Eşitlik Arayışının İki Uğrağındaki Göçmenler ve Mezar Kazıcıları Olarak Milliyetçiler

Polat S. Alpman

I. Siyasal Olanın Yeniden Siyasallaştırılması

Siyaset sosyolojisi ya da teorisi ile uğraşanların çoğu, Türkiye’deki siyasal alan üzerine düşünmenin kendine özgü zorlukları olduğundan söz edildiğine sıklıkla tanık olmuştur. Bu önerme pek doğru sayılmaz ve Türkiye, dünyadaki birçok ülkeyle benzer siyasal gelişmeleri tecrübe eden, geç modernleşmenin ve uluslaşmanın krizlerini yaşayan ülkelerden biridir. Ortalama okur-yazarlık niteliğinin, ülkedeki yaygın vasatlık ile belirlendiği düşünüldüğünde Türkiye’nin biricikliğine ilişkin atfedilen olumlu-olumsuz bütün özcü yakıştırmaları anlamak mümkündür, ancak bu durum, Türkiye’de olup bitenleri anlamayı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.

Özcülükle malul bu biriciklik arayışının, Türkiye’deki siyasal alanı açıklamaya yönelik bazı imkânlar sunduğu konusundaki yaygın kanaatin nedenlerinden ilki, siyaset yapma tekniklerindeki küresel eğilimlerin yeni biçimleriyle yakından ilişkilidir. Bu küresel eğilimler olgusal düzlemde genellikle faşizm, nasyonalizm/milliyetçilik, otoriterleşme ve aslında toparlayıcı bir kavram olarak popülizm ve bunların türevleriyle açıklanmaya çalışılıyor. Bu kavramlara eşlik eden ırkçılık, aşırı-sağcılık, milliyetçilik ve göçmen düşmanlığı gibi tanımlamalar ise olgusal düzlemdeki gelişmeleri bu eksende analiz etmenin imkânlarını sunuyor.

Peki, içinde yaşadığımız yüzyılın siyasal niteliğine yön veren gelişmeleri açıklamak için işlevsel olan bu kavramlar gerçekte kimleri niteliyor, kimleri ilgilendiriyor, kimlerin işine yarıyor ve hangi ihtiyaçları karşılıyor? Bu kavramlar gerçekten içinde yaşadığımız gerçekliği açıklamak için yeterli derinliği ve analiz gücünü içeriyor mu? Siyasal olanın, bu kavramlar üzerinden yeniden siyasallaştırılması, siyasî-iktisadî mücadeleler açısından ne anlama geliyor?

Bunlar, cevaplanması kolay olmayan, ancak üzerinde düşünmekten vazgeçilmemesi gereken sorulardır. Bu soruların cevaplanabilmesi için, öncelikle bir kriz çağında yaşadığımız hususunda yapılan uzun analizlerin gerçekçiliğini, tarihsel ve sosyal bağlamını tartışmak gerekir. Aslında günümüzde yaşanan küresel gerilemeyi popülizm ve sağcılıkla ilişkilendirmek tek başına yeterli değildir. Bu gelişmeler, küresel kapitalizmden ve milli/ulus-devlet rejimlerinin siyasal krizinden bağımsız düşünülemeyeceğine göre, her türden açıklama girişiminin küresel iktisadi analizlere eşlik eden siyasal değerlendirmelere dönüşmesi kaçınılmazdır. Ancak tartışmayı popülizm ve sağcılıkla ilgili analizler düzlemine sıkıştırıp iktisadi ilişkilerin geniş ve dönüştürücü etkisi üzerine ciddi ve gerçekçi analizlere girişilmemesi, siyasal alana ilişkin kavram şişkinliğinden fazla bir sonuç üretmez.

Bu sorularla bağlantılı bir diğer mesele, kavramların refleksiyon potansiyeli ile ilgilidir. Siyasal alana ilişkin kullanılan kavramlar, kendine bakarken karanlık bir aynaya çarpmış gibi davranmakta ve yansımalarını yitirmektedir. Bu durum, bilinen ve aşina olunduğu varsayılan kavramların bile tersine dönerek karşılanmasına neden olabilmektedir. Mekânsal ayrışma ve kapanma ile yeni iletişim teknolojileri karşısında gittikçe parçalanan ve kolektif niteliğini yitiren kişiler, kendi sosyo-kültürel çevrelerine kapanmakta ve dahası bu kapanmayı zorlayan algoritma şiddetini yeniden üreten içerik malzemesine dönüşmektedir. Siyasi ya da iktisadi alana ilişkin, gündelik yaşamın gerçekliğini hedefleyen her açıklama girişimi, kendini, tersinmiş bir halde bulabilmektedir. Örneğin, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sahipliğinin eleştirisi, devletin üretim araçlarına sahip olması gerekliliğini savunmaya, hatta daha da geri bir konumu savunma biçimine dönüşebilir. Türkiye’de yaygın olduğu haliyle örneklendirecek olursak, “eğitim reformu”, pekâlâ eğitim hakkının ve bilimsel eğitimin ortadan kaldırılması anlamında kullanılabilir. Demokrasi, hızla muhalif siyasetçileri tutuklama gerekçesine dönüşebilir. “Kara ayna etkisi” dediğimiz bu gelişme, siyasal alana ilişkin analizlerde kullanılan kavramların kim tarafından ve hangi amaçla kullanıldığı gibi ‘post-modern’ göreceliliklere kolaylıkla kapılma imtiyazı oluşturmaktadır.

Türkiye’de kolaylıkla gözlemlendiği üzere, her şeyin siyasallaştırılması bu tür sorulara cevap vermeyi zorlaştıran bir diğer nedendir. Somutun soyut analizi düzeyinde bakıldığında, elbette her şey siyasaldır. Ancak buradaki “her şey” ve “siyasal” ifadesi, iki büyük tümel kategoridir ve tarihsizdir. Bizim gibi tikel-tarihsel varlıkların bütünlüğünü açıklamak için bu kadar genel kategoriler inşa etmek, kişinin iradî sınırlarını ve imkânlarını göz ardı etmek ve onu şeyleştirmek anlamına gelir. Bu nedenle ‘her şey siyasaldır’ önermesi ile popülist siyasal iktidarların her şeyi siyasallaştırması birbirinden farklı şeylerdir. Türkiye özelinden söz edilecek olursa, meslekten siyasetçilerin pratiklerini ve siyasal alandaki gelişmeleri açıklamaya yönelik girişimlerin eleştirisi, arka planda yer alan ama akılda tutulması gereken radikal ve geri döndürülemez bir dizi gelişmeyi hesaba katmak zorundadır. Bunlardan ilki küresel ölçekte monolitik hale gelen siyasal ve iktisadi otoriterliğin popülist inşası ile bu sürece eşlik eden modernist, Aydınlanmacı ve Kemalist statükonun yıkımı ve yerine ikame edilen yeni rejimin yeni düzenlemeleridir. İkincisi, yine küresel ölçekte kültür savaşları retoriğinin egemen-kapitalist ideolojiye eklemlenmesi, Türkiye özelinde ise bu sürece eşlik eden milliyetçilik, neo-muhafazakârlık, İslamlaşma bileşkesindeki sağcılığın büyük koalisyona kavuşmasını sağlayan ve 12 Eylül’den bu yana, uzun zamandır devam eden eski-yeni düzenlemelerin sonuç vermesini sağlayan politikalardır. Bunu Türkiye’nin kurucu ethosu olan totaliterliğin sürekliliğini sağlayan bir süreç olarak da değerlendirebiliriz. Üçüncüsü ise tarihsel blokun ordu, bürokrasi, siyaset dışında kalan kesimlerin de egemen iktidar blokuna eklemlenmesini sağlayan zor-rıza araçlarının yaratılması olarak ifade edilebilir.

