Birleşik Mücadele, Sendikalar ve Sendikal Bürokrasi

Şenol Karakaş

 

2021’in Kasım ayından beri yaygınlaşan bir işçi mücadelesi var. AKP’li yıllarda eşine pek rastlanmayan bir işçi hareketiyle karşı karşıyayız. Hareket pıtrak gibi yayıldı: Her yerde, sarsıcı ve kararlı. Üstelik kazanan bir hareketle, kazanmayı alışkanlık haline getirmek üzere olan bir işçi sınıfı tepkisiyle karşı karşıyayız. Emek Çalışma Grubu’nun yayınladığı son araştırmada eylemlerin sayısı ve bazı özellikleri toparlanmış. Bu çalışmaya göre 2022 yılının Ocak-Şubat grev dalgası 17 bin grevci işçiyi kapsıyor. Bunların 107’si fiili, BBC çalışanlarının grevi ise yasal olarak örgütlendi. 96 grev düşük zamlara karşı yapıldı. Grevlerin 54’ü hiçbir sendikanın dahli olmadan örgütlenmiş ve en az 49 grevde kazanım elde edilmiş.[1]

Emek Çalışma Grubu’nun raporundan sonra iki kere sağlık çalışanları, bir kere de doktorlar, aile hekimleri örgütüyle eylemler gerçekleştirdi.[2] 8 Şubat’ta sağlık çalışanlarının “g(ö)rev” adıyla örgütledikleri grevi[3] 14-15-16 Mart’ta ikinci bir g(ö)rev hareketi izledi.[4] Bu grevlere katılan on binlerce doktor ve sağlık çalışanı Emek Çalışma Grubu’nun verilerine eklendiğinde hem sayısal açıdan çok daha yaygın bir eylem zinciri içinde olduğumuz hem de işkolları açısından çok büyük bir çeşitlilik içeren eylemler sürecinin içinden geçtiğimiz daha net görülebilir.

Bu beklenmedik eylem silsilesinin, 96 grevin temel gerekçesinin işçilere yapılan düşük zamlar olmasının da gösterdiği gibi, ekonomik temele sahip olduğu çok açık. Yaşadığımız sert fakirleşme, işçi sınıfı hareketi açısından katlanılmaz boyutlara ulaştı.

Sert fakirleşme

Erdoğan iktidarı, özel bir çaba göstererek Türk lirasının aşırı değersizleşmesini sağlayan ekonomi politikalarını dünyayla paylaştı. Alım gücü beklenmedik bir sertlikte düştü. Bir günde 10 liradan 14 lira civarına sıçrayan dolar, alım gücünde onda dörtlük bir düşüş daha yarattı. Bu düşüşten önce de katlanılmaz bir yoksulluk giderek yayılıyordu. Türk-İş’in açıkladığı “açlık ve yoksulluk sınırı araştırmasının Eylül ayı verileri”[5] işçilerin, emekçilerin ve yoksulların cephesinde açlık krizinin derinleştiğini gösteriyordu. Araştırmaya göre, dört kişilik bir ailenin sadece gıda ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için 3 bin 49 TL harcama yapması gerekiyordu. Yoksulluk sınırı ise 9 bin 931 TL’ydi. Rejimin işçiler için taşıdığı anlam bir önceki yılın ve ayın verilerinin mumla aranacak hale gelmesiydi. Açlık sınırı 2020’nin Eylül’ünde 2,447 lira, yoksulluk sınırı 7,973 liraydı; 2021 Ağustos’ta açlık sınırı 2,927 lira, yoksulluk sınırı 9,533 liraydı. Asgari ücret, 26 Eylül’de 318 dolardı. Tarihe Kara Salı olarak geçen dolar patlamasında ise 231 dolara geriledi. İki ayda neredeyse 100 dolarlık bir alım gücü gerilemesi yaşandı asgari ücrette.

Erdoğan 22 Kasım’da, yaşanan krizin sertliğini önemsemediğini gösteren şöyle bir açıklama yaptı: Sadece kurdaki yükselişe bağlı olarak kimi ürünlerde ortaya çıkan fiyat artışı yatırımı, üretimi, istihdamı doğrudan etkilemez. Tam tersine kurdaki rekabet gücü (yani düşük değerli TL) yatırımda, üretimde, istihdamda artışa yol açar.”[6] İktidar toplumda radikal bir fakirleşme yaratan ekonomik adımlarına çeşitli isimler taktı. “Yeni Ekonomi Politika” dedi, “Çin modeli” dedi, fakat, bu politikaların zor koşullarda yaşayan emekçilerin hayatını nasıl kararttığını tam olarak kavrayamadı. Her ne kadar, Diyanet İşleri Başkanı’ndan Cumhurbaşkanı’nın yakın çevresine ve AKP sözcülerine kadar hepsi, gerçekleşen gelir düşüşüne ve açlık sınırının altında yaşayan yoksullara bazı tedbirler almaları yönünde uyarılarda bulunmuş olsa da bu yaklaşım, kısa sürede içine gireceğimiz öfkeli işçi eylemlerini tetiklemenin dışında, ekonomik temelli eylemlere adalet duygusunun eksikliği nedeniyle katılan kızgın ruh halinin daha da görünmesine neden oldu.[7] İktidar, bile bile yoksullaştırma politikası izledi. Ekonomik çöküş iktidarın, aynı zamanda bir seçim stratejisi olarak, bilinçli bir tercihin sonucunda halkın bu sert fakirleşmesine ve TL’nin aşırı değersizleşmesine neden olan ekonomik modeli tercih etmesinin ürünü oldu. Cari açığın dengelenmesi, işgücü istihdamının düşük ücretli emek cennetine dönüşerek toparlanması, düşük faizle yatırımların nispeten artması ve kısmi ekonomik canlanmanın yaşanmasıyla Erdoğan’ın gelişmeleri toparladığının propagandası yapılacaktı. Fakat dolarizasyonun nerede duracağı, paranın hangi seviyede pula dönüşeceği, üretim araçları üreten sektörlerin ve enerjinin ithalata, yani dolar üzerinden alışverişe bağlı olduğu verileri, iktidarın oynadığı kumarda kaybetme ihtimalinin yüksek olduğunu o günlerde gösteriyordu. Dolar ve en temel tüketim ürünlerinin fiyatı asla sabitlenemiyor. Ama burada sadece bir beceriksizlikle değil, tek adam rejiminin beceriksizliğiyle de derinleşen bir sınıfsal tercihle karşı karşıya olduğumuz görülmeliydi. Bu, kaynakları sermayeye aktarmanın en son bulunan şekliydi, iktisatçıların dalga geçtiği gibi, dalgalı kurda devalüasyon yaratmayı başaran yeni bir adım oldu.

Çin modeli ne anlama geliyordu?

Yoksullardan zenginlere kaynak transferinin adına, iktidar bir süreliğine “Çin modeli” dedi. Kısa süre içinde bu adlandırmadan vazgeçtiyse de bir TV spikeri durumu tüm açıklığıyla anlattı: “Dolar arttığı zaman bizi kurtaracak olan temel çıkış noktası neydi, Türkiye’de işçilik ucuzlayacak (…) Yani şu son kur atağıyla birlikte, kusura bakmasın kimse, bizde işçilik çok ucuzladı çook. Efendim, tez, işçilik ucuzladıkça üretim Türkiye’ye kayacak. Kulağa hoş geliyor, bekliyoruz.”[8]

Kara Salı döneminde Çin’de bir tekstil işçisinin aldığı asgari ücret 360 dolarken, Türkiye’de hızla gerilemeye başladı. 1 Ocak 2021’de 382 dolar olan asgari ücret 23 Kasım 2021’de 220 dolara gerilemişti. Bu, doların o günkü karşılığı olarak bir yıldan kısa bir sürede 2062 lira kaybetmek anlamına geliyordu. Bu ekonomik darbeye, “Çin modeli”nden sonra takılan isim, “Ekonomik kurtuluş savaşı”[9] oldu.

İktidar, TL’yi değersizleştirdiğinde, Hazine borçlarını da şişiriyor. Hazine, 2021 yılının Mart ayı açıklamasında, Türkiye’nin 31 Mart 2021 itibarıyla brüt dış borç stokunun 448,4 milyar dolar, net dış borç stokunun 262,1 milyar dolar olarak hesaplandığını bildirmişti. Net dış borç stokunu ödemek için 20 Kasım’da 2 trilyon 621 milyar lira gerekirken bir partinin seçim kazanmak için uydurduğu ve egemen sınıfın bazı kesimlerine de kaynakları emekçilerden kendilerine aktarma işlevi gördüğü için hoş görünen “faiz sebep, enflasyon sonuç” teorisine uygun kararların alındığı 21-22 Kasım’da 3 trilyon 151 milyar 639 milyon lira gerektiği anlamına geliyor.

İktidardaki varlığını memleketin ölüm kalım mücadelesine indirgeyen, bekayı, AKP’nin ve giderek Erdoğan’ın seçim kazanıp kazanmamasıyla özdeşleştiren bu siyasi eğilimin “ekonomik kurtuluş savaşı” tezi, beka anlatısının ekonomik alana uyarlanmış hâli ve yerli-milli kurtuluş mücadelesi tezi kadar büyük bir maske.

Bu iktidar, bir konuda, halkın kaynaklarına çökme ama bu çöküşü halkın çıkarlarınaymış gibi gösterme konusunda benzersiz özelliklere sahip. Covid-19 salgınında patronların vergilerini affederken ve sermayeye işçilerin fonundan kaynak aktarmaya devam ederken, halkın gözünün içine baka baka IBAN numarası yollayıp para istemişlerdi. Oysa Türkiye’de yoksullar vergi gelirlerinin yüzde 70’ini omuzlamış vaziyetteyken, nüfusun en yoksul yüzde 40’ı toplam gelirin sadece yüzde 17’sini alıyor. En yoksul yüzde 20’nin ise, toplam gelirden aldığı pay sadece yüzde 6.

Türkiye’de kaynaklar hızla sermaye gruplarına aktarılıyor. Bunu yaparken de uluslararası sermayeyle gayet sağlıklı ilişkiler kuruluyor üstelik. Brüt dış borç stokunun 448 milyar dolar civarında olması, “dış güçlerle” derin bağlara, borç alıp borç ödeme seviyesinde bir ilişkiye sahip olunduğunu gösteriyor.

Doğal gaz, petrol ve bazı temel girdilerin fiyatının bir anda, yüzde 30 artmasına bağlı olarak sadece son bir ayda yaşanan yüzde 30 fakirleşmeyi örtmek için kullanılan bir maskedir bu. Tıpkı “Nas” tartışmasında olduğu gibi. Faize dair dini yorumlardan söz edilecekse, iktidar tutarlı olmak istiyorsa tüm faiz operasyonuna son vermelidir. Merkez Bankası ise yüzde 18 olan Eylül ayı faizini Ekim’de yüzde 16’ya, Kasım’da yüzde 15’e düşürdü. Yani, hâlâ yüzde 15’lik bir faiz söz konusu. En son yüzde 14’e inen politika faizi akıllara “Nas”ı getiriyor elbette. En başta sermaye piyasaları olmak üzere, hiç kimse “nas” falan dinlemiyor.[10]

Bizzat TÜİK verileri yoksul sayısının son dört yılda yüzde 11,5 arttığını gösteriyor. 2017 yılında yoksul sayısı 15 milyon 864 binken, 2019 yılında yoksullar ordusuna 1 milyon 343 kişi daha eklendi ve bu sayı 17 milyon 207 bin kişiye ulaştı. 2020 yılında ise yoksul sayısı 17 milyon 691 bin kişi oldu. TÜİK’e göre yoksulluk oranı yüzde 21,9. Üstelik TÜİK’in iktidarın işine yaramak üzere görevlendirilmiş bir iyimserliğe sahip olduğunu bilmemize rağmen böyle bu oranlar. Türkiye gıda enflasyonunun yüzde 64,5’le en yüksek olduğu dördüncü ülke. İktidar asgari ücret zammıyla övünürken, Türk-İş Şubat ayı açlık sınırı araştırması 4 kişilik bir ailenin aç kalmamak için asgari ücretten 300 lira daha fazla kazanmasını, yani gelirinin 4 bin 553 lira olması gerektiğini gösteriyor.[11]

Son üç dört ayda milyonlarca yoksulun uçuruma yuvarlanıyormuş gibi hissetmesine neden olan yoksullaşma, aslen, son dört beş yılda hızlanarak işçi sınıfının geniş kesimlerini etkisi altına alan bir süreç. Bir yandan 15 Temmuz darbe girişiminden sonra kurulan OHAL rejiminin yarattığı adaletsizlikler, bir yandan Türk usulü neoliberal politikaların yarattığı yıkım, öte yandan Türk Usulü Başkanlık rejiminin hukuk, siyaset, yargı ve ekonomik kararlar alanında yarattığı yıkım yoksullukla eş zamanlı bir şekilde gelişti. OHAL rejiminin yarattığı korku iklimi, bir iktidar liderinin bu kadar açık seçik ilk kez itiraf ettiği şekilde, işçi sınıfı eylemlerinin dibe vurduğu bir dönem oldu. 12 Temmuz 2017’de yabancı sermayeli patronlara seslenen Erdoğan, şunları söyleyebilmişti: “Biz göreve geldiğimizde Türkiye’de OHAL vardı ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Ama şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz.” Hızını alamayan Erdoğan partisinin bir toplantısında bir sene sonra, “Bir tane fabrikada grev söz konusu mu? Böyle bir şeyde anında müdahalemizi yapıyoruz. Ve OHAL anında bir çözüm kaynağı oluyor. Huzurun olduğu bir ortam var, böyle bir ortamda bunlar OHAL’in olmamasını tavsiye ediyorlar. Tezgâh bozulacak o yüzden, size biz bu tezgâhı bozdurmayız” açıklamasını yapabilmişti.[12] Erdoğan’ın önemini hiçbir zaman kavrayamadığı gibi bu sözleri sadece haber kameraları değil, işçi sınıfının öncüleri, aktivistleri, geniş kesimleri de kaydetmişti.

Kıpırdanma

OHAL döneminin baskı ortamında bir dizi eylem gerçekleşti. Milyonlarca emekçi yerine esas olarak CHP’lilerin sokağa çıkmasıyla ve “hak-hukuk-adalet”[13] sloganlarıyla yapılan Ankara-İstanbul yürüyüşüyle oldu. Bu yürüyüşe gelene kadar; hakları için direnen tüm alanlardan insanların (KHK’lılar, barış imzacıları, HDP’li vekiller, gazeteciler, doktorlar, akademisyenler) direnişleri, iş cinayetlerine karşı, kadın cinayetlerine karşı, temel hakları ve ücretleri için irili ufaklı eylemlerden vazgeçmeyenlerin baskının kapısını zorlaması çok önemliydi. 8 Mart gece yürüyüşleri[14] bu hareketler içinde özel bir öneme sahip. Kılıçdaroğlu çok isabetli bir zamanlamayla yürüyüşe başlayınca OHAL döneminde biriken tüm öfke patladı. 2017 yılında 15 Haziran’dan 9 Temmuz’a kadar süren yürüyüş; kızgın, bir şey yapmak gerekir diyen insanlara moral verdi, ruh halini değiştirdi. 2019 yerel seçimlerinde AKP’nin yaşadığı buhranda bu isabetli yürüyüşün etkisi büyük oldu.

2021 yılının ilk yarısından itibaren, fakirleşmenin hızlanmasıyla ve insanların pandeminin ilk bir yılının ürkekliğini üzerinden atmaya başlamalarıyla beraber eylemler de şekillenmeye, insanlar öfkelerini ifade etmeye başladılar. Pandemide özellikle sağlık çalışanları ve kurye-depolama-paketleme işçilerinin çok ağır şartlarda çalışmak zorunda kaldıkları ortadaydı. Bu yüzden bu alanlardan ses çıkmaya başlaması şaşırtıcı olmayacaktı. 24 Kasım’da, Türk lirasının siyasi iktidarın özel çabasıyla değersizleştirilmesinin öncesinde, yoksulluğa karşı öfke kendisini gösteriyordu. Ama liranın dolar karşısındaki bu sert değer kaybının bir eylem dalgasına yol açmaması beklenemezdi.

Ve mücadele hemen başladı.

Bakırköy belediyesi işçileri zaten grevdeydi.[15] DİSK zaten 8 bölgede, Adana, Diyarbakır, Eskişehir, Antep, İstanbul, Ankara, Kocaeli ve Edirne’de “Geçinemiyoruz” eylemleri yapmıştı.[16] Ankara’da ise bir hafta önce DİSK, KESK, TMMOB ve TTB yine geçinemiyoruz eylemi gerçekleştiriyordu. Bu eylemlerden bir hafta önce Onur Air çalışanları, 20 aydır maaş alamadıkları için eylem yapmıştı[17], Dardanel işçilerinin tepkisi yükselmeye[18] işyerinde tepkilerini dile getiren işçi sayısı artmaya başlamıştı.

Kasım ayının “Kara salısı”ndan dört gün önce Ege mitinginde DİSK binlerce işçiyi bir araya getirmişti. TTB ve tabip odaları, “Emek bizim, söz bizim” başlıklı eylem sürecinin beşinci haftasında eylem gerçekleştirdi. TTB İstanbul’dan Ankara’ya yürüdü, beş şehirde kampanya yaptı ve yürüyüşün sonunda Ankara’da bir kaç bin kişilik forum yaptı.[19]

Kara Salı’nın hemen ertesinde ve sonraki günde hem sol örgütler eylemler yaptı, ODTÜ, Boğaziçi gibi okullarda, Adana, Mersin, Trabzon, Diyarbakır, Ankara, İstanbul ve İzmir gibi şehirlerde irili ufaklı gösteriler oldu; hem de DİSK hemen eylem çağrısı geldi. DİSK’in çağrısıyla eylemlere ertesi gün de devam edildi. DİSK bir hafta sonra “Milyonlarca işçi, emekçi, emekli adına, EYT’liler, geçinemeyenler, barınamayanlar adına haykırıyoruz” diyordu.

Kadrolu, sözleşmeli, işçi, memur gibi statülere bölünmüş, 39 ayrı branştaki sağlık emekçileri hakları için harekete geçti. KESK’e bağlı SES, Kamu-Sen’e bağlı Türk Sağlık-Sen ve Türk-İş’e bağlı Sağlık-İş’in şubeleri, birçok başka sendika ve derneğin katılımıyla iş bıraktı, ortak eylem yaptı. Asgari ücret pazarlıkları kapsamında hemen her kurum basın açıklaması yaptı.

MESS’le toplu sözleşme sırasında Türk Metal “MESS’in uzlaşmaz tutum ve yaklaşımına karşı, yasal ve meşru eylemleri ortaya koymaktan çekinmeyecektir” açıklamasını yapmak zorunda kaldı.[20]

Aralık ayının ilk haftasında tüm sağlık örgütleri 7 Aralık akşamı Türk Tabipleri Birliği’nin çağrısıyla toplandı. Yapılan toplantıya, Türk Dişhekimleri Birliği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (KESK), Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası (DİSK), Türk Hemşireler Derneği, Tüm Radyoloji Teknisyenleri ve Teknikerleri Derneği, Türk Psikologlar Derneği, Türk Sağlık-Sen (Kamu-Sen), Genel Sağlık-İş (Birleşik Kamu-İş), Ebeler Derneği, Hemşireler Derneği, Hemşireler ve Tüm Sağlık Profesyonelleri Sendikası temsilcileri katıldı.

Sonunda DİSK’in İstanbul’da Kartal mitingi, KESK’in yeni bir eylem çağrısı ve TTB’nin 15 Aralık’ta grev çağrısı gerçekleşti.

Bu 2021’in sonundaki birinci eylem dalgasında özellikle sağlık alanındaki eylemlerin bazı belirleyici özellikleri vardı. Öncelikle bu eylemler toplumun derinlerinde büyük bir kıpırdanma olduğunu ve bu kıpırdanmanın her türden liderliği sokağa ve harekete zorladığını gösteriyordu. Öte yandan, sorunun ortaklığı tüm sağlık çalışanlarını birleşik mücadeleye doğru iteliyordu. Eş zamanlı eylem kararları, tıpkı asgari ücret konusunda uzun zamandır yan yana gelmeyen Türk-İş, DİSK ve Hak-İş’in eş zamanlı açıklamaları[21] gibi bu aşağıdan birleşik mücadele basıncının ürünüdür. Son olarak devlet yönetimini yapboz oyununa benzetenler büyük bir hata yaptılar: İşçi sınıfının haklarıyla oynamak, Merkez Bankası, bakan ya da bürokratları atıp yenisini tayin etmeye benzemediği için ekonomik krizin derinleştirdiği öfkeye başka öfke alanlarından akış olması için kanallar açılmış oldu.

Kısa bir ara

Bu hareket daha büyük bir birleşik işçi direnişinin başlangıcı olabilirdi. Ama muhalefetin hataları ve işçi sınıfının yıllar süren kitlesel eylemlilik açısından ataletinin yarattığı sorunlar, bu dalgaya geçici bir süre ara verilmesine neden oldu.

Her gelişmeyi seçime erteleyip, ekonomik krizin faturasını krizin sorumlularına yükleyecek bir kitle eylemliliğinden kaçınması muhalefetin birinci hatası oldu. İktidarın, siyasal alanda, özellikle Kürt sorununda yerli-milli beka kaygısı anlatısıyla ördüğü sınırları aşacak hiçbir perspektifinin olmaması ise ikinci hatasıydı. Bu sadece Kürt sorununa değil, her önemli gelişmeye özetle devlet çıkarını koruyan yaklaşımın sınırlarından bakmak anlamına geldiği için, Kara Salı’nın ardından gelişen dalga es geçildi. İktidar, sokak eylemlerini ve kitlesel mücadeleyi öcüleştirirken[22], muhalefet de gönüllü bir şekilde kabul etti bu yaklaşımı. Bu kabullenmede, muhalefetin burjuvazinin farklı programını savunan kesimleri, CHP ve İYİP, aşağıdan gelişecek öfkeli işçi hareketlerinin üzerinde herhangi bir denetimleri olamayacağından çekinmiş oldukları için ve tüm gelişmeleri çantada keklik gördükleri seçimlerin selametini düşünerek ertelediklerini de söylemek mümkün.

Aralık ayında iktidarın Kur Korumalı Mevduat kararıyla, bu karar aslen ekonomideki riskleri Türk lirasını dolar üzerinden sigortalamak gibi bir akıl dışı yöntem olduğu için derinleştirirken, ilk anda dolar karşısında 18 lira civarına yükselen liranın 13-14 lira bandına gelmesine neden oldu. Kamuya bazı zenginlerin dolarlarını TL’ye çevirmeleri sonucunda uğrayacakları zararı dolar üzerinden karşılamanın maliyetini yüklemeyi hedefleyen bu politika, liranın daha ne kadar eriyeceğini paniğe kapılmış bir şekilde seyredenler açısından bir nefes almak anlamına geldi. Dolar 13 liraya indiğinde, sanki doları 8 liradan yukarılara doğru zıplatan iktidar değilmiş gibi garip bir iktidar övgüsü her yeri kapladı. Seçim anketi yapan bazı şirketler AKP’nin kendisinden kopan oyları bu ekonomik kararla durdurmayı başardığı sonuçlarına ulaştılar. Ama bunun geçici bir durum olduğu çok açıktı. Mızrağın çuvala sığmadığını göremeyenlerin pazara, alışverişe çıkması ya da Ocak ayında gelecek elektrik, doğalgaz faturalarını görmesi yeterli oluyordu. Asgari ücrete zam yapılmıştı ama hem bu zamlı ücretler daha alınmamıştı hem de alınsa da, para kelimenin tam anlamıyla pul, hatta puldan bile değersiz olmuştu. Kasım ayında gıda fiyatlarına yapılan zamlar, akaryakıta, elektriğe, doğalgaza, ev kiralarına yapılan zamlar o kadar aşırı boyutlara varmıştı ki yeni bir mücadele dalgasının açığa çıkmaması imkânsızdı.

Kasım ayında başlayan işyerleri ve sokak hareketliliği, OHAL döneminin demir yumruğuna karşı, sokağa çıkma hakkına yapılan bir vurgu, sokakların giriş kapısının açılması anlamına geldi. Korku duvarını aşmak için duvara tırmanmak gibi coşkusu vardı. Daha bir ay önce yaşanan bu coşku, aşırı fakirleşmeyle birleştiğinde bazı sorgulamalar çok daha hızlı yapılmaya başlandı. Bu iktidar krizin faturasını işçilere yüklemekten bir an bile geri durmayacağı açık olan pür bir sağcılığın cisimleşmiş hali olarak davranıyordu. Hayat pahalılığı, çeşitli vergiler, işçi sınıfı ve yoksulların hiçbir sorumluluğunun olmadığı ekonomi yönetiminin tetiklediği, hızlandırdığı ekonomik krizin faturasını işçilere yükleme hamleleri olarak açığa çıktı. Halk ekmek kuyruklarında ucuza ekmek almak için karakışta kuyruklara giren insanların ezici çoğunluğu, kendilerini bu koşullara mahkûm edenlerin patronlara kaynakları nasıl aktardığını da Hazine garantili karayollarını da büyük şirketlere vergi aflarını da gayet yakından izliyorlar.

Üstelik gelişmeler, iktidarın, işçi hareketinin, geniş kesimlerin, kendisine oy veren yoksul kitlelerinin radikalleşmesinden ne kadar ürktüğünü de göstermiş oldu. İnsanları sürekli olarak sokağa çıkarlarsa başlarına geleceklerle tehdit etmek, sadece korkutmakla sonuçlanmayabilir, sizin korktuğunuzu da, dolayısıyla zayıflığınızın nerede yattığını da gösterebilir. İşçi sınıfının radikalleşmesinden korkmak böyle bir radikalleşmeye dayanamayacağınızı itiraf etmek olarak da görülebilir. Bu yüzden, korkuyu yaymaya çalışmak için ürettikleri politik iddialar ve uydurma tezler öfkeyi yaygınlaştırdı.

Motor gürültüsünden ibaret değil

Salgının sağlık çalışanları kadar mağdur ettiği bir başka işçi sınıfı kesimi de kuryeler ve market çalışanları ve kargo şirketlerinin ulaştırma ve depolama alanlarında çalışan işçilerdi. Hepsi bu gelişmelere eklenmedik bir militanlıkla tepki gösterdi. “Evde kal” çağrıları evde kalabilecek koşullara sahip olan ya da evden çalışabilecek fırsatlara sahip olanlar açısından, aynı zamanda online alışveriş patlamasının kapısını araladı. Bu yüzden, birilerinin evde kalması, başka birilerinin salgının ve vahşi kapitalist sömürünün çarklarında ağır koşullarda çalışması anlamına geldi. Sanki Getir’in, Yemeksepeti’nin, Trendyol’un ya da Amazon’un patronları çalışıp alınterlerinin karşılığını almışlar gibi bir ekonomik manzara çıktı ortaya.[23] Bu türden şirketler pandemi döneminde aşırı büyüdüler. “Türkiye’de e-ticaret 2020’de yüzde 66 büyüyerek, 220 milyar TL’lik pazar hacmine ulaşmış.”[24] Kuşkusuz bu gelişme Türkiye’ye özgü değildi. Daha pandeminin ilk birkaç ayında, gazetelerde “Amazon’un kurucusu ve CEO’su Jeff Bezos’un serveti bu dönemde 24 milyar dolar arttı ve toplamda 138 milyar dolara ulaştı” türünden haberler çıkacaktı. Bir sene sonra ise bu adamın serveti 200 milyar dolar sınırına dayanacaktı. Onların zenginliği, bu sektörde acımasızca çalıştırdıkları işçilerden çaldıkları, işçiler bunu pandeminin her bir gününde daha keskin bir şekilde kavradılar. Bu alanda büyük bir öfkenin biriktiği, Kasım ayının eylemlerine ilham verdiği çok geçmeden görülecekti. Ama devreye önce iktidarın yapmak zorunda kaldığı asgari ücret zammının yarattığı sonuç girecekti. İktidar neredeyse sistematik olarak batırdığı ekonominin işçiler açısından biraz olsun katlanılmasını sağlamak için asgari ücrete zam yaptığında, bunun çok düşük ücretlerle çalıştırılan depola-paketle-getir-götür sektöründeki emekçiler için emsal olacağını kestiremedi. Bu sektördeki emekçilerin artık bir asgari ücret örneği vardı ve acımasız patronlara, en az bu ücret zammı oranında sınır çekerek karşı çıkabilirlerdi.

Ve olaylar, direnişe çıkan işyerlerinin kaydını tutamayacağımız kadar hızlı bir şekilde gelişti. Pandemi koşullarında çalışma şartlarına karşı biriken öfke, tüm OHAL döneminin baskılarına, yasaklarına ve patronseverliğine karşı bir öfke halini alarak patladı. Trendyol işçileri, bu dalganın en önemli evresi oldu. Trendyol kuryeleri kontak kapattı, mücadele etti ve kazandı! Yüzde 11’lik sefalet zammı dayatmasına karşı kontak kapatıp mücadeleleri sonucu yüzde 38,8 zammı kazandılar. Kuryelerin üretimden gelen gücü kontak kapatmaktır. Yemeksepeti işçileri ve Getir işçileri hemen eylemlere başladılar: “Enflasyon altında zam veremezsiniz”, “Tüm pandemi boyunca canımıza okudunuz” ve “Sizin kârlarınız bizim ölülerimizin üzerinde yükseliyor” mesajları çok keskin bir şekilde verildi işçi eylemlerinde.

2021’de Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin ve öğretim görevlilerinin kayyum rektöre karşı eylemlerinin önemi neyse, 2022’de de Trendyol işçilerinin eylemlerinin önemi de aynıydı. Yazının başında atıf yaptığım Emek Çalışma Grubu’nun Ocak-Şubat eylem dalgasını derlediği çalışma, bu grevlerin hem fiili olduğunu hem de kazanmakta olduğunu gösteriyor. Bu eylemler korku duvarını aşan hareketin dönüm noktaları. Trendyol işçileri, aşağıdan örgütlenmenin, birleşik ve kararlı mücadelenin, işyeri temelli örgütlenmenin ve kazanana kadar kavga ederek mücadele edilmesinin önemini gösterdiler. Ve hızla kazandılar. Bu kazanım tarzı ve hızı bütün kargo işçileri için kontak kapatmanın, kararlı, işyeri temelli ve birleşik, tüm çalışanları kapsayarak sürdürülecek mücadelenin önemini gösterdi. Eylemler arka arkaya geldi. Eylemler başka sektörlere moral verdi. Mücadele isteği aşıladı. Ve 107 grev, 17 bin işçinin katılımı ve ezici çoğunluğu örgütsüz olan işçilerin kazanana kadar sürdürmekte kararlı olduğu bir eylem dalgası.

Yayılan eylemler bütün bu şirket çalışanlarını içine çeken bir dalga halinde. Hareket içinde çok önemli deneyler birikiyor. Farplas işçileri fabrika içine giren polislere karşı direnirken, dışarıda birikmeye başlayan işçiler, fabrikadaki işçilerin göz altına alınmasını engellemeye çalışıyorlardı ve başka fabrikalarda Farplas işçileriyle dayanışma eylemleri örgütleniyordu. Cavo Otomotiv işçileri, gözaltına alınan işçilerle dayanışmak için Farplas fabrikasına sloganlarla yürüyor ve “İşçilerin birliği patronları ezecek” sloganları atıyordu.

Hareket dayanışmanın farkına bir tek gün içinde varıyor. Bu çok anlamlı bir dayanışma eylemi. Atılan sloganlar hem kararlığının hem de patronlara karşı biriken öfkenin bir ifadesi. İşçi sınıfı eylemleri, harekete katılan ya da bu hareketi gözlemleyen tüm işçilerin, zincirlerinin farkına varmasını sağlamakla kalmıyor, zinciri kırmanın gerekli, mümkün ve zorunlu olduğunu görmelerini de sağlıyor. Gerçekten de hareket, elektrik akımına kapılan insanların etkilenmesi gibi işçilerin mücadele içinde bambaşka bir seviyeye sıçramasına yardımcı olur. Bu kadar çok işyerinde bu kadar ani eylemler, yollarda motorlu kuryelerin kornalı eylemleri, depolama merkezlerindeki kararlı sloganlar işçilerin biriken öfkesinin patladığını gösteriyor.

Aylardır en zor koşullarda depolarla tüketici arasındaki asli bağlantı durumunda olan insanlar, üretimden gelen güçlerini kullandılar[25], kullanıyorlar. Kargo işçileri, kuryeler, üretilen malların zamanında yerine ulaşmasını sağlama çabasıyla artı değer üretirler. Onların emek zamanı, bir ürünün son kullanım noktasına ulaşana kadar uğradığı kaybı azaltan, dengeleyen emektir. Bu emek gücünün ne kadar kilit bir role sahip olduğu, pandemi döneminde çok daha net göründü.[26]

İşçi haklarının ayaklar altına alındığı, örgütlenme, grev yapma, sendikalaşma hakkının kısıtlandığı Türkiye’de, tüm işçi sınıfı gibi her türlü hava koşulunda çalışmak zorunda bırakılan kuryeler ağır bir yükün altında aniden patladılar. Bu patlama, bu yükün bu koşullarda taşınmasına da bir isyan aynı zamanda.

İşçi sınıfının direnişe geçen her bir kesimi diğerinde kendi sesini, kendi sloganını, kendi ıstırabını ve kendi umudunu görüyor. Gücünün farkına varıyor. Bir kurye motorunun üzerinde tek başına olabilir, ama binlerce kuryeyle birlikte ekonominin can damarını oluşturan kolektif işçi sınıfının aktif bir parçası. Kontağı hep beraber kapattıklarında Amazon’un sahibine de Migros’un sahibine de Trendyol’un sahibine de kapitalist özel mülkiyete hukuki olarak sahip olmak dışında işçi sınıfı olmadan anlamsız asalaklar olduklarını son hızla gösteriyorlar.

Bu dönemin sınıf hareketinin nasıl bir dinamizm içinde olacağını hep birlikte göreceğiz. Bundan sonra, bu hareketin boyutlarını ve etkisini artırması, hareketin içinde bir dizi tartışmanın kazanılmasına ve bazı engellerin aşılmasına bağlı. Bu engellerin başında sendika bürokrasisi geliyor elbette. Bir diğer engel ise Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerinin hemen tüm siyasal aktörler açısından merkezi konumda olması ve gelişmelerin seçimlerin seyrine göre değerlendirilmesi. Bir başka problem ise bazı direnişlerde yer alan, direnişlere destek olan, fedakârca çalışan grupların sendikal anlayışlarındaki sorun, bağımsız sendikalar adı altında bir tür grup sendikacılığının hareket içindeki sekt etkisi. En önemlisi, hareketlerin örgütlü işçi sınıfının geniş kesimleriyle buluşmaması, işçi sınıfının AKP’li yıllarda AKP öncesi döneme göre çok daha zayıflamış olan eylem yeteneğinin üzerindeki pasların yeni yeni atılmaya başlanmış olması. Bu, aynı zamanda, hareketin tabanında canla başla mücadele eden öncü işçiler arasında dinamik ve birleşik direniş ağlarının kurulmamasıyla da bağlantılı. Bu eksiklik, hareketin milyonların hareketi haline gelmemesinde önemli bir ağırlığa sahip. Çeşitli mücadele dönemlerinin en önde duran işçi militanlarının deneyimlerini bugüne ve yarına, bugünün ve yarının sınıf mücadelesinin önündeki engellerin aşılması için aktarabilecekleri sınıf örgütlenmelerinin varlığı, kitle eylemlerinin örgütlenmesi ve gelişmesinde belirleyici bir role sahiptir.

Hareketin bir anda sönümleneceğini düşünmek için hiçbir neden yok. Zira, sadece muhalefet değil AKP liderliği de koşulları 1990’lı yıllarla kıyaslıyor. Ama özellikle ekonomik koşullar, ücretlerdeki artışın hissedilen enflasyona göre yılda iki kez artırıldığı, enflasyon çift haneliyken işsizliğin tek haneli olduğu, TL’nin değerinin bir ölçüde korunmaya çalışıldığı 1990’lara göre vahim bir durumda. Asgari ücrete yapılan zam bir ay içinde eridi, hem enflasyon hem işsizlik çift haneli, sürdürülemez bir dış açık var. Bu, iktidarın, işçilerin öfkesini burnundan getiren politikaları sürdürmekte kararlı olduğunu gösteren işaretlerle birlikte düşünüldüğünde işçi sınıfının mücadelesinin süreceğini söyleyebiliriz. Bu mücadele hem iktidarın her gün inşa ettiği korku duvarının tuğlalarını bir bir sökmek hem de işçi örgütlerinin, özellikle sendikaların son 15 yılda uğradığı dejenerasyonu radikal bir şekilde toparlamak için sayısız olanağı gündeme getirecek.

Bu yüzden, geriye doğru gidip, iki işçi sınıfı deneyimine bakmakta, bugün sınıf hareketine nasıl yardımcı olabileceğimizi belirlemek için tekrar göz atmakta fayda var. Bakacağımız ilk deneyim, 1989 yılında başlayan Bahar Eylemlilikleri.

12 Eylül darbesini aşan hareket

12 Eylül 1980 darbesiyle grevler yasaklandı[27], ikramiyeler sınırlandırıldı, kıdem tazminatına tavan getirildi. 1983 yılında çıkarılan sendikal yasalar işçilerin hak kayıplarını daha da yaygınlaştırdı. Ağır baskı koşulları sendika çevrelerinde eylem yapmanın imkânsız olduğu fikrini doğurdu. 12 Eylül her alanda bir karabasan gibi çöktü toplumun üzerine: Fakirlik, demokrasinin askıya alınması, idamlar, işkenceler, tutuklamalar, düşünce, gösteri ve örgütlenme özgürlüğünün askıya alınması gibi hamlelerle Türkiye’de sermaye sınıfının bir dediğini iki etmeyen bir rejim inşa edildi. Darbeden sonraki altı yıl işçilerin alım gücü 1980 öncesine göre gerilemiş olmasına rağmen grev yapmak, eylem örgütlemek işçi sınıfının gündeminde değilmiş gibi görünüyordu.[28] DİSK’in araştırma grubunun 2020 yılında hazırladığı rapor, 12 Eylül darbesinin ilk uygulamalarından birisinin kıdem tazminatını ve ikramiyeleri kırpmak olduğunu ortaya koyuyor. “1978’de asgari ücretin 7,5 katı olan kıdem tazminatı tavanı, 1982’de asgari ücret ile bağının koparılmasının ardından hızla düşmeye başladı (…) Sendikalaşma oranı 1980’de yaklaşık yüzde 40 iken, 2020’de yüzde 14’ün altına düşmüştür. Sigortalı işçi sayısı yaklaşık 7 kat artmasına rağmen, büyük bir işçileşme süreci yaşanmış olmasına rağmen sendikalı işçi sayısı sadece iki kat artmış, işçi sınıfına örgütsüzlük dayatılmıştır.”[29]

1986 yılında Netaş grevi, Türkiye’deki en büyük sermaye grubunun başkanı Vehbi Koç ‘un şevkle “12 Eylül devletin yeniden kurulması demektir”[30] dediği karabasan gibi bir ortamda cesaretin, kararlılığın ve sınıfa güvenin eylemi olarak gündeme geldi. İşçi sınıfı daha önce Kavel’de grev yasağını grev yaparak aşmıştı.[31] Bu kez de grev silahını etkinleştiren metal işçileri harekete geçmişti. Bağımsız Otomobil-İş çatısı altında toplanan Maden-İş üyesi Netaş işçileri, İstanbul Ümraniye’de kurulu ve 2650 işçinin çalıştığı fabrikada 18 Kasım 1986’da greve başladı. İşçiler greve çıkmış, yasanın ancak 4 işçinin grev gözcüsü olarak fabrika önünde kalacağını belirtmesine karşın yüzlerce işçi fiilen grev gözcüsü olarak görev yapmış, bine yakın işçi grevde aktif olarak faaliyet yürütmüştü. Bu grev sadece grev silahını yeniden kullanılabilir hale getirmekle kalmadı, aynı zamanda 12 Eylül rejiminin baskı ortamını darmadağın eden 1989 Bahar Eylemleri’nin fitilini de ateşledi.

Özelleştirme programına ideolojik destek sağlamak için önce söylem düzeyinde KİT işçiliğine karşı bir saldırıya girişen Turgut Özal, Türk-İş’in alışık olduğu merkez parti liderlerinden çok farklı bir profil çiziyordu. Sendikacılarla kolayca görüşmüyor, onların taleplerine kamuoyu önünde küçümseyen karşılıklar veriyordu. “Ankara’da Türk-İş vardır” söyleminin bir karşılığı kalmamıştı. Tam da bu ortamda başlangıcını Netaş grevinin yaptığı Özel sektördeki işçi hareketliliği giderek kamu sektörüne yayılacak ve Türk-İş liderliğini 80’lerin sonuna doğru emsali görülmemiş bir taban hareketini Ankara’da temsil etmek durumunda bırakacaktı. Piyasacı Özal hükümetine karşı toplumsal muhalefeti 1989 yerel ve 1991 genel seçimlerinde sendikal hareket oluşturdu ve ANAP döneminin sonunu getirdi.[32]

Özellikle “Topkapı Ambarlar Grevi” darbe rejiminin aşılmaya başlandığının apaçık kanıtı gibiydi. 226 gün süren direniş, işçilerin “yüzde 212 zam” aldıkları haberleriyle sona erdi.[33]

Bahar Eylemleri’nin kazanımları

Askeri darbenin neoliberal ekonomi politikalarını ateşli bir şekilde uygulayan ANAP iktidarına öfke büyüyor, 12 Eylül’ün gelenekleri, polisiye alışkanlıkları işçi sınıfı ve muhalefet üzerinde terör estirilmesini kolaylaştırıyordu.[34] 1989 yılında 600 bin kamu işçisinin toplu iş sözleşmelerinin yenilenmesinin gündeme gelmesi üzerine, Türk-İş sözleşme görüşmelerini ortaklaşa yürütmek ve ortak tutum almak için kamu kesiminde örgütlü olan 26 üye sendikanın içinde olduğu bir Koordinasyon Kurulu oluşturdu.[35] Patron örgütleri Netaş grevinin ardından başlayan değişimi, yoksulların hayatının derinlerinde biriken öfkeyi ve değişim isteğini kavrayamadığı için görüşmelerde sendikalara teklif dahi vermediler. Darbe günlerinin ilk yıllarının keyfini sürmeye niyetliydiler. Öfkesi burnunda yüz binlerce işçi 1989 yılının Mart ayında gösterilere başladı. Dipten gelen dev bir dalga açığa çıktı ve hem sağcı hükümeti hem de sağcı ya da bürokratik sendika liderliklerini silip süpürdü.

Eylem alışkanlığını eylem içinde kazanmak üzere işçiler bir dizi ilginç eylem yaptılar: İşi durdurma, işi yavaşlatma, toplu yürüyüşler, trafiği kapatma, işyeri işgali, işbaşında oturma, işe gitmeme, fazla mesaiye kalmama, servis araçlarına binmeme, yemek ve sakal boykotu, çocuklarını evlatlık verme, toplu boşanma davası açma, çıplak ayakla yürüyüş, açlık grevi, vezne önünde bekleme, vizite eylemi, siyah çelenk bırakma, basın bildirisi, ücret almama, alkışlı protesto, fabrika önünde soğan ekmek yeme, bordroları postalama, bordroları balona bağlayıp uçurma, tüm ailenin katıldığı yürüyüş, başlıca eylem türleriydi. Ama 1989 1 Mayıs’ını Mecidiyeköy’de bütün polis şiddetine karşı kutlamak ya da grev gibi hareketlerle işçi sınıfı bir dizi kazanım elde etti. Birisi, ANAP’ın 1989 Mart yerel seçimlerinde yüzde 35’ten yüzde 22’ye oy kaybıydı. 1991 yılındaki genel seçimlerde ANAP yenilecekti.

Bir başka kazanım ise işçilerin bütçeden aldığı payın artmış olmasıdır. 1989 Bahar eylemleri döneminde işçi ve memurlara bütçeden ayrılan pay yüzde 37.5’a çıktı. Bu pay, 1980 öncesinden bile fazlaydı. 1975-1980 döneminde bu pay yüzde 35.4’tü. 12 Eylül askeri darbesini takip eden 1981-1983 döneminde ise çalışanlara bütçeden ayrılan pay yüzde 26.5’e gerilemişti. Bahar Eylemleri Türk burjuvazisinin canına ot tıkayan bir süreci başlattı.

Bu eylem zinciri çok önemli kazanımlarla ve deneyimlerle sonuçlandı. Darbenin dizginsiz ekonomik saldırısının fakirleştirici etkisini bir ölçüde gidermesinin yanı sıra, Bahar eylemleri aynı zamanda demokrasi mücadelesi, özgürlükler mücadelesi, Kürt halkının mücadelesinin tanınması, darbecilikle yüzleşme gibi bir dizi mücadele alanının daha kapısının aralanmasına yardımcı oldu.

Sendikalarda temizlik

1989’un başka kazanımları da oldu. Türk-İş sendikalarının içinde solcu aktivistlerin işyeri temsilcisi seçilmesi, sola daha yakın isimlerin sendika yönetimlerinde çoğunluğu sağlamasının yanı sıra özellikle kamu çalışanlarının Türkiye’yi hop oturtup hop kaldıran eylem silsilesi de 1989 mücadelelerinden ilham almıştı. 1991 yılında büyük madenci yürüyüşü, 1995 yılında Türk-İş’in Tansu Çiller hükümetini düşüren büyük eylemleri 12 Eylül rejimine ve bu rejimin üzerinde yükselen neoliberal hükümetlere meydan okumalardı.

Özellikle sendikaların yaşadığı değişim, bugünün işçi hareketi açısından çok kritik. Sendikaların yapısı hakkında işçi sınıfı hareketinin tarihi boyunca süren bir kafa karışıklığı var. Elbette, işçi hareketinin çeşitli mücadele düzeylerine sahip olması, mücadele edilen ekonomik ve siyasal ölçeğin değişimi sendikaların da sendikalar konusundaki bazıları kafa karışıklığına kadar uzan tartışmaların da sürmesini normal karşılamayı gerektiriyor. Ama sendikal bürokrasi konusunda yaşanan kafa karışıklığına bir son verilmek zorunda. Bu, sarı sendikalara karşı kızıl sendikalar inşa etme çabasının neden hatalı olduğunu da gösterecek bir tartışma aynı zamanda.

12 Eylül darbecileri, Türk-İş dışında, tehlikeli gördükleri tüm sendikaları kapattılar. Türk-İş darbeye destek verdi:

Türk-İş’in üye sendikaların çoğunun genel başkanlarından oluşan Yönetim Kurulu da benzer bir tavır benimsedi. Yapılan açıklamada şöyle deniliyordu: “Milli Güvenlik Konseyi adına Sayın Devlet Başkanının ifade ettiği gibi, ülkemizde devlet otoritesini yeniden hâkim kılabilmek, ülkeyi yaşanılır hale getirmek, can ve mal güvenliğini korumak ve Türk demokrasisini gerçek ve sağlam temeller üzerine oturtmak hiç şüphesiz büyük vatandaş topluluğunun da ciddi özlemi haline gelmiştir. Türk‐İş Yönetim Kurulu, (…) 12 Eylül’den sonra, yurdumuzun en büyük işçi kuruluşu olarak Milli Güvenlik Konseyi’ne yardımcı ve destek olmayı bir vatanperverlik saymakta”dır.[36]

Sadece Türk-İş değil elbet de Hak-İş ve bağlı sendikaların yöneticileri de darbecilerin sendikal faaliyetlerini yasaklamasına “12 Eylül öncesi anarşide” yer almadıklarını söyleyerek karşı çıktılar.[37] DİSK’e bağlı sendikaların yüzlerce üyesi ifade verip serbest bırakılacağını düşünerek Selimiye Kışlası’na gittiler ama işkence görüp uzun süreler hapis yattılar. 12 Eylül darbesi işçi sınıfının üzerinden silindir gibi geçerken kapatılan ya da kapatılmayan sendikalar arasında haklı gerekçeleri olan bir tartışmayı da körükledi. Bugün her sendika tartışmasında ansızın ortaya çıkan sarı sendika-kızıl sendika çelişkisinin, sınıf mücadelesinin dünya tarihsel evrimindeki sert dönüşlerin bugüne aktarılması kadar 12 Eylül darbesinin yarattığı bu sendikal iklimin de etkisi var. Kurucu başkanı katledilen, 1 Mayıs anmalarına devletin şiddetle saldırdığı bir sendikayla genel sekreterini darbe koşullarının sosyal güvenlik bakanı olarak veren bir sendika[38] geleneği arasında elbette.

Bahar Eylemleri hem darbenin uyguladığı baskıdan yeni yeni kurtulmakta olan DİSK’e can suyu taşırken, aslolarak Türk-İş’e çöreklenmiş sendikal bürokrasinin darbe yıllarında bütünüyle sağcılaşan liderliğine karşı, aşağıdan yukarı tüm sendikal yapılanmayı sarsarak bir değişim hareketi de başlattı. Bu değişim sendikal bürokrasinin panzehirinin ne olduğunu göstermesi açısından bugün de çok önemli.

İşçi sınıfı arsızlaşan ve azgınlaşan patronlar sınıfının saldırılarına vereceği yanıtları güçsüzleştiren temel bir zaafa sahip. Bu, sendika bürokrasisidir. Hareketin mücadele içerisinde bu zaaftan kurtulup kurtulamayacağı çoğu kez mücadelede yer alan işçilerin tabandaki gücüne, öfkesinin yaygınlığına ve derinliğine, kazanma azmine, tabanda öncü işçiler ağının içinde etkili olan sendika bürokratlarından bağımsız sosyalistler ağının var olup olmadığına bağlıdır. İşçiler çoğu kez, olağan mücadele anlarında, toplu sözleşme dönemlerinde umutlarını, kendi çıkarlarını savunacağını düşündükleri tek gerçek güç  olarak gördükleri sendikalara, dolayısıyla sendika yöneticilerine bağlamış durumdaydılar. 1980’ler ve 1990’larda birçok işçi eyleminde işçilerin, “hükümet istifa”dan sonra en çok, sendika başkanlarına hitaben “silkele başkan düşecekler” ve “başkan seninle ölüme de gideriz” sloganlarını kullandılar. Sendika başkanları, özellikle işçi mitinglerinde işçilerin bu kitlesel ruh halini şova çevirmek konusunda oldukça maharetlidir. Bu manevrayla işçilerin heyecanlarının sözcülüğüne soyunma “görevini” layıkıyla becerebilmesi, sendika yöneticilerinin, sendikal bürokrasinin mücadele misyonu ve varlık nedeni açısından belirleyicidir. Sendikacılar, işçilerin nefretlerini odakladıkