Deniz Güngören
Doğu Akdeniz’de fosil yakıt rezervlerinin ve kıta sahanlığının askeri kontrolü için girişilen rekabet, Türkiye ve Yunanistan arasındaki her daim parlamaya hazır bekleyen gerilimi bir kere daha ateşledi. Bu yalnızca, potansiyel olarak on binlerce insanın can güvenliğini tehdit eden bir askeri hesaplaşma ihtimalini doğurmakla kalmıyor, aynı zamanda kaçınılmaz olarak iki devletin de şoven milliyetçiliğin dozunu arttırması anlamına geliyor.
Yunan düşmanlığı, bildiğimiz haliyle Türk milliyetçiliğinin her daim önemli bir unsuru olageldi. Hrant Dink’in öldürülmesine tepki olarak doğan hareketin Türkiye devletinin geçmişteki suçlarıyla ve resmî ideolojisiyle yüzleşme talebi sayesinde, Gayrimüslimlere yönelik düşmanlığın toplum nezdinde bulduğu karşılık ciddi oranda azalmıştı. Ancak Yunanistan ve Türkiye arasındaki gerilimde devletten yana kamuoyu yaratmak için, her koldan yükselen milliyetçi ve şoven rüzgârı da ardına katarak Mavi Vatan gibi resmi tezler ile bu düşmanlığın tekrar canlandırılmaya çalışıldığını görüyoruz.
Kimi zaman kurtuluş savaşına, kimi zaman Bizans İmparatorluğuna, kimi zamansa baklavanın icadına kadar götürülen bu husumetin, iki milletin varoluş misyonunun tarih ötesi uyuşmazlığından kaynaklı “doğal” bir çatışmanın ürünü gibi çerçevelenmesine alışkınız.1 Ancak elbette bu husumet anlatısı, iki ülkenin egemen sınıfları arasındaki bölgesel rekabete uyacak şekilde üretiliyor ve buna, rekabetin konjonktürel olarak aldığı biçime göre şekil veriliyor.
Bu bölgesel rekabete ek olarak, Türkiye devletinin, varlık vergisi, 6-7 Eylül pogromu, ’64 sürgünü gibi, gayrimüslimleri mülksüzleştirme ve yerinden etme politikalarının da Türk ve Yunan milliyetçiliğinin söylem dünyasında önemli bir yer tuttuğunu söylemek mümkün. Yunanların Türkiye toprakları üzerindeki hakimiyet hayalleri ve komploları gibi hikayeler ve Anadolu’daki tarihsel Yunan varlığının kısmi inkârı, Türk resmî ideolojisinin, devlet eliyle işlenen bu gibi suçları sıradanlaştırmak ve öz savunma gibi göstermek için kullandığı araçlar olageldi. Yunanistan’da ise bu korkunç tarihin bakiyesi olan acılar, basın ve siyasetçiler tarafından “sınırın öte yanındaki zorba sultan” gibi abartılı imgelerle, Türkiye’nin yalnız Yunanistan için değil tüm Avrupa için bir tehdit olduğu türünden, İslamofobik nüanslar taşıyan ve Türkiye’yi gerçekte olduğundan daha büyük bir tehdit gibi resmeden bir korku anlatısını yaygınlaştırmak ve devletin sağcı, militarist uygulamalarını meşrulaştırmak için kullanılıyor.2 Elbette, öte yandan iki ülkede de milliyetçilik karşıtları bu resmi anlatılara ve sınırın ötesindeki emekçilerin düşmanlaştırılmasına karşı dayanışmayı, enternasyonalizmi öne çıkararak mücadele vermeyi de sürdürüyor.
Buna rağmen, bu hikayelerin ihtiyaç duyulduğunda güncellenip yeniden hortlatılabilmelerini ise iki devletin her daim birbirini bölgesel rakip olarak görmesinin sonucu olarak anlamak doğru olacaktır. Bu yazı da bu rekabetin güncel şeklini tarif ederek söz konusu milliyetçi husumeti nasıl geriletebileceğimiz sorusuna cevap aramayı amaçlıyor.
