temsil ediyordu.[3] Tam olarak değil, ama önemli ölçüde yerleşik, bazen yarı yerleşik köy hayatı yaşıyorlardı.[4] Sistematik olarak tarım yapmıyorlar, ama doğadaki tahılları kullanmayı biliyorlardı, yer yer bildiğimiz anlamda tarım da yapmaya başlamışlardı. Örneğin, Ürdün’ün kuzeyinde Şubayka’da 14.500 YÖ ekmek pişirildiğinin kanıtları ve İsrail’de Carmel tepesinde bulunup 13.000 yıl önceye tarihlenmiş olan bira kalıntıları (bugüne kadar bulunmuş olan en eski ekmek ve en eski bira) Natuf kültürünün ürünleri.
Natuf kültürünün neolitik kültüre geçişinin izlenebildiği diğer bir yer de Filistin’de Eriha. Burada ilk yerleşim göstergeleri 12.000 YÖ’ye tarihleniyor ve dolayısıyla Eriha’nın dünyada günümüze kadar süregelen en eski kesintisiz yerleşim yeri olduğu tahmin ediliyor. Arkeolojik veriler, bu tarihin öncesinde, daha sonra Eriha’nın oluşacağı alanda Natuf kültürüne ait avcı toplayıcı grupların bir su kaynağının çevresinde geçici kamplar kurduğunu, Genç Dryas yıllarında bölgenin terk edildiğini, havalar 11.600 YÖ tekrar ısınmaya başladığında önce geçici yerleşim yerlerinin kurulmaya başlandığını ve bunların giderek kalıcılaştığını gösteriyor. İlk kalıcı köyün 11.500 YÖ ile 11.000 YÖ arasında geliştiği tahmin ediliyor. Burada yaşayanlar yabani veya evcilleştirilmiş tahıl yetiştiriyor, yabani hayvan avlıyor ve bütün neolitik köylerde olduğu gibi ölülerini evlerinin altına gömüyorlar. Zaman içinde evcilleştirilen bitki türünün çoğalmasını ve hayvanların evcilleştirilmesini de arkeolojik olarak izlemek mümkün.
Vahşi Batı’ya göç
Bereketli Hilal’de, yaklaşık 15.000 YÖ’den itibaren yer yer ve zaman zaman yerleşik yaşama geçme adımları atmış olup da tam olarak yerleşmiş olmayan, tarımı bilen ama tam sistematik tarıma geçmemiş olan Natuf kültüründen tam yerleşikliğin ve tam tarımcılığın yarattığı neolitik kültüre geçiş yaklaşık 5.000 yıl sürdü. Bu sürecin tüm ayrıntılarını hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ama sürecin çok karmaşık olduğunu, çok zaman ve çok yerde Natuf yaşamla neolitik yaşamın iç içe dış dışa olduğunu, geçiş sürecinin düz, düzgün ve düzenli bir çizgi şeklinde gerçekleşmediğini biliyoruz. Yerleşik ve tarımcı yaşama geçen insan gruplarının bunu belli bir günün belli bir saatinde değil, yavaş yavaş, adım adım yaptığını ve yeni yaşam tarzına geçtikten sonra eski tarzın adetlerini, geleneklerini, alışkanlıklarını unutmadıklarını da biliyoruz.
Yaklaşık 10.000 yıl önce bütün Bereketli Hilal’de artık neolitik devrim gerçekleşmiştir. Bu devrim süreci boyunca Anadolu’da (ve tabii Avrupa’nın bütününde) avcı toplayıcı gruplar yaşamaktadır. Devrim, kısmen büyüyen neolitik köylerin bölünmesi ve nüfusun bir kısmının göçüp yeni bir köy kurması yoluyla, kısmen de belki komşu avcı toplayıcı grupların yerleşiklerle temas edip onlardan öğrenmesi ve onları taklit etmesi yoluyla, Anadolu’da batıya doğru, sonra da Trakya’ya ve Avrupa’ya yayılır. Anadolu’daki düzinelerce neolitik kazının hangi yıllara tarihlendiğine bakarak batıya doğru gidişi izlemek mümkündür: Genellikle doğudakiler daha eskidir, batıya doğru geldikçe yerleşimler daha yenidir.
Neolitik yaşam hakkında Çatalhöyük sayesinde çok kapsamlı ve çok ayrıntılı bilgi sahibiyiz (Çatalhöyük, Leoparın Öyküsü, Ian Hodder, çev. Dilek Şendil, Yapı Kredi Yayınları, 5. baskı, 2021). Günümüzün Konya ovasında bulunan Çatalhöyük yaklaşık 9.500 YÖ ile 8.000 YÖ arasında büyük bir köy olarak varlığını sürdürmüş; zirvesine ulaştığı dönemde nüfusunun 2.000 hanede yaşayan 8.000 kişi kadar olduğu tahmin ediliyor.
Ovanın ortasındaki büyük höyüğü İngiliz arkeolog James Mellaart 1958’de görüp neolitik bir yerleşim olduğundan kuşkulanmış. Gerekli izin, bürokrasi ve finansman işlerinin halledilmesi üç yıl sürdükten sonra Mellaart 1961-65 yılları arasında Çatalhöyük kazılarını yönetmiş. Yaşanan bazı sorunlar sonucunda çalışmalar 1993’e kadar durmuş, sonra o dönemde Cambridge Üniversitesi’nde olan Ian Hodder yönetiminde yeniden başlamış ve hâlâ devam ediyor.
Çatalhöyük’te her anlamda tümüyle eşitlikçi bir toplumun yaşadığı anlaşılıyor. Bütün bulgular, bütün göstergeler bunu gösteriyor.
Çatalhöyük’te evler birbirine bitişik, aralarında sokaklar yok, pencere ve kapı yok. Her eve tavandaki bir delikten merdivenle giriliyor. Toplumsal yaşamın epey bir bölümünün damlarda geçtiği tahmin edilebilir. Bütün evler aşağı yukarı aynı boyutlarda; büyük ve gösterişli binalar, farklı inşa edilmiş, zenginlik ima eden konutlar yok.
Çatalhöyük’te işbölümü yok, herkes her işi yapıyor, herkes çalışıyor. Her evde fırın, ocak, kiler, çalışma odası, obsidyen zulası var. Neolitik dönemde ok ucu, balta, ayna yapımında kullanılan parlak siyah volkanik bir kaya olan obsidyeni değerli bir hammadde olarak düşünebiliriz. Her evde benzer miktarlarda obsidyen bulunması hem servet eşitliğini hem de her evde iş yapıldığını gösteriyor. Ayrıca her evde tarım ürünleri (gıda) depolamak için bölmeler var ve bunlar da hep aşağı yukarı aynı boy.
Çatalhöyük’te hiçbir savaş veya şiddet izi bulunamadı. Bulunmuş olan çok sayıda iskeletin hiçbirinde silah yarası izi yok.
Belki de en çarpıcısı, Çatalhöyük’te çocuklar kendi biyolojik aileleriyle yaşamıyor olabiliyor. Yeni doğan bebeklerin köydeki diğer evlere, diğer ailelere verildiğini görüyoruz. Dolayısıyla bu topluluğun karmaşık biyolojik bağlar kurarak büyük bir aile gibi yaşadığını söylemek mümkün. Toplumu bir arada tutan, kuşkusuz bugün bize garip gelecek gelenekler var. Örneğin, cenazeler kafa, kol, hatta diş gibi parçalara ayrılarak farklı evlere dağıtılıyor, farklı evlerin altına gömülüyor.