Siyasal alana ilişkin bir soruşturmada kullanılan kavramlar, kişileri ya da olayları kendi gerçekliklerinden soyutlarken, onları gerçekliğin farklı bir biçimi olarak inşa eder. Ancak bu inşa faaliyetinde tarafsız olunabileceği anlamına gelmez. Bu nedenle, siyasal alana ilişkin herhangi bir değerlendirme, eleştiri ya da analiz için tercih edilen kavramlar gelişigüzel kullanılmazlar. Bazen sayılarla doldurulmuş bir istatistik yığını, bazen hamasi bir fetih nutku, bazen soyut kavramların zihni bulandıran açıklamalarıyla dolu olsalar da, bu tür girişimlerin asıl amacı siyasal olanın, kavramlar üzerinden – ve genellikle egemenin lehine – yeniden siyasallaştırılmasıdır. Irkçılık, milliyetçilik, demokrasi, yurttaş, ulus, millet, halk, insan hakları, ulus-devlet ya da demokratik-devlet gibi kavramların siyasal alanı açıklama gücünün sınırları, ilişkilendirildikleri olguların gerçekliği ile sınırlıdır. Siyasal alan üzerine düşünmek, bunun eleştirisini inşa etmek ya da bir müdahale biçimi olarak siyaset yapma pratiği, bu sınırı aşmaya cüret edildiğinde başlar.

Bu çalışmada Türkiye’deki siyasal tutumun zihniyetini oluşturan basit örneklerden hareketle, teorik bir tartışmayı sürdürmeye çalışacağım. Türkiye’de neden ırkçılığın olmadığını, daha doğrusu Türk sağının bu iddiayı dile getirme ve bunu anlama biçimlerini, bilimsellik iddiasındaki analitik inşa olarak ortaya atılan ırk kavramına folklorik bir malzeme olarak eklenen kültürcülüğün millet kategorisi haline dönüşmesini, bu milletin popülizm marifetiyle nefret ekseninde yeniden örgütlenmesini ve yurttaşlık ile evrensel insan hakları arasındaki boşluk tarafından mücrim ilan edilen göçmenlerin dünyayı nasıl değiştirdiğini tartışmaya çalışacağım.

 

II.  Bizde Niye Irkçılık Olmaz?

Eğer siyasal alana ilişkin analizleri anlamak ve açıklamak için kullanılan kavramların tarafsız, masum ve nötr olmadığı konusundaki önermede haklılık payı varsa, kavramların güç ilişkilerinin bileşkesinde ortaya çıktığı ve dolaşıma girme gücü ile açıklama potansiyelinin güç ilişkilerinin dolayımına bağlı olduğu konusunda uzlaşmaya varabiliriz. Böylesi bir uzlaşmanın ırkçılık, milliyetçilik, yurttaşlık ya da göçmenlik hakkında bir tartışma için sunduğu analitik çerçeve, kavramlara ait içerik, kapsam ve sınırlılıklar ile siyaset, kimlik/kültür ve sınıf olgularını süreklilik-kopuş içinde ve ilişkisel olarak analiz etmeyi gerektirir. Böylesi bir anlama çabasının tarihsel bağlamdan ve güncel gelişmelerden kopuk gerçekleştirilemeyecek olması, toplumdaki yaygın zihniyet formunu dikkatle incelemeyi zorunlu hale getirir. Bir başka ifadeyle, şimdi ve burada olmakta olanı zihniyetlere bakarak anlamaya çalışmak, tarihsel olan ile aktüel olanın belli bir tür zihniyette buluştuğu varsayımına dayanır.

Bunu bir örnek üzerinden izlemeye çalışalım. Türkiye’nin siyaset dağarcığında kendine mahsus bir yer edinmiş olan “bizde/Türkiye’de ırkçılık yoktur” cümlesinin, Türkiye’deki sıradan vatandaşların ortalama zihniyet formu ve kalıbı açısından ne anlama geldiği, bu önermedeki ırk kelimesinin neyi işaret ettiği, Türkiye’deki bir ırkın seçkin, seçilmiş, necip ve üstün olup olmadığı konusunda bu cümlenin ne söylediği, cümlenin dile getirildiği dönemle sınırlandırılacak bir mesele değildir.

“Türkiye’de ırkçılık yoktur” cümlesini siyasi bir analiz olarak dile getirenlerin ırkçılıkla ilgili analiz becerilerinin sınırı belli ki basit bir gözleme dayanıyor. Bu tartışmaya birazdan tekrar geri döneceğiz ama burada hatırlatılması gereken bir mesele var. İki dünya savaşı arasında yükselen Mihver devletlerdeki (başta Almanya, İtalya ve Japonya ile birçok Balkan ülkesi) Faşizm ve onun en katı hali olan Nazizm ideolojilerinin militarist politikalarının sonuçsuz kalması ve savaş cephelerinde yenilgiye uğraması, zafer kazanan Müttefik devletlerin (İngiltere, Fransa, SSCB, ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti) bu siyasal girişimi ideolojik alanda da mağlup etmek için onu vülgarize edip karikatürleşmesine neden oldu. Böylece Faşizm (ve Nazizm), ideolojik ve siyasal gelişmelerin bir sonucu olmaktan daha çok, ırkçılık denilen ve biyolojik nedenlerle insan türü arasında ayrımcılık yapma girişimine indirgendi. Buna Amerikan tarım havzalarındaki siyah insanların köleleştirilmesine ilişkin anakronizmle sakatlanmış retrospektif bir okumanın dramatik anlatısı da eklendi ve zaten yeteri kadar karikatürize edilen ırkçılık; yenilmiş, başarısız, ahmak ve “kötü” ya da kötülüklere sebep olan bir düşünce olarak damgalandı. Haliyle ırkçılığın kötü olduğunu konuşmaya gerek kalmadığı gibi, ırkçılık yapanlar da toplumdaki arızi ya da marjinal gruplar olarak görüldü. (Almanya’nın bazı eyaletlerinde örgütlü olan neo-Naziler ya da Kuzey Amerika, Avustralya ve bazı Avrupa ülkelerindeki beyazların ırksal ve kültürel üstünlüğünü savunan White Supremacy denilen gruplar bu duruma örnek verilebilir. Bu grupların ne kadar marjinal ve bir tür sosyal sapma olarak kabul edildiği meselesini şimdilik konunun dışında bırakalım.)

Faşizm ile ideolojik mücadele etmek isteyenlerin tercih ettikleri stratejiler nedeniyle Türkiye’nin ve benzer birçok ülkenin yurttaşlarına ırkçılık denildiğinde halen akıllarına gelen şey, Amerika’daki siyahlara ten renginden dolayı yapılan ayrımcılık ve karikatür halindeki Nazizm’in siyasi – askeri alandaki başarısızlıkları, yenilgisi ile bir tür deli-dahi figür olarak resmedilen Adolf Hitler -biraz daha ilgili olanlar içinse Benito Mussolini’ninportresi.