Akdeniz
İki ülke arasındaki jeo-stratejik rekabet, II. Dünya Savaşının ardından ABD’nin rakipsiz bir askeri ve ekonomik güç haline gelmeye başlaması ve dolayısıyla İngiliz İmparatorluğu’nun dağılmaya başlamasının bir sonucu olarak, iki devletin Kıbrıs’ta yani Doğu Akdeniz’de hakimiyet için çekişmesiyle cisimleşmeye başladı. Doğu Akdeniz’in göbeğindeki bu adayı kontrol etmek demek, Ortadoğu’ya erişimi kontrol etmek demekti. Ve zaten İngiltere de hiçbir zaman adadaki askeri varlığını tümüyle bırakmadı; buradaki iki önemli askeri üssü olmaksızın Irak’ın işgalinde oynadığı ‘ABD’nin sağ kolu’ rolünü üstlenmesi mümkün olamazdı.3
Bu rekabetin tırmandığı ve askeri çatışmanın eşiğine geldiği dönemleri üç temel maddede özetlemek mümkün.
Birincisi, yukarıda da söz ettiğimiz üzere, iki devletin Kıbrıs’a sahip olmak için girdiği, adada on yılı aşkın süre hem Türkçe hem Yunanca konuşan Kıbrıslıların zulüm görmesine sebep olan ve 1974’te Türkiye ordusunun adanın kuzeyini işgal ederek ikiye bölmesi, böylece kendisi dışında kimsenin tanımadığı bir devlet kurmasıyla sonuçlanan dönemdir. 1960’a kadar adanın sahibi olan İngiltere’nin, sömürge polislerini Kıbrıslı Türklerden seçmek gibi politikaları ise burada aşırı milliyetçi unsurların sivrilmesiyle ve bunların uzun süre Kıbrıs siyasetine hâkim olmasıyla sonuçlanmıştı. Esasen, Kıbrıslıların İngiliz sömürgeciliğinden kurtulma talebinin adadaki iki etnik grubun kavgasına dönüşmesinden tümüyle İngiliz sömürgeciliğini sorumlu tutmak mümkün. Tabii bu, konuyla hiçbir ilgisi olmaması gereken Türkiye devletinin sorumluluğunu ortadan kaldıran bir olgu olarak da görülmemeli.
Kıbrıs’ın suni olarak ikiye bölünmüşlüğü bir sorun olmayı sürdürüyor ve iki taraftan Kıbrıslıların önemli bir kısmının birleşme talebine rağmen, Türkiye devleti işgalci pozisyonunu terk etmiyor. Yazının ilerleyen kısımlarında detaylı olarak değineceğim bugünkü gerilim ise adada barışçıl bir çözümü bir kere daha ciddi ölçüde zora sokmuş durumda.
İki ülke arasındaki gerilimin bir diğer tepe noktası, 1996 yılında yaşanan, Kardak veya Yunanca ismiyle İmia adındaki iki kaya parçası etrafında yaşanan krizdi. Sözü edilen kayalıklarda karaya oturan bir yük gemisinin kaptanının Yunanistan’a bağlı liman müdürlüğünün yardımını reddetmesiyle ortaya çıkmış olan bu kriz birkaç gün içerisinde iki tarafta da şoven milliyetçiliğin amansızca tırmandırıldığı, gerçek anlamıyla askeri çatışmanın eşiğine gelinen bir olaya dönüştü. Askerlerin, belediye başkanlarının hatta gazetecilerin karşılıklı olarak kayalıklara çıkıp bayrak diktiği, tuhaf olduğu kadar kaygı verici bu birkaç gün içerisinde Yunanistan genel kurmay başkanının ve Türkiye başbakanı Tansu Çiller’in bunu askeri çatışmaya çevirme hevesiyle yetkilerini aşmayı dahi göze aldıkları biliniyor.4 Uzaktan bakıldığında son derece garip, hatta absürt görünen ve medya kuruluşlarıyla siyasetçilerin fırsatçılığından kaynaklanmış gibi anlaşılabilecek olan bu olay aslında iki devletin de bölgede hak iddia etmek için bir kıvılcımı nasıl hasretle beklediğini gösteriyor. Fakat gösterdiği bir diğer şey de kapitalizmin ve alt-emperyalist rekabetin bu denli irrasyonel, küçücük ve saçma bir mesele yüzünden yüz binlerce insanın can güvenliğini tehdit eden olaylara yol açabilen gerilimler ürettiğidir. Bu anlamda Kardak krizi, adeta, iki emperyalist blok arasındaki iletişimsizliğin insanlığın sonunu getirebilecek bir kapışmanın fitilini ateşlemesinden son anda dönüldüğü Küba Füze Krizinin bir minyatürü gibi görülebilir.
Üçüncü tarihsel an ise 2019 yılı sonunda başlayan ve halen içinde bulunduğumuz gerilim dönemi. Başta, küresel ölçekteki militarist ve sağcı iklim ile Ukrayna savaşının bir sonucu olarak ortaya çıkan enerji krizi olmak üzere pek çok sebepten ötürü belki de en tehlikeli ve yıkıcı potansiyeli en yüksek olan gerilim, bugün yaşamakta olduğumuzdur.
Mavi Vatan
Örneğin, Suriye’nin kuzeyinde kurulan Rojava yönetiminin kalıcı bir Kürt devleti haline gelmesi gibi, Türk devletinin en büyük kabusunun gerçek olması anlamına gelen gelişmeler dış politikada çok daha saldırgan bir hattın benimsenmesine yol açtı.5 Buna ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmeye başlaması da eklenince, bölgedeki önemli askeri ve ekonomik güçlerden biri olan ve Ortadoğu’nun kontrolü bakımından kritik bir stratejik pozisyona sahip olan Türkiye devleti, burada oluşacak boşluktan faydalanmak için heveslenmeye başladı. Tüm bunların bugünkü dış politikaya tahvil olmasını ise, geleneksel devlet, MHP ve AKP’nin işbirliği anlamına gelen Yerli Milli ittifaka değinmeden anlamak neredeyse olanaksız. Mavi Vatan doktrini ise bu ittifakın en sevimsiz evlatlarından biridir.6
Mavi Vatan tabiri, esasen 2006 yılında emekli deniz komutanı ve Balyoz davasında önce 18 yıl ceza alıp daha sonraları beraat etmiş olan Cem Gürdeniz tarafından icat edilmişti.7 Gürdeniz “Vatan savunusunun denizlerden başladığı” türünden tezler sunduğu yazılar yazıyordu. Dönemin, yani 2006 yılının dış politikası bağlamında bakılınca aşırı milliyetçi ve darbe sempatizanı emekli asker çevreleri dışında özel bir ilgi uyandırmadığını tahmin etmek zor değil. Fakat seneler boyunca Aydınlık gazetesinde “Mavi Vatan” adında köşe yazdığı dikkate alındığında, dar, ama ilerleyen yıllarda devlet içinde etkili hale gelecek bir çevrenin katiyen gözünden kaçmadığı anlaşılıyor.
Tabiri esas kavramlaştıran ve bir doktrin haline getiren ise başka bir deniz komutanı olan ve bununla beraber “FETÖMETRE” adı verilen bir “ölçme-değerlendirme cetvelini” icat edip TSK’nın kullanımına sunmuş Cihat Yaycı’dır. Yaycı, daha ileride değineceğimiz Türkiye ile Libya arasındaki deniz anlaşmasının da mimarlarından.
Sonuç olarak, Mavi Vatan, Türkiye devletinin etki alanını genişletme hırsının bir ifadesi ve T.C.’nin etrafındaki denizlerdeki yetki alanını yeniden tarif eden, yani öz savunma görüntüsü altında bir yayılma planı anlatan bir tez olarak devletin resmi dış siyaset doktrini haline geldi. Elbette yalnız bir resmi doktrin değil, aynı zamanda Türk milliyetçiliğini ve militarizmi genişletmeyi amaçlayan bir ideolojik gereç olduğunu da göstermek için Mavi Vatan resmî sitesindeki8 onlarca tanımdan birine bakmak yeterli olacaktır:
Mavi Vatan siyaset üstü bir kavramdır. Görüşü her ne olursa olsun vatanını seven her bir ferdin kutsal görmesi gereken; vazgeçilemez, vatan toprağından farkı olmayan milli değerdir. Mavi Vatan, adı üstünde Vatan’dır! Vatan ne kadar kutsal ve siyasete malzeme yapılamayacak kadar hassas bir konuysa; Mavi Vatan’da aynı kutsallıktadır; milli hassasiyetimizdir. Vatanımızın birliği bütünlüğü gibi Mavi Vatan’ımızın bütünlüğü de tartışılamaz!
