Cumhuriyetin Kuruluş Döneminde Ekonomi Politikaları

Faruk Sevim

 

Giriş

Mustafa Kemal ve Cumhuriyetin bütün kurucu kadroları her zaman kapitalist ekonomi modelini benimsediler. Temel misyonları kapitalizmi geliştirmek, bir kapitalist sınıf, burjuva sınıf yaratmaktı. 1923 sonrasında bu sınıf devlet eliyle büyük ölçüde yaratıldı.

1923-38 yılları arasındaki dönem, ekonomide devletin öne çıkması nedeniyle, devlet kapitalizmi dönemidir, 1950 yılına kadar sürmüştür.

Kapitalizm; geliştiği her bölgede mutlaka bir kesimin sömürü, yağma ve talanı ile büyümüştür. Türkiye’de de Cumhuriyet dönemi kapitalizmi ilk sermaye birikimini, azınlık mallarına el koyarak yaptı. 1914 yılında Anadolu nüfusunun yüzde 20’sini teşkil eden Müslüman olmayan azınlıklar (Rum, Ermeni ve Süryaniler); 1923 yılına gelindiğinde yüzde 2’ye indirildi, el konulan mallar Müslüman Türk eşrafa dağıtıldı.

Lozan görüşmelerinin kesilmesi nedeniyle acele toplanan İzmir İktisat Kongresinde (Şubat 1923); kapitalist devletlere, “sorun çıkarılmayacağı”, kapitalist yoldan ilerleneceği mesajı verildi. Yeni Türkiye’nin kapitalist sisteme zarar vermeyeceği, bu kampta kalacağı açıkça ilan edildi. Kongrede emekçi sınıflar değil, azınlık mallarına el koyan büyük toprak sahipleri ve eşraf temsil ediliyordu.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ekonomik sistem, asıl olarak azınlık mallarına el koyma ile başlayan bir süreçtir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında azınlıkların yok edilmesi, mallarına el koyulması

Cumhuriyet’in ulus-devlet inşası, İttihat ve Terakki’nin temellendirdiği ekonomi politika üzerine bina edildi, bu anlamda bir organik devamlılık söz konusudur.

1914’te sermaye yapısında Müslümanların payı yüzde 15, Rumların payı yüzde 50, Ermenilerin payı yüzde 20, Yahudilerin payı yüzde 5, yabancı ülke vatandaşlarının payı ise yüzde 10’dur. Emek dağılımında ise Rumların payı yüzde 60, Ermenilerin payı yüzde 15, Yahudilerin payı 10, Müslümanların payı yüzde 15, yabancıların ise sıfırdır.

1915’ten sonra Ermenilerin sermayedeki payı neredeyse sıfıra indi. Bu tasfiye süreci Rumlar için de devam etti. İstanbul mübadelenin dışında bırakılmış da olsa 1920-23 arasında pasaport alıp yurtdışına çıkanların malı mülkü Müslüman sermayedarlara devredildi. 1914’te sermayedeki payları yüzde 15 olan Müslüman Türklerin 1930’larda sermayeden aldıkları pay yüzde 90’lara çıktı. Bu tablo bize Türk burjuvazisinin sermaye birikiminin ilk kaynağının, mallarına el koyduğu Hıristiyan ve Musevi sermayesi olduğunu gösteriyor.

1913’te Anadolu’ya Balkanlar’dan göç eden Müslüman nüfusun iskânı, 1915’te Ermeni nüfusun tehciri/ soykırımı ve 1923’te Türk-Rum nüfus mübadelesi; Türkiye nüfusunun etnik ve dinsel kompozisyonunda önemli değişiklikler yarattı. 1914’te azınlıkların bugünkü Türkiye sınırları dâhilinde yaşayan nüfus içindeki oranı yüzde 20 iken, Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımı olan 1927 sayımı sonucuna göre yüzde 2’ye geriledi. Daha sonraki yıllarda devam eden baskı ve şiddet sonucu bugün azınlıkların nüfus içindeki payı binde 1 seviyesindedir.

Azınlıklar, 1913 yılından itibaren her türlü zor ve şiddetle topraklarından sürüldüler. Geride bıraktıkları ekonomik değerlere Müslüman-Türkler tarafından el konuldu. Azınlıklar işgücü piyasasından da dışlandılar, yerlerine Müslüman-Türk unsurlar yerleştirildi.

Her türlü zor kullanımına karşın Türkiye’de yaşamayı sürdürmek isteyenler ise, Vatandaş Türkçe Konuş! Kampanyası ve Varlık Vergisi uygulaması gibi kültürel ve ekonomik Türkleştirme uygulamalarına maruz kaldılar.

Azınlık nüfusun sayıca ve oranca azalmasına rağmen, kalanların da Türkiye’yi terk etmesi için pek çok baskı uygulandı. Baskı, sindirme ve yıldırma ile gözleri korkutularak ülkeyi terk etmeye zorlandılar. Şiddet uygulanmasını da içeren bu tür olayların en bilinenleri, 1934 Trakya Pogromu ve 1955 6-7 Eylül Pogromudur. Bu pogromlarda onbinlerce insan yaşadıkları yerleri terk edip gitmek zorunda kaldı. Elbette gidenlerin mallarına el konuldu veya değerinin çok altında satılması sağlandı. Bu satın almalardan sadece Müslüman Türk bireyler değil, devlet kurumları da yararlandı.

 

Cumhuriyetin ekonomi programı

Bu dönemin ekonomisi genellikle 1923-29 ve 193038 olarak iki ayrı bölümde incelenir. Dönüm noktası 1930’dan itibaren devletçi politikaların uygulanmaya başlanmasıdır. İlk evre (1923-39) dışa açık, ihracat destekli; ikinci evre (1930-38) korumacı, ithal ikameci, devletçilik ilkesinin ortaya atıldığı sermaye birikimi dönemidir.

Cumhuriyet’in ilk dönemi tarımsal ihracata dayalı bir kalkınma modeline dayanır. Dünya piyasalarında tarım fiyatlarının artışı böyle bir modelin işlemesinin olanaklarını sağlayabilmiştir. Sanayi ise daha çok yabancı firmaların işlettiği fabrikalar eliyle gelişmektedir. Telefon, telgraf işletmeleri, deniz yolları, limanlar, demiryolları gibi ulaşım hizmetleri, maden aramalar ağırlıklı olarak yabancı firmalar tarafından yürütülmektedir. Toplam sermayenin yüzde 50’si yabancı sermayedir.

1924 yılında kurulan İş Bankası, yerli sermayenin oluşumunda çok ciddi bir misyon üstlenir. Birçok sektörün ilk yatırımları bu banka tarafından yapılır. Devletin yarattığı olanakları çok iyi kullanan İş Bankası hızla büyür. Küçük servetleri biriktirerek bunları kapitalist sınıfların hizmetine sunar.

Memurların aylıklarından kesintilerle sermayesi geliştirilen Ziraat Bankası ise rejimin kırlardaki ekonomik ilişkileri yeniden üretmesinde önemli rol oynar. Büyük toprak sahipleri için önemli bir sermaye desteği sağlar.

Bu dönemin karakteristik özelliği yerli ticaret burjuvazisi oluşturulmasına rağmen, yerli sanayi burjuvazisinin oluşturulamamış olmasıdır. Bu eksiklik devletçilik döneminde telafi edilecektir.

 

1923-29 döneminde büyük toprak sahiplerine sağlanan destekler

İzmir İktisat Kongresinde oy birliği ile alınan tavsiye kararı gereği, Aşar (Öşür) vergisi Meclis tarafından 1924 yılında kaldırılır. Aşar vergisinin kaldırılması sermaye birikiminin değişmesinde önemli bir kırılma noktası meydana getirir. Kuruluş döneminde büyük arazi sahiplerinden destek gören yeni devlet, Aşar vergisini kaldırarak büyük toprak sahiplerine destek vermiş olur.

Buna paralel olarak 1929 yılında büyük arazi sahipleri açısından önem taşıyan bir başka kanun daha çıkarılır. Osmanlı hükümetinin geçmiş yüzyıllar içinde çeşitli ailelere vermiş olduğu ve geniş tarımsal alanlara tasarruf hakkı sağlayan belgeler, bu alanların özel mülk olarak tapuya kaydettirilmesi için yeterli sayılır. Böylece henüz tapulanmamış, ama fiilen el konulmuş Ermeni ve Rum arazilerine hukuken de el konulmuş olur.