Francisca Franco, Jorge Videla, Slobodan Miloseviç gibi kendi zamanlarının Faşist karizmatik liderleri pek hatırlanmaz, hatta bilinmez. Sonuç olarak ırkçılık denildiğinde, sıradan vatandaşların zihnindeki imaj, ırkçılığın ve ona neden olan siyasal-iktisadi propagandanın nasıl bir gerçek kötülük olduğundan ziyade, seçilerek türetilmiş ve kişisel projeksiyonun kitlesel histerisi gibi sunulmaktadır. Komşuları etno-dinsel kimlikleri nedeniyle yaka paça evlerinden götürülürken perdeleri sıkıca kapatan ya da boşalan evi yağmalayan kişilerin üzerindeki sorumluluğu liderin karizmatik kişiliğine sıkıştırıp görünmezleştirme çabası…

Konuya tekrar geri dönelim ve Türk sağının ünlü mottolarından biri olan “Türkiye’de ırkçılık yoktur” cümlesinin ne anlama geldiğini sorgulamaya, bu cümleye büyük bir inançla sarılan zihniyetin motivasyonlarını anlamaya çalışalım. Irkçılık yoktur, çünkü Türkiye’de gönül rahatlığıyla ırkçılık yapılabilecek yeteri kadar siyah yoktur. Bu nedenle, siyahları ten renginden dolayı aşağı görmemekle övünmek ve bunu çalımlı biçimde ifade etmek de kolaylaşıyor. Bir de Afro-Türkiyeliler ve Afrika kıtasındaki farklı ülkelerden Türkiye’ye göç edenler, kendilerine ayrımcılık yapıldığında bunu dile getirebilecek kadar örgütlü ve sayıca kalabalık topluluklar olmadıkları için, “gündüz feneri, Arap, Arap bacı, zenci, Esmeray, Pele…” gibi küçümseme, horlama, aşağılama ifadelerinin1 ya da derin yoksulluk ve sosyal dışlanmanın çeşitli biçimlerinin herhangi bir görünürlüğünün olmadığı, bu tür ayrımcılıkların dile getirilmesinin toplumda bir karşılığının bulunmadığı ve anadili Türkçe olan “rengi bozukların” bu topraklarda yaşamalarına izin verildiği için şükretmeleri gerektiğine yönelik, (Türklük gurur ve şuuru ile donanmış kişilerin pek çoğunda) güçlü bir kanaat vardır ve bu kanaatin ırkçılıkla herhangi bir ilişkisi kurulamaz.

Sıradan bir Türk milliyetçisi açısından ırkçılıktan anlaşılan şey – geçmişte askeri alanda yenilmiş olan – Faşizm ise, o da Kapitalizm ve Sosyalizm gibi kahredilmesi gereken bir şeydir, bu nedenle başlangıçtaki önermeye geri dönmek her zaman kolaydır: “Bizde ırkçılık olmaz.” Irkçılık bahsinde sürekli temize çekilebilen bu egemen kimlik, ırkçılığı ten rengi ayrımcılığı ve basmakalıp Nazilik olarak tanımlarken kendini bunlardan ayırmakla kalmaz, aynı zamanda bu kötülüklerin sorumlularını da işaret eder. Türk sağının bir diğer ünlü mottosundan söz ediyorum: “Önce kendilerine baksınlar!” Dikkatli okuyucuların bu veciz cümlede de yukarıdakine benzer bir kolaycılığı sezdiğini düşünüyorum.

Bu sığ cümle, kendi suçunu örtbas etmeye çalışan çocuksu bir siyasallık ve hamaseti, kokuşmuşluğun üstüne çekilebilecek bir örtü gibi kullanmanın vasat örneklerinden biridir. İçinde ikrar barındıran bu cümle birkaç biçimde okunabilir. Mesela “biz yaptıysak yapmamız gerektiği için yaptık, onlar kötü oldukları için yaptı” ya da “biz yaptık ama onlar daha çok yaptı” diyerek eylemlerini haklı çıkarma çabası. Bu tür örnekler güncel örneklerle de çoğaltılabilir. Hepsinin dayandığı ortak nokta ya da bu sığlıktaki önermelerin toplamından çıkan şey, kendinde gördüğü özü saf ve temiz olarak sunmak için ötekini kirli, kötü olarak gösterme çabasıdır. Ötekinin kim olduğu döneme ve duruma göre değişebilir ama onlara atfedilen kötülük bâkidir, değişmez.

Bu zihniyet biçimini destekleyen siyasal habitusun saldırganlığı, şiddeti, kini ve öfkesi hem alışkanlıklarını hem de duygu, düşünce ve davranışlarını yeniden üretir ve gerek duyulan işlevleri kazanması için maddi-manevi cihazlarla onu donatır. Bunu anlamanın yollarından biri, Türk sağının kendinde gördüğü biricikliğin kaynağını aramak değil, kendisine benzemeyenleri ve benzetmediklerini nasıl gördüğünü kavramaktır. Türk sağının karşısına öteki olarak aldığı nesneyi kavrama biçimi, o nesnenin kendisinden daha çok Türk sağının kendini kavrama ve tanıma biçimini ve biraz daha ilerisini izlemeyi kolaylaştırır. Bunu biraz somutlaştırmak lazım. Türkiye’de kendini milliyetçi olarak tanımlayan birinin dost-düşman kategorileri gerçek insanlardan ve kişilerden oluşmaz. Bir kurgu, boş bir küme olarak orada durur. Onun öfkesi ve nefreti kendi deneyimlerinin sonucunda ortaya çıkan ya da gerçek deneyimlere dayanan tecrübi bir şey değildir. Buna rağmen egemen ideolojinin manipülasyon araçlarının tümünün saldırısına açıktır ve bu mesajları doğrudan benimseyecek donanımlara sahiptir. Okuldan orduya, aileden işyerine, siyasetten hukuka, dinden sanata kadar her şey, onun kendisi dışındaki her şeyi nasıl görmesi gerektiğini düzenler. Ancak bu görme biçimi, kendisini de nasıl gördüğünü, hissettiğini ve kendine bakarken neyi görmek istediğini ve fazlasını gösterir. Diriliş Ertuğrul dizisini izlerken başına geçirdiği tencere kapağı ile biçimsiz bir Don Kişot eskizi değildir. Bundan çok daha fazlasıdır… Her ne kadar buradaki tartışmanın konusu olmasa da, modern Türkiye’deki siyasal alanın kurucu dinamiklerindeki özcü ve monolitik ırkçılık ile bunun farklı dönemlerde aldığı biçimler, Türkiye’deki siyasal alana ilişkin düşünürken hesaba katılmalıdır.

Elbette ırkçılık konusu deri pigmentinin yoğunluğuna indirgenemeyecek kadar katmanlı, çetrefilli ve çok boyutludur. Irkçılık genellikle bir sistem olduğu gibi aynı zamanda daha büyük bir sistemin bütünleyenidir. Irkçılık aynı zamanda tahakküm mekanizmasının bir tümleyenidir ve kendisi dışındaki diğer tahakküm alanlarıyla birlikte örgütlenmektedir. Bu nedenle ırkçılık söz konusu olduğunda ‘bizde olmaz’ kolaycılığının ırkçı bir zeminden türediğini, kendisi dışındaki diğer tahakküm biçimleriyle ilişkisinin gösterilmesi gerektiğini ve ırkçılığın basmakalıp imajlarının dışındaki tezahürlerinin gündelik yaşamın içerisinde örgütlendiğini öne süren her türden yaklaşım, ırkçılığın tehdidi altına girmektedir.

III.  Analitik İnşanın Folklorik Kategorisi: Irk ve Millet

Bir yeni-ırkçılıktan söz etmek ne derece uygundur? Günümüzün olayları bu soruyu bize, bir ülkeden diğerine biraz değişen ama uluslarüstü bir görüngünün varlığını telkin eden çeşitli biçimlerle dayatmaktadır. Ancak bu iki anlamda anlaşılabilir. Bir yanda; ırkçı hareket ve politikaların, bir kriz konjonktürüyle ya da başka nedenlerle açıklanabilecek tarihsel bir baharına mı tanık oluyoruz? Diğer yandan; temaları ve toplumsal anlatımlarıyla önceki ‘modellere’ indirgenemeyecek yeni bir ırkçılık mı, yoksa basit bir uyum sağlama taktiği mi söz konusu?2

Siyahların biyolojik olarak insan olduklarını inkâr eden çok az sayıda ırkçı kalmış veya hiç kalmamış olduğu son derece açıkken, günümüzdeki ırkçılar bütün insanların eşit olduğuna inandıklarını ifade ederken, nasıl oluyor da aynı zamanda Siyahlara [buradaki ‘Siyahlar’ ifadesi yerine herkes kendi yaşadığı yerdeki ırkçı pratikleri koyabilir (p.s.a)] kendilerinden aşağı varlıklar gibi muamele ediyorlar.3

Burada iki kavramın sosyo-politik analizi üzerinden kısa bir tartışma yürütmeye çalışacağız. Wallerstein ve Balibar4, henüz 1990’larda, ırkçılığın özgüllüğünün ne olduğuna ilişkin yanıtlar aradıkları eserlerinde “ırkçılığın gerilemediğini, tersine ilerlediğini” öne sürerek, ırkçılık ve cinsiyetçilik görünümündeki ayrımcılıkların oluşturduğu sistemi tartışır. Irkçılığın ortadan kalkmadığı, yeni bir ırkçılık (ve cinsiyetçilik) sisteminin egemen hale geldiği yönündeki yaklaşımların biyolojiden kopup kültürel kimlikler eksenine yerleşmesi, yeni ırkçılığın çelişik biçimler altında gözlemlenen politik yabancılaşmasının tezahürlerinden biri olduğu kadar post-modern teorinin son cephesi olarak da yorumlanabilir.