Bu tanımın içeriğiyle ilgili fazla bir şey söylemek gerekmiyor kanımca, resmî ideolojinin ve bayağı otoriter milliyetçiliğin en pervazsız örneklerinden biri olduğu dışında… Savaşa, milliyetçiliğe ve militarizme karşı olan her siyasetin bu doktrini net bir şekilde karşısına alması gerektiğini vurgulamanın önemi de tanımı okuyunca kendiliğinden ortaya çıkıyor diye düşünüyorum. Ama esas önemli olan, bu doktrinin resmi politikadaki ağırlığını anlamadan, bu yazının konusu olan Türkiye ve Yunanistan arasındaki güncel gerilimi anlamanın mümkün olmayacağıdır; bu kısmın bu kadar uzun tutulması da bundan kaynaklanıyor.
Enerji İçin Rekabet
Doğu Akdeniz’de enerji yatakları bulunduğu yeni bir bilgi değil. Ancak bu yatakların ne denli büyük olduğunun anlaşılması 2000’li yılların başında gerçekleşen bir dizi keşifle başlıyor. 2010’lu yıllara gelindiğinde ise buradaki rezervlerin küresel ölçekte önem arz eden boyutta olduğu görülüyor.9 Mavi Vatan tezinin ortaya çıkışının ve doktrin olarak geliştirilmesinin de bu yıllara denk düşmesi elbette bir tesadüf olarak değerlendirilemez. Yine aynı yıllarda yapılan ve Cihat Yaycı’ya övgü dolu referanslar verilen bir başka çalışmaya göre, bu rezervlerin değeri yaklaşık 1,5 trilyon dolar civarında. Üstelik bu değeri saptayan raporun henüz Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonucu ortaya çıkan enerji krizinin patlak vermemiş olduğu bir tarihte yazıldığını, dolayısıyla bugünkü değerinin bundan misliyle fazla olabileceğini de eklemek lazım. “Milli menfaatlerimiz” gibi tabirleri hiç çekinmeden ve tırnak içine almadan kullanan aynı rapora göre, “Doğu Akdeniz’in 21. Yüzyılın en keskin hesaplaşmalarının yapılacağı bölge olacağı…” gerçeği uyarınca bu menfaatleri önemseyen herkesin kendini hazırlaması gerekiyor.10 Yukarıdaki alıntıda yüreklere ve milli duygulara seslenen Mavi Vatan sitesinin de bu yataklara iştahla baktığını gizlemek gibi bir derdi olmadığını, Doğu Akdeniz’in önemini anlatan temel makalelerden birindeki şu pasajdan anlayabiliriz:
Türkiye’nin dev bir doğalgaz ihracatçısı olması nedeniyle bu havzadaki kendi doğal kaynaklarını kullanabilmesi gelecekteki kalkınma planlarını doğrudan etkilemesi nedeniyle son derece önemlidir. Diğer taraftan Türkiye’nin bir enerji üssü olmasını sağlayacak Avrupa enerji hatlarını kontrol etmek istemesi 2023 hedeflerindendir. Bunun Türkiye’yi tartışmasız bölgesel bir güç haline getireceğini bilen Yunanistan, Mısır, GKRY ve İsrail bu enerji hattına alternatif olarak kendi planlarını yaparak Türkiye’yi ekarte etmeye çalışmaktadırlar.
Bu alıntıda da açıkça belirtildiği gibi, Türkiye devletinin Yunanistan’la restleşmeye başlaması, Yunanistan’ın 2019 yılının sonunda Kıbrıs Cumhuriyeti, İsrail, Mısır, Lübnan, Ürdün ve Filistin ile ittifaklar kurmasını, kendi malı olarak gördüğü bu kaynakların tek sahibi olmasına tehdit olarak algılamasının sonucuydu. Buna cevap olarak T.C., Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’yle (UMH)11 Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması imzaladı. Bugün gelinen noktada hâlâ Türkiye’nin UMH dışında bir müttefiki bulunmaz. Sözleşme de Birleşmiş Milletler (BM) tarafından tescil edilmiş olsa dahi, BM’deki güncel hâkim görüş, bu sözleşmenin Üçüncü Devletleri bağlamayacağı yönünde.