Çatalhöyük’te kadın ile erkek arasında hiçbir toplumsal fark yok, ataerkil bir toplum olduğuna dair hiçbir gösterge yok. Çeşitli arkeolojik testler kadınla erkeğin aynı şekilde beslendiğini, aynı işleri yaptığını, evin içinde ve dışında bulunma sürelerinin aşağı yukarı aynı olduğunu, aile ve toplum içindeki rollerinin farklı olmadığını gösteriyor. Hodder şöyle diyor: “Şu ana kadar ortaya çıkan tablo çok tutarlı. İnsanların gündelik hayatı nasıl yaşadıklarına, ne yediklerine, ne yaptıklarına, nereye gömüldüklerine, soy ve aile açısından kimlerin önemli olduğuna baktığımız zaman erkekler ve kadınlar arasında pek az fark görüyoruz; ne ataerkillik ne de anaerkillik için delil bulabiliyoruz. Gördüğümüz şu: Pek çok alanda nasıl bir hayat yaşayabildiğinizi erkek veya kadın olmanın belirlemediği bir toplum.”
Marx ile Engels (ve hatta Childe) Çatalhöyük’ü ziyaret edebilseler veya en azından şu yazdıklarımı okuyabilseler büyük bir heyecan duyarlardı tahminimce. Ama eminim, şaşırmazlardı. Morgan’ın sınırlı verileri dışında hiçbir somut bilgi ve veri sahibi olmadan ürettikleri “ilkel komünizm” kavramı neredeyse bire bir Çatalhöyük toplumuna denk düşüyordu. Bunda şaşılacak bir şey yok elbet. Yüz binlerce yıl eşitlikçi avcı toplayıcı gruplar halinde yaşayan insanlığın yerleşik yaşama geçtikten sonra eşitlikçilikten bir anda vazgeçmesi garip olurdu.
Göbekli Tepe
Göçebe, avcı toplayıcı yaşamdan yerleşik, tarımcı yaşama geçiş sürecinin ortalarında bir yerde, yaklaşık 12.000 YÖ, insanlar Göbekli Tepe’de 1994’te Alman arkeolog Klaus Schmidt’in keşfettiği ve tam olarak ne olduğunu bilemediğimiz mekânı oluşturdu. “Mekân” diyorum, çünkü Göbekli Tepe bir yerleşim yeri değil, konut yok, bina yok, sadece artık tüm dünyada ün kazanmış olan ve büyük daireler oluşturan 1,5-2 metre boyunda, T şeklinde kireçtaşı sütunlar var. Sütunların üzerinde aslan, yılan, yaban domuzu, akrep gibi hayvanlar resmedildiği ve sütunların kendileri insanı simgeliyor olabileceği için, çoğu arkeolog ve yorumcu buranın bir tür ibadet yeri, dinî bir mekân, manevî önemi olan bir toplanma yeri olduğunu düşünüyor.[5]
Göbekli Tepe’nin keşfi arkeoloji ve tarih dünyasında (ve ötesinde) olağanüstü ve haklı bir heyecanla karşılandı. Haklı, çünkü Göbekli Tepe hem İngiltere’deki dünyaca meşhur Stonehenge taşlarından yedi sekiz bin yıl daha eski, hem de Stonehenge’de taşların üzerinde hiçbir motif, simge, çizim yok. Heyecanın bir nedeni de, 12.000 YÖ avcı toplayıcı insan toplumlarının bu taşları yaratacak, nakledecek ve dikecek kadar örgütlü olmasının yarattığı şaşkınlık.
Bunlar anlaşılır şeyler. Ama Göbekli Tepe’nin arkeologlar arasında yarattığı ilginin farklı, teorik bir nedeni de var kanımca. Ian Hodder’a göre, Göbekli Tepe “sosyokültürel değişimin önce geldiğini, tarımın daha sonra geldiğini gösteriyor.” Bir başka yorumcu bunu şöyle açıyor, “Anlaşılıyor ki grup temelli dinî ayinlerin ortaya çıkması insanların yerleşmeye başlamasının önemli bir nedeniymiş. Dinî merkezler göçebe toplulukları birbirlerine daha sıkı bağladıkça, giderek ortak inançlar ve ortak değer sistemleri temelinde köyler kurulmuş.” Kısaca ve daha açıkça söylersek, Göbekli Tepe’nin şu sorunun cevabını değiştirdiği iddia ediliyor: İnançlar ve değerler mi insanların ne yaptığını belirler, maddî koşullar ve bu koşullarda insanların ne yaptıkları mı inançları ve değerleri belirler? Engels ve Childe’dan beri ikinci cevap arkeolojinin temellerinden birini oluşturuyor, yerleşik yaşama geçiş süreci iki marksistin geliştirdiği materyalist bir yaklaşımla açıklanıyor ve adına neolitik “devrim” deniyordu. Göbekli Tepe hakkkında en sık karşılaştığım ifade ise “Her şeyi altüst etti, tüm bilgilerimizi tersine çevirdi!” Yani yerleşik yaşama ve tarıma geçilmeden önce Göbekli Tepe gibi çarpıcı bir dinî mekân inşa edildiğine göre, “sosyokültürel değişim” maddî koşullardaki değişimden önce geliyor, maddî koşullar fikirleri değil fikirler maddî koşulları belirliyor. Demek ki, Marx yanılmış, Engels’le Childe yanılmış![6]
Oysa Göbekli Tepe’yi Ian Hodder ve hemen hemen tüm diğer arkeologlar gibi “sosyokültürel değişimin önce geldiğini gösteriyor” şeklinde okumanın tümüyle yanlış olduğunu düşünüyorum, “tüm bilgilerimizi tersine çevirdi” iddiasını garip buluyorum. Evet, Göbekli Tepe çarpıcı, heyecan verici ve kazılar devam ettikçe dönem hakkındaki bilgilerimize müthiş katkılarda bulunacak bir mekân. Ama hiçbir şeyi altüst etmiş değil.
Bu yazıda vurgulamaya çalıştım: Yaklaşık 14-15.000 YÖ şekillenen Natuf kültürünün yaklaşık 4-5.000 yıl içinde Eriha gibi, Çatalhöyük gibi tam yerleşik, tam tarımcı neolitik kültüre dönüşme süreci (yani neolitik devrim) Bereketli Hilal’in her tarafında aynı zamanda ve aynı şekilde düz bir hat üzerinde ilerlememiştir. Bu nedenle, 12.000 YÖ Göbekli Tepe yaratıldığında henüz yerleşik yaşama ve tarıma geçilmemiş olduğunu düşünmek doğru değildir. Süreç böyle bir iddiada bulunulamayacak kadar karışıktır: 12.000 YÖ yerleşik yaşama ve tarıma doğru pek çok adım atılmış olduğu, pek çok yerde yarı yerleşik gruplar ve kalıcı olmasa da aylarca oturulan köyler olduğu, sistematik olmasa da şu veya bu ölçüde tarım yapılmaya başlanmış olduğu kuşkusuzdur. Dolayısıyla Göbekli Tepe, “önce sosyokültürel değişim, sonra maddî koşullar” formülünü kanıtlamak amacıyla kullanılamaz.
Ve bir itirazım daha var. Göbekli Tepe dinî, manevî bir mekân, bir ayin yeri olabilir. Olup olmadığını hiçbir zaman kesinlikle bilemeyeceğiz elbet, ama öyle olması muhtemel. Fakat sadece manevî bir mekân olmadığı, son derece maddî bir işlevi de olduğu kanımca çok açık. Çok geniş bir alanda yaşayan avcı toplayıcı, yarı yerleşik ve yerleşik grupların yılda bir veya birkaç kez bir araya geldiği, ürün ve gıda, fikir ve bilgi alışverişinde bulunduğu, belki tohum takas ettiği, yeni icat ve buluşları paylaştığı, kız alıp kız verdiği bir yerdi Göbekli Tepe. Bir panayır yeriydi. Dinî ve maddî koşullar burada iç içeydi, “önce dinî, sonra maddî” diye düşünmemizi gerektiren bir durum yoktu.