Irkçılık bahsi üzerine geniş bir döküm yapılabilir, ancak bu tür bir kronoloji yerine iki dünya savaşı arasındaki dönemi milat alınarak, ırkçılığın hangi somut koşulların zihinsel formu olarak ortaya çıktığı tartışılabilir. Savaş öncesinde biyolojik bazı önermelerle ortaya çıkan ırkçılık düşüncesi, insan türünün fizyolojik ve kültürel farklılıklarını gözle görülür fiziksel farklar ve biyolojik yasalar ile açıklama eğilimindeydi. Hatta henüz nüve halindeki Nazizm hareketine ait ırkçı retoriğin politik bir dile tercüme edilmesine ve ona bilimsellik görünümü verenlerin başında antropologların, daha doğrusu sosyal bilimcilerin gelmesi ve bazı bilimsel açıklama modellerinin ırkçılıkla şekillenmesi5 zımni olarak siyasal bir modele de karşılık geliyordu. Açıkçası o dönemlerde Türkiye akademisindeki vaziyetin de Avrupa’daki egemen akademik eğilimden pek farklı olduğu söylenemez.6 Avrupa’daki Faşist siyasi hareketlerin yükselişinden alınan ilhamla, Türkiye’de ırkın ideolojikleştirilmesi ve ırk paradigmasının siyasal alanda kurucu bir ilkeye dönüşmesi için gereken bilimsel malzemenin oluşturulması, yurttaşlık bilincinin edinilmesi ve yurttaşlar kümesinin sınırlarının kalınca çizilmesi için de işlevseldi.

Daha önce ifade edildiği üzere, Faşizmin ve onun en örgütlü ve sert biçimlerinden biri olan Nazizm’in askeri yenilgisiyle birlikte biyolojik ırkçılığın bir tabu haline getirilmek istenmesi ve bu yöndeki propagandalar büyük ölçüde işe yarasa da, bu tür ırkçılığın ortadan kalkmasını sağlamadı. Henüz 1939 yılında, Horkheimer’ın “kapitalizmi eleştirmek istemeyenlerin faşizmi eleştirmeye haklarının olmadığını” söylemesinin nedeni de buydu. Faşizm gibi bir düşüncenin toplumun bütün sınıfsal katmanlarında bir seferberlik duygusu uyandırabilmesinin nedenleri Faşizmin kendisinde aranamayacağına, yani kendinde Faşizm gibi bir şey düşünülemeyeceğine göre, Faşizm eleştirisinin tek başına herhangi bir anlamı yoktu.

Zaten kısa süre içerisinde kafatası ve kemik yapısı, alın ve boyun ölçüsü, ten ve kıl/tüy rengi gibi belirgin fiziksel ölçütlerden ve özelliklerden hareketle oluşturulan bu ırkçılık biçimi görece geriledi. Bunun yerine ırkçılığın farklı biçimleri gelişti ve örneğin kişilerin isimlerine, ibadet biçimlerine, hijyen kültürlerine, beslenme alışkanlıklarına kadar uzanan yeni ırkçılık biçimleri ortaya çıktı.

Milliyetçilik ideolojisi bu dönemdeki kırılmalardan biri olarak yorumlanabilir. Irkçılık ile milliyetçilik arasındaki ilişkiden ileride söz edeceğiz, ancak şimdilik ırkçılığın milliyetçiliğin sinesinden türediğini ama bunun tek yönlü bir hat olmadığını ve milliyetçiliğin de ırkçılığın yetiştiği yatağa yerleştiğini hatırlatmak gerekir. Burada ifade edilen milliyetçilik ortak kök üzerinden çok çeşitli ve geniş bir yelpazeye ayrılan, ancak kabaca etnik ve sivil (civic) olarak ikiye ayrılan ideolojik konumlanmaları içermektedir. Bu konumlanmalar “Batı/Doğu, mülki/soykütüksel, siyasi/kültürel, ilerici/gerici, akılcı/romantik, liberal/ otoriter, iyi/kötü”7 gibi ikilikler üzerinden kategorilere ayrılabilecek milliyetçilik siyasetlerinin zihniyet formunu üretir. Bunlardan ilki; kültür, ırk, soy, dil (ve din-mezhep) ortaklığına, diğeri ise vatandaşlık statüsü, toprak birliği, ortak hukuk ilkesine vurgu yapmaktadır.

Bu vurguların hiçbiri ırkçılığın “milliyetçilik zemininde” ya da milliyetçiliğin olası versiyonlarından biri olarak geliştiği gerçeğini değiştirmez. Burada ifade edilen ırkçılık, – her an siyasal egemenlik arayışı olarak geri dönmesi muhtemel olan – biyolojik ırkçılıktan ve ırklar arasındaki üstünlük fikrinden uzaklaşıp, onu kültürcülüğe yaklaştırmak istemekte ve böylece ırkçılık ile milliyetçilik arasında – sınırlarını kendisinin çizdiği – bir fark gözetmektedir. Milliyetçilik açısından bu tür bir fark gözetmenin siyasal alanda belli bir anlamı olacaktır ve milliyetçilik, kendini ırkçılıktan ayrı bir yerde konumlandırma hassasiyetini devletin diğer araçları sayesinde sürdürebildiği sürece, ırkçılığı kendi içinde massetmeye, soğurmaya devam ederken ondan ayrışabilmeyi başaracaktır. Milliyetçilik, ulus-devlet modelinin sunduğu araçlar ve imkânlar sayesinde bilimi ve sanatı siyasal istenci doğrultusunda suistimal ettikçe, kendisine benzemeyene karşı saldırgan ve sömürgeci heveslerini retorik ve icraat düzeyinde sürdürdükçe ve milliyetçiliğe ilişkin anlatılar resmi düzenlemelerle güvence altına alındıkça, ırkçılık, hem kurumsal hem de egemen zihniyet formu olarak gündelik yaşamın içerisinde yeniden örgütlenmeye devam edebilmektedir.

On dokuzuncu yüzyıldaki evrim teorisini, yirminci yüzyılın ilk yarısında sömürgeci saldırganlığın bilimsel mazereti olarak programlaştırılan, yorumlanan ve tümüyle kapalı bir önermeler sistemi olarak kurulan “biyolojik ırk” anlatısı, antropolojinin politik amaçlar için seferber edilmesiyle birlikte, sosyal gerçekliği açıklayan başlıca argümanlardan birine dönüştü.8 Bu dönüşümün “arî halklar” üzerindeki başlıca etkisi, bir seçkin cemaat olarak kendilerini ve siyasal-iktisadi çıkarlarını, biyolojik donanımlarının doğal bir sonucu olarak tasarlamaya imkan vermesiydi. Yirminci yüzyılın ikinci yarısı bu sapmanın ortadan kalktığı değil, yeniden düzenlendiği bir dönemi içeriyordu, kısa süre içinde buna anti-komünist propaganda da eklenecekti. Savaş sonrası ırkçılık-karşıtı ve hümanist-kozmopolitçi tezlerin büyük bölümü, post-modern teoriler eşliğinde kültürlerin göreliliğinden ve çeşitliliğinden söz ederken, milliyetçilik siyasetleri bunu, eşitsizliğin yeniden üretilmesini sağlayan tahakküm mekanizmalarının düzenlenmesi için kullanacaktı. Irkçılık biçim değiştirirken milliyetçilik çelikten bir şemsiye olarak eğitimden hukuka, sağlıktan siyasete kadar uzanan ırkçılığın sosyal alanlardaki gelişimini muhafaza ediyordu.

Böylelikle yüzyıllık süreç içerisinde bilimsel ve analitik bir kategori olarak ortaya atılan ırk düşüncesinin siyasal mücadeleler için araçsallaşmasından, her kültürün kendine özgü olduğu ve kültürlere özerk değerler-anlamlar biçen kültürel özcülüğe varıldı. Buradaki kültürcü özcülüğün, örneğin Afrika’daki bir ülkede yaşanan iç savaşta birbirlerini palalarla öldüren kabilelere silah satılmamasını tavsiye eden türden bir özcülük olduğunu hatırlatmakta fayda var. “Yerli” ya da “geleneksel” usullerle elmas madenlerinde uzun saatler ve insanlık dışı çalışma koşullarında çalışmaya zorlanan kişilerin bedenlerine zımbalanan bir kültürcülük, kültürel görelilik konforu bu. Oysa aynı bakış açısı pazar ilişkileri söz konusu olduğunda kimsenin aklına gelmiyordu; orası rasyonalitenin alanıydı ve her şey akıllıca olmaydı, çünkü ekonomi, tıpkı geçen yüzyılda olduğu gibi, bu tartışma alanlarının dışında yer alıyordu.

Bir analitik inşa olan ırkçılıktan kurtulup folklorik bir kategori olarak kültürcülüğe, kültürün yüceliğine, göreliliğine erişilmesini neredeyse “gerçek demokrasi” olarak tanımlayan düşünürlerin ve siyasetçilerin kalabalık metinleri ve söylevleri çokkültürcülük ve benzeri modellerle dolup taşmasına rağmen, milliyetçiliğin hala var olmasını ve hatta yükselişini açıklamak ne kadar mümkün? Aydınlanma’dan ilhamla bir eşitlik talebi olarak gündeme gelen milliyetçilik ile yirminci yüzyılda ortaya çıkan ırkçılık ve oradan da günümüz milliyetçiliğine uzanan “istisnalar” kurallaşırken vardığımız yirmi birinci yüzyıl, popülizm denilen yeni bir ırkçı-cinsiyetçi Faşizm türüyle karşılaşmamıza sahne oldu. Elbette nefret nesnesi çeşitlenmişti. Farklı diller, dinler, tenler ve kültürler ile kendilerine “göçmen” denilen kişiler Doğu’nun sarp dağlarını aşarak Batı’nın bereketli serbest piyasasına yürüyordu. Atılan bombalardan kaçanlar, yıkılan evlerini terk edenler yeni bir yurt arıyordu. Göçmenlik dünyanın her yerinde zor ve meşakkatliyken, savaş, şiddet, hastalık, açlık, adaletsizlik, yoksullukla sarmalanmış olanların doğdukları yeri terk edebilecek cesareti gösterip daha insanca bir hayat için bildiği, tanıdığı her şeyden farklı diyarlara yolculuk etmesi bile başlı başına bir meseleyken, vardıkları yerlerde popülist siyasetçilerin hedef tahtasına yerleştirilmek bu çağın lanetiydi.

 

IV. Popülizm: Sıradanlığın Öfkesini Örgütlemek

Faşist siyasal hareketler kitleleri seferber etmek üzerine kuruludur. Ancak bu seferberliğe hazır olan, bunu talep eden, hatta bunu zorlayan ve dayatan bir kitle olmaksızın Faşizmin güçlenebileceğini söylemek pek mümkün değil. Bu nedenle Faşizmin aşağıdan yukarıya doğru bir tazyikle geliştiği, alt ve orta sınıfların çıkarları etrafında örgütlenen bir “halk hareketi” olduğu söylenebilir. Bir başka ifadeyle faşist hareketler, kaybedecekleri kazanımlara sahip olanlar ile bazı kazançlar ve kazanımlar elde etme fırsatına sahip olanların kulak kesildikleri hareket Faşizm ideolojisi ve faşist siyasal hareketler aklî ya da rasyonel olma ihtiyacında değildir. Bunun yerine fizyolojik reflekse benzer davranışlarla hareket ederler ve buna korku, alarmizm, kaygı ve endişe duygularına eklemlenen kahramanlık, asalet, hak edilmişlik, seçilmişlik retoriklerini eklerler. Kendine, benliğine yücelik atfetme ile eylemlerine duygusallık giydirme (kendini tutamama, vatanını/milletini çok sevme, onuruna yedirememe, ırkının-milletinin geleceğinden endişe etme vb.) aynı zamanda bir reflekstir, üzerinde düşünüp doğruluğuna karar verdiği için değil, o an ve orada ancak öyle tepki verebildiği için, o odur. Ayrıca bütün faşist siyasetler “güçlü lider” kültüne sahiptir. Bu hareketler her zaman iç ve dış düşmana ihtiyaç duyarlar ve bulamadıklarında onu icat ederler. Faşizmin anti-komünist ve demokrasi karşıtı tutumu kadar dile getirilmeyen hususlardan biri de anti-modernist ve anti-kapitalist olmasıdır. Milliyetçilik, kelimenin gerçek anlamıyla modernist ve kapitalist bir harekettir. Modernizm ve kapitalizm karşıtlığı retorik düzeyindedir; bir değinme ya da ideolojik hasımlarından geri kalmamak için temas edilen, siyasal retoriklerini düzenlerken yozlaşma ve çürüme göstergesi olarak sunulan dolgu malzemesidir. Bu nedenle, ahlakçılıklarını modernizm ve kapitalizm eleştirisi üzerine inşa ederler.9

Faşist siyasetlere yönelik bu özetin nedeni, bazı düşünürlerin günümüzdeki popülizmi faşizm olarak tanımlaması, bazılarının ise birbirine benzeyen bu iki akımın farklılıklarını vurgulaması10 ya da popülizmi Faşizme giden yol olarak tarif etmesidir.11 Anlaşılan popülizm ile Faşizm arasındaki ilişkinin niteliğine yönelik tartışmalarda bazı farklılıklar olsa bile popülist siyaset tekniği ile Faşist ideoloji ve siyaset arasında içsel bağların olduğu, eleştirel düşünürlerin çoğu tarafından kabul edilmektedir. Popülizmin, yirmi birinci yüzyılın faşizminin bir türevi ya da ona sürükleyen bir siyaset tekniği olduğu konusundaki yorumlarda haklılık payı varsa, geçen yüzyılın faşizmlerine özgü bazı özellikleri popülist siyasal hareketlerde de görülmesi olağandır. Bu yakınlığı görmek çok zor değil, yine de Faşizm ile popülizm arasındaki en büyük fark, düşmana yönelik tutumda ortaya çıkıyor. Faşizm gerçek anlamda iç ve dış düşman olarak saldırı ve nefret nesnesine dönüştürdüğü kesimlere ve ülkelere, onları yok etmek üzere fiziksel olarak ve en ağır araçlar, silahlar ile saldırırken, popülistler bu düşmanın varlığına ihtiyaç duyuyorlar. Zayıf, kırılgan, görece paralize hale gelmiş, ama hâlâ orada durmaya devam etmesi gereken bu düşman, kitlenin rızasını sürdürebilmek ve yönetim rejiminden kaynaklanan krizleri yönetebilmek için gerekli. Bu durum, her an “düşmanı” yok etme girişimine dönüşebilir, her an kitlesel kıyımlar gerçekleşebilir ve korkunç şeyler yaşanabilir. Bu ihtimali göz ardı etmemek gerek. Ancak yine de popülist siyaset tekniğinin genel yöneliminin daha çok gerilimleri, çatışmaları ve nefreti düzenlemek, kontrol altında tutmaya devam etmek olduğu, asıl marifetinin “gerginlik yönetimi” olduğu söylenebilir.

