Faşizm Tartışmalarına Tarihsel Bir Bakış: Avrupa’da Faşizmin Önlenebilir Yükselişi

Çağla Oflas

“Eğer komünist partisi devrimci umudun partisi ise, bir yığın hareketi olarak faşizm de karşı devrimci umutsuzluğun partisidir” Lev Troçki

Aşırı milliyetçilik, göçmen düşmanlığı, ırkçılık, yürütmenin yasama ve yargıdan bağımsızlaşarak merkezileşmesi, hukuk ve parlamenter sistemin zayıflatılması, medyanın baskı altına alınması, militarizm ve savaş politikalarının öne çıkması… Tüm bunların üzerine kitlelerle popülist bağlamda kurulan ilişkiler. Son yıllarda iktidara gelen tüm otoriter figürlerin ortak yönünü oluşturan özellikler. Tüm dünyada “liberal demokratik” sistemin zayıflamasına paralel olarak otoriterleşmenin yükselişe geçmesi, faşizm tartışmalarını yeniden gündeme getirdi.

Trump ya da Bolsonaro gibi otoriter sağcı figürleri Mussolini ya da Hitler’le aynı kefeye koymak, yaygın olarak görülen bir durum. Oysa kötülükleri tanımlamak için kullanılan faşizm, kapitalist sistemde özgül bir siyasal konjonktürde, özgül bir yönetim biçimine denk geliyor. Bu bağlamda 1920’li ve 1930’lu yıllarda İtalya ve Almanya’da ortaya çıkan faşist hareketin yükseldiği ve iktidara geldiği süreci yakından incelemekte fayda var.

Günümüz koşulları 1920’li ve 30’lu yıllardan farklı koşullara sahip olmakla birlikte, ortak özellikler de taşımakta. Ancak bu yazı, söz konusu iki dönem arasındaki ortak ve ayrı yönleri tartışmaktan ziyade, 2. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da yükselen faşizmi ve faşizme karşı mücadelede yaşanan zafiyetleri anlatmayı hedefliyor. Zira bugün yaşanan faşizm tartışmalarında da hâlâ geçmişin karanlık izlerine rastlamak mümkün.

Nikolay Poulantzas, “Faşizm ve Diktatörlük” adlı kitabının girişinde Max Horkheimer’in “Kapitalizmden söz etmek istemeyen birinin, faşizm konusunda da ağzını açmaması gerekir” sözünü eleştirerek “Asıl emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerektiğini” söyler. Gerçekte emperyalizm kapitalizmin geldiği bir aşamayı tarif eder. Kapitalist sistemde serbest rekabet ve sanayinin gelişmesi, üretimin yoğunlaşmasına yol açtı. Özellikle kriz dönemlerinde büyük ve orta ölçekli sermaye, büyük sermaye tarafından yutularak, sermayenin merkezileşmesine neden oldu. Üretimin yoğunlaşması sürecinin belirli bir aşamasında ise üretimin büyük kısmını gerçekleştiren ve pazarın neredeyse tümüne hakim olan devasa işletmeler, tekeller ortaya çıktı. Lenin, kapitalizmin emperyalist aşamasını şöyle tarif eder:

Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.1

Sermaye ihracı süreci, birbiriyle politik, ekonomik ve jeopolitik anlamda rekabet eden, aynı zamanda hiyerarşik olarak birbirine bağlı devletler sistemini meydana getirdi. Kapitalizmde devlet her zaman ekonomik yaşamda merkezi bir rol üstlendi. Emperyalizm döneminde büyük sermaye kuruluşlarıyla devlet tekelleri iç içe geçti. Bunun sonucunda, ekonomik rekabet ve jeopolitik rekabet de benzer şekilde iç içe geçti. Bu durum kapitalist devletler arasında dünyanın ekonomik yönden paylaşılması esasına dayanan ilişkilerin doğmasına yol açtı. Lenin, 20. yüzyılın başında kapitalist gruplar arasındaki rekabetin kaçınılmaz olarak savaşlara yol açacağını tespit etmişti.

Faşizm, tarih sahnesine, kapitalizmin jeopolitik krizlerinin ekonomik krizleri tetiklediği, savaşlara yol açtığı emperyalizm aşamasında çıktı. Ancak faşizmi sadece emperyalizmle açıklamak yeterli olmaz. Çünkü faşizm çok daha özgül koşullarda, dünya kapitalist devletler sisteminde jeopolitik bir krizin yaşandığı, buna derin bir ekonomik buhranın eşlik ettiği, bu iki krizin etkisiyle burjuvazinin derin bir politik hegemonya krizine girdiği koşullarda, krizi büyük sermayenin lehine çözmek amacıyla ortaya çıktı.

Burada kısa bir not: 2008 ekonomik krizi sonrası neoliberal konsensüsün sona ermesiyle birlikte iktidarların “güçlü devlet” vurgusunun öne çıktığı artan otoriter eğilimleri faşizmle karıştırmamak gerekir. Çünkü faşizm sadece burjuva devletin yürütme gücünü daha da kuvvetlendiren bir yönetim biçimi değil, güçlü yürütmenin ve açık diktatörlüğün özel bir biçimidir. Faşizmin özgül yanını, işçi sınıfının reformist örgütleri de dahil bütün yapılarını parçalayıp, işçi sınıfının her türlü öz savunma mücadele biçimini ortadan kaldırmak oluşturur.

Jeopolitik Rekabet

20.yüzyılın başında kapitalist rekabet, tekeller düzeyine yükselerek şiddetli bir jeopolitik mücadeleyle karakterize oldu. 1. Dünya Savaşı öncesindeki dünyanın büyük ekonomilerinin durumuna kısaca baktığımızda durum daha da netleşecektir. Dünya ekonomisinin en tepesinde yer alan İngiltere’nin gücü aşınmaya başlamıştı. Sanayi verimliliğinin artmasına rağmen, İngiltere’nin dünya üretimi içindeki payı nispi olarak azalıyordu. Serbest rekabet koşullarında korumasız iç piyasaya dışarıdan gelen malların artmasıyla, İngiliz kapitalizmi zayıfladı, rekabet edemez hale geldi. İngiltere 1880 yılında dünyadaki toplam imalat sanayinin yüzde 22,9’unu elinde tutarken, bu rakam 1913’de yüzde 13,6’ya düştü. 1880’de dünya ticaretindeki payı, yüzde 23,2 iken, 1913’de yüzde 14,1 oldu.

Almanya ise Avrupa’da sanayi, askeri ve ticari açılardan yükselen bir güç haline geldi. Almanya’nın artan askeri gücü Avrupa devletlerini tehdit etmeye başladı. Dünya ekonomisinin başında bulunan İngiltere düşüşe geçerken, ABD kapitalist dünya sisteminin liderliğine doğru yükselişe geçti. 1900’lü yılların başında ABD’nin mısır, şeker, buğday, kömür vb. üretimleri geçmiş 30 yıla göre 10 kat arttı. Kömür üretiminde Almanya’nın 277, İngiltere’nin 292 milyon tonluk üretiminin önündeydi. Bunun yanı sıra dünyanın en büyük bakır ve petrol üreticisiydi. Çelik üretimi diğer dört büyük devletin (İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya) üretiminin toplamına eşitti. ABD’nin olağanüstü büyümesi uluslararası ilişkileri de etkiledi. Öte yandan tarım ve sanayi üretiminde İngiltere ve ABD’nin rakamlarına ulaşamayan Fransa, Japonya ve İtalya, rekabet edebilirlik düzeylerini yükseltmek için hâkimiyet alanlarını genişletme mücadelesine girdiler.2

Devletler arasındaki jeopolitik rekabet ve kapitalist üretim tarzında yaşanan çelişkiler sonucunda mali sermaye 1914’te dünya üzerinde korkunç bir savaş örgütledi. Dünya pazarlarını yeniden paylaşıma açan savaş, milyonlarca emekçinin birbirini öldürmesine, üretici güçlerin tahrip olmasına yol açtı. Ama sistemde yaşanan çelişkiler çözülmedi, aksine katlanarak büyüdü ve sistemde derin bunalımlara yol açtı. Emekçi kitlelerin savaşın içine çekilmeleri, savaşın yarattığı sefalet ve açlık, kitlelerin sisteme yönelik öfkesinin daha da artmasına yol açtı. Egemen sınıflar emekçi kitleler üzerindeki etkilerini kaybettiler. Rüzgarlar soldan esmeye başlamıştı.

Devrimci Koşullar

1917’de Rusya’da işçi sınıfı Çarlık rejimini yıkarak işçi iktidarını kurdu. Ekim Devriminin etkisi başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa’ya yayıldı. Avrupa’nın hemen her yerinde kitlesel gösteriler, protestolar ve grevler yaşandı. Avusturya Macaristan İmparatorluğu parçalandı, Macaristan bir konseyler cumhuriyetine dönüştü. İtalya’da 1919 ve 1920 yılları tarihe “iki kızıl yıl” olarak geçti. İngiltere genel grevlerle sallandı.

9 Kasım 1918’de Almanya’da işçilerin ve askerlerin kitlesel eylemi, yüzlerce yıllık köhnemiş monarşi sistemini tarihin çöplüğüne attı. Devrimden kısa bir zaman önce kurulan işçi ve asker konseyleri siyasal iktidarı eline almıştı. Ancak konseyler ağırlıklı olarak Sosyal Demokrat Parti’nin etkisi altındaydı. SPD tüm süreç boyunca işçi sınıfının iktidara yöneldiği her kalkışmada devrimi boğdu. Ocak 1919’da Berlin’de SPD’nin kışkırtması sonucu ortaya çıkan erken ayaklanma, SPD hükümeti tarafından ezildi. Devrimin önderleri Rosa Lüksemburg ve Karl Liebnecht katledildi.

1921’de Orta Almanya’da Zinovyev, Buharin ve Radek önderliğinde hazırlıksız ve zamansız bir devrim girişimi daha yapıldı, o da başarısızlıkla sonuçlandı. 1923’teki ayaklanma yine Komintern önderliğince harcandı. Almanya’da devrimin yenilgisi Rusya’daki devrimin izolasyonuna yol açtı. İç savaş nedeniyle atomize olduğu koşullarda, devrim yerini, bürokrasinin kendini yeni sömürücü sınıf olarak örgütlediği, Stalinist karşı devrime bıraktı.

Liberalizmin Çöküşü, Otoriterleşmenin Yükselişi

Kapitalist sistemin çelişkilerinin ürünü olan 1. Dünya Savaşı, sonuçları açısından çok daha derin buhranlara yol açacak sonun bir başlangıcıydı. Almanya yenilmişti. İtalya her ne kadar yenen tarafta yer aldıysa da sonuçları açısından Almanya ile aynı kaderi paylaşıyordu. Savaş ertesinde İtalya’ya verilen sözler tutulmadı. Toprak vaatleri yerine getirilmedi. İtalya’da büyük patronlar, çözümü dış ilişkilerde saldırgan, içte ise milliyetçi politikalar izlemekte buldu. Almanya’da ise savaş tam bir yıkım oldu. Almanya’nın elinden sanayisi için önemli hammadde kaynağı olan bölgeler alındı. Silahsızlanmaya zorlanan ülke, savaş tazminatı olarak 132 milyar altın mark ödemeye mahkûm edildi. Hem tazminatın yükünden hem de silahsızlanma yaptırımından kurtulmak isteyen büyük patronlar milliyetçi ve saldırgan politikalara başvurdu. Her iki ülkede de yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmeyi istemediği devrimci durumlar yaşandı.

İtalya’da devrimci gelişmeler ise 1920’de zirve noktasına ulaştı. Eylül ayında başlayan fabrika işgalleri ve grevler birbirini izledi. 1919’da 1663, 1920’de 1881 grev gerçekleşti. Cenova’nın büyük limanlarındaki dok işçileri taleplerini armatörlere kabul ettirdiler. 1920 Eylül’ünde metal iş kolunda yaşanan basit bir ücret uyuşmazlığı büyük bir sınıf kavgasına dönüştü. Ağır sanayi patronları işyerlerinde lokavt kararı alınca, 600 bin işçi fabrikaları işgal ederek fabrika konseylerini kurdu. Köylülerin mücadelesi de işçilerinkinden geri kalmadı. Köylüler büyük toprak sahiplerinin topraklarına el koyuyordu.3 Ancak İtalya’da devrimci durum işçi sınıfını, devrimci liderliğin olmaması nedeniyle Rusya’daki gibi iktidara taşıyamadı. Alman devrimci Clara Zetkin: “Faşizm, Rusya’da başlamış devrimi devam ettirmediği için, proletaryanın ödemek zorunda kaldığı bir faturadır” demişti.4 Gerçekten kaybedilen devrimlerin faturası ağır oldu. Avrupa’da liberal demokrasi yerini otoriter yönetimlere bıraktı. Kısa ömürlü Macaristan Sovyet Cumhuriyeti’nin devrilmesinden sonra Macaristan’ın başına kral olduğunu iddia eden Amiral Horthy geçti. Macaristan artık parlamentosu olan ama demokrasisi olmayan otoriter bir devletti. İngiltere’de güçlü sağcı muhafazakâr Tory Partisi’nin lideri Winston Churchill’di. Churchill de Almanya’nın İngiltere’yi tehdit ettiği döneme kadar Mussolini’nin İtalya’sına sempati duydu. Portekiz’de Oliviera Salazar 1927-1974 yılları arasında ülkeyi açık diktatörlükle yönetti. Almanya’da Sosyal Demokrat Müller yerini Brüning’lere, Papen’lere bırakmış, Hitler iktidara gelene kadar parlamenter sistem askıya alınmıştı.5