Sınıflı toplum
Öncesini sonrasını bir kenara bırakır, Marx’ı arkeolojiden ihraç etme çabalarını gözardı edersek, neolitik devrimin sonuçları konusunda hiçbir tartışma yoktur. Tarım yapmak insanlık tarihinde ilk kez toplumların gündelik düzeyde ihtiyaç duydukları gıda miktarından daha fazlasını, yani bir artı ürün üretebilmelerini sağladı. Buna karşılık, tarımın ve hayvancılığın bir dizi olumsuz etkisi oldu: Çeşitlilik içeren bir beslenme düzeninin yerine tek bir ürüne bağımlı hâle gelmek, hareketsiz bir yaşam tarzının sağlıksızlığına mahkûm olmak, hayvanlarla iç içe dış dışa yaşamanın sonucunda hayvandan insana sıçrayan çeşitli hastalıklarla tanışmak. Ama artı ürün üretebilmek, gıda depolayabilmek ve dolayısıyla işler kötü gittiğinde de doyabilmek, açlığa ve ölüme mahkûm olmamak çok büyük bir avantajdı.
Artı ürün insanları doyurmakla kalmadı. Bir dizi toplumsal etkisi oldu. En önemlisi, tarihte ilk kez bazı kişilerin çalışmadan, üretime katılmadan, artı üründen bir pay alarak yaşaması mümkün hâle geldi: Artı ürünün önünde nöbet tutanlar, depoyu koruyanlar, ürünün daha çok olması için yağmur, toprak ve bitki tanrılarına dua edenler, ürünü ölçen, biçen, paylaştıranlar… Asker, rahip, büyücü, bürokrat, sonra da bunları koordine eden muhtar, başkan, kral…
Kendileri çalışmayan, başkalarının yaptığı üretimden pay alarak yaşayan sınıfların ortaya çıkması avcı toplayıcı toplumların eşitlikçiliğini, adalet anlayışını değiştirdi. Bu elbette bir günden bir güne gerçekleşmedi. Gerçekleşemezdi, “Arkadaşlar, ben artık kralınızım” diye birden bire ortaya çıkan kişinin sonu hayırlı olmazdı! Süreç içinde, sürecin her küçük adımı çoğunluğa makul ve gerekli gelmiş olsa gerek. Tarım yapınca ve sulama kanalları kazmak gerekince, aralarından birinin bu işi kontrol edip yönetmesi gerektiğini herkes kabul etmiştir. Herkesin sevdiği, güvendiği bir kişiyi memur etmişlerdir bu işe. Zaman içinde bu kişi başka şeyleri de yönetmeye başladığında, herkes bunu da doğru bulup kabullenmiştir. Artı ürünü korumak için silahlı bir insan grubuna gerek olduğunu da, keza, çoğunluk mantıklı bulmuştur, zorla dayatılmamıştır bu. Ama bir kez herkesten daha silahlı olan bir grup ortaya çıktıktan sonra, geçmiş olsun. Senaryoyu ben yazıyorum, hiçbir zaman zerre kadar kanıt bulmamız mümkün olmayacak elbet, ama eşitlikçi bir toplumda eşitsizliğin, ayrıcalıkların gelişmesi ve kabullenilmesi bu tür bir süreçle gerçekleşmiştir kanımca. Kimse kimseye bir şey dayatmamıştır, artı ürünün kendisi ve onun getirdiği maddî koşullar süreci belirlemiştir.
Sonuç olarak, ilkel komünist Çatalhöyük ile 3.000 yıl sonrasının gelişkin sınıflı toplumu Sümer arasındaki fark açık: Herkesin çalıştığı, eşit, adil bir toplum ile küçük bir azınlığın çalışmadan yaşadığı, eşitsiz, adaletsiz bir toplumun farkı.