Osmanlı belgelerinde sözü edilen alanlarla ilgili sınırlar son derece muğlak olduğu ve Türkiye’nin kadastrosu bulunmadığı için, elinde bu türden belge bulunan nüfuzlu aileler, çok geniş alanların mülkiyetini kazanmaya başlar. Ermeni ve Rumlardan kalan ve kırsal kesimdeki nüfuzlu aileler tarafından işgal edilmiş olan milyonlarca dekarlık arazi, bu aileler tarafından tapulandırılır.

 

İhracata dayalı dönemin sonu

Bu dönemin (1923-29) kapanışı bütün dünyada kapitalist sistemi derinden sarsan 1929 büyük buhranı ile gerçekleşir.

1929, birçok iktisadi göstergenin radikal değişim gösterdiği bir yıldır. Örneğin Türkiye’nin toplam ithalatı 1929 yılında 123,6 milyon dolar iken 1930 yılında 69,5 milyon dolara geriler. Aynı yıllarda ihracat miktarı ise sırasıyla 71,4 milyon dolar ve 60,2 milyon dolar olmuştur.

1929 dünya ekonomik bunalımı, Türkiye’nin hem ihraç ürünlerine talebi daraltır, hem de geleneksel ithalatının aksamasına sebep olur. O dönem Türkiye’de un, şeker ve dokuma gibi en temel ürünler bile dışarıdan alınmaktadır. Sonuçta 1930’dan itibaren devletçilik ilkesi benimsenir ve ithal ikameci kalkınma modeline geçilir. Devletçilik, üretilen artı değeri sanayi burjuvazisine teslim etmenin bir yolu olmuştur.

Devletçilik döneminin asıl işlevi, yerli sanayi burjuvazisi oluşturma çabasıdır. Sermaye birikimindeki yetersizlik, 1929 dünya bunalımının etkileri, 1930’dan itibaren devletin devreye girmesini gerektirmiştir.

 

1929 sonrası devletçilik, ithal ikameci modele geçiş

Türkiye sanayileşmesinin bütün yükü her zaman emekçi sınıfların sırtında olmuştur. Türkiye devleti, 1923’ten itibaren eşraf ve büyük toprak sahiplerinden bir burjuva sınıfı yaratmayı, bu doğrultuda işçi ve emekçilerin her türlü haklarını bastırmayı ve yasaklamayı seçer. Tek parti döneminin 1930’lu yıllarda uygulanan ekonomi modeli olan devletçilik, devlet eliyle bireyleri zengin etmek demektir.

1929 bunalımı sonrası dünya piyasalarında tarım ürünlerinin fiyatlarının düşüşü ihracat gelirlerini epeyce azaltır. Bu değişiklik, temel tüketim mallarında bile dışa bağımlı ve ithalat bağımlısı bir ülke için çok vahim sonuçlar yaratır. Dış ticaret faaliyetleri ciddi bir darbe yer, büyük toprak sahiplerinin elindeki tarımsal ürünlere talep azalır ve tüketim malları konusunda ciddi bir arz eksikliği, kıtlık baş gösterir. Bu yıllarda Türkiye un, şeker ve dokuma gibi en temel metaları bile ithal etmek zorundadır. Ticaret sermayesinin sanayi yatırımlarına yönelmeyişinin yarattığı olumsuzluklar çok ciddi sorunlar yaratmaktadır.

İşte devletçilik meselesi tam da bu noktada ortaya çıkacaktır. Yukarıda sayılan faktörler ülke ekonomisinin bazı sektörlerinin yeniden yapılanmasını zorunlu kılmaktadır. Temel tüketim maddeleri üreten hafif sanayinin kurulması ile ürünleri ellerinde kalan toprak sahiplerine talep yaratılacaktır.

Ayrıca durağanlaşan ticari faaliyetler yeniden canlandırılacak ve ülkede temel tüketim mallarına olan talep karşılanabilecektir. Fakat burjuvazi krizin şokunu üzerinden atamamıştır, üretim alanına girebilecek cesareti ve sermaye birikimi yoktur. O zaman bu işi yapmak devlete düşer.

Girişilen sanayileşme faaliyetlerinde öncelik, yerli hammadde kullanan ve tüketim mallarında ithal ikamesi sağlayan sanayilere verilir. Devlet özel kesimin zaten kârlı bir biçimde faaliyet yürüttüğü alanlara girmek ihtiyacı hissetmez. İlk açılan fabrikalar; şeker, kâğıt, şişe cam, tekstil, gübre alanlarındadır. Liman, telefon, telgraf, maden işletmeleri devletleştirilir. Sümerbank, Etibank, Maden Arama Kurumu, Fiskobirlik kurulur.

1933 yılında toplam banka mevduatlarının yüzde 34’ünü elinde bulunduran İş Bankası, şeker üretimini, dokumacılık, kerestecilik, sigortacılık sektörlerini tamamıyla kontrol ettiği gibi kükürt, telsiz, telefon, kibrit tekellerini de elinde bulundurmaktadır.

1929 yılında milli gelirin yüzde 10’unu oluşturan sanayi kesiminin payı 1939’da yüzde 18,3’e çıkar. “Un, şeker, dokuma” gibi temel ihtiyaç maddeleri içerdeki fabrikalarda üretilmeye başlanır.

Devletçilik uygulamasının iş yaşamına etkileri Bu dönemde önemli sayıda milletvekili çiftçi ve tüccardır. Milletvekillerinin bir kısmı da aynı zamanda tüccar veya çiftçi olan eski subaylardır. Bürokrat olan milletvekilleri de mevcuttur.

1931-1939 yılları arasındaki milletvekillerinin biyografileri üzerinde yapılan incelemede, önemli bir kısmının ticarete uğraşmakta olduğu görülmektedir. Bu durum, TBMM’de yer alan milletvekillerinin önemli bir kısmının aynı zamanda patron olduğunu göstermektedir. Ve bu patronlar, devletçilik uygulamasının bütün kaymağını yemişlerdir.

Devletçilik uygulamasında, 1929 sonrasında üretim ve istihdam artar, büyük ölçekli devlet fabrikaları üretime başlar. Ancak imalat sanayinde küçük ölçekli, az sayıda işçi çalıştıran işletmeler çoğunluğu oluşturmaya devam eder. İşçilerin büyük çoğunluğu da bu tür işletmelerde çalışmaktadır. 1930’lu yıllarda sanayi üretimi ile birlikte işçi talebi artarken kimi kentlerde işgücü açığı bile oluşur.

Özellikle büyük ölçekli devlet işletmelerinin kurulduğu orta büyüklükteki kentlerde pek çok işçi kır kökenlidir, kırsal alanlarla ilişkilerini koparmadan işçi olarak çalışmakta, hasat zamanlarında köylerine geri dönmektedirler.

Devlet eliyle sanayi oluşturulması ve pek çok yeni fabrikanın kurulmasına rağmen, 1939 sonrası II. Dünya Savaşı döneminde büyük kıtlıklar yaşanır. Halk yaşanan bu ekonomik felaketin faturasını, 1950 yılındaki seçimlerde iktidara çıkarır ve muhalefete oy verir. Demokrat Parti iktidarının en önemli seçim sloganı, savaş döneminde yaşanan ekonomik kriz, bu krizden nemalanan iktidar taraftarı zenginler ve kıtlık olmuştur.

Devletçilik uygulaması, o dönemde halk tarafından sempatiyle karşılanmadığı gibi, şimdilerde anlatıldığı gibi bir ekonomik başarıya da yol açmamıştır. Hatta savaş döneminde çoğunluğu azınlık sermaye gruplarından tahsil edilen Varlık Vergisi bile (bugünün parası ile yaklaşık 600 milyar dolar) iktidarın ekonomide başarılı olmasını sağlamamıştır. Ama Varlık Vergisi uygulaması, azınlık sermayesinin Müslüman Türk burjuvaziye transferinde çok önemli rol oynamıştır. Böylece 1913’te başlayan, devlet eliyle Müslüman Türk burjuva yaratma misyonunda önemli bir aşama geçilmiştir.

 

İşçi hareketleri

Cumhuriyet öncesi dönemde gelişmeye başlayan işçi hareketi kendini özellikle 1908 sonrasındaki grevlerle ortaya koymuştur. Özellikle demiryolları işçilerinin kurduğu sendika ve 1908 sonrasında başlattıkları grev oldukça etkili olmuş, İttihatçı diktatörlük bunun üzerine çıkardığı Tatil-i Eşgal Kanunu ile her türlü işçi örgütlenmesini ve eylemlerini yasaklamıştır.

Görece demokratik bir dönemi ifade eden 1923 yılının Ekim ve Kasım aylarında binlerce işçinin katıldığı grevler yapılır. Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte özellikle yabancı sermayeli şirketlerde grevler başlar.

1923 Türkiye’sinde en güçlü işçi kuruluşu, 26 Ekim 1923’te kurulan Türkiye Umum Amele Birliği’dir. Birlik 1925 yılında kapatılmıştır. Bu dönemin belli başlı işçi eylemleri şunlardır:

  • 1924 yılında İstanbul, İzmir tramvay ve posta işçileri grevi
  • 1924 Adana un fabrikaları işçileri grevi
  • 19 Kasım 1923 Şark Demiryollarında yaklaşık 1 400 işçinin grevi
  • 1923 Temmuz ve Ağustos aylarında Zonguldak ve Ereğli’de 12 000 maden işçisinin grevi
  • Ağustos 1923’te İstanbul “Bomonti” bira fabrikasındaki işçilerin grevi
  • 1923 Aydın demiryolları işçilerinin grevi

Devlet, karşılık olarak 1925 yılında Takrir-i Sükûn Yasasını çıkarır. İşçi grevleri ve işçi örgütlenmeleri yasaklanır. Bir tek parti diktatörlüğü kurulur.

1927 yılında işçi sayısı (memurlar dahil) 6 milyonluk işgücü içinde 200 bin civarındadır, çalışanların büyük kısmı (yaklaşık 5,5 milyon) tarım sektöründe kendi işini yapan çiftçilerdir. 200 binlik işçi kitlesinin içinde sanayi işçisi sayısı 20 bin civarındadır. İşçilerin büyük çoğunluğu ulaştırma işkolunda veya memur olarak çalışmaktadır.

Devletin sanayide ve yatırımlarda etkin olduğu 1930-40 yılları arasında işçi sınıfı üzerinde mutlak bir baskısı ve denetimi vardır. 1933 yılında çıkarılan bir kanunla grev yapanlara, greve teşvik edenlere hapis cezaları öngörülmüştür. Yine de bu dönem bazı yerel grevler, eylemler gerçekleşmiştir. Bu eylemler şunlardır:

  • 1931 Galata tütün işçileri grevi,
  • 1931 Defterdar tekstil işçileri grevi
  • 1932 İstanbul vapur işçileri grevi
  • 1932 İzmir tütün ve incir işçileri grevleri
  • 1936 İstanbul Balgat işçileri maaşlarını alamadıkları için yaptıkları eylem
  • 1936 Samsun tütün işçilerinin maaşlarındaki kesintiyi protesto eylemleri.

1936 yılına kadar yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde, işçilerle, işçilerin çalışma şartlarının iyileştirilmesi ile ilgili tek bir düzenleme yapılmaz. Ancak Birinci Sanayi Planı’yla (1934-1938) işçi istihdamı artıp, verem vakaları çoğalınca sınırlı bir müdahale kaçınılmaz hale gelir ve ilk çalışma yasası 1936 yılında çıkarılır. Bu yasada da elbette grev yapmak ve sendika kurmak yasaktır. Yasa ile 12 yaşından küçük çocukların çalıştırılması yasaklanır, 5 yıl çalışanların tazminat alabilmesi sağlanır, iş kazalarında işverene bazı yükümlülükler getirilir.

1936’da çıkartılan İş Kanunu, ki Mussolini İtalya’sından neredeyse aynen kopya edilmiştir, nicelik olarak büyüyen işçi sınıfının önünü kesmek üzere tasarlanmıştır. Sendika kurma, grev yapma hakları bir kez daha yasadışı ilan edilmiştir. Haftalık çalışma süresi 48 saat olarak benimsenmiş, iş uyuşmazlıklarının çözümünde “zorunlu hakem” düzenlemesi öngörülmüştür.

 

Sonuç

Osmanlı’nın son döneminde ticarette özellikle de dış ticarette yoğunlaşmış burjuvazisi Hıristiyan ve Musevi idi. İç ticarette, çoğunluğu esnaf niteliği taşıyan Müslüman-Türk burjuvazisi de vardı. Fakat bunlar hem çok etkisiz hem de gayrimüslimlere bağımlıydı. İkinci Meşrutiyet (1908) sonrasında uygulanan baskı, şiddet ve ekonomi politikaları ile Müslüman-Türk unsurlar devlet eliyle öne çıkarıldı. Müslüman olmayan unsurların büyük bölümü ya yok edildi, ya da ülkeyi terk etmeye zorlandı. Türkiye’de kalanlar da zamanla (II. Dünya Savaşı sırasında yürürlüğe giren Varlık Vergisi gibi uygulamalarla) yok edildiler veya etkinliklerini önemli ölçüde yitirdiler.

Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Has, Toprak, Çukurova gibi sonraki dönemlerde öne çıkacak olan büyük sermaye grupları, azınlıkların ellerindeki ekonomik olanaklardan, dolaylı ya da dolaysız şekilde yararlandılar.

Türk burjuvazisi, genel olarak azınlık mallarına el konulması ile palazlandı. Örneğin; Çukurova grubunun kurucuları Eliyeşil ve Karamehmet aileleri Tarsus bölgesinde büyük toprak sahibiydiler. Rumlar tarafından kurulan bir iplik fabrikasını 1925 yılında ele geçirerek sanayiciliğe adım attılar.

Has ailesi, 1906 yılında Ermeni Aristidis Simyonoğlu tarafından kurulan bez fabrikasını 1923’te ele geçirdi. Koç grubunun demir boru ve zeytinyağı üretimindeki azınlık ortakları daha sonra ortadan kayboldular.

Cumhuriyetin ilk yıllarında işçi sınıfı çeşitli eylemler, grevler yaptı, haklarını istedi. Ama devletin cevabı Takrir-i Sükûn Yasası çıkararak her türlü sendikal örgütlenmeyi ve grevleri yasaklamak oldu. Bu politikalar 1946 yılına kadar devam ettirildi. İlk yasal sendikalar ve işçi örgütleri ancak 1946’da kurulabildi.

Cumhuriyetin kuruluş dönemi ekonomisinin özeti şudur: Devlet eliyle yok edilen azınlıkların malları Müslüman Türk bireylere verildi, onların zenginleşmesi sağlandı. Elbette bu arada pek çok bürokrat ve subay da zenginleşti. İşçi sınıfı ise tam bir baskı altında tutuldu. İlk sermaye birikiminin gerçekleşmesi böylesi koşullarda sağlandı.

KAYNAKÇA

Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İletişim Yayınları, 2002.

https://acikerisim.deu.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12397/6703/187888.pdf?sequence=1&isAllowed=y

https://birikimdergisi.com/guncel/624/etnik-temizlik-ve-ekonominin-turklesmesi

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1725283 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/194981

https://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423867261. pdf

https://www.agos.com.tr/tr/yazi/6166/turkiyenin-gayriresmi-iktisat-tarihi

https://www.batissendika.org/makaleler/turkiye-tarihi/

https://www.derintarih.com/soylesi/fikret-baskaya-kemalizm-bir-burjuva-ideolojisidir-ve-burjuva-ideolojisinin-capi-ne-kadarsa-kemalizmin-capi-da-o-kadardir/

https://www.evrensel.net/yazi/57873/burjuvazimizin-kanli-tarihi

https://www.researchgate.net/publication/340964812_Osmanli’dan_ Turkiye_Cumhuriyeti’ne_gecis_doneminde_uygulanan_iktisadi_ve_mali_politikalarin_ekonomik_gucun_el_degistirmesindeki_rolu

Murat Koraltürk, Erken Cumhuriyet Döneminde Ekonominin Türkleştirilmesi, İletişim Yayınları, 2011

Nevzat Onaran, Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1920-1930), Emval-i Metrukenin Tasfiyesi II, Evrensel Basım Yayın, 2013

Nevzat Onaran, Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1914-1919), Emval-i Metrukenin Tasfiyesi I, Evrensel Basım Yayın, 2013

Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İmge Yayınevi, 2002

 

Not: Mayıs 2022 tarihli “Kapitalist ekonomiler krizde” başlıklı yazımın kaynaklar bölümüne aşağıdaki makaleyi de ekliyorum: https://marksist.net/oktay-baran/krizin-iki-yili-pandemi-ve-dunya-ekonomisi

sosyalizm