Bunun üzerine başlayan süreç iki devletin karşılıklı restleşmesiyle geçti. Bu restleşmeler başta diplomatik nitelikteyken, kritik bölgelerde askeri tatbikatlar ve karşılıklı sondaj çalışmaları ile sahaya taşındı. Bunlara ek olarak, örneğin, nereden peyda olduğunu kimsenin pek anlayamadığı AKP hükümetinin Aya Sofya’yı ibadete açma hamlesi de çokça yapıldığı gibi Türkiye içi kültürel çatışma bağlamında değil de bu restleşme bağlamında okununca daha fazla anlam ifade ediyor.
Fakat belki de hükümetin en berbat ve insanlık dışı hamlesi, sırf Yunanistan tarafından hırpalanabilsinler diye Meriç sınırındaki Avrupa kapılarını göçmenlere açması oldu. T.C.’nin AB’yle imzaladığı geri iade anlaşması yüzünden sınırın bu yakasında hapsolan göçmenler, geçişleriyle ilgili hiçbir sorumluluk almadan sınırın öbür yakasındaki kolluk kuvvetlerinin insafına bırakıldı, gördükleri eziyet Yunanistan karşıtı propaganda yapmak için kullanıldı, kullanılıyor.
Güç Dengesi
Türkiye basınına baktığımızda “Yunanistan’ın bize çapı yetmez” veya “Bunlar aşağılık duygusuyla hareket ediyor” gibi bazı söylemler üzerinden, Türkiye’nin “büyük abi” olduğu, “büyüklük edip saldırmadığı fakat sabrının taşırılmaması gerektiği” türünden bir hikaye üretilmeye çalışıldığını görüyoruz.12 Devletin en tepesinden, “bir gece ansızın gelebiliriz” diye açıklama yapılması ise bunun belki de en çarpıcı örneği oldu. Bu, Cumhurbaşkanının, faşist katillerin sloganını kullanarak bu gerilim üzerinden dış politikada en az Erdoğan kadar sağcı olan muhalefete gövde gösterisi yaptığının ve toplumdaki en milliyetçi unsurları kendi etrafında toplamaya çalıştığının da açık bir göstergesi.
Geçtiğimiz günlerde Erdoğan, Avrupa Siyasi Topluluğu zirvesinde bir konuşma yaparken Miçotakis’in salonu terk etmiş olması ise iki devletin de bu gerilimi kullanışlı bulmaya devam ettiğini gösterdi.
Türkiye’nin ve Yunanistan’ın tek başlarına askerî güçlerini kıyaslamanın güç dengesini anlamak için geçerli bir yol olduğunu düşünen birinin dünyasından bakıldığında, hükümetin toplumu inandırmak için bunca çaba sarf ettiği, Türkiye’nin kıyas kabul etmeyen askeri üstünlüğü tezi doğru gibi görülebilir. Zira TSK dünyanın 13’üncü, NATO’nun ise 5’inci büyük askeri gücü durumunda. Hatta Türkiye’nin tartışılmaz askeri üstünlüğüne inanılması o kadar arzulanıyor ki cumhurbaşkanı NATO nezdinde, çıkıp Türkiye’nin NATO’nun 2’inci büyük ordusu olduğu gibi bir hüsnü kuruntuyu bile ifade edebiliyor. Bu ifade pespaye göründüğü kadar ürkütücü de. Çünkü anlaşılan o ki Türkiye’nin askeri gücü seferberlik durumunda askere alınabilecek insan sayısına göre ölçülüyor.13
Ancak Yunanistan’ın 2020 yılının yaz aylarında Doğu Akdeniz’de ilan ederek sürdürdüğü askeri tatbikatlara Fransa, ABD, Mısır, İsrail, Kıbrıs Cumhuriyeti ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin katılmış olması bile tek başına, Türkiye’nin ne kadar yalnız olduğunu gösteriyor. Aslında sürecin en başından beri ABD de, sağcı Miçotakis hükümetinden yana tutum alacağını hiç gizlememişti, esas belirleyici olan da buydu. Fakat daha da kritik olanı, geçtiğimiz Eylül ayında ABD dışişleri bakanlığının önümüzdeki bütçe döneminden itibaren Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yönelik silah ambargosunu kaldıracağını açıklaması oldu. Bu yalnızca ABD’nin Yunanistan’dan yana tutum aldığının değil, bu tutumun kalıcı olacağının da bir göstergesi. Erdoğan’ın ABD’ye parmak sallayan açıklamalarının ise bu koşulda boş sözler olmaktan öteye gidemeyeceği, kendisine dahi aşikâr olsa gerek. Tüm bunlar, bu koşulda, gerilimin yakın gelecekte bir sıcak çatışmaya dönmesinin imkansıza yakın olduğu anlamına geliyor. Ancak burada “yakın” sözcüğünün altını çizmek gerekir.
