Esra Akbalık
6 Şubat 2023’te, Türkiye tarihine Maraş depremleri olarak geçen çok yıkıcı yer sarsıntıları; temel hak ve özgürlüklerden, ekonomik krize, yükselen ırkçılıktan toplumsal cinsiyet eşitsizliğine, gündelik yaşama ilişkin her alanda çok ciddi bir kırılma yarattı. Afet öncesi hazırlıktan, afet anındaki arama kurtarma çalışmalarına, acil ihtiyaçlardan kalıcı çözümlerin planlanmasına uzanan ve kurumsal çöküşün tüm boyutlarını gözler önüne seren bu depremlerde yaşananlar, hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını, olmaması gerektirdiğini düşündürdü. Her toplumsal ve doğal olayda, kırılma noktasında olduğu gibi, bu afet sürecinde de zaman ilerledikçe yaşananların keskinliğinin azalacağı ve gündemin yine bilindik atmosfere bürüneceğine dair ön görüler de mevcuttu. Bu ön görüler bir anlamda doğrulandı; ana akım siyasetin gün demi, Mayıs 2023 seçimlerine odaklandı ve yakın tarihten çok iyi bildiğimiz gibi, deprem bölgesinde yaşayanlar için zor günler uzun süre devam edecek. Dayanışmanın büyütülmesi, kesintisiz bir yan yanalığın örgütlenmesi; tüm bu yaşadıklarımızın tesadüf olmadığını, bizzat içinde yaşadığımız, hayatın her alanını cendere altına alan kapitalist ve ırkçı politikaların doğal bir sonucu olduğunu anlamamızdan geçiyor.
Fay Hattında Yaşamak
Türkiye; Kuzey Anadolu, Doğu Anadolu ve Batı Anadolu fay hatları ile jeolojik olarak en aktif deprem kuşakları üzerinde yer alıyor. Bu coğrafya, 1500’lü yıllardan itibaren farklı zamanlarda 7 ve üstü büyüklüğünde 25 depremle sarsıldı.1 Bu jeolojik gerçeklik, üzerinde yaşadığımız toprakların fiziksel biçimlenmesinin doğal unsurlarından biri olmasına rağmen her seferinde ilk defa karşılaşılıyormuşçasına yabancı olduğumuz bir durum.
Bu yabancılık halini en son, 6 Şubat’ta gerçekleşen ve Türkiye’nin on bir ili ile Suriye’nin bir bölümünde hissedilen, resmi rakamlara göre Türkiye’de 50.500 kişinin yaşamını kaybettiği, yüzbinlerce kişinin yaralandığı ve farklı ölçeklerde olmak üzere yaklaşık üç milyon kişinin birebir etkilendiği depremler ile yaşadık2. Bilinen, tahmin edilen ve bilim insanları tarafından yetkili kurumlara uyarıları yapılan depremler olmalarına rağmen, yıkımın sarsıcı boyutunun önce şok, ardından da bir öfke dalgası yarattığını söylemek mümkün.
Türkiye deprem tarihine baktığımızda sayısız örneğine rastladığımız yıkımlar arasında yer alan 27 Aralık 1939 Erzincan depremi, Kuzey Anadolu fay hattının en yıkıcı hareketliliklerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir. 32.968 kişinin hayatını kaybettiği ve 116.720 binanın yıkıldığı, 7,9 şiddetindeki bu deprem, can kayıpları açısından bakıldığında, 20.yy. dünya depremleri arasında sekizinci sırada yer almaktadır. Pek çok uluslararası istatistiğe göre, o zamana kadar kaydedilen en şiddetli depremlerden biri olan Erzincan Depreminin gece 02.00 sıralarında olduğu, yer sarsıntısıyla beraber hükümet konağı, ordu müfettişliği, ordu evi, postane ve şehrin en sağlam binaları dâhil olmak üzere bütün ev ve dükkânların yıkıldığı, şehrin baştan başa enkaz yığını haline geldiği bilgileri yer almaktadır.3
Benzer şekilde, şiddeti ve yarattığı yıkım ile resmi kayıtlarda ve hafızalarda yer alan bir diğer deprem ise 6 Eylül 1975 Lice depremi. 6,9 büyüklüğündeki bu depremde, resmi kayıtlara göre 2386 kişi hayatını kaybetmiş, 8149 konut ise yıkılmış ya da ağır hasar görmüştür. Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü’nden Esen Arpat, Yeryuvarı ve İnsan dergisinin Şubat 1977 tarihli sayısında kaleme aldığı Lice Depremi analizinde, bölgenin depremselliğine ilişkin şu uyarılarda bulunmuştur:
Kesin olarak anlaşılmaktadır ki benzer depremler geçmişte de olmuştur. Yamaçlardan yuvarlanmış olan bazı kayaların son depremlerde yuvarlanmış olanlardan çok daha uzaklarda bulunmakta olmaları, geçmişte bölgede daha büyük depremlerin de meydan gelmiş olduğuna işaret sayılabilir (…) Lice deprem zonu geçmişte de büyük depremlere sahne olmuş bir zondur. Bu özelliği ile Lice deprem zonunun en tehlikeli deprem bölgeleri kapsamında düşünülmesigerekir.4
Doğu Anadolu fay hattına ilişkin 1977 yılında yapılan bu bilimsel tespit, yerleşimlerin planlanması ve gelecek depremler için tedbirler almaya yönelik bir uyarı olarak alınmadığı gibi, yıkımlar sonrasında hayata geçirilemeyen kalıcı konutlar açısından da 6 Şubat 2023 depremlerinin ardından yaşananlara ilişkin ipuçları içeriyor. Lice, deprem sonrasında kaya düşme riski göz önüne alınarak, mevcut yerleşimden 2km güneye taşınmış ve Bayındırlık ve İskân Bakanlığı tarafından sağlanan tek katlı prefabrike konutların çok büyük kısmı, seçilen alanın tarıma elverişsizliği ve prefabrik konutların, yaşam alışkanlıklarına yanıt vermeyişi nedeniyle kullanıcılar tarafından tercih edilmemiştir.5 Halkın büyük oranda kendi imkanları ile uygun barınma çözümünü üretmek zorunda kalması nedeniyle, kırkı yılı aşkın bir süre, çok sayıda bölge sakini deprem sonrası tahsis edilen geçici konutlarda yaşamaya devam etmiştir.