İlginç, değil mi? Bugün de o günküne benzer iki farklı seçenek arasında, mevcut toplum ile özlediğimiz toplum arasında seçim yapmamız gerekiyor.
[1] Isı değişikliklerini sanki elimde termometreyle kendim yaşamış ve ölçmüş gibi anlattığıma bakmayın. Bu ayrıntılı bilgileri Grönland’da kilometrelerce derinliği olan buz tabakasının katman katman incelenmesine borçluyuz.
[2] Bu kültürün ilk arkeolojik izlerini 1928’de Filistin’de Natuf vadisinde Şukba mağarasında bulan Dorothy Garrod vadinin adından yola çıkarak kültüre “Natufian” adını vermiştir. Natufian İngilizce “Natuflu” (İstanbullu gibi) anlamına gelir.
[3] Natuf kültürünün öncesinde, 18.000 YÖ ile 12.500 YÖ arasında mevcut olan kültüre Kebaran adı verilmiştir (bu kültüre ait ilk bulgular İsrail’de Hayfa yakınlarındaki Kebara mağarasında bulunduğu için). Kebaran kültürü son derece hareketli, göçebe, avcı toplayıcı gruplardan oluşuyordu.
[4] Yerleşik ile yarı yerleşik arasındaki farkı görmek arkeolojik olarak zor değil. Yarı yerleşik, avcı toplayıcı bir grubun özellikle uygun, bol gıda sunan bir yer bulduğunda birkaç ay boyunca orada yaşaması ve belki her yıl aynı mevsimde oraya dönmesi demek. Kalıcı olarak yerleşik bir grubun geriye bıraktığı arkeolojik izler şöyle şeyler: İnsan çöplerini yiyen sıçan, ev faresi, serçe gibi hayvanların kalıntıları; ürün depolanan büyük çukurlar; göçecek olan bir grubun taşımayı (ve dolayısıyla imal etmeyi) düşünmeyeceği kadar büyük ve ağır havanlar; göçünce geride bırakmaya kıyamayacakları kadar büyük “yatırımlar” (örneğin, büyük taş binalar). Yerleşik ile yarı yerleşik toplumları ayırt etmemizi sağlayan bir gösterge de bölgede yaygın olarak yaşayan ve ister yerleşik ister yarı yerleşik tüm bölge sakinlerinin avladığı bir ceylan türünün (gazelle) dişleri! Dişler hayvanın hangi mevsimde avlandığını (öldüğünü) bilmemizi sağlıyor. Dişlerin hepsi aynı mevsimi işaret ediyorsa yarı yerleşik, her mevsime işaret eden dişler varsa tam yerleşik bir toplum olduğunu anlıyoruz.
[5] İngilizce bir kaynakta “Dünyanın ilk kilisesi” ifadesine bile rast geldim! Bu salaklığı aşan ve çok daha eğlenceli olan salaklıklar da mevcut elbet: Örneğin “Göbeklitepe Gerçekleri? Gizlenen Türk Tarihi – Ön Türkler” başlıklı videoyu www.aklingolgesi.com/gobeklitepe adresinde izleyebilir ve “Atatürk haklı mıydı?” sorusunun cevabını bulabilirsiniz!
[6] Yanılmışlar, çünkü Marx şöyle der: “Devlet biçiminin yanı sıra hukukî ilişkiler de ne kendilerinden hareketle ne de insan zihninin sözde genel gelişiminden hareketle kavranamaz. Bunların kökenleri yaşamın maddî koşullarında bulunur.” Veya “Maddî yaşamın üretim tarzı genel olarak toplumsal, siyasî ve düşünsel yaşam sürecini şekillendirir. İnsanın bilinci varlığını belirlemez, aksine, toplumsal varlık bilinci belirler.”