Elbette bu durum ABD’nin bir barış elçisi olduğu, ağırlığını koyarak burada ateşkesi temin ettiği şeklinde yorumlanmamalı. Çoğu okuyucuya aşikâr olduğunu tahmin ediyorum ama devamlı olarak söylemekte sakınca değil fayda var: ABD yıllık 800 milyar dolar askeri harcamayla hâlâ dünyanın açık ara en büyük askeri gücü ve dünyada barışın karşısındaki en büyük tehdit. Geçtiğimiz 80 yılda ABD’nin – dolaylı veya dolaysız– sorumlu tutulamayacağı bir savaş durumu bulmak neredeyse imkânsız. Bugün Ukrayna’daki savaşta da ilk taşı atan ABD değildi belki ama savaşın başlamasını provoke eden NATO’nun Soğuk Savaş sonrası genişleme stratejisi, beklenebileceği gibi bir ABD doktrinine dayanıyordu.14 Buna, bugün Ukrayna’ya milyarlarca dolar silah yardımı yapmasının ve gelecekte de yapmaya devam edeceğine dair teminat vermesinin arkasında Ukraynalıların kendi kaderini tayin hakkına duyulan derin bir saygının değil, küresel hegemonya mücadelesinde Ukrayna halkını piyon gibi görüyor oluşunun yattığını15 da eklemek gerekiyor. Yani sonuç olarak Kıbrıs’a veya Gayri Askeri Statüdeki Adalara silah gönderilmesi bugün ani bir askeri müdahaleyi Türkiye devleti için olanaksız kılsa da esasen bölgedeki askeri iklimi ve silahlanma yarışını uzun vadede tırmandıracak bir adım olarak görülmeli. Burada devrimci Marksist tutum, iki militarist ve alt-emperyalist devlet ile dünyanın rakipsiz en zorba askeri gücü arasında bir seçim yapmayı değil, tüm ülkelerin emekçilerini önce kendi devletlerinin askeri harcamalarına ve nihayet bölgede ve dünyada ölümden başka bir şey getirmeyen emperyalizmin arkasındaki motor olan kapitalizme karşı birleşme çağrısı yapmayı gerektiğini görmektir.
Güneş, Rüzgâr Bize Yeter
Konunun çok dışına çıkmadan mutlaka vurgulanması gereken bir diğer mesele de şüphesiz bütün bu gerilimin ağırlıklı olarak fosil yakıtlar etrafında yaşanıyor oluşu. Dünya yok oluşa doğru giderken Türkiye’nin 572 yıllık doğalgaz ihtiyacını karşılayacağı söylenen hidrokarbon rezervleri için savaşın eşiğine geliniyor oluşu en az savaş kadar tehlikeli bir başka duruma işaret ediyor. Fosil yakıta alternatif enerji kaynaklarına acilen ve küresel olarak geçilmezse 572 sene sonra ortada hâlâ Türkiye diye bir şey olacağını düşünmek bile düpedüz çılgınlık.
Burada mutlak önceliğimiz tırmanan gerilimin diplomatik yolla acil çözümü olmalı. Fakat son tahlilde, orada sondaj yapmaya gelecek onlarca geminin, hangi devletin sermayesine ait olursa olsun, insanlığa vereceği tahribatın karşısına dikilmek de hayatî önem taşıyor. Öte yandan, başta Biden hükümeti olmak üzere iklim adaleti için yetersiz de olsa birtakım adımlar atma sözleri veren sermayenin ve onları temsil eden siyasi liderlerin ne denli ikiyüzlü olduğunu ayrıca teşhir etmek gerekir.16
Emekçilerin Savaştan Bir Çıkarı Olmaz
Bir şeyin altını kalın kalın çizmek gerekiyor: Bu gerilim henüz sona ermiş değil. O yataklar orada durdukça, ne Türkiye ne Yunanistan ne de ABD bölgeyle ilgilenmeyi bırakacak. İki küçük aktör her fırsatta şansını denemeye ve birbirini kaşımaya devam edecek, bu gündem aşağıdan bir meydan okumayla karşılaşmadıkça, iki devlet de silahlanmayı artırarak sürdürecek ve sağcı militarist siyasetlerin alanı genişleyecek.