Her yıl 17 Ağustos’ta gittikçe daha az sayıda insanın hatırladığı ama 6 Şubat depremlerinin ardından sıklıkla dile getirilen, Türkiye yakın tarihinin en yıkıcı depremlerinden bir diğeri de Kuzey Anadolu fay hattında meydana gelen kırılmayla ortaya çıkan, 7,8 büyüklüğündeki 1999 İzmit-Gölcük depremiydi. Ülkenin batısının yıkımı gerçeğiyle çok acı bir şekilde karşılaştığımız için de sarsıcı etkisi çok büyük olan 1999 depreminde, resmi rakamlara göre, 18.373 kişi hayatını kaybetti; milyonlarca kişi uzun vadeli hasara uğradı. Gerçek can kaybının ve depremden farklı şekillerde etkilenen insan sayısının kaç olduğu hala bir bilinmez olarak kalsa da 1999 depreminin, bugünü şekillendiren pek çok yasa ve uygulamanın, en önemlisi de politik iklimin oluşmasına yol açan bir milat olduğu söylenebilir.
Ağustos 1999’dan Şubat 2023’e: Bir Hak Olarak Barınma
1999’da iktidarda olan DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin, deprem ile oluşan zararın giderilmesi amacıyla Kasım 1999’da yürürlüğe soktuğu ve bir kısmı kalıcılaşarak günümüze kadar gelen deprem vergilerinin, yalnızca 1999 depreminden etkilenen bölgelerin hayata döndürülmesi değil, tamamı fay hattı üzerinde yer alan ülkesel ölçekte bir deprem hazırlığı için bir kaynak haline gelmesi, 6 Şubat 2023’ün hemen ertesinde gördüğümüz gibi, asla gerçekleşmedi. Pek çok uluslararası kuruluşun fonlarıyla, işbirlikleriyle tamir edilmeye çalışılan Körfez kentleri ve kırsal alanları, planlama-mevzuat ve uygulama adımlarının birbirinden kopuk yürütülmesi nedeniyle, mevcut yerleşimlerin uzağında ele alınarak, yaşam alışkanlıkları ve sosyal donatılardan mahrum bir dizi konut öbekleri üretmekten öteye gidemedi. Her bir alanın kültürel ve ekonomik var olma biçimlerinin dikkate alınmadığı, çoğunlukla katılımcılıktan uzak ele alınan bu tip projelerin büyük kısmı o dönemin Bayındırlık ve İskân Bakanlığı öncülüğünde programlandı.
Planlama, yapı ölçeği ve kullanıcı katılımcılığı adımlarının bir arada yürütülmesi gerektiğini yok sayan Türkiye afet sonrası pratikleri, hatta en genel çerçevesiyle Türkiye inşaat geleneğinin, barınma hakkını mülkiyet ilişkisi üzerinde temellendirerek, sonu gelmez bir çelişkiler silsilesinin de devamlılığını sağlamak üzerine kurulduğu söylenebilir. Özellikle afet sonrası kalıcı barınma alanlarının tahsisinde temel alınan mülkiyet önceliği, temel insani ihtiyaçların karşılanmasında yaşanan krizlerin çok uzun yıllar devam etmesine neden olmaktadır. Oysa barınma hakkı;
Herkesin, kendisinin ve ailesinin sağlığı ve iyi yaşaması için yeterli yaşama standartlarına hakkı vardır; bu hak, beslenme, giyim, konut, tıbbi bakım ile gerekli toplumsal hizmetleri ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ya da kendi denetiminin dışındaki koşullardan kaynaklanan başka geçimini sağlayamama durumlarında güvenlik hakkını dakapsar.6
cümlesiyle, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 25.maddesinde açıkça tarif edilmiştir.
Benzer şekilde, 1966 yılında kaleme alınarak imzaya açılan, 1976 yılında yürürlüğe giren ve Türkiye’nin de 2000 yılında imzalayarak 2003 yılında yürürlüğe soktuğu BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 11. Maddesinde barınma hakkı şu şekilde tarif edilmektedir:
Bu sözleşmeye taraf olan devletler herkese, kendisi ve ailesi için yeterli bir yaşam standardına sahip olmayı sağlar. Bu standart, yeterli beslenmeyi, giyinmeyi, barınmayı ve yaşama koşullarının sürekli olarak geliştirilmesini de içerir. Taraf Devletler bu hakkın gerçekleştirilmesini sağlamak için, kendi serbest iradelerine dayalı uluslararası işbirliğinin esas olduğunu kabul ederek, uygun tedbirleri alacaklardır.7
Türkiye’de konut hakkı ilk olarak 1961 Anayasası’nda düzenlenmiştir. 1961 Anayasası’nın sağlık hakkını düzenleyen 49. maddesinde devlet, yoksul veya dar gelirli ailelerin sağlık şartlarına uygun konut ihtiyaçlarını karşılayıcı tedbirleri almakla görevlendirilmiştir 1982 Anayasası’nın Konut Hakkı başlıklı 57. maddesinde, “Şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.”8 denilerek konut hakkı tanımlanmış ve devlet, vatandaşlarının bu hakka ulaşabilmesini sağlamakla görevlendirilmiştir.
Bir insan hakkı olarak herkes için elverişli barınma ve konut hakkı, ulusal ve uluslararası pek çok sözleşme ve kanun ile garanti altına alınmaya çalışılsa da gerek afet dönemlerinde gerekse de “normal” gündelik yaşam koşullarında, her geçen gün daha erişilemez hale gelerek başlı başına bir krize dönüşmüş durumda. Bilecen’in, 1999 depremine ilişkin aktardıkları, tüm bu yasal tanımlamaların oldukça soyut bir içerikten öteye gidemediğini özetliyor9:
İzmit’te deprem felaketinin ardından evsiz kalan depremzedeler için pek çok konut projesi üretildi. Hasar tespit çalışmalarının yapılmasının ardından, barınma sorununun giderilmesine yönelik olarak; çadır, prefabrik yapılar ve kalıcı konutları kapsayan üç aşamalı bir plan devreye sokuldu. Çadır kentlerde ve prefabrik konutlardaki yaşam yıllar boyunca devam etti. Ardından “hak sahipleri” Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, Başbakanlığa bağlı Proje Uygulama Birimi ve Dünya Bankası tarafından yapılan konutlarına peyderpey taşındılar.
Peki “hak sahibi” olmak için “depremzede” olmak yeterli miydi? Liberal devletin genel karakteri işte bu soruya verilen yanıtta gizli idi. Hak sahibi olmanın yegâne koşulu, depremde ev sahibi olmak idi. Depremde evleri yıkılanlar, yeni evlerine uzun vadeli ödeme planlarının altına imza atarak kavuşmuşlardı, fakat deprem sırasında mülk sahibi olmayanlar bir müddet kira yardımı aldıktan sonra başlarının çaresine bakmak zorunda kalmışlardı.
Yasalar ile taahhüt edilen elverişli konut üretimi, 1984 yılında kurulan Toplu Konut İdaresi (TOKİ) ile Türkiye içinde bir sosyal konut üretimi modeli olarak devreye sokulmaya çalışılsa da, günümüz koşullarında TOKİ’nin, bu temel hedefinden uzak bir şekilde farklı işbirlikleri içine girerek üst sınıf konut üretimine odaklanan ve afet bölgelerine yönelik konut ihtiyacının karşılanmasında da planlamadan yoksun alanlara, altyapı ve kentsel hizmet alanlarından uzak yerlere inşa edilen tek tip konut projeleri üreten bir kuruluş haline geldiği aşikar. Her seçim döneminde ya da afet sonrası yeniden yapılanma süreçlerinde, sayısal verilerle ifade edilen “şu kadar zamanda şu kadar konut ürettik” söylemleri, çoğunlukla birer tanıtım fragmanından öteye gidemiyor. Özellikle uzun vadede, afet sonrası kalıcı konutların durumunu sağlıklı bir şekilde takip edebilmek, sabırlı ve uzun soluklu bir dikkat gerektiriyor. 2011 Van Depremi sonrasında TMMOB Van İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri Şemsettin Bakır’ın aktardıkları; temel atma ya da anahtar teslimi etkinliklerinde gururla dile getirilen icraatların arkasında yatan gerçekleri göstermesi açısından oldukça çarpıcı10:
TOKİ’nin yaptığı 17 bin 400 konut var. Bunlardan 15 bin 241 konuta insanlar müracaat etti. 28 bin ağır hasarlı konuttan 8 bin 500’ünü vatandaş kendisi yıktı. İnsanlar çaresizlikten TOKİ evlerine taşınıyor. Yapılan evler Van›ın kültürel aile yapısına uygun değil. Ayrıca bu evlere afet konutu diyorlar ama bunlar afet konutu falan değil. Bu evleri yüzde 50 kârla satıyorlar. 100 metrekarelik bir evin maliyeti 56 bin lira. Ancak TOKİ bu evleri 75 bine satıyor. Durumu olmayanlar kendi imkanlarıyla onardıkları evlerde veya konteynırlarda yaşıyorlar. 40 binin üstünde ev depremden etkilendi ama devlet 17 bin ev yaptı. Bunları da bedava veriyor gibi bir imaj yaratıyorlar. Evleri yıkılan ev sahiplerine verildi. Kalan 2 bin 500 konutu da daha üst fiyata kiralayacaklar. Bir yıl içinde 17 bin konut yaptılar diye övünüyorlar. Ancak 1999 depremindeki olanaklarla bugünün olanakları çok farklı. Bugünün teknolojisiyle 17 bin yaptılarsa 40 bin de yapabilirlerdi.
1975 Lice depremi ve öncesinden, 1999 Kocaeli Gölcük Depremine, 2011 Van Depreminden 2023 Maraş Depremlerine, afet öncesi-afet anı ve afet sonrası söylem ve pratikler, olası zararlarının önceden önlenmesini hedefleyen, sürdürülebilir ve herkes için elverişli, kamu öncelikli politikalardan uzak; yıkımın ardından inşaat vaat eden neoliberal ve kapitalist tutumun çözümsüzlüğünü gözler önüne seriyor. Her seferinde ulusal ve uluslararası yardım kampanyaları, bağışlar ve vergilendirmeler ile fedakarlığa davet edilen iktidar dışındaki tüm taraflar, bedelin büyük kısmını üstlenmeye zorlanırken, bir dizi sayısal veri ile muhataplarını etkilemeye çalışan iktidar, her zamanki iş görme ağlarını, kahramanlık gibi gösterme fırsatını da kaçırmak istemiyor. Felaketlerden beslenen kapitalizmin her koşulda karlı çıkma denklemi, özellikle afetler gibi büyük yıkımların ardından gelen ortamları birer fırsata dönüştürmek için tüm araçlarını devreye sokuyor.
Afetler, Yasalar, Beklenen Fırsatlar
Tüm afetler söz konusu olduğunda, evrensel ölçütlerde afet öncesinde-afet sırasında ve afet sonrasında olmak üzere kabaca 3 aşamadan oluşan afet yönetimi ilkeleri geçerlidir. Olası risklerin belirlenmesi ve can/mal kaybını önlemek için gerekli önlemlerin her adımda alınması + afet sırasında en etkin kurtarma ve acil durum ihtiyaçlarının giderilmesi + afet sonrasında kalıcı çözümlerin üretilmesi olarak tanımlanan bu üç adım, aslında yapı üretiminin de tasarım / uygulama ve denetimden oluşan üç aşaması ile benzerlik gösterir.
1999 depremiyle birlikte anaakım medyada görünür olan deprembilimciler, yıllarca yaptıkları ve dikkate alınmayan bilimsel uyarılarını kamuoyuyla paylaşmaya başladılar. Kader, ceza, uyarı gibi dini soyutlamalarla gerekçelendirilmeye çalışılan depremin fiziksel gerçekliğine vurgu yaparak, insanların hayatını sonlandıranın deprem değil, deprem koşullarını dikkate almayan binalar olduğunu sürekli dile getirdiler.11 İnsanlara güvenli yaşam alanları olması gereken binaların, öldürücü olma potansiyelinin getirdiği belirsizlik ve güvensizlik ortamı, kâğıt üzerinde taahhüt edilecek yeni kuralları ve iş bölümlerini gerekli kıldı. Bu düzenlemeler, mekân üzerinden biriken sermayenin ve mülkiyet ilişkilerinin de yeniden organize edilmesi için bir dizi yeni fırsat sunuyordu. Yapı üretimi sürecinin güvenliğini ve sağlıklı çevreler ile güvenli yapılar içinde yaşamamızı sağlayacak yasaların düzenlenmesi, aslında Cumhuriyet sonrası hızlanan kentleşme sürecini gösterir nitelikte, 1928 yılından itibaren yapılmaya başlanmıştır.
Öncesinde belediyelerin yetkilerini belirleyen sayısız kanun, ardından 1956 yılında çıkarılan İmar Kanunu ve günümüze kadar yaklaşık kırk değişiklik ile yeniden düzenlenen 1985 tarihli 3195 sayılı İmar Kanunu, 1999 yılında çıkarılan zorunlu deprem sigortası uygulaması, ilk kez 1959 yılında yürürlüğe giren ve en son 2019 yılında güncellenen Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği, sürekli güncellenen imar yönetmelikleri, 2001 yılında yürürlüğe giren Yapı Denetimi Kanunu, 2012 tarihli 6306 sayılı Afet Yasası olarak da bilinen Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun, yüz yıllık cumhuriyet tarihinde, kentlerin ve yapıların nasıl düzenleneceklerine ilişkin sayısız bağlayıcı belgeye örnektir.
1999 sonrasından Şubat 2023’e kadar geçen süreçte, üzerinde en fazla tartışma yürütülen yasanın 6306 sayılı Afet Yasası olarak da bilinen Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun olduğu söylenebilir. 1999 depremi sonrasında riskli yapıların yıkılarak yenilenmesi ve riskli alanların belirlenerek daha büyük ölçekte dönüştürülmesi koşullarını düzenleyen bu kanun, özellikle Cumhurbaşkanlığının aşırı genişletilmiş yetkileri ile yürütüldüğünde, riskli alan ve yapılar tanımını muğlaklaştıran, farklı gerekçelerle ele geçirilmek istenen alanlar için elverişli bir araç olarak devreye girmektedir. Söz konusu kanunda, rezerv yapı alan tanımı “Kanun uyarınca gerçekleştirilecek uygulamalarda yeni yerleşim alanı olarak kullanılmak üzere, Toplu Konut İdaresi Başkanlığının veya İdarenin talebine bağlı olarak veya resen Bakanlıkça belirlenen alanlar”; riskli alan tanımı “Zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıyan, Cumhurbaşkanınca kararlaştırılan alan” ve uygulama alanı da “Cumhurbaşkanı kararıyla kararlaştırılan riskli alan ile Bakanlıkça belirlenen rezerv yapı alanını ve riskli yapının veya yapıların bulunduğu alan” olarak tarif edilmektedir.12 Tek merkez, bakanlık ve özne üzerinden karar yetkisi şekillendirilen böyle bir kanuna, 2016 yılında riskli alan tespiti kriteri olarak eklenen, “Kamu düzeni veya güvenliğinin olağan hayatı durduracak veya kesintiye uğratacak şekilde bozulduğu yerler” maddesi, afet öncelikli can güvenliğinin sağlanması ve elverişli yaşam alanlarının oluşturulması amacının oldukça ötesinde bir hareket alanı yaratmış, Diyarbakır’ın Sur ilçesinin kökten el değiştirmesi hedeflenerek, güvenlik temelli bir yıkım ve inşa süreci sonunda güncel durumda, bölgenin insansızlaştırılması projesini hayata geçirmenin de önünü açmıştır.13 İstanbul’da, hemen tüm kullanıcılarının yerinden edildiği, tüm yapı dokusunun tepeden inme üretildiği, makyajlı bir prestij alanı olarak lanse edilen, seçim öncesi propagandanın en temel argümanı olan inşaat ve kentsel dönüşüm hamlesi Yeni Fikirtepe Projesi de, 6306 sayılı Kanun ile yaratılan sermaye merkezli fırsatların en güncel örneklerinden biri olarak gösterilebilir.14
İnsan eliyle ya da doğal afetler sonucunda ortaya çıkan yıkım ve hemen ardından gelen yeniden inşa süreçlerinin, hareket alanı geniş yasal düzenlemeler ile sermaye birikimi öncelikli pratikler olarak ele alınmasının bir başka örneği, deprem bölgesinde ilan edilen OHAL koşullarının verdiği yetkilerin de devreye sokularak ilan edilen 24 Şubat 2023 tarihli 126 no’lu Cumhurbaşkanlığı kararnamesidir. Bu kararname ile tarım, orman, mera alanlarının yapılaşmaya açılması, tüm yetkilerin Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı elinde toplanması, acil kamulaştırma, imar ve uygulama planları beklenmeksizin yapı imalatına başlanması gibi kontrol ve denetimden uzak bir süreç devreye konulmuştur. Bu geniş hareket alanı tarifinin ardından ilan edilmeye başlanan kritik riskli alanlar da depremde yerle bir olan kentleri yüzyıllar içinde oluşturan her türlü bileşeni yok sayan bir anlayış ile belli kritik merkezlerin acele bir sermaye birikimi alanı olarak ele alındığının işaretlerini veriyor. 5 Nisan 2023’te Resmî Gazete’de yayımlanan 7033 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile de Hatay ili Antakya ilçesi içinde yer alan, yoğun tarihi kültürel miras dokusuna sahip 307 hektarlık merkezi bir alanın riskli alan ilan edilmesi, tespit-envanter-koruma ve yeniden inşa süreçleri devreye sokulmadan, top yekun bir sıfırlama mantığı içinde hareket edildiğini gösteriyor. Uzun bir kamulaştırma listesinin de yer aldığı bu kararname, çok kısa sürede çok fazla sayıda inşaat yapmayı icraat kriteri olarak gören sermaye merkezli kapitalist anlayışın, afet-yıkım-risk gibi kavramları fırsata çevirmek konusundaki heveslerini somut bir şekilde gösteriyor.
Deprem ya da kentsel dönüşüm kapsamında iktidar ve çevresinin hareket alanını genişleten ve bir meta olarak doğal ve inşa edilmiş çevreler üretmek için araçsallaştırılan yasal düzenlemelerin, herhangi bir koşul gerekçesi sunma gereği bile duyulmadan tekrarlanan bir başka türü ise imar affı/imar barışı olarak karşımıza çıkıyor. Meşru olmayanı meşrulaştırma, yasal olmayanı yasallaştırma ya da hukuka aykırı fiili durumun hukukileştirilmesi olarak tanımlanabilecek ve yasalarda kullanılmayan ancak şehircilik hukukuna girmiş bir uygulama terimi olan imar affı, 1948 yılından bu yana gündemden düşmeyen, özellikle de seçim dönemlerine denk gelen belli periyotlarla yürürlüğe koyulmaktadır. 15
Özellikle 1999 depreminin ardından yapı üretimi ve denetimi alanında çıkarılan yasal düzenlemelerin hukuki bağlayıcılığı ve sağlıklı, güvenli alanları garanti altına alma amacını tamamen geçersiz kılan imar affı ile en son 2018 yılında bir torba yasa içinde kabul edilerek, “afet riskinin en yüksek olduğu ruhsatsız yapılara af getirilmesi” ve “yapı kayıt belgesi düzenlenen yapıların depreme dayanıklılığı hususunun yapı malikinin sorumluluğuna bırakılması” düzenlemeleri yürürlüğe sokuldu. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, Aralık 2018’de verdiği demeçte, o tarihe kadar imar barışı başvurularından elde edilen gelirin 7 milyar 511 milyon liraya ulaştığını ve beklentilerinin 14 milyon vatandaşın imar barışından faydalanması olduğunu dile getirerek, imar affı uygulaması ile yaratılan finansal sermayenin ölçeği hakkında da bilgi vermiş oluyordu.16 Arslan ve Kayaalp’e göre, Bakan Kurum’un gururla bahsettiği bu finansal kaynağın aktarımında, yine sermayenin seçtiği yerlerin güçlendirilmesi birinci planda tutulurken, deprem riski taşıyan Van ya da Hatay gibi daha az kazanç getirecek yerler ihmal ediliyor. Depreme hazırlık için ayrılan kaynakların aktarımı düşünüldüğünde, Marmara bölgesi ve ülkenin geri kalanı arasında bir uçurumdan bahsetmek mümkün.17
Kapitalizmin Felaketi / Felaketin Kapitalizmi
Coğrafyacı Neil Smith, 2005 yılındaki Katrina Kasırgası felaketi ardından kalem aldığı yazıda şöyle diyor:
Doğal afet diye bir şeyin olmadığı çevre coğrafyacıları arasında genel kabul görmektedir. Bir felaketin her aşamasında ve yönünde -nedenler, savunmasızlık, hazırlıklı olma, sonuçlar ve müdahale ve yeniden yapılanma- felaketin ana hatları ve kimin yaşadığı ve kimin öldüğü arasındaki fark, az ya da çok bir sosyalhesaptır.18
Bataklık alanların yapılaşmaya açılması, zenginden alınan vergilerin düşürülmesi, inşaat firmalarına tanınan ayrıcalıklar ve afet paylarının kısılarak Irak’taki savaşa aktarıldığı Bush yönetiminin eseri olan bu afet, bölgede yaşamını yitiren, oradan çıkma ayrıcalığına sahip olmayan Afrikalı Amerikalılar için “Bush Kasırgası” olarak tarif ediliyormuş. Çok uzun süreler sonra kötü geçici barınma olanakları ile bölgeden uzaklaştırılan yoksul Afrikalı Amerikalılar’ın ardından bölgeyi yeni inşaat projeleri ile tekrar ele alan aynı kapitalist yaklaşımın özeti niteliğinde ve orta sınıf becerilerinden yoksun insanların şehre yeniden yerleşmelerine izin verilmemesi gerektiğini savunan New York Times başyazarı David Brooks’un sözleri, yine aynı yazıda Smith tarafından aktarılıyor: Yeni binalar yapıp aynı insanların eski mahallelerine geri dönmelerine izin versek , o zaman kentsel New Orleans eskisi kadar harap olacak.19
Katrina ya da bölge insanlarının tanımıyla Bush Kasırgası sırasında ve sonrasında yaşananlar, geçmişte ve bugün tanıklık ettiğimiz süreç ile oldukça benzerlik gösteriyor. Mevcut nüfusun, zorla ya da gönüllü yer değişikliği ile iktidar ve sermaye çevrelerinin büyüttüğü politik ve ekonomik stratejiler, bugün şahit olduğumuz acele riskli alan ilanları, planlamaya gerek duyulmadan müjdesi verilen konut blokları olarak karşımıza çıkıyor. Acil ve geçici barınma sorunlarının henüz çözülmediği, temiz suya erişimde zorlukların yaşandığı ve kısa ve uzun vade ciddi sağlık risklerinin her geçen gün büyüdüğü deprem bölgelerinde, binlerce konutun hangi firmalar aracılığı ile yapılacağının bile belirlendiği hızlı bir yeniden inşa söylemi ön plana çıkmış durumda.20
Afete hazırlık, afet anında etkin bir arama-kurtarma ve koordinasyon becerisi, sağlıklı ve güvenli geçici barınma olanaklarının yaratılması adımlarının tamamında “yok hükmünde” pratikler sergileyen iktidar, belki de bir an önce, sıranın en iyi bildiği yere, yeni inşaatlar yapma aşamasına gelmesini istiyor. Seçim öncesinde bir fırsat olarak ele alınan bu hevesin, özellikle Hatay gibi çok zengin tarihi ve kültürel miras zenginliği olan yerleri de bağlam ve içeriğinden koparılmış tamamen yeni alanlar olarak görmek istediği çok açık. ODTÜ Afet Yönetim Uygulama ve Araştırma Merkezi Başkanı Doç. Dr. Meltem Şenol Balaban, afet sonrası toparlanma aşamasında acele edilmemesi gerektiğine vurgu yaparak şunları söylüyor:
Yeniden inşa süreci sadece yeni yapmak olarak algılanmamalı. Tarihi, kültürel ve sosyal özellikleri ile her biri ayrı birer kimliğe sahip yerleşimleri yeniden oluşturmak olarak görülmelidir. Bu nedenle, acele bir yapı yapma süreci yerine bilimsel bilginin yönlendiriciliğinde ve katılımcı pratikler ile yürütülen “öncekinden daha dayanıklı bir yeniden inşa” sürecini hedeflemek gerekir. Bu uluslararası düzeyde de kabul edilen “build back better” olarak ifade edilen bir yaklaşıma karşılık gelir. (Balaban, 2023)
“İstenmeyenlerin” gönderilmesi ve yüzyıllar içinde kurulmuş yerleşimlerin mirasının yeni bir ekonomik sermayeye devşirilmesi için felaketleri “kader, fırsat, fıtrat” olarak tarif eden otoriter ve kapitalist iktidarların en büyük yardımcısı olarak ırkçılık da, bu felaket dönemlerinde hemen devreye giriyor.