Popülist siyasetlerin kalabalıkları örgütleme başarısının arkasında, Faşizme (ve Nazizm’e) benzer biçimde, sıradanlığı ya da vasatlığı bir tür değere dönüştürmesi yer alıyor. Bunun en açık halini entelektüel düşmanlığında ve nefretinde görüyoruz. Milliyetçiliğin bilgiye bakışındaki çarpıklık kısa süre içerisinde bilene ya da bilgiye dönük bir saldırıya dönüşüyor. Bunun tipik örneklerinden birini “yabancı ideoloji” tamlamasında görebiliriz. Bilgi gibi evrensel olması beklenen ortak insani eylemi yerli-yabancı gibi bir ikilik içerisinde anlamak ya da herhangi bir siyasal düşünceye, talebe veya teklife yabancılık atfetmek, yabancı olduğu için öyle düşünülemeyeceğini iddia etmek, daha fenası kendi siyasal görüşünü, düşüncesini ve bilgisini yabancılıktan azade şahsına münhasır addetmek sağcılığın alamet-i farikasıdır. Yabancılığın bilgiyi değersizleştireceğinin varsayıldığı ve yabancı olanın bilgisinin tehdit olarak algılandığı bir tür sapmadan, cehaletin övüldüğü, cehalette bir tür saflık ve erdemin arandığı ve cehaleti öven, ona kıymet veren retorikleri samimi ve “gerçek” bilgelik sayan bu tutumun, popülist siyasetçiler marifetiyle nefretle buluşturulması çok zor değil. Bu nedenle popülist liderler ve siyasal temsilciler sıradan kişilerin, tam da içinde yaşadıkları sosyo-ekonomik ve politik düzen nedeniyle, sahip olamadıkları statülere yönelik öfkesini örgütler ve onlara nefret etmeleri gereken kesimleri gösterir. Böylelikle bir kısmı gerçekten seçkin olan, ancak daha büyük bir kısmı seçkin olmamakla birlikte görece eğitimli, popülist liderlerin siyasal vaazlarını pek inandırıcı bulmayan, küreselleşme istidadı olan ve yerelin dar kalıplarını yüceltmek konusunda isteksiz kesimler seçkin ve elit olarak damgalanarak nefret nesnesine dönüştürülür ve popülist liderler tarafından bütün sosyal, siyasal, ekonomik sorunların kaynağı olarak işaret edilir.

Popülist siyaset tekniğinin Faşizm ile ortak bir diğer müdahalesi yurttaşın; otantik yerli-milli kimliğin taşıyıcısı olan yurttaşın yeniden yaratılmasıdır. Aydınlanmacı anlamda vatandaşlık ya da yurttaşlık bir eşitlik iddiası olarak ortaya çıktığında, aynı toprak ve egemenlik altında yaşayan herkesin – istisnasız herkesin – eşit olduğu varsayımına dayalıydı. Siyasal ve sosyal statüde eşit olanların geri kalan farklılıklarının hepsinin, sosyal ilişkilerde herhangi bir imtiyaza neden olmayacağı ve yurttaşlığın kişiler arasında eşitliği sağlayacağı varsayılıyordu. Bu varsayımın yüzleşmek zorunda olduğu ilk sorun ise sınıftı. Sınıflı toplumlarda yurttaşlığın eşitlik idealinin nasıl sürdürüleceği ve sınıfsal eşitsizliklerin yapısallaşma eğilimindeki hareketlerinin yurttaşlık konseptiyle nasıl bağdaştırılacağının gerçekçi bir çözüme kavuşturulamaması 12, bu eşitlik arayışını önemli ölçüde aşındırdı.

Yurttaşlık konseptinin sağlayamadığı eşitlik, popülist siyasetler yoluyla yurttaşlığı kendi içinde parçaladı. Bu parçalanmış yurttaşlık içerisinde egemen sınıflarla ortak çıkar birliğinde buluşabilen etno-dinsel kimlikler kendilerini otantik yerli-milli kimlik olarak restore ederken, bu kimlik kümesine dahil olamayanlar popülist siyasi hareketlerin ihtiyaç duyduğu yeni nefret nesneleri olarak işaretlendi. Küresel ölçekte yaşanan bu gerilemenin Türkiye’deki tanımlanma biçimlerinden birinin kutuplaşma olduğunu biliyoruz. Kutuplaşma pozitif ve negatif yüklü cisimlerin birbirine yaklaşması neticesinde iletken üzerindeki net yükün sıfır olduğu duruma verilen bir isim olmasına rağmen, bu kavram, siyasal kavramlar dağarcığımıza, farklı siyasal görüşlerin (yüklerin) birbirini itmesi şeklinde girdi. Fizikteki eşitlik yanıltıcı olmasın; Türkiye’deki kutuplaşmada kutuplar, fizikteki gibi birbirini nötrleyip yüklerini boşaltmadı. Devlet gücünü elinde bulunduran iktidar bloğu, neredeyse diğer bütün kesimlerin siyasal yörüngesini belirledi. Yani analojiyi zorlamaya devam edersek, ikisi de aynı yükle yüklü olan cisimlerden, güçlü olan zayıf olanı, kendi yörüngesinde hareket etmeye zorladı.

Bu belirleme gücünü sağlayan şeylerden biri de popülist siyaset tekniğinin, vasatlığı ve sıradanlığı otantik yerli-milli kimliğin gösterişli bir formu olarak sunmasıydı. Böylelikle yurttaşlar, içinde bulundukları ekonomik, siyasal, hukuki, sosyal yetersizlikler nedeniyle kimleri suçlamaları gerektiğini kolaylıkla öğrenebiliyor, “büyük resmi” görmekte zorlanmıyordu. Otantik yerli-milli kimlikleri dışında hiçbir sığınağı kalmayan ve gelecek projeksiyonu kurabilecek imkânlardan yoksun olanların sağ-ideolojinin hamasi arınma ritüellerinden medet umması ile bu sürece eşlik eden fütuhatçı arzu retorikleri, kitle iletişim araçları, eğitim kurumları, cemaatler, tarikatlar, bürokrasi, medya ve mümkün olan bütün olanaklar ile yaygınlaştırıldı. Kinlenmek, öfkelenmek, nefret etmek, horlamak, aşağı görmek, büyüklenmek gibi duygusal şiddet kataloğundaki bütün malzemenin siyaset namına tezgâha çıkartılması, milliyetçilik gibi kurucu bir zemin üzerinde inşa edilen sosyo-politik aklı yeniden üretti. Öyle ki, bir sabah herkes e-devletin “Alt-Üst Soy Bilgisi Sorgulama” sistemi sayesinde kim olduğunu, kimlerden olduğunu öğrenebilecek hale geldi.

 

V. Bir Göçmene Nereli Olduğu Sorulur mu?

Elbette “Türkiye’de ırkçılık yoktur” ve ‘Arap’ köpeklere de verilebilen bir isimdir. Yine de bu bölüme bir soruyla başlayalım: Günümüzdeki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin öncülü olan bildirgelerde söz edilen “insan hakları” ifadesindeki ‘insan’ kimdir?

Fransız devriminin önde gelen isimlerinden biri olan ve devrim sonrası yaşananları sert dille eleştirdiği için giyotinle idam edilen Olympe de Gouges’e göre (17481793) kadınların yurttaşlık ve insanlık dairesinden devrim eliyle dışlandıkları açıktı. Tarihteki ilk Kadının ve Kadın Yurttaşın Haklar Bildirgesi’ni yazan Gouges, bildirgeye şöyle başlıyordu: “Adam [erkek], sen, adil olabilir misin”.13 Bu insanlık tarihindeki ilk kadın hakları bildirgesiydi.