Aslında liberal demokrasi, kapitalizm açısından en az maliyetli olanıdır. Kapitalist toplum, azınlık olan sömürücü sınıfın, sömürülen büyük çoğunluğun üzerindeki hegemonyasına dayanır. Bu durum sürekli bir ordunun varlığını ve bürokrasiyi zorunlu kılar. Kamu işleri, burjuva düzenin çıkarlarını kollayan, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir piramit biçiminde örgütlenmiş daimi bürokratik kurumlar tarafından yürütülür. Devlet, geniş kesimlerin sisteme entegrasyonunu sağlayan cezaevleri ve polis gibi zor mekanizmalarının yanı sıra, sistemle bütünleştirici parlamenter yapılara sahiptir. Gösteri, ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi haklar burjuva toplumda çeşitli biçimlerde güvence altına alınmış haklardır. Ancak bu hakların kullanılması “kamu düzeni”yle sınırlanır. Kamu düzeni ise burjuvazinin güvenliğini ifade eder. Devletin işçi sınıfı ve ezilen kesimlerin önüne koyduğu engeller, sınıf mücadelesindeki tarafların ağırlığına göre azalır ya da çoğalır. Kapitalist toplumda seçme, seçilme, toplantı, gösteri ve grev hakları dâhil tüm kazanımlar, işçi sınıfının aşağıdan mücadelesi sonucu elde edilmiştir. Öte yandan büyük emekçi yığınlarının sistemle entegrasyonunu sağlayan demokratik haklar devletin demir yumruğunu gizlemeye yarar.

Dünya ekonomisinin geliştiği emperyalist aşamada, rekabetin keskinleşmesi sonucu ortaya çıkan militarizm hem iç hem de dış siyasette belirleyici oldu. İşgücü maliyetlerinin dünya ölçüsünde azaltılmasını sağlamak amacıyla emek hareketinin baskılanması ihtiyacı arttı, bu da demokrasiyi gereksiz hale getirdi. 1. Dünya Savaşı devletler arasında yaşanan jeopolitik sorunları çözmediği gibi, düşen kâr oranlarının artmasını da sağlamadı. Üstelik hemen her yerde işçi sınıfının öfkesi kendi burjuvazisine yönelmişti. Burjuvazi iktidarını kaybetme tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Bu koşullar altında sermaye sınıfı liberal sistemi kolayca terk ederek, Troçki’nin dediği gibi, “anneannelerinin ve dedelerinin sandıklarında ne varsa” getirdi. Artık dünya sosyal demokrat Müller’lerin dünyası değil, diktatör Brüning’lerin, Hoover’lerin, Horthy’lerin dünyasıydı.

Faşizmi doğuran koşulların sadece büyük sermayenin isteği doğrultunda ortaya çıktığını söylemek, meseleyi açıklamak için yeterli değildir. Faşizmi finans kapitalin bir icadı olarak gördüğümüzde, ne tür bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuz ve onunla nasıl baş edeceğimiz konusunda yeterli donanıma sahip olamayız. Ayrıca durumu böyle tarif etmek sınıflar mücadelesinde yer alan güçlerin konumlanışını anlamaya yetmez.

Aslında faşizm burjuvazi açısından hiç istenmeyen ama katlanılmak zorunda kalınan bir durumdur. Almanya’da büyük sermaye 1930’lu yılların başında Nazi’leri istemedi. O döneme kadar Brüning gibi otoriter yönetimlerle idare etti. Ancak 1929’da meydana gelen büyük ekonomik çöküş, iş dünyasının Hitler’i desteklemesine yol açtı. Sermaye 1920’de Kapp Darbesi ve Hitler’in adının duyulduğu 1923 Münih Ayaklanması’nda Naziler karşısında duraksadı. 1924’te ekonominin iyileşmesi sonrasında Nasyonal Sosyalist Parti’nin oyları yüzde 2,5-3’e indi. 1928’de yüzde 2,6’ıydı. Bu oran büyük buhran sonrası 1930 yılında yüzde 18’e çıktı. Nazi Partisi iki yıl sonra oyların yüzde 37’sini alarak en güçlü parti haline geldi. Ancak yine de seçimler sürerken bu desteği muhafaza edemedi.6

Öte yandan kapitalist devletler arasındaki eşitsiz gelişim ve ulusların ekonomik ve politik gelişmelerindeki farklılıklar, sermayenin krizi çözme yöntemlerinde de farklılıklara yol açtı. Örneğin 1929 bunalımından sonra ABD, önce New Deal politikasını uygulayarak, ardından tüm toplumu savaş için seferber ederek krizi sermaye lehine çözebildi. Ancak Almanya ve İtalya’da 1.Dünya Savaşı’nın yenilgisinin sonuçları ve 1929’da yaşanan büyük ekonomik çöküşün üstesinden gelemeyen burjuvazi, kendi kurduğu parlamenter sistemi imha etmek pahasına faşizmi

Faşizmin Kitle Tabanı: Küçük Burjuvazi

1.Dünya Savaşı, toplumsal tüm sınıflar gibi küçük burjuvazi ve orta tabakaların yaşam koşullarında da büyük bir bozulmaya yol açtı. Troçki, faşizmin kitle tabanını oluşturan küçük burjuvazinin siyaset sahnesine çıkış koşullarını şöyle tarif ediyordu: Savaş sonrasının kargaşası, zanaatkârlara, küçük tüccarlara ve memurlara da işçilerden daha hafif bir darbe indirmedi. Tarımdaki ekonomik bunalım köylüleri yıkıma uğratıyordu. Orta tabakaların çöküşü bunların proleterleşmelerini sağlamadı: Çünkü proletaryanın kendisi de sürekli olarak bir işsizler ordusu üretiyordu. Kravatları ve suni ipek gömlekleriyle ancak örtünebilen küçük burjuvazinin yoksullaşması, bütün resmi inançları ve hepsinden çok da demokratik parlamentarizmi aşındırıp yok etti.7

Ekonominin yükseliş dönemlerinde kendilerini büyük sermayeye daha yakın gören küçük burjuva kesimler, kriz döneminde, toplumsal statülerini kaybettiler.

İşçi sınıfı küçük burjuva kesimlerin desteğini alma yeteneğini gösterip iktidarı alamadığı için, bu kesim umutsuz yığınlar olarak karşı devrimin tabanını oluşturdu. Öte yandan hem İtalya’da hem de Almanya’da savaş sonrası terhis olan askerler üzerinde savaşın yıkıcı etkisi vardı. Subay ve astsubaylar da dahil uzun yıllar savaşan bu askerler, toplumla bağ kurma yeteneklerini yitirmişlerdi. Sayıları yüz binlere ulaşan terhis askerler, köylerine dönüp çalışmak yerine şehirlerde huzursuz bir halde, başıboş dolaşıyorlardı. Mart 1920’de karşı-devrimci bir hareket olarak gelişen Kapp komplosunun başında bu subay-astsubay ve askerler vardı. Rus Kornilov’unun karşılığını Almanya’da Prusya valisi Kapp almıştı. Her iki hareket de işçi devrimini ezmek, işçi örgütlerini dağıtmak, burjuva düzenin egemenliğini yeniden tesis etmek istiyordu. Eski askerlerden ve küçük burjuva kesimlerden oluşturulan faşist çeteler büyük sermayenin paralarıyla beslendi. Faşist çeteler İtalya ve Almanya’da işçi örgütlerine, grevlere, sendika ve sosyalist liderlere saldırılar düzenliyor, işçi sınıfının moralini bozuyor ve mücadele etme yeteneğini aşındırıyorlardı. İşçi hareketini sokakta ezdiği ölçüde faşist çeteler büyük sermayeye güven vererek iktidarla arasındaki mesafeyi yakınlaştırdı.

