Dünden Bugüne Sanat ve Faşizm

Figen Dayıcık Fırat

 

Uygarlık emekle kuruldu, sanat emekle gelişti. Emeğin ve uygarlığın olduğu yerde sanat da var oldu. Sanat ve emek sözcüklerinin yan yana gelmesi ise uzun mu uzun bir hikâye, insanın toprağı işlemesiyle başlayan bir hikâye. Hikâyenin kişileri de zenginliği elinde tutanlar, onların birikimini koruyanlar, sömürülenler, bir de faşistler.

Oktay Rifat’ın “Elleri var özgürlüğün” şiirinin dolaylı da olsa emek ve faşizm ilişkisine odaklandığı söylenebilir. Bu şiirde işçilerin eliyle özgürlüğe ulaşılacağına, emeğin önemine estetik bir dille değinilir. Şiirin başka bir bölümünde “Öpüşmek yasaktı, bilir misiniz / Düşünmek yasak / İşgücünü savunmak yasak!” diyen şair okurlarına iş gücünü savunanların karşısındaki faşistleri düşündürür; işçilerin, özgürlüğün karşısında olan faşistleri. Faşistler, sanatın da karşısındadır çünkü sanatın özü özgürlüktür.

Sanatın ne olduğuna dair birçok tanım ve açıklama yapılabilir. Bu yazıda sanat ve faşizm ilişkisi üzerinde durulacağından sanatı iki yönüyle değerlendirmek yerinde olacak. Aristoteles’ten beri yorumlanmaya çalışılan doğa, idealize edilmiş bir doğadır. Bu, varoluşla uygunluk içinde olmaktan ziyade olması gerekeni ütopik bir bilinçle gerçeklikten uzak tutan, ideal bir dünyayı yansıtan sanat anlayışını ortaya çıkarır. Dolayısıyla sanat eseri, nesneleri olduğu gibi değil de nasıl olması gerekiyorsa o şekilde tasvir eder. Dünyada çirkin, hoşa gitmeyen şeyler olduğu halde, sanat eseri yalnızca güzel ve hoş olanı seçer. Oysa acı, keder, ıstırap, üzüntü yaşamın bir diğer yüzüdür. İdealleştirilmeye çalışılan bu dünya sadece salt mutluluğun, güzelliğin ya da barışın hüküm sürdüğü bir düzen değildir. Marx’a göre, bu dünya ezenlerle ezilenler arasında kesintisiz bir mücadelenin olduğu, ekonomik temelli bir üretim ilişkisi ağıdır. Marx, sanat ve yazını, yalnızca kendi iç gelişme yasalarından hareket edilerek kavramanın kesinlikle olanaksız olduğunu düşünüyordu. Ona göre sanat insanın toplumsal varlığının bir parçasıydı.

Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Özgür insanlarla köleler, patrisyenlerle plebler, baronlar ve serfler, lonca mensubu yurttaşlarla kalfalar, kısacası ezenlerle ezilenler arasında her zaman çelişki vardı, bunlar birbirlerine karşı kâh gizli kâh açık kesintisiz bir mücadele yürüttüler, her defasında tüm toplumun devrimci bir dönüşümüyle veya mücadele eden sınıfların beraberce çöküşüyle sonuçlanan bir mücadeleydi bu.[1]