Komünist Marx da Yahudi Sorunu isimli eserinde bu soruya burjuva-erkek cevabını vermiş ve Fransa’daki İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi üzerinden insan haklarına ilişkin hazırlanan bildirgelerin eleştirisini yapmış, yurttaşlık kavramıyla insan kavramı arasındaki çelişkiyi uzun uzadıya açıklamıştı. Ona göre bu tür evrensellik iddiaları kişileri mülkiyet rejiminden, dinsel baskıdan, sınıfsal tahakkümden ve burjuva sınıfının hukukundan kurtarmadığı gibi, birey özgürlüğü adına bencilliğini, çıkarcılığını düzenlemekteydi.14

Bu eleştiriyi Marx ile sınırlamak haksızlık olur, ondan çok daha önce liberal J. Bentham ve muhafazakâr E. Burke’ün de insan hakları ve onun evrenselliğine ilişkin eleştirileri vardı. Aslında evrenselci hak kavramına ve bireye ilişkin eleştiriler Sözleşmeciler’e, özelde ise Hobbes ve Locke’a kadar geri götürülebilecek olan “normatif söylem açısından on yedinci yüzyıl devriminin temelini” oluşturuyordu.15

Yine de Burke’ün Fransa’daki Devrim Üzerine Düşünceler (Reflections on the Revolution in France), Bentham’ın Anarşik Yanılgılar (Anarchical Fallacies) ve Marx’ın Yahudi Sorunu metinlerinin uzlaştıkları nokta; evrensellik iddiasındaki insan hakları kavrayışının “soyut” olması ve topluluk yerine bireye odaklanması, evrensellik kavramı kadar hak ve birey kavramının da sosyal bağlamını yeniden düşünmek için önemliydi. Bu nedenle hak (right), birey (individual) ve topluluk (community) gibi kavramlara ilişkin farklı görüşlere sahip olsalar bile, insan hakları konusunda benzer bir noktaya varmış olmalarını anlamak zor değil.16

İnsan haklarına ilişkin bir diğer eleştiri hattının ise sıra dışı bir liberal olan Hannah Arendt’tan geldiğini biliyoruz. Marx’a benzer biçimde, o da evrensel insan hakları kavramı ile yurttaşlık arasındaki ilişki üzerine düşünerek başlar. Totalitarizmin Kökenleri isimli kitabında kişilerin ‘insan’ olarak haklarının korunmasının bir ulusun uyruğuna girmekle mümkün olduğunu, yurttaşlığın “haklara sahip olma hakkını” belirlediğini ve elbette işe yarayamayacak kadar “soyut” olduğunu söyledi. Arendt’e göre, bu soyutluğun ne kadar ciddi ve somut bir sorun olduğu, savaş sırasındaki göç sürecinde anlaşılmıştı. Yurttaştan insana dönüşmek bir tür çaresizlikti. Yurttaşlığı yitirmek, kişilerin sahip oldukları gerçek hakları kaybettikleri anlamına geliyor ve onları yurttaşlık haklarının kötü kopyası ya da taklidi olan ‘insan haklarına’ sığınmak zorunda bırakıyordu.17

Oysa insan hakları, evrensel bir iddia olarak ortaya çıktığında eşitlik arayışının bir sonucuydu. Tıpkı yurttaşlık gibi, bu haklar, kişiler arasındaki imtiyazların en aza inmesi ve eşitliğin bir sosyal norm haline gelmesi için verilen mücadelenin bir parçasıydı. İnsan hakları ve yurttaşlık gibi düzenlemeler eşitlik konusunda pek işe yaramadı… ve eşitlik arayışına yönelik bu iki girişim yirminci yüzyılın ortalarına gelinmeden aşındı. Dünya savaşları, bu eşitlik arayışlarına egemen sınıfların verdiği yanıtlardan biri olduğu kadar toplumların saplandıkları sosyo-politik ve sosyo-ekonomik buhranı da göstermesi bakımından önemliydi. Bauman’dan 18 ilhamla şunu söyleyebiliriz; içinde bulunduğumuz çağın “maddi ve manevi ürünleri arasında” bedensel olarak insan olan, ancak ‘insan’ olarak hiçbir değeri olmayanların, sınır önlerinde gaz bombalarıyla karşılanmaları medeniyetimizin bir aşamasıdır. Oysa yirminci yüzyılın ikinci yarısı, ilk yarısında yaşanan felaketleri ve krizleri aşmaya yönelik çabaların tarihi olarak anlatılmıştı. Ancak Berlin Duvarı yıkılıp (1989) SSCB çökerken (1991) zaferini ilan eden küresel kapitalizm, savaş meydanlarında yendiği ırkçılığın, neon ışıklarla süslü alışveriş mağazalarına giden sokaklarda yeniden yükselmesi için gerekli zemini güçlendirdiğinden bahsedenleri, tedavülden kalkmış solcu fikirlerin temsilcisi olarak küçümsüyordu.

Almanya’da evi yakılan Türkler, Yunanistan’da dövülerek öldürülen Pakistanlılar ve aralarında Türkiye’nin de olduğu birçok ülkede yaşanan ırkçı-milliyetçi nefret, şiddet, tehdit, linç ve saldırı popülizmin ya da Faşizmin bir türünün siyasal egemenlik arayışında olmasının meşruiyetinden besleniyor. Kötü ırkçılık, iyi milliyetçilik arayışının ürettiği illüzyonun arkasında gerçeğin bu yalın şiddeti yer alıyor. Bu gerçeği örtmenin ya da retorik oyunlarıyla gizlemenin imkânsız olduğu yer, Suriye iç savaşı sonrasında ülkelerini terk eden, geride bırakan kişilerin yaşadıkları tecrübelere bakarak anlaşılabilir. Herkesin gözü önünde yaşanan ama çoğunluğun görmediği, göz ardı ettiği bu dramatik süreç, yurttaş olmak ile insan olmak arasındaki boşluğun nasıl doldurulduğunu göstermektedir.

İki eşitlik arayışından söz ettik. Yurttaş olmak, hukuktan ekonomiye, siyasetten eğitime bütün sosyal alanlarda eşitlik üretemedi ve bunu fırsat bilen popülist siyasetçiler yurttaşlığı parçalayarak otantik yerli-milli kimliği yeni yurttaşlık formu olarak yarattı. Bu durumun hukuki bir anlamı ve işlevi olmasa bile, hukuk dâhil bütün sosyal alanlarda, egemen kimlik formunun restore edilmesini sağladı. Vatandaş olmak yetmiyordu, başka türden bir vatandaş olmak gerekiyordu; millet-i hâkime demos’a haddini bildirme görevine eskisinden daha istekli ve pervasızca devam ediyordu.

Eşitlik arayışının diğer ucunda ise insan hakları vardı. Yurttaş olup olmamaktan bağımsız olarak, bu yerküreye insan olarak gelmekten dolayı var olduğu varsayılan haklar. Bir biçimde uyruğunu yitirenleri koruyacak herhangi bir güç kalmadığında bile insan olmaktan dolayı haklara sahip olmak düşüncesinin bu yüzyılda ne anlama geldiğini ve bu hakların Ege Denizinde boğularak ölmeyi engellemediğini fark etmek uzun sürmedi. İnsan olmanın ilk kuralının yurttaş olmak olduğunu, yurttaş olmanın zemininin ise giderek kayganlaştığını fark edenler, miadı dolmuş bu iki eşitlik biçimi arayışının arasında oluşan boşluğu ise milliyetçilik ile doldurmakta gecikmedi. Bir anda siyasal alana doluşan popülist liderlerin her şeyden ve herkesten nefret ederek yaptıkları konuşmalar, bir zamanların anlı-şanlı liderleri, duçeleri ya da führerleri kadar havalı olmasa da en az onlar kadar tehlikeli. Ama onlar ırkçı değil… onlar gibi ırkçı değil.