Faşizm ve “Antikapitalizm”

Orta sınıflarda kapitalist sistemin olağan dönemlerinde bile büyük sermaye arasında hem bir nefret hem de bir özenme durumu, karışık şekilde yaşanmıştır. 1918 sonrası orta sınıflar antikapitalist bir tavır aldı. Ancak bu karşı çıkış, iş gücünün sömürülmesi, artı değerin çalınmasına karşı gelişen bir tepkiden çok, rekabetin ve kredinin örgütleniş şekline duydukları bir tepkiden ibaretti. Bu anlamıyla işçi sınıfıyla taban tabana zıt bir konuma sahiptiler. Faşist hareket orta sınıfların sermaye ile işçi sınıfının arasında kalan çıkarlarına seslendi. Orta sınıflar kendi çıkarlarının sözcülüğünü yapacak sınıflar üstü bir devlet istediler. Faşist hareket, sınıfların iş birliği maskesi altında sınıflar üstü, korporatif bir devlet tarifi ile orta sınıfları kazandı. Öte yandan Marx’ın “işçi sınıfının vatanı yoktur” sözünün tam karşısında, faşizm, küçük burjuvazinin sahip olduğu mal mülk ne varsa, tüm bunları vatan savunusuyla eş tutan bir milliyetçilikle orta sınıfları arkasına aldı. Vatan savunusu ile kapitalizm karşıtlığını en iyi şekilde sentezleyen isimlerden faşist Gregor Strasser şöyle yazmıştır:

Alman sanayisinin ve Alman ekonomisinin uluslararası mali sermayenin emrinde olması, her türlü sosyal kurtuluş yolunun tıkanması demektir. Biz savaş Almanya’sının gençleri, biz nasyonal sosyalist devrimciler, Versailles Anlaşmasında somutlaşan kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele bayrağını açıyoruz. Biliyoruz ki, halkımızın milli kurtuluşu ile Alman işçi sınıfının iktisadi kurtuluşu arasında bizzat kaderin emrettiği bir bağ vardır. Alman sosyalizmi ancak Almanya hür ve serbest olduğunda mümkün olabilecek ve ayakta kalabilecektir.

Nazi Partisinin ideoloğu Goebbels de durumu şöyle özetler:

Alman nasyonalizminin hedefi nedir? O da ister ki, geleceğin Almanya’sı yeryüzünün bir proleteri olmaktan çıksın.8

Faşizm ağır ekonomik çöküşün yaşandığı, burjuvazinin hegemonyasını yitirdiği, işçi sınıfının ise iktidarı alamadığı koşullarda ortaya çıktı. Kapitalist topluma ait kurumların işlevini yitirmesi, toplumsal yaşamdaki çürüme, kitlelerde umutsuzluğa yol açtı. Faşist hareket umutsuzluğa düşen kitleleri yeni bir düzen kuracağına inandırdı. Otorite olmadan düzen olmazdı. İtalya ve Almanya’daki faşizm ideolojisi kişi kültleri üzerine kuruldu ve kendi uluslarından olan her şey kutsallaştırıldı. Alman ırkı ari ırktı ve saf Alman olmayanlar Alman olmayı hak etmiyordu. Almanlar ve elbette İtalyanlar en güçlü, en üstün ve en uygar milletlerdi.

1922’nin Ekim ayında Mussolini büyük sermayenin saçtığı paralarla Roma yürüyüşünü başlattı ve iktidarı ele geçirdi. Böylelikle karşı-devrim İtalya’da başarıya ulaştı ve tüm işçi örgütleri ve siyasal önderlikleri yok edildi. Faşizm yeni bir burjuva diktatörlük biçimiydi ve tekelci sermayenin açık baskıcı diktatörlüğü olarak kendini örgütledi. İtalyan modeli, Nazi liderliğine örnek teşkil etti ve faşizm Almanya’da saf haline büründü.

Almanya’da Naziler Nasıl İktidara Geldi?

Almanya’da politik koşulların ister istemez Nazileri iktidara getirdiğine, işçi sınıfının Nazileri durdurabilecek güce sahip olmadığına ilişkin kanaat liberal ve reformist saflarda oldukça yaygın. Hatta “Her ulus hak ettiği şekilde yönetilir” eski sözü sık sık bu kesimler tarafından dile getirilir. Oysa bu söz Marx’ın “tarihsel ilerlemenin motorunu sınıflar mücadelesi oluşturur” sözüyle taban tabana zıt anlam ifade eder. Evrimci düşüncenin aksine hükümetler, despotizmden özgürlüğe doğru tek yönlü ilerlemezler. Her ulus birbiriyle çelişen farklı sınıflardan oluşur, her sınıf da farklı liderliklere karşılık gelen, birbirine zıt tabakalardan meydana gelir.

Troçki şöyle der: Hükümetler bir ulusun sistematik bir biçimde yükselen “olgunluk” seviyesinin ifadesi değildir. Onlar aynı sınıf içerisindeki farklı tabakaların ya da farklı sınıfların mücadelesinin ve dış güçlerin eyleminin –ittifaklar, anlaşmazlıklar, savaşlar vs.-ürünüdür. Bütün bunlara bir hükümetin bir kere oluştuktan sonra kendini oluşturan güç ilişkilerinden daha uzun ömürlü olduğu da eklenmelidir. İşte bu tarihsel çelişkiden devrimler, darbeler, karşı devrimler doğar. 9

Bu noktadan hareketle liderlik, reformistlerin ve liberallerin söylediği gibi sınıfın bir yansıması değildir. Farklı sınıflar arasındaki ya da bir sınıfının farklı tabakaları arasındaki çatışmalarla şekillenir. Ne yazık ki Almanya’da, Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ve Komünist Parti (KP) liderleri sınıflar mücadelesindeki bu türden çelişkilerin yarattığı fırsatları ve riskleri kavrama yeteneğine sahip değildi. Daha vahimi, SPD daha 1. Dünya Savaşı esnasında tarafını değiştirerek işçi sınıfının burjuva partisi haline dönüşmüştü. KP ise Rusya’da gerçekleşen karşı devrime paralel işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını savunan bir parti olmaktan çıkmıştı.