Max’tan yola çıkarak sanat eserlerine, üretildikleri dönemin politik ve ideolojik ilişkilerinin birer ürünüdür, denebilir. Her dönem kendi estetik değerlerini yaratır. İki dünya savaşı arasında yaşanan dönemde, İtalya ve Almanya’da faşistlerin iktidarda olduğu zamanda, sanat yeniden şekillendi. Demokrasinin ortadan kaldırıldığı, işçi sınıfı örgütlenmelerinin ezildiği, yeni bir emperyalist savaşa doğru hızla yol alındığı, Avrupalı Yahudilerle diğer ezilen grupların Auschwitz ve diğer ölüm kamplarında soykırıma uğratıldığı dönemde müspet bir sanat anlayışından bahsetmek zor. Hitler ve Mussolini, kendi yönetim şekillerini hayata geçirmeye çalışırken korkunç yüzlerini, katliamlarını saklamak için iki şeyden yararlandılar: Yasaklardan ve propagandadan. İstedikleri gibi propaganda yapabilmek için iletişim araçlarını tekelleştirmek, sanatı kendilerine göre yorumlamak ve yasaklarla gerçekleri gizlemek faşist rejimlerin olmazsa olmazıdır. Onlar sanatı hem bir propaganda aracı yaptı hem kendilerine göre eğip büktü hem de kendi anlayışlarını topluma dayatma aracı olarak gördüler. Bu nedenle edebiyat, resim, müzik, sinema dolayısıyla yazarlar, yönetmenler, oyuncular, müzisyenler kontrol altına alınmalıydı. Bunlara yazının ilerleyen bölümlerinde değinileceğinden öncelikle bir sanat akımının nasıl faşizme alet edildiğine bakmalı, özellikle de Alman faşizminin en etkin ismi Goebbels’in gözünden:

Zamanımızın niteliği tamamıyla ekspresyonisttir. Bizler, bugünün insanları olarak hepimiz ekspresyonistiz. Dünyayı onunla biçimlendirmek istiyoruz. Ekspresyonizm, içinde yeni bir dünyayı biçimlendirmek istiyor. Goebbles ekspresyonizmi (dışavurumculuk / doğanın göründüğü gibi değil hissedildiği gibi tasvir edilmesi gerektiği anlayışı) kendine göre yorumlayıp edebiyatı ve sanatı, faşist yaşam tarzını şekillendirmenin temeli olarak almıştı. 1920’ler boyunca ve hatta 1930’ların başında açıkça ekspresyonist sanatın Alman ruhunu yansıttığını vurgulamış, ekspresyonizmin gerçekliği bozarak yeniden kurgulayan özelliğine olumlu yaklaşmıştı. Bu sayede ekspresyonizmi faşist propaganda açısından kullanması mümkün oldu. Goebbles 1920’de ekspresyonist bir roman da kaleme almıştı.[2]

Sinema 1930’lu yıllarda yeni yeni gelişen ve geniş kitlelere ulaşabilen etkili bir sanat dalıydı. Bu nedenle Nazilerin en belirgin çalışmaları sinema dünyasına dair olmuştu:

11 Mart 1933’te RMVP’yi (Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı) kurarak atılmış ve bu bakanlığın başına Goebbels getirilmişti. O da RMVP’nin bir alt organı olan RKK’yı (Reichskulturkammer: Kültür Odası) kurmuştu. RKK güzel sanatlar, edebiyat, müzik, basın, radyo, tiyatro ve film olmak üzere yedi ayrı odadan oluşmaktaydı. Dikkat çekici olan RFK’nın (Film Odası) kültür odasından önce kurulmuş olmasıdır. Bu durum açıkça NSDAP’nin (Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi) filme verdiği önemi göstermektedir. RFK ile birlikte Filmwelt (Sinema Dünyası) merkezileştirilmeye çalışılmış ve bu amaçla film endüstrisinde çalışan oyuncu, kameraman, yazar, yönetmen, set tasarımcısı ve editörlerin hepsine RFK’ya üye olma zorunluluğu getirilmiş ancak üyelik [hakkı] sadece ‘Aryan’ yani saf Alman ırkından olanlara tanınmıştı. Bu ayrıştırma ve merkezileştirme çalışması sadece kişilerle sınırlı kalmamış kurumlara yönelik de çalışmalar yapılmıştı. Film endüstrisinin mali zorluklarını giderebilmek adına kurulan FKB (Filmkreditbank: Film Kredi Bankası) Nazi hükümetinin film üretim takvimi üzerinde belirli bir kontrol gerçekleştirmesine imkân tanımıştı. Film endüstrisi içerisindeki küçük şirketler piyasadan yavaş yavaş silinmeye başlamış, devletin “tekelci stratejisi” bağımsız girişimciyi büyük ölçüde yok etmişti.

NSDAP’nin film üretim sürecine yönelik en önemli müdahalesi de 1934’te çıkarılan Reichslichtspielgesetz (Reich Sinema Kanunu) gösterilebilir. Kanunun özellikle yedinci maddesi film içeriğinin Nasyonal Sosyalist anlayışa karşı ‘tehdit’ olarak algılanması durumunda hükümete filmi yasaklama imkânı vermekteydi. Bunun yanında ‘dini-ahlaki değerlere’ ve ‘Almanya’nın diğer ülkelerle olan ilişkilerine’ zarar verici nitelikte olmak da bir filmin onay alamamasına yol açmaktaydı. Faşizmin tahammülsüzlüğüne en güzel örneklerden biri de Goebbels’in emriyle sanat eleştirilerinin yasaklanmasıdır. Bunun ardından aynı yıl filmler de dahil tüm sanat eserleri hakkındaki her türlü olumsuz eleştiri de yasaklanıp sadece tanıtım yazılarına müsaade edilmişti. Tüm sinema salonlarında her film gösteriminden önce bir tane Kulturfilm (kurgusal olmayan, eğitici amaçlı kısa film) gösterilmesi zorunlu hale gelmiş, Kasım 1938’den itibaren Wochenschau (Aktüalite Filmi) gösterimi de benzer şekilde mecburi tutulmuştu. Bu sayede çoğunlukla Wochenschau, Kulturfilm ve uzun metrajlı film düzeniyle gösterilen zorunlu bir ‘sinematik üçleme’ ortaya çıkmış oldu.[3]

Wochenschau, günümüzdeki televizyon haber bültenlerine benzer bir işlev görmekteydi. Bugün de kapitalistlerin ve diktatörlerin elindeki yayın araçlarında kendi çıkarlarının ve tektipleştirici politikalarının propagandalarını izlenmekte.

Adorno, faşizmin kaba bir baskıyla gerçekleştirdiği bütünleştirmeyi/standartlaştırmayı, liberal demokratik yönetimlerin kültür endüstrisi aracılığıyla yani bir “özgürlük yanılsaması sunarak” gerçekleştirdiği yorumunu yapar. Ona göre, modern kültür her şeye benzerlik bulaştırır. Bu endüstrinin en önemli araçları da filmler, dergiler ve radyolardır. Bu yüzden Adorno liberal demokrasinin seçme özgürlüğü masalının sadece sınırlı seçenekler arasından bir seçim yapabilme anlamında olduğunu dile getirir. Kültür endüstrisinde her şey önceden belirlidir ve “herkes için uygun bir şey” öngörülmektedir.[4] Holywood filmlerindeki klişeler de bunun en iyi örneğidir: Ailenin kutsallığı, tanrı övgüsü, cinsellikle ilgili sınırlar vb… Birçok filmde aile vurgusu açıktır. Örneğin, 2012 filminde anne-baba ayrıdır, annenin bir ilişkisi vardır, baba kahramandır (!) ve her daim problemleri çözer, beceriksiz sevgilinin yerini de filmin sonunda baba alır, böylece kutsal aile bir araya gelir. Filmde bir de Amerikan başkanı profili çizilmiştir ki dünya başkanları arasında en duyarlısı odur. “Büyük İskender” filmi de dolaylı olarak Amerika’nın Irak’ı işgali, Bush’un oraya özgürlük ve demokrasi götürmek istemesi ve Bush’un propagandasını yapması açısından film ve propaganda ilişkisine iyi bir örnektir. Ayrıca Holywood filmlerinin sevişme sahnelerinde kasık çizgisinin ötesine geçilemez, geçilirse o film Holywood filmi olamaz, Holywood filmi olmadığı gibi o filmin gösterimi de yapılamaz.

Sanata müdahale her dönemde söz konusudur ve faşizm tehlikesi de yanı başımızda duruyor:

Günümüzde geçmişin hayaletleri yeniden beliriyor. Naziler yeniden büyüyor, parlamentolara giriyor, milyonlarca oy alıyor ve siyasal atmosferi ırkçı zehirleriyle kirletiyorlar. Auschwitz’in özgürleştirilmesinden ve Mussolini ile Hitler’in rejimlerinin imha edilmesinden sonra ilk kez böyle güçlerin zaferi mümkün oldu. Bugün faşistler, özellikle sokaklarda 1. ve 2. Dünya Savaşı arasındaki dönemde olduklarından hâlâ çok daha zayıflar ama tekrarlanan ekonomik kriz ve onun neden olduğu siyasal altüst oluşlar onları harekete geçirip büyümelerini daha da hızlandırabilir.[5]

Maalesef yeni çekilen ve izlenen filmler, diziler de faşistlerin değirmenine su taşımakta. Örneğin, dört yıldır televizyon ekranlarında devam eden “Çukur”, aile ve erkeklik üzerine bir mafya dizisi. Bu dizinin ilk yayımlandığı tarihten bugüne kadar ısrarla vurguladığı slogan ise şu: “Aile her şeydir.” Sert zamanlarda hayatta kalabilmenin formülünü, mahallenin ilk kuşak kabadayısı İdris Baba, dizinin hemen başlangıcında verir: “Ailen yanında değilse sıfırsın, yoksun, hiç kimsesin, hiçbir şeysin.” Dizinin bu bakış açısı toplumu aile üzerinden örgütleme mesajı verip aileyi yüceltiyor.[6] Almanya’da, devrimin maddi koşulları yerine gelmiş olmasına rağmen, toplumun faşizme yönelmesinin altındaki psikolojik etkenlerin başında toplumun buyurgan eğilimlerinin geldiği söylenebilir. Toplumdaki buyurgan eğilimler de ailede başlar. Michael Haneke’nin “Beyaz Bant” filmi Almanya’nın aile yapısını gözler önüne sererken faşizme giden yolun aileden nasıl geçtiğini aşama aşama anlatır.

Faşizmin neden olduğu en büyük tehlikelerden biri de savaştır. Walter Benjamin’in ‘politikanın estetikleştirilmesi’ ve Max Weber’in ‘dünyanın büyüsünün bozulması’ kavramlarından yola çıkarak faşizmle estetik arasındaki ilişkiye ve savaşın kaçınılmazlığına yeniden bakılabilir. Weber’e göre, modern öncesi toplumlar dünyanın işleyişini doğaüstü güçlerle açıklarken yaşamı anlamlı kılmaktaydılar. Ancak rasyonelleşmeyle birlikte dünyanın işleyişi çeşitli hesaplamalarla açıklanır hale geldi ve bu durum büyüye olan inancı ortadan kaldırdı. Sonuç olarak kayda değer ve anlamlı bir düzene tabi olan bir dünya ve yaşam örüntüsüne yönelik artan bir istek oluştu.[7]