Suriye’de yaklaşık altı bin kişinin yaşamını kaybettiği 6 Şubat depremlerinin Türkiye’de yıkıma uğrattığı şehirlerin de mülteci ve göçmen nüfusun en yoğun yaşadığı yerler olması nedeniyle, nefret söylemleri ilk günlerden başladı ve gerek arama kurtarma gerekse de geçici barınma süreçlerinde göçmen nüfusların kırılganlıklarını daha da derinleştirdi. Göç Araştırmaları Derneği’nin 13 Mart 2023’te kamuoyuyla paylaştığı Durum Tespit Raporu: Göç ve Deprem başlıklı raporda şu bilgilere yer veriliyor:
Depremin etkilerinin en ciddi biçimde hissedildiği iller, aynı zamanda mülteci ve göçmen nüfusun yoğun olarak yaşadığı şehirler. Resmî rakamlara göre, bölgede Geçici Koruma Statüsüyle (GKS) bulunan Suriyelilerin nüfusu 1.738.035. Bu rakam Türkiye’de yaşayan GKS sahibi Suriyelilerin %49,64’üne tekabül ediyor. (Sert, Danış ve Sevinin, 2023)
Acil yardımların bölgeye ulaştırılmasında ve eşit, dengeli ve ayrım gözetmeksizin dağıtılmasında yaşanan diğer problemlerle birleştiğinde deprem bölgesinde “insani kriz”in devam ettiğinin dile getirildiği rapora göre, yardıma erişimde zorlanan, hem kamu görevlileri hem de depremzedeler tarafından ayrımcılığa maruz kalan, deprem sonrasında çadır kentlerden, mahallelerden, Geçici Barınma Merkezlerinden ve kimi zaman devletin yerleştirdiği yerlerden bile tekrar tekrar çıkarılan Suriyeliler için bu durum, tekerrür eden ve müdahale edilmeyen bir travmaya dönüşmüş durumda.21
Üzerinde yer aldığımız coğrafyayı yüzyıllardır şekillendiren depremlerdeki önlenebilir olmasına rağmen yaşanan binlerce ölüm, acil-geçici ve kalıcı barınma konularında kırılgan toplulukları daha da kırılgan hale getiren uygulamalar, doğal ve kültürel çevre, tüm canlıları kapsayan bütüncül bir iyileşme süreci gözetmeyen politikalar; kapitalizmin kendi devamlılığını sağlamak dışında hiçbir önceliği olmadığını ispatlar nitelikte. Beklenen, uyarıları yapılan bir doğa olayının, kapitalizmin kar hırsı ve hızı sebebiyle bir afete dönüştüğünü söylemek mümkün. Pandemide dile getirilmeye başlanan “covid-19 sınıf ayrımı yapmıyor” söylemi nasıl gerçek dışı idiyse, şu an yaşadığımız depremin politikalar üstü bir zeminde ele alınması yönündeki çağrılar da o kadar gerçek dışı.
Depremini bekleyen İstanbul başta olmak üzere Türkiye genelinde deprem toplanma alanları olarak belirlenen pek çok açık alanın yapılaşmaya açılması, doğal dengenin kendi öz dirençliliğini zayıflatan mega projelerin kalkınma hareketleri olarak sunulması, buna yönelik yükselen itirazların keskin bir şekilde susturulması, bölgesel-kentsel ve mahalli ölçekteki her türlü mekânsal uygulamanın tamamen rant temelli ve bilim ve canlı yaşamını koruma önceliğinden ne kadar uzak olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Kentsel dönüşüm muğlaklığı içinde kendi kaderine ve inşaat sektörünün ekonomik kazanç önceliğine terk edilen halklar, her seferinde yerinde edilme/yerinden olma gerçeğiyle baş başa kalıyor.