Stalinizmin İcadı: Sosyal Faşizm “Teorisi”

1920’lerin sonundan itibaren Rusya’da karşı devrimle iktidara gelen yeni bürokratik sınıf, Stalin’in diktatörlüğünde tüm muhalefeti ezdi. Birinci beş yıllık plan yürürlükteydi. Sendikalar devlete tabi kılındı, işçi sınıfı tamamen iktidardan uzaklaştırıldı. 1923 yılında Almanya’da devrimci ayaklanmanın dramatik bir şekilde yenilgisi, Bulgaristan ve Estonya’daki yenilgiler, 1927 yılında Çin’de Komintern’in burjuva milliyetçi devrimi desteklemesi sonucunda işçi sınıfının yenilgisi, Stalin’i “tek ülkede sosyalizm” tezine daha da yaklaştırdı. Lenin ve Troçki Rusya’daki devrimin kaderini Avrupa’daki devrime bağlamıştı. Stalin ne devrimin kalıcılaşmasını ne de Avrupa’da bir devrim istiyordu. Almanya’daki gibi bir devrim kapitalist dünyanın Rusya’ya müdahale tehlikesini yaratmaktan başka bir işe yaramazdı. Stalin Marksizmi tahrif ederek, “tek ülkede sosyalizm” doktrinini geliştirdi. Dolayısıyla artık komünistlerin öncelikli görevi “sosyalist anavatan” Rusya’nın çıkarlarını savunmaktı.

1922-23 yıllarında Zinovyev’in görüşleri Komintern ve Stalin’in üzerinde etkiliydi. 1924 yılında Zinovyev şunları söyledi:

Şu anda uluslararası durum faşizmle, sıkıyönetimle ve proletaryaya karşı yöneltilen beyaz terör dalgasıyla karakterize olmaktadır. Ama yakın gelecekte en önemli ülkelerde, burjuvazinin açık gericiliğinin yerini “demokratik pasifist” çağın alacağı olasılığını dışlamaz.10

Zinovyev’in bu sözlerinde kapitalist gelişim sürecine evrimci bir yaklaşımın izlerini görmek mümkün. Aslında Almanya’da faşizmin iktidar olacağı beklenmiyordu. Faşizm, ekonomik gerilik nedeniyle ortaya çıkmıştı. Ve son derece sanayileşmiş bir ülke olan Almanya’da gelişemezdi. 4. Kongre’ye Zinovyev’in faşizmin toprak ağalarını temsil ettiğini açıklayan görüşleri egemen oldu. Emperyalist gelişim sürecine ekonomist bir şekilde yaklaşan bu görüş, eşitsiz ve birleşik gelişmenin yarattığı çelişkili durumları kavramaktan uzaktı.

Oysa Avrupa’daki kapitalist devletler sistemine en son eklemlenen ülke İtalya çoktan olağan üstü bir aşamaya geçerek emperyalist bir karaktere bürünmüştü. Ne yazık ki, Komintern’de Naziler iktidara geldikten sonra faşizmin gelmemesi için neden olarak görülen şey, faşizmin nedeni olarak görülecekti. Daha da vahimi Lenin’in emperyalizmin “çürüyen kapitalizm” olduğuna ilişkin değerlendirmesi mahkûm edilmiş bir üretim tarzının şimdiden sonuna gelindiği yorumlarına yol açtı. 1928’de yapılan Kongrede bu fikirlerin izleri vardır. Kapitalizmin stabilizasyonunun sarsıldığı ve yeni bir devrimci atılımın söz konusu olduğu savunuldu. Lenin’in dönemindeki birleşik işçi cephesi politikaları terk edildi. Sosyal demokrasiye karşı savaş açılarak “sosyal faşizm” politikaları hayata geçirildi.

Komintern Troçki’nin deyimiyle “cenaze evine düğün havasıyla” gidiyordu. Oysa Avrupa’da işçi hareketleri yenilmişti ve genel bir geri çekilme söz konusuydu. Aynı Komintern, 1934’ten itibaren “düğün evine cenaze havasıyla” gidecekti. Bu kez dümeni tam sağa kırıp, burjuvaziyle birlikte halk cephesi politikalarını savunacaktı. Aynı yaklaşımdan hareketle sosyal demokrasiyi faşizmin sol kolu ilan etti. Stalin Pravda’da şöyle yazıyordu: “Faşizmin yalnızca burjuvazinin bir savaş örgütü olduğu yanlıştır. Faşizm sadece askeri-teknik bir kategori değildir.” Yani, “Sosyal demokrasi faşizmin ılımlı kanadıdır.” 11

KP’nin yayın organı “Die Rote Fahne” de Stalin’in sözlerini aynen tekrarlıyordu: “Faşizm aktif destek için Sosyal demokrasiye dayanan burjuvazinin askeri örgütüdür. Sosyal demokrasi nesnel olarak burjuvazinin ılımlı kanadıdır.”12

Milyonlarca işçi üyeye sahip olan SPD, sadece parlamentodaki sandalye sayısından değil, sendikal hareket üzerindeki hâkimiyetinden de gelen büyük bir siyasi güce sahipti. Ne yazık ki, KP, faşizme karşı birleşik işçi cephesi politikalarını genişletmek yerine sosyal demokrasiyi, faşizmin ikiz kardeşi ilan ederek, sosyal demokrasinin tabanındaki işçileri kendisinden uzaklaştırdı. Oysa bu iki partinin matematiksel anlamda birleşimi bile Nazileri durdurmaya yeterdi.

Tüm gelişmeleri Büyükada’daki sürgün yerinden takip eden Troçki ise sürekli yazdığı makalelerle, Komintern ve KP’yi uyardı. Geç kalmadan harekete geçmeleri, birleşik işçi cephesini kurmaları için çağrı yaptı. Komintern uyarılara kulak vermek yerine, Troçki’nin “hain ve karşı devrimci” olduğuna ilişkin itibarsızlaştırma kampanyaları yaptı. “Sosyal demokrasi, faşizmin ikiz kardeşidir” fikrini yaygınlaştırdı.

Oysa parlamenter sistem sosyal demokrasinin kendi varlığını sürdürmesinin teminatıdır. Burjuvazi için parlamenter sistem ve faşizm sadece egemenlik araçlarıdır. Ama sosyal demokrasi ya da faşizm için bunlardan birinin seçilmesi arasında önemli bir fark vardır. Faşizm, parlamenter sistemi yıkmak ister. Parlamenter sistem aynı zamanda işçi sınıfının partilerinin, sendikalarının örgütlenme zeminini yaratır. Faşizm tüm bunları yok etmeyi hedefler. Faşizmin hedefinin sadece devrimci sol olduğu yanıltıcıdır. Aksine faşizm her türlü reformun hayat damarlarını ortadan kaldırmayı hedefler. Ne yazık ki, KP, Sosyal Demokrasiyi faşizme karşı mücadeleye kazanıp, işçi sınıfının birliğini sağlamak, tehlikeyi bertaraf etmek yerine, Sosyal Demokrasiye karşı mücadeleyi seçerek, işçi sınıfın en geniş kesimini karşısına aldı.