Gerek Mavi Vatan tezi gerekse T.C.’nin Suriye heyecanları sönümlenmedikçe Türkiye devleti, gaz yataklarının kontrolü anlamına geldiği kadar Ortadoğu’ya geçişin de kontrolü demek olan Doğu Akdeniz’in mutlak hâkimiyetini ele geçirme arzusunu terk etmeyecek. Ve iki devletin bu hırslarının sıkılmayla, yorulmayla azalmayacağı da bir gerçek. Ayrıca, Ukrayna’daki emperyalist savaşın, tüm dünyada silahlanmayı ve militarizmi tırmandıran etkisinin yanı sıra her an güç dengelerini ve ittifakları değiştirebilecek, Türkiye gibi alt-emperyalist devletlerin doldurmaya heves edeceği yeni çatlaklar üretmeye gebe olduğunu da eklemek gerekiyor. Buna karşı koyabilecek tek güç, iki ülkenin emekçilerinin savaş ve militarizm karşıtı birliği olabilir. Burada esasen uzun vadede hedeflenmesi gereken şey, küresel ölçekli bir savaş karşıtı hareketin diriltilmesi ve yükseltilmesi olmalı. Kesif bir sağ bulutun üzerimize çöktüğü bu çağda uzak bir ihtimal gibi görülebilir, ancak bizlerin emeğiyle üretilen kamu kaynaklarının savaş tüccarlarına akıtılmasının ve bu harcamaların bize yıkım ve ölüm olarak dönmesinin karşısında durmak gerektiği fikri her zaman geniş kitlelerin içinde kök salma potansiyelini taşıyor, bunu unutmamalıyız.
Bu noktada Ege’nin bu yakasındaki sosyalistler için gözden kaçırılmaması gereken bir nokta daha var ki o da, Yunanistan hükümetinin de AKP’yle yarışacak kadar sağcı ve milliyetçi olmasını, iki hükümeti eşit derecede suçlamak gerektiği şeklinde yorumlamanın yanlışlığıdır. Milliyetçiliğe karşı mücadele, ancak her ülkenin emekçilerinin kendi egemen sınıfını köşeye sıkıştırmasıyla kazanılabilir. Yönetenlerin suçu karşıya atmasına olanak sağlayacak her türlü söylem bize değil onlara fayda sağlar.
DİPNOTLAR:
1 Foti Benlisoy’un Kahramanlar Kurbanlar Direnişçiler (2019) kitabı, bizim bildiğimiz adıyla Kurtuluş Savaşı veya Yunanistan‘daki adıyla Küçük Asya Seferi’nde savaştan bıkan askerlerin, (iki cephedeki askerler üzerinde de ciddi tesiri olan) Komünistler tarafından yayılan savaş karşıtı propagandaya ve diğer cephedeki askerlerle dayanışma kurmasına engel olmak için bu düşmanlık mitinin nasıl telaşla icat edildiğine büyük bir incelikle ışık tutuyor.
2 Bkz. i) “Yunanistan Başbakanı: Türkiye Sadece Yunanistan’la Değil Tüm Avrupa ile Karşı Karşıya”; https://greekreporter. com/2022/09/27/turkey-faces-not-just-greece-but-all-europe/
- ii) “Erdoğan ve onun Yunan ve Arap topraklarını ele geçirmek için çevirdiği ‘neo-Osmanlı’ oyunları”; https://www.keeptalkinggreece.com/2022/06/06/erdogan-dangerous-games-greece-arabt-territories-ottoman/
3 Bkz. “İngiliz emperyalizmi Kıbrıs’ı nasıl böldü?”; https://socialistworker.co.uk/features/how-british-imperialism-split-cyprus/
4 “Kardak krizinin 25. yılı: Türkiye ve Yunanistan nasıl savaşın eşiğine geldi?”; https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-55882481
5 Bkz. “Türk askeri neden Suriye’de?”; http://isj.org.uk/why-turkish-troops-are-in-syria/
6 “Mavi Vatan tezinden geriye kalan”; https://marksist.org/icerik/ Yazar/16173/Mavi-Vatan-tezinden-geriye-kalan
7 Vikipedi’ye göre, Gürdeniz “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum” sözünü örnek göstererek ana vatan savunmasının Mavi Vatan’da başlaması gerektiğini savunmaktadır. Burada Türkçe Vikipedi’nin T.C.’nin tüm resmi tezlerini herkesçe kabul edilmiş olgular gibi aktaran içeriklerle donatılmış olmasının yanına bir soru işareti koymayı anlamlı buluyorum.