Özellikle göçmenlere yönelik ırkçı söylemlerin daha da tetiklendiği, kadınların ve LGBTİ+’ların can güvenliklerinin daha da risk altına girdiği, çocukların temek haklarından mahrum kaldıkları bu kriz anlarında, kapitalizme ve onu besleyen otoriter, milliyetçi zihniyete karşı, her zeminde ve koşulda sağlam bir dayanışma duvarı örmek gerekiyor. Bu dayanışma hattını kurmak için de uzun soluklu ve sistemin her öznesi ve ilişkisine yön veren, sermaye birikimi-mülkiyet ve kar temelli bir yaşamın, gezegen ve üzerinde yaşayan tüm canlılar için ölümcül olduğu gerçeği ile yüzleşmek ve tutarlı, kapsayıcı bir politik mücadele kararlığında olmak elzem görünüyor.
Dipnotlar:
- https://www.indyturk.com/node/607901 (7 Şubat 2023)
- https://www.trthaber.com/haber/gundem/bakan-soylu-depremlerde-50-bin-500-kisi-hayatini-kaybetti-760670.html (14.04.2023)
- Haçin, 2014, s.40
- Arpat, 1977, s.25
- Karaduman, 2002, s.136-137
- https://www.ihd.org.tr/insan-haklari-evrensel-beyannames/
- https://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/media/uploads/2015/08/03/EkonomikSosyalKulturelHaklarSozlesmesi.pdf
- Uray, 2022
- Bilecen, 2016, s.48-49
- https://m.bianet.org/bianet/yasam/141624-van-daki-afet-konutlari-yuzde-50-karla-verildi
- Nusret, 2021
- https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=16849&MevzuatTur=7&MevzuatTertip=5
- TMMOB Diyarbakır İl Koordinasyon Kurulu, 2018
- https://yenifikirtepe.com/
- Tercan, 2018, s.20
- https://csb.gov.tr/bakan-kurum-imar-barisi-ndan-8-milyon-900-bin-kisi-yararlandi-bakanlik-faaliyetleri-25379
- Arslan ve Kayaalp, 2023
- Smith, 2006
- a.g.e
- https://bianet.org/bianet/saglik/277367-hatay-da-uyuz-ve-bit-vakalari-artiyor
- a.g.e, s.16
Kaynakça
Arslan, Onur ve Kayaalp, Ebru, 2023. “Afet Yasası, İnşaat Sektörü ve
Depreme Hazırlık”, Birikim, https://birikimdergisi.com/guncel/11258/afet-yasasi-insaat-sektoru-ve-depreme-hazirlik (Erişim tarihi: 10.04.2023)
Arpat, Esen. 1977, “1975 Lice Depremi”, Yeryuvarı ve İnsan, Sayı:2/1, s.15-27.
Balaban, Şenol, Meltem. 2023, “Depreme dirençli yerleşimler inşa etmek mümkün mü?”, https://fikirturu.com/toplum/depreme-direncli-yerlesimler-insa-etmek-mumkun-mu/ (Erişim tarihi: 01 Mart 2023)
Bilecen, Tuncay. 2016, “17 Ağustos 1999 İzmit Depremi’nden 23 Ekim 2011 Van Depremi’ne Kapitalizm ve Mülkiyet Hukuku: Deprem ve Konut Hakkı”, İnşaat Ya Resulullah, der. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul, 47-54
Haçin, İlhan. 2014, “1939 Erzincan Büyük Depremi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: 30 Sayı:88, s. 37-70.
Karaduman, Evren Neşe. 2002, “1999 Doğu Marmara Depremleri Sonrası Üretilen Kalıcı Konutların Değerlendirilmesi”, Yüksek Lisans Tezi, İTÜ FBE Mimarlık ABD Bina Bilgisi Programı, İstanbul.
Nusret, Ali. 2021, “1 Yüz 1 İnsan: Ahmet Mete Işıkara”, Independent Türkçe, https://www.indyturk.com/node/434821/haber/1-y%C3%-
BCz-1-i%CC%87nsan-ahmet-mete-i%C5%9F%C4%B1kara (Erişim tarihi: 04.04.2023)
Sert, Deniz; Danış, Didem ve Sevinin, Eda, 2023, “Durum Tespit Raporu: Göç ve Deprem”, Göç Araştırmaları Derneği, s. 2. https://gocarastirmalaridernegi.org/attachments/article/311/G%C3%B6%C3%A7%20ve%20Deprem%20-%20 Durum%20Tespit%20Raporu.pdf (Erişim tarihi: 12.04.2023)
Smith, Neil. 2006, “There’s No Such Thing as a Natural Disaster”, Items, https://items.ssrc.org/understanding-katrina/theres-no-such-thing-as-a-natural-disaster (Erişim tarihi: 08.02.2023)
TMMOB Diyarbakır İl Koordinasyon Kurulu, 2018. “Yıkılıp Yeniden İnşa Edilen Tarihî Kent Merkezi Üzerine: Diyarbakır Sur Raporu”, Mimarlık Dergisi, Sayı:399, s.24-30.
Tercan, Binali. 2018, “1948’den Bugüne İmar Afları”, Mimarlık Dergisi, Sayı: 403, s.20-26. Uray, Gökberk. 2022, “Konut Hakkı ve Konut Aktivizmi”, İdealKent Dergisi, Sayı:37, Cilt:13, s.1981-2001.