Oysa Rusya’da 1917 Ağustos’unda Kornilov darbesine karşı Lenin, işçi örgütlerini yok etmek isteyen Kerenski hükümetinin darbeyle yenilmesine karşı çıkarak işçi sınıfının darbeye karşı birleşmesini sağladı. Birleşik işçi cephesi politikası Kornilov darbesini durdurmakla kalmadı, işçi sınıfını iktidara taşıdı. Almanya’da 1920’de Kapp Darbesi SPD ve KP’li işçilerin birlikte mücadelesiyle durduruldu. Bunlar hem Komintern hem de KP tarafından unutulup, “sosyal faşizm” gibi uyduruk bir teori geliştirildi. Troçki’nin incelemeleri, yazıları birkaç yıl gibi kısa bir zaman diliminde haklı çıktı. Faşizm iktidara geldiğinde SPD, KP ve işçi sınıfının tüm örgütlerinin kökünü öyle bir kuruttu ki, bugün hala, bir zamanlar Avrupa’nın en güçlü işçi örgütlerine sahip olan Almanya’da işçi sınıfı Nazi iktidarı dönemi öncesi gücüne ulaşabilmiş değil.

Geliyorum Diyen Tehlike

1928, 1929 ve 1930 yılları, yükselen faşizm tehlikesinin farkına varılarak gerekli politik müdahalenin yapılması açısından en kritik yıllardı. Almanya ekonomisi 1924’ten itibaren, ABD sermayesi sayesinde biraz düzeldi. Bu dönemde Nazi partisinin oyları düşüktü. Ancak 1929 yılında ABD’de meydana gelen kriz Almanya’yı da etkisi altına aldı. Amerikan sermayesi alacaklarının peşine düştü. Yabancı sermaye ülkeden gitti. 1930 yılında bankalar battı, küçük işletmeler birbiri ardına iflasa sürüklendi, işsiz sayısı o yıl 3 milyona, ertesi yıl 4 milyona fırladı. Bu durum politik dengeleri de altüst etti. 1930’a gelindiğinde Nazilerin oyları yüzde 700 artışla 810 binden, 6 milyon 400 bine çıktı. 1928’de Alman Sosyal Demokrat Parti (SPD)’nin oyları 9.153.000, Komünist Parti (KP)’nin oyları 3.264.800’dü. 1929 buhranı ertesinde 1930’da ise, SPD’nin oylarının düşmesine karşılık, KP 4.592.100 oy aldı.13

1929 krizi büyük sermayenin tutumunun değişmesine yol açtı. Ekonomik krize eşlik eden siyasal kriz ve kaos ortamında büyük sermaye, Nazileri el altından destekledi. 1930 yılı sonunda Nazilerin silahlı kolu SA’ların (Fırtına Birlikleri) üye sayısı 100 bine ulaştı. SA’lar grevlere, fabrikalara, komünistlere saldırıyorlardı. Hitler, hoşnutsuz ve tepkili küçük burjuva yığınlara düştükleri durumun sorumlusu olarak sendikaları, sosyalistleri gösteriyordu. “Son gazete yok edilene, son örgüt tasfiye edilene, son eğitim merkezi kaldırılana kadar durmayacağız” diyordu. Burjuva toplumunun kendilerine artık hiçbir şey sunmadığı koşullarda faşizm “demagojik antikapitalist” söylemle güç kazanıyordu.

Sosyal Demokrasi Gözden Düşerken

1930 ayında seçimler yapıldı ama Brünnig parlamentoyu feshetti. İki yıl boyunca kararnamelerle yönetilen Brünnig döneminde demokratik haklar sınırlandı, toplu sözleşmeler feshedildi. Hitler yükselirken SPD ve KP liderleri faşizmin yükselişini küçümsedi. İtalyan usulü faşizm Almanya’da olamazdı! KP, seçimlerde artan bir milyon civarındaki oyunun Komintern’in tezlerini doğruladığını savundu, seçimleri kendisi için “büyük zafer”, Naziler için ise “sonun başlangıcı” olarak değerlendirdi. Oysa arttırdığı oyların önemli bir kısmını işsizlerden almıştı. Seçimler KP’nin fabrikalarla bağlarının zayıfladığını gösterdi. Buna rağmen Stalin’den gelen talimatlar doğrultusunda, işçileri sosyal demokrat sendikalardan çekip, KP’nin örgütlü olduğu sendikalara yönelttiler. Böylece işçi hareketini bölerek, “Tabandan” bile olsa birleşik cephe taktiğini hayata geçirme ihtimalini dinamitlemiş oldular.

SPD için de Brünnig hükümeti ehven-i şerdi. 1918’de monarşinin yıkılmasından Hitler’in iktidar olduğu 1933 yılına kadar ya iktidar ortağı ya da iktidar olan SPD kendini anayasal cumhuriyetin kurucu unsuru olarak görüyordu. SPD “Hitler, hiçbir zaman polise ve Reichswehr’e karşı iktidara gelemez. Anayasaya göre Reichswehr Cumhurbaşkanının komutası altındadır” diyordu. SPD’ye göre hükümetin başında anayasaya sadık bir cumhurbaşkanı olduğu sürece faşizm tehlikesi yoktu. Bu nedenle Brünning hükümetini destekledi. Parlamenter burjuvaziyle bir ittifak yoluyla anayasal bir cumhurbaşkanı seçebileceğini düşünüyordu. KP ise Brüning hükümetini “faşizmin iktidara gelişi” olarak ilan etti. Nazileri küçümsemeye devam etti. KP’nin Lideri Thälmann’a göre “Hitler faşizminin teşkil ettiği tehlikeyi oportünist bir biçimde abartmaktan daha ölümcül bir şey olamazdı.”

Naziler İktidara Yürüyor

1932’de ekonomi tam bir çöküş yaşadı. Üretim 1928’e göre %41 oranında azaldı. İşsiz sayısı 5,6 milyona ulaştı. Resmi olmayan rakamlara göre durum çok daha vahimdi. Kayıt dışı işsizler ve yarı zamanlı çalışanlarla birlikte gerçek rakamlar iki katını aşmıştı. Çalışanlar ise Brünning rejiminin ağır kemer sıkma politikaları altındaydı. Vergiler artmış, ücretler düşmüş, emeklilik primleri dört katına çıkarılmış, kamu çalışanlarının maaşları %25 oranında azaltılmış, bekârlara ek vergiler getirilmiş, sosyal harcamalar üçte iki oranında azaltılmıştı. 1932 seçimleri emekçi kitlelerin düzene yönelik öfkelerinin göstergesi oldu. İşçi sınıfının bölünmesi Nazilere yaradı. Propagandasında krizin, sefaletin sorumlusu olarak cumhuriyeti, parlamenter sistemi, Yahudileri, komünistleri hedef gösteren Hitler’in popülaritesi doruğuna çıktı. 1932’de Nazi partisinin oyları 13 milyon 800 bine ulaştı. 1932 Haziran’ında başbakanlığa atanan von Papen, sosyal demokrat hükümete darbe yaparak parlamentoyu feshettiğinde krizi iyice derinleştirdi. SPD darbe karşısında herhangi bir şey yapmadı. KP ise von Papen hükümeti için “faşist diktatörlüğün kurulduğunu” tespit ederek, Nazi tehdidini göz ardı etmeye devam etti. 30 Ocak 1933’de SPD’nin çok güvendiği Hindenburg, Hitler’i von Papen’in başbakan yardımcısı olduğu kabinenin başına getirdi. Hitler başbakanlık koltuğuna oturmak için kabinedeki on yedi koltuktan üçünün kendisine verilmesine razı oldu. Bundan sonra hiçbir engelle karşılaşmadan hedefine ulaştı. Hitler başbakanlık koltuğuna oturduğunda KPD şöyle demişti: “Hitler’den sonra biz iktidara geleceğiz!” SPD liderliği ise Hitler’in atanmasının anayasaya uygun olduğunu savundu.