Teknolojik rasyonalitenin doğaya hâkim olma arzusuyla onu baskı altına alması ve insanı doğasına yabancılaştırması karşısında “anlamlı bir düzene tabi olma” isteğinin politik düzeyde faşizm biçiminde yankı bulduğu öne sürülebilir. Benjamin bu noktada faşizmin, modernitenin bu içsel çelişkilerinden, “anlamın kaybolması”ndan yararlandığını ve bu boşluğu yeniden bir sembolleştirme ile doldurduğunu ifade eder. Ona göre artan kitlesel proleterleşme karşısında faşizm, insanlara kendini ifade etme şansı verirken mevcut mülkiyet yapısına dokunmamaktadır. Dolayısıyla faşizm, kurtuluşu insanlara haklarını vererek değil, onlara kendilerini ifade etme şansı tanıyarak sağlamayı ummaktadır. Bunun mantıklı sonucu politikanın estetiğe indirgenmesidir. Benjamin politikanın faşizmde bütünüyle estetikten ibaret hale geldiğini ve estetiğe indirgenmiş bir politikanın kendisini en iyi savaşla ifade edebildiğini, savaşın da – mevcut mülkiyet yapısı sürdürülmesine rağmen – teknik kaynakları mobilize etme imkânı sağladığını söyler. Bu bir anlamda yıkımdır. Faşizmde, kendine yabancılaşma olgusu öyle bir noktaya yükselir ki birey artık kendi öz yıkımını bile bir estetik haz olarak duyumsaması kaçınılmazdır. Bu, politikanın estetiğe indirgenmesi, yani politikanın estetikleştirilmesidir.[8]

Hitler döneminde çoğunlukla hükümetin icraatlarını konu olan kısa filmlerle cepheden haberler verilmekte, ordunun başarıları övülmekteydi. RMVP, savaş boyunca kamuoyunun savaş hakkında “bilinçlendirilmesi” için uğraşmış, insanları sürekli savaşmaya hazır bir vaziyette tutmaya çalışmıştı. Halka hangi ilkeler uğruna savaşıldığının izah edilmesi, savaşın meşruiyetinin sağlanması, savaş durumunda olunduğunun pekiştirilmesi ve motivasyonun yüksek tutulması için zaferlerin anlatılmasında newsreel (aktüalite filmi) tekniği kullanılmıştı. Savaşı kamuoyu nezdinde meşrulaştırmak için propaganda filmi yapmak konusunda Sovyetlerin, ABD’nin ya da İngiltere’nin Nazi Almanya’sından geride kaldığı söylenemez. Savaşın devam ettiği yıllarda bu tarz propaganda filmlerinin en iyi örneklerinden biri Amerikan yapımı, Delmer Davis’in Destination Tokyo (Hedef Tokyo, 1943) filmidir. Filmde Amerikalı bir asker, karısına savaşla ilgili bir mektup yazar, savaşı meşrulaştırmak için mektupta düşman Japonların ve Almanların “ırksal olarak aşağılık” olmalarından bahsederken, bir taraftan da görüntülerle bu durum desteklenmeye çalışılır. Müttefik Çinlilerin ve Rusların ise genetik özelliklerinden ötürü savaşı kazanmaları gerektiği vurgulanır, üstelik Amerikalılar ile olan benzerliklerine de dikkat çekilir. Almanya, Wochenschau konusunda değil ama Kulturfilm konusunda diğer ülkelerden ayrılmaktadır. Çünkü diğer ülkelerde bu tarz filmlere çok önem verilmediği bir dönemde Almanya’da pek çok Kulturfilm yapılmıştır.[9] Faşizm kavramı, bugün otoriter baskıcı liderler, sağ-muhafazakâr partiler ve onların uygulamaları için, gelişigüzel bir şekilde kullanılmaya başlandı. Kavramın yanlış kullanımı, beraberinde yanlış yorumlamaları getirdiği gibi kavramın kendisinin içini de boşalttı. Bu nedenle neyin, nerede, nasıl söylendiği çok önemlidir. Doğru bir mücadele için, kavramlar, ifade ettikleri anlamlar doğrultusunda kullanılmalı. Ingeborg Bachmann “Malina” adlı romanının önsözünde, “Faşizm iki insan arasında başalar” cümlesini kurmuş. Bu, ilişkilerinde sorun yaşayan insanlar için önemli bir cümledir, çünkü anne-çocuk, baba-oğul, iki sevgili, öğretmen-öğrenci vb. ilişkilerde insanlar birbirleri üzerinde tahakküm kurabilmektedir.

Önsözdeki bu cümlenin kullanımı oldukça sorunludur fakat sorunlu olduğunun farkına varılamıyor. Böyle bir ifade dil ustası yazarın mı yoksa çevirmenin tercihi midir bilinmez (bunu çözebilmek için Almanca bilmek gerekir), ama bilinen bir doğru da iki insan arasında faşizmin olamayacağıdır. Olsa olsa baskı, engelleme, şiddet vb. olur. Bu eylemler faşizmin doğasına uygun olsalar da faşizm kavramının tanımına uzaktırlar.

Faşizmi en iyi tanımlayan kişilerden biri de Leon Troçki’dir. Ona göre faşizmin amacı, devrimci olanlardan muhafazakâr olanlara kadar tüm işçi sınıfı örgütlenmelerinin kalıcı olarak yok etmektir. Faşizm sadece bir misilleme, zorbalık ve polis terörü rejimi değil, burjuva toplumu içindeki bütün proleter demokrasi ögelerinin köklerinin kazınmasına dayanan belirli bir hükümet sistemidir. Bu nedenle, sadece işçilerin en devrimci kesiminin fiziksel yok edilişi değil, bütün bağımsız ve gönüllü örgütleri ezmek, proletaryanın bütün siperlerini yıkmak ve son çeyrek yüzyıl içinde sosyal demokrasi ve sendikaların elde ettiği ne varsa kökünden kazımak da gereklidir.[10] Aslında işçi direnişi kırıldığında domino taşları gibi tüm demokratik kurumlar da yıkılmaya başlar. Esther Vilar’ın, Hitlerin baş mimarını anlattığı “Dünyanın Başkenti – Speer” adlı oyunu çok çarpıcıdır. Oyunda, Hitlerin işçileri nasıl kontrol ettiği, onlara nasıl davrandığı ve faşizmin ne olduğu anlatılır. Tek perdelik oyun, Speer’in hapisten çıkması üzerine yeniden hapse girmesini sağlamak için kurmaca bir görüşme yapılmasına dayanıyor. Speer’a deneyimlerinden yararlanılmak istenildiği söylenir ve kurulacak işyerinin başına getirilme teklifi yapılır, teklifi önce reddeden Speer bir süre sonra faşist yönünü ortaya çıkaran konuşmalara başlar. En çarpıcı önerisi ise mealen şöyledir: Biz işçileri çalıştırmak için başlarına silah dayardık, başkaldırıyor ve çalışmak istemiyorlarsa tetiği çekerdik ama şimdi buna gerek yok, kapının dışına on tane işsiz insanı koyunca istediğiniz şekilde çalıştırırsınız. Ve Speer yeniden hapse yollanır. Oyunda onun eylemleri engellenmiş olsa da bugün hâlâ faşist hareketlerle karşı karşıyayız.

Gerard Depardieu ve Robert De Niro’nun oynadığı 1900 (Novecento) filminde de faşizmin ne olduğu çarpıcı bir şekilde çıkıyor karşımıza. Filmde, 20. yüzyılın ilk yarısında, toprak sahibi aristokrat bir aile ve iki farklı karakter üzerinden İtalya’daki siyasi ortam ve dünya savaşı konu ediliyor. Sınıf çatışması üzerine çarpıcı ve destansı bir hikâyeye sahip olan film; 1900 senesinin yazında çiftlikte iki çocuğun doğmasıyla başlar. Olmo, çiftlikteki bir tarım işçisinin gayrimeşru oğlu; yaşıtı olan Alfredo ise toprak sahibi zengin ailenin mirasçısıdır. İki çocuk arasında bir dostluk gelişir ve yaşanan olayların etkisiyle bu dostluk zamanla düşmanlığa dönüşür. Yokluk içindeki Olmo, sosyalizm yanlısı bir eylemci, savurganlık ve sefahat içinde yaşayan Alfredo ise yükselen faşist siyasi iklimin destekçisi olur. Filmde iki yetişkinin farklı siyasal görüşleri üzerinden işçi-patron ilişkisi ve Olmo Dalco’nun liderliğindeki işçilerin başkaldırıları mükemmel bir şekilde anlatılıyor.