8 Burada mavivatan.net “resmî” bir site olarak anılsa da sitede herhangi bir resmi kuruluşun sitesi olduğuna dair bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Türkiye donanmasının fiziki gücüne dair detaylı ve somut bilgilerden Yerli denizaltı müjdelerine, Yunanistan donanmasının beceriksizliklerine dair makalelerden Montrö anlaşmasının denizleri ilgilendiren maddelerine kadar, devletin resmi tezini kabul ettirmek için her türlü içerikle donatılmış bu kadar nizami bir propaganda sitesinin vatan sevgisiyle coşmuş üç beş kişi tarafından hazırlandığını düşünmek güç.
9 Bkz. “Doğu Akdeniz’de Enerji Denklemi”; https://www.insightturkey.com/articles/the-energy-equation-in-the-eastern-mediterranean
10 Bkz. “Doğu Akdeniz’deki Hidrokarbon Rezervleri Türkiye’nin 572 Yıllık İhtiyacını Karşılıyor”; https://bau.edu.tr/haber/15966-dogu-akdeniz%E2%80%99deki-hidrokarbon-rezervleri-turkiye%E2%80%99nin-572-yillik-ihtiyacini-karsiliyor
11 Libya iç savaş halindeki bir ülke ve UMH de burada birbiriyle rekabet halinde bulunan iki yönetimden birisi. Diğeri ise Temsilciler Meclisi’ne bağlı Libya Ulusal Ordusu.
12 Örneğin; i) “Ersan Şen: Yunanistan çapı bakımından Türkiye ile boy ölçüşecek ülke değil”; https://www.yenisafak.com/gundem/ ersan-sen-yunanistan-capi-bakimindan-turkiye-ile-boy-olcusecek-ulke-degil-3857983, ve ii) “Yunanistan; bir Cüce’nin hezeyanları”; https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/dusunenlerin-dusuncesi/yunanistan-bir-cucenin-hezeyanlari-6695574
13 Türkiye, nüfus yoğunluğu, genç nüfus ve zorunlu askerlik gibi olguların bir sonucu olarak askere alınabilir personel kriteri esas alındığında ABD’nin ardından ikinci en kalabalık orduya sahip. Bu sebepledir ki Yeni Akit gibi hükümet propaganda organları bu gibi sıralamaları verirken mecburen Türkiye’yi nihai askeri güç bakımından olduğu yerde gösterse de ilk kriter olarak toplam nüfusu kullanıyor. Devletin bizlere nasıl baktığına çarpıcı bir örnek.
14 Bkz. “Batı’nın savaşları Ukrayna savaş alanında sürdürülüyor”; https://socialistworker.co.uk/what-we-think/wests-wars-still-playout-on-ukraine-battleground/
15 Lockheed &Martin, Raytheon gibi Ortadoğu’nun dümdüz edilmesinden on milyarlarca dolar kazanan silah şirketleriyle bizzat görüşen, Ukrayna’daki savaşı “doğu Avrupa’nın İsrail’i olacağız” diyerek pazarlayan Zelensky ve hükümetini de “Ukrayna halkı” olarak değil savaştan kendi çıkarı olan Ukrayna egemen sınıfının parçası olarak görmek gerektiğini not düşelim. Bkz. https://www.indyturk.com/node/494751/d%C3%BCnya/ukrayna-devlet-ba%C5%9Fkan%C4%B1-zelenski-b%C3%BCy%C3%BCk-i%CC%87srail-olaca%C4%9F%C4%B1z
16 Bkz. “Yükselen Benzin Fiyatları Biden’ın Enerji Gündemini Sekteye Uğratabilir”; https://www.dunyaenerji.org.tr/yukselen-benzin-fiyatlari-bidenin-enerji-gundemini-sekteye-ugratabilir/