Hitler 23 Mart’ta parlamentodan çıkarttığı diktatörlük yetkisinin ardından hızla faşist rejimi yerleştirmeye koyuldu. İşçi hareketine yönelik amansız bir saldırı başlattı. Yüzlerce üyesi tutuklanan Komünist Parti kapatıldı. 1 Mayıs’ta “Ulusal Emek Günü” yürüyüşüne katılma çağrısı yapan SPD Haziran ayında kapatıldı. Almanya’nın en kitlesel işçi partileri olan SPD ve KPD, hiçbir direnç gösteremeden bir kararnameyle çökertildi. Temmuz ayına gelindiğinde Nazi partisinin mutlak iktidarı kuruldu.

Sosyalist hareketin faşizm tarafından yenilmesiyle birlikte Hitler’in 2. Dünya Savaşı’nı başlatmasının önündeki en büyük engel ortadan kalktı ve 2. Dünya Savaşı insanlık tarihinin gördüğü en büyük yıkımla sonuçlandı. Rusya’daki egemen sınıfı desteklemek için varlığını sürdüren Komintern ise artık dünya devriminin ilerletici gücü değil, işçi hareketinin kapitalizme karşı her ayağa kalkışında, devrimin önünde tıkaç oldu.

Sol Sekterlikten Sağa, Halk Cephesi Politikalarına

Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesinden sonra Almanya’nın artan gücü ve saldırganlığı Avrupa’da tedirginlik yarattı. 1935’te saldırganlıktan en çok tedirgin olan devletler İngiltere, Fransa ve Rusya’ydı. Rusya ve Fransa arasında birbirlerine yardım edeceklerine ilişkin pakt imzalandı. Böylece Komintern’de ihtiyat havası çalınmaya başlandı. Bu sefer tam tersi “sabırsız” ve “devrimci” heyecan, “sol” ya da “sekter” olmakla suçlandı. Stalin için yeni olan durum şuydu: Rusya’yı savunmanın, başka ülkelerdeki güçsüz komünist partiler eliyle mümkün olamayacağını gördü. Bunun yerine Nazi tehdidine maruz kalan kapitalist devletlerin hükümetlerine yaslandı. Bu durumda komünist partilerin yapması gereken en iyi politika kendi hükümetlerini desteklemekti.14

Böylece 7.Kongre’de rota tam sağa kırıldı, “sosyal faşizm” teorisi yerini “halk cephesi” teorisine bıraktı. Rusya, batıdaki kapitalist devletleri ürkütmek istemiyordu. İspanya’da gelişen bir devrim, batının Rusya’ya karşı tavrını değiştirebilirdi. Bu koşullar altında burjuva ittifakını savunmasında şaşılacak bir şey yoktu. Halk Cephesi politikalarıyla birlikte Lenin ve Karl Liebnecht’in “asıl düşman içerde” siyaseti terk edildi. Yerine uzlaşmaz çıkarlara sahip işçi sınıfı ve burjuvazinin ittifakı savunuldu. Oysa faşizm burjuvaziye karşı değildir. Faşizm, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliğini sınırsızca kullandığı bir araçtır. Bu nedenle işçi sınıfı faşizme karşı mücadeleyi burjuvaziyle birlikte değil, burjuvaziye karşı mücadele ederek yapmak zorundadır.

İspanya’da ise devrimci bir durum vardı ve işçi sınıfının yapması gereken tek şey, burjuvazinin egemenlik aygıtı olan devleti parçalamak ve onun yerine işçi konseylerini koymaktı. Ancak İspanya’da işçi sınıfının talepleriyle, köylülüğün toprak reformu taleplerini birleştirebilecek devrimci bir liderlik yoktu. Ne yazık ki, bu eksiklik, işçi sınıfı açısından ölümcül sonuçların doğmasına yol açtı.

Faşizmin Panzehiri İşçi Sınıfı

1930’lar militarizmin ve faşizmin dünya ölçeğinde yükseldiği yıllar oldu. 2. Dünya Savaşı öncesinde, 1. Dünya Savaşı’nda kendi egemen sınıfını destekleyen, parlamenter hayallere sahip işçi sınıfının reformist liderliklerine, “tek ülkede sosyalizm” teorisinin şekillendirdiği, “Stalinist” liderlikler eklendi. Bu liderlikler tehlikeyi küçümsediler. Hitler’in iktidara gelemeyeceğini, gelse bile iktidarının geçici olduğunu düşündüler. Hitler ve Mussolini gibi faşistleri iktidara taşıyan, küçük burjuva ve lümpen unsurların işçi sınıfını ezmek üzere harekete geçmesine yol açan kapitalist sistemin içinde bulunduğu derin krizin yarattığı olağanüstü koşulları görmezden geldiler. Hitler’i durdurmak için müesses nizama güvendiler. Liderlikleri tarafından bölünmüş olduğu koşullarda işçi sınıfı, faşizmin önlenebilir yükselişini engelleyemedi. İspanya’da ise birleşik işçi cephesi yerine kurulan halk cephesi politikaları işçi sınıfının felaketine yol açtı.

Bugün sosyal demokrat ve Stalinist liderliklerin etkisi oldukça cılız. Özellikle batıda liberal demokrasinin kurumlarının iyice yerleştiği, bu nedenle 1930’lu yıllardaki gibi bir faşizmin iktidara gelemeyeceğine ilişkin iddialar oldukça yaygın. Oysa bugün bu iddiaları çürüten pek çok gelişmeler yaşanıyor. Dünya ekonomisinin en büyük ülkesinin başında bulunan Trump başta olmak üzere bir dizi ülkede otoriter liderler açıkça ırkçı-faşist söylemlerde bulunmakta ve buna uygun tutumlar almakta. Bu söylemlerin her dönem ortak özelliği; ırkçılık, göçmen düşmanlığı, sol düşmanlığı ve cinsiyetçilik. Örneğin Trump seçim stratejisini “Amerika’yı yeniden büyük yap”, “Amerikalı işçi çalıştır” gibi söylemlerle işçi sınıfını bölmeye yönelik demagojik bir antikapitalist söylem üzerine kurdu.

Başta Trump olmak üzere bu otoriter figürler liberal kurumları aşındırarak, sistemi daha da istikrarsız hale getirmekte. Trump ABD’nin dünya çapında yükselmesini sağlayan tüm kurumlara savaş açmış vaziyette.

Erdoğan’ın liderliğindeki AKP-MHP koalisyonu tarafından kararnamelerle yönetilen Türkiye’de ise hukuksuzluk norm haline geldi. Meclis etkisizleşti. Darbe dönemindeki katliamları öven Brezilya’nın başkanı Bolsanoro ise kolluk kuvvetlerine yargısız infaz için yasal güvence veren yasa çıkardı. Tüm bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama burada altı çizilmesi gereken asıl mesele şu; bu figürler sıra dışı değil. Kapitalist sistemin içinde bulunduğu çoklu kriz böylesi habis figürlerin ortaya çıkması için gereken uygun zemini yaratıyor.

Bugünün dünyasının Trump’ları, Putinleri, Erdoğan’ları, 1930’lu yıllardaki gibi ekonomik kriz karşısında statülerini kaybetmiş küçük burjuvazi ve orta sınıfları tahkim etme kabiliyetine sahip değiller. İşçi sınıfına ve toplumsal mücadeleye karşı, ellerinde tuttukları devlet mekanizmasını harekete geçiriyorlar. Ancak faşist partiler, bu iktidarlar sayesinde 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana popülaritelerinin doruğuna ulaşmış vaziyetteler. Avrupa’da faşist partiler iktidar ortağı ya da ana-muhalefet partisi haline gelmiş durumda. Sanki bir dünya partisi kurmuşçasına koordineli hareket eden otoriter figürler faşist partilere cesaret veriyor. Viktor Orban’ın göçmenlerin Avrupa’nın Hıristiyan değerlerini tehdit ettiğini söylemesi, Trump’ın Meksika sınırına duvar örmesi, 11 milyon göçmeni geri göndereceğini söylemesi, Erdoğan’ın Suriyeli göçmenleri geri gönderme politikaları en çok faşist partilerin gelişmesini ve güçlenmesini sağlıyor. Avrupa’da, Yeni Zelanda ve ABD’deki ırkçı katliamlar, Trump’gillerin ırkçı kampanyasının bir ürünü. İnternette yapılan küçük bir araştırmayla bile bu katliamların arkasında, içinde eski ordu mensuplarının bulunduğu faşist yapıları görmek mümkün.

Öte yandan kapitalist sistemin içinde bulunduğu ekonomik bunalım ve onu daha da derinleştiren emperyalizmin krizi ve ortaya çıkan savaşlar, işçi sınıfının öfkesinin sisteme yönelmesine yol açıyor. Kasım ayında akaryakıt zammını protesto eden Sarı Yelekliler kitlesel bir harekete dönüşerek Fransa’da hükümete zor anlar yaşattı. Ardından Bulgaristan’da kitlesel akaryakıt zammı protestoları oldu. Cezayir ve Sudan’da yaşanan devrimler, Ortadoğu’da henüz son sözün söylenmediğini gösterdi. Hindistan’da 200 milyon işçi greve çıktı. Hong Kong’da Çin yönetiminin baskılarına karşı kitlesel grevler ve gösteriler ülkede tarihindeki en büyük siyasal krize yol açtı. Kadınların, iklim değişikliğine karşı mücadele eden, göçmenlerle dayanışan tüm toplumsal hareketlerin hedefinde kapitalist sistem var. İçinde bulunduğu krizden bir türlü çıkamayan kapitalist sınıf, işçi kitlelerinin mücadelesini, milliyetçilik, militarizm, göçmen düşmanlığı ve otoriterleşen yapılarla kesmek istiyor.

Dünya genelinde tanık olduğumuz otoriterleşme eğilimleri çürüyen sistemin, çürüyen burjuva rejimler yarattığının en açık göstergesi. Trump gibi liderlerin artmasıyla paralel bir şekilde yükselen faşizmi ciddi bir tehlike olarak görmek gerekir. Bu aynı zamanda içinde bulunduğumuz kapitalist sisteme karşı mücadele etmemiz gerektiği anlamına da gelmektedir. Trump’ları, Erdoğan’ları durdurmak için müesses nizama güvenmek yerine, demokrasi isteyen herkes kapitalizme karşı mücadele etmelidir. Tarihsel hafızamız aşağıdan harekete geçen kitlesel işçi hareketinin demokrasi mücadelesini kazanmakla kalmayıp kendi iktidarına giden yolu açtığını defalarca gösterdi. Ama aynı zamanda ayaklanan işçi kitlelerine rehberlik eden devrimci partinin olmadığı, işçi sınıfının iktidarı alamadığı, devrimin yarım kaldığı koşullarda, hareketin trajik bir sonla yenildiğini de gösterdi. O nedenle kapitalizme karşı mücadele eden geniş işçi kitlelerini, işçi sınıfının çıkarlarını savunan politikaları ekseninde birleştirme yeteneğine sahip, devrimci partinin inşası günümüzün en acil ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç vicdan ve akıl tutulmasının yaşandığı günümüz dünyasında kapitalizme karşı mücadele eden geniş işçi kitlelerinin de kazanmasının tek koşuludur.

Dipnotlar:

1 Lenin, 1998, s.101

2 Sevim, 2014, s. 5-14.

3 Guerin, 1975, s.30

4 Aktaran, a.g.e., Clara Zetkin 1923’de İtalyan ve Alman komünistlerini faşizmin yarattığı terörizme karşı uyarır.

5 Hobsbawm, 1994, s. 149-150-151.

6 Troçki, 1993, s. 57-264

7 a.g.e, s.404

8 Aktaran: Guerin, 1975, S.177

9 Troçki, 2000, s. 367

10 Troçki, 2000, s.99

11 A.g.e, s.101

12 Troçki, 1977, s.161

13 A.g.e, s.57

14 Carr, 2010, s.189

Kaynakça

Lenin, Vladimir Ilyiç, 1998, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. Cemal Süreya, Sol Yayınları, Ankara.

Hobsbawm, Eric, 1994, Kısa 20. Yüzyıl, 1994-1991 Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, Everest Yayınları. İstanbul. S.149-150-151

Troçki, Lev, 1993, Faşizme Karşı Mücadele, çev. Orhan Koçak, Orhan Dilber, Yazın Yayınları, İstanbul.

Sevim, Faruk, 2014, “100. Yıllık Felaket, Birinci Dünya Savaşı 1914-2014”, Büyük Savaş Öncesi Dengeler, Küresel BAK Broşü- rü.

Guerin, Daniel, 1975, Faşizm ve Büyük Sermaye, çev. Bülent Tanör, Suda Yayınları, İstanbul.

Troçki, Lev, 2000, İspanyol Devrimi(1931-1939), çev. Emrah Dinç, Umut Konuş, Yazın Yayıncılık, İstanbul.

Troçki, Lev, 2000, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, çev. Ufuk Demirsoy, Tarih Bilinci Yayınları.

Carr, Edward Hallet, 2010, Komintern’in Alacakaranlığı, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İletişim Yayınları, İstanbul.

Orwell, George, 2011, Katalonya’ya Selam, çev. Jülide Ergüder, BGST Yayınları, İstanbul.

sosyalizm