‘Milliyetçilik ile ırkçılık arasındaki fark nedir’ sorusuna siyaset sosyolojisi ve teorisi bakımından cevap vermek zor değil. Kategorik olarak birbirinden ayrıştırılabilir, benzerlikleri ve farklılıkları listelenebilir. Siyaset sosyolojisi açısından birbiri içerisine bu kadar giren iki kavramdan birinin, milliyetçiliğin, ırkçılığın yerleştiği zemin olması ise yapılan her analizi belli bir tarihsel bağlama yerleştirme zorunluluğunu beraberinde getirmektedir. Yine de açıklayıcı bir genelleme olarak ırkçılığı var eden ideolojik ve politik alanın milliyetçilik tarafından döşenen zeminin üzerinde yükseldiği öne sürülebilir. Irkçılığın olumsuz imajı ve görece itibarsızlığına karşı milliyetçiliğin ulus-devletlerin ve ulus ethosunun kurucu söylemlerinden biri olması, milliyetçilik hesabına yapılabilecek her türden ırkçılığı olağanlaştırmanın işlevsel araçlarından biridir. Öyle ki “Türkiye’de ırkçılık yoktur” cümlesini büyük bir inançla söylerken hissedilen şevk ve hamaset, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” cümlesiyle birlikte zikredilebilir.

Irkçı örgütler milliyetçiliği sahiplenerek ve iki kavramın (ırkçılığın ve milliyetçiliğin) birbirine indirgenemeyeceğini ilan ederek en çok da ırkçı olarak nitelenmeyi reddederler. Bu bir gizleme taktiği midir, yoksa ırkçı tutumun doğasında bulunan bir kelimelerden korkma semptomu mudur? Aslında, ırk ve ulus söylemleri bir inkâr biçimi altında da olsa hiçbir zaman birbirinden çok uzak olmamıştır; böylece ulusal topraklarda ‘göçmen’lerin varlığı ‘Fransız karşıtı bir ırkçılığın’ nedeni olacaktır. Kelimelerdeki bu dalgalanma bize, milliyetçiliğin belli siyasal hareketlerde örgütlenmesinin, en azından kuruluşunu tamamlamış bir ulusal devlette ırkçılığı kaçınılmaz olarak gözden sakladığını telkin etmektedir.19

Göçmenler, yurttaşlıktan ve insanlıktan mahrum edilenler, ırkçı olduklarını kabul etmek istemeyen geniş kalabalıkların yerli-milli hassasiyetlerine dokunan her şeyi ‘milli şuur’ sayesinde hızla idrak edebilmeleri ve mahallelerine sığınmış olanlara saldırmak konusunda bu kadar rahat davranabilmeleri, ulus-devlet rejimlerinin milliyetçilik siyasetinin kurumsallaşmış biçimi olmasındandır. Etnisite denilerek altı çizilen farklılıklar yoluyla estetize edilen ırkçılık ya da kültürel görelilik ile farklı tahakkümlerin olağanlaşması ve doğallaştırılması, göçmenlerin insan olarak kim ya da ne oldukları sorusuyla ilgilidir. Bunun kısa yoldan bir çözümü olmadığı gibi, hazır bir reçetesinin de olmadığını ifade etmek gerekir.

Bugünün dünyası küresel salgınlar, ekonomik krizler, iç ve bölgesel savaşlar, yeni cinsiyetçi saldırılar, iş cinayetleri, yeni tür eşitsizlik ve ayrımcılık rejimleriyle görünür hale gelirken, bu distopik hikâyenin merkezinde göçmenler duruyor. Göçmenler, sığınmacılar ve mülteciler sadece çalışmak için ülkelerimize gelen iyi niyetli ve saf insanlar olarak değil, en az herhangi bir yurttaş kadar istekleri, arzuları, beklentileri, hayalleri ve hevesleri olan kişiler olarak aramıza karışmaya devam edecekler. Onlar yerkürede gezdikçe ulus-devlet rejimlerinin siyasallığını oluşturan zihniyet formunun çözüldüğünü ve milliyetçilik ideolojisiyle tıka basa dolduran idrâklerimizin kendi içine çöküşünü izleyeceğiz.

 

Dipnotlar:

1 Tarih Vakfı, 2008

2 Balibar ve Wallerstein, 2000, s. 24

3 Bernasconi, 2015, s. 142 4

4 2000.

5 Evans, 2010.

6 Münüsoğlu, 2017.

7 Akman, 2009, s. 81-90.

8 Gingrich, 2010

9 Michel, 2017; Breuer,

10 Finchelstein, 2019

11 Belge, 2018, s. 267-292.

12 Marshall, 2009.

13 Gouges, 2019.

14 Marx, 1997.

15 Dworkin, 1978; Taylor, 1979: 39-62.

16 Tuck, 1979; Nozick 1974; Waldron,

17 Arendt, 1973

18 1997.

19 Balibar & Wallerstein, 2010, s. 51.

 

Kaynakça

Akman, A., 2009, “Milliyetçilik Kuramında Etnik/Sivil Milliyetçilik Karşıtlığı”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce 4: Milliyetçilik içinde, edi. T. Bora, M. Gültekingil, İstanbul: İletişim.

Arendt, H., 1973, The Origins of Totalitarianism, New York: Harvest Books.

Balibar, E.; I. Wallerstein, 2000, Irk, Ulus, Sınıf: Belirsiz Kimlikler, çev.

Nazlı Ökten, İstanbul: Metis.

Bauman, Z., 1997, Modernite ve Holocaust, çev. Süha Sertabiboğlu, İstanbul: Sarmal.

Belge, M., 2018, “Siz isterseniz…”: Popülizm Üzerine Yazılar, İstanbul: İletişim.

Bernasconi, R., 2015, Irk Kavramını Kim icat Etti, çev. Z. Direk, İstanbul: Metis.

Breuer, S., 2017, Milliyetçilikler ve Faşizmler. Fransa, İtalya ve Almanya Örnekleri, çev. Ç. C. Dikmen, İstanbul: İletişim.

Dworkin, R., 1978, Taking Rights Seriously, London: Duckworth.

Evans, D. A., 2010, “Science behind the Lines: The Effects of World War I on Anthropology in Germany”, Doing Anthropology in Wartime and War Zones içinde, (eds.) R. Johler, C. Marchetti, M. Scheer, Biefeld: Transcript. 99-122

Finchelstein, F., 2019, Faşizmden Popülizme, çev. A. Karatay, İstanbul: İletişim.

Gingrich, A., 2010, “After the Great War: National Reconfigurations of Anthropology in Late Colonial Times” Doing Anthropology in Wartime and War Zones içinde, (eds.) R. Johler, C. Marchetti, M. Scheer, Biefeld: Transcript. 355-80

Gouges, O., 2019, “Kadın Uyan!” Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi, çev. B. Günen, İstanbul: Kırmızı Kedi.

Marshall, T. H., 2009, “Citizenship and Social Class”, Inequality and Society: Social Science Perspectives on Social Stratification içinde, (eds.) J. Manza, M. Sauder, New York: Norton.

Marx, K., 1997, Yahudi Sorunu, çev. N. Berkes, Ankara: Sol. Michel, H., 2017, Faşizmler, çev. Füsun Üstel, İstanbul: İletişim. Münüsoğlu, H., 2017, Irk Lekesi, Ankara: Heretik.

Nozick, R., 1974, Anarchy, State and Utopia, Oxford: Basil Blackwell.

Tarih Vakfı, 2008, Sessiz Bir Geçmişten Sesler: Afrika Kökenli Türk Olmanın Dünü ve Bugünü, İstanbul: Tarih Vakfı.

Taylor, C., 1979, “Atomism”, Powers, Possessions and Freedom içinde, (edi.) A. Kontos, Toronto: University of Toronto.

Tuck, R., 1979, Natural Rights Theories: Their Origins and Development, Cambridge: Cambridge University.

Waldron, J., 1987, Nonsense upon Stilts: Bentham, Burke and Marx on the Rights of Man, London: Metheun.

sosyalizm