Mark L. Thomas’ın “Günümüzde Avrupa’da Faşizm” adlı makalesinde, faşizme dair değerlendirmesi şöyledir:

Faşizm ister devrimci isterse reformist olsun, işçi sınıfı temelli tüm örgütlerin karşısında bir tehdittir. Bugün faşizmle mücadele devam ediyor. Saygınlık iddialarının altında yatan faşist çekirdeği ifşa etmek ve onun maskesini düşürmek çok önemli. Faşist partilerin kamusal alana ulaşımlarını engelleyerek onların halka açık toplantılar, konferanslar ve yürüyüşler yapmalarının veya sosyal medya da dâhil olmak üzere kitle iletişim araçlarında yer almalarının önüne geçerek faşist partilerin ‘normalleşmesine’ izin verilmemelidir. Faşistler, kamusal alana ne kadar girerse onların destekçileri ırkçılıklarını açıkça ifade etmek için o kadar güven kazanır ve daha ana akım güçleri faşist argümanlara uyum sağlamaya çekme yetenekleri de artar.

Faşistleri yenmenin yolu faşizm dışındaki farklı görüşlerdeki insanlardan ve gruplardan kitlesel bir birleşik cephe oluşturulmasıyla sağlanabilir. Bu birleşik cephe yalnızca devrimcilerden oluşmamalı, çok daha geniş halk kesimlerini, sendikaları ve sosyal demokrat partiler gibi reformist örgütlere umut bağlayanları kapsamaya çalışmalıdır.[11]

Dünden bugüne faşizm, her alanda olduğu gibi sanatı da içten içe kemirmiştir. Örneğin, Norveç ve dünya edebiyatının en büyük yazarlarından Knut Hamsun da faşizmin etkisiyle hareket etmiş, yazdıklarından daha çok siyasi görüşleriyle dikkat çekmişti. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, henüz ülkesi işgal edilmeden Nazi taraftarlığı ve propagandası yapıp ülkesinin işgaline zemin hazırlamaya çalışır ve sonunda Norveç işgal edilir.

Norveçliler Knut Hamsun’ı durduramamışlar ama daha sonra bir faşiste yapılabilecek en kibar, bir yazara yapılabilecek en ağır protestoyu gerçekleştirmişler. Savaş bitip işgal sona erdiğinde, yazar devlet tarafından yargılanmış ve cezalandırılmıştı. Nobel ödüllü yazarlarına son derece kırgın olan Norveçliler tarihin en estetik protestosunu şu şekilde gerçekleştirdi: Bir sabah, genç bir Norveçli, elindeki Hamsun kitabını yazarın evinin önüne bırakıp sessizce uzaklaşır. Bir süre sonra biri daha kitap bırakır aynı yere. Sonra biri daha, biri daha, biri daha. Oslolular ellerindeki Hamsun kitaplarını yığarlar yazarın kapısının önüne. Ne bir arbede yaşanır ne de kötü bir laf edilir. Kitapları sessizce bırakıp dağılırlar. Hamsun’un bahçesinde adeta kendi kitaplarından bir dağ oluşur. Doksanlı yaşlarındaki yazara ömrünün en acı dersi verilmiştir.[12]

Faşist Avrupa’da Hamsun’ı durdurmak mümkün olmamış lakin bugünün faşistleri durdurulabilir. Marksist düşüncenin pratik ve dönüşüme dayalı bakış açısı dikkate alındığında, sanatın tıpkı felsefe ya da bilim gibi dünyayı devrimsel nitelikte dönüştürmesi, değiştirmesi söz konusudur.

Sanat değişimin ve dönüştürmenin en etkin yoludur ve faşizmin kontrolünde gelişemez. Bu nedenle, faşizm çizgisindeki eserleri ifşa etmek, faşist görüşlerden arındırılmış sanat eserlerini öne çıkarmak, içinde ırkçı ve faşizme hizmet eden ayrıntılar taşıyan sanat eserlerini eleştirmek gerekir. Sanatın özgürlüğü, toplumların mutluluğu, kapitalizmle ve onun çelişkilerinden doğan faşizmle mücadeleden geçiyor.

Kaynakça

Adorno, Theodor W., 2018, Kültür Endüstrisi, Kültür Yönetimi, çev. Nihat Ülner, Mustafa Tüzel, Elçin Gen, İletişim Yayınları, İstanbul.

Benjamin, Walter, 1935, “The Work of Art in the Age of Mechanical Reproduction”, http://dxarts.washington.edu/coupe/wk1/benjamin.pdf, (22 Aralık 2011)

Benjamin, W, 1995, Estetize Edilmiş Yaşam, Der Yayınları, İstanbul.

Bora, Tanıl, 2021 “Hamit Bozarslan ile soyleşi: Ur-faşizm ve anti-demekrasiler”, Birikim, Sayı: 382/383, s. 15-25.

Bölükbaşı, Mustafa, 2012, Faşizm ve Estetik Lenı Rıefenstahl Filmleri Üzerine Bir İnceleme, İstanbul.

Çavdar, Ayşe, 2021, “Yumurta kabuğu: Aile ocağı piyasa ateşinde”, Birikim, Sayı: 382/383, s. 121-134.

Dimitrov, Georgi, 2005, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, çev. Ali Özer, Seçkin Cılızoğlu, Evrensel Basım Yayın, İstanbul.

Doğan, Karaburun, Derya, 2019, “Faşizm Propagandasında Müziğin Rolü: Mussolini İtalyası”, folklor/edebiyat, cilt:25, sayı: 97.

Fleming, John ve Honour, Hugh, 2016, Dünya Sanat Tarihi, çev. Hakan Arabacı, Alfa Yayıncılık, İstanbul.

Gürbilek, Nurdan, 2020, İkinci Hayat, Metis Yayıncılık, İstanbul.

Hitler, Adolf, 2010, Kavgam, çev. Dilara Aybar, Karşı Yayınları, İstanbul.

Marx, Karl ve Engels, Friedrich, 2020, Komünist Manifesto, çev: Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul.

Monaco, James, 2010, Bir Film Nasıl Okunur?, çev. Ertan Yılmaz, Oğlak Yayıncılık, İstanbul.

Özsel, Doğancan, 2015, Günümüzde Yeni Siyasal Yaklaşımlar II, Doğu Batı, Ankara.

Reich, Wilhelm, 2002, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Çev. Bertan Onaran, Payel Yayınevi, İstanbul.

Teber, Serol, 2013, Doğanın İnsanlaşması, Say Yayıncılık, İstanbul.

Thomas, Mark L., 2020, “Günümüzde Avrupa’da Faşizm”, çev. Onur Devrim Üçbaş, Enternasyonal Sosyalizm.

Troçki, Leon, 1993, Faşizme Karşı Mücadele, çev. Orhan Koçak, Orhan Dilber, Yazın Yayıncılık, İstanbul.

Weber, Max, 2018, Ekonomi ve Toplum, Yarın Yayıncılık, İstanbul.

 

 

[1]     Marx ve Engels, 2020.

 

[2]     Bölükbaşı, 2012, s: 36-60.

 

[3]     a.g.e., s: 36-60.

 

[4]     Adorno, 2018.

 

[5]     Thomas, 2020.

 

[6]     Gürbilek, 2020.

 

[7]     Weber, 2018.

 

[8]     Benjamin, 1935.

 

[9]     Bölükbaşı, 2012, a.g.e., s: 36-60.

 

[10]    Troçki, 1993, s: 407- 412.

 

[11]    Thomas, 2020, a.g.e.

 

[12]    https://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/fasizmin-golgesinde-bir-buyuk-deha-knut-hamsun-i-5016

 

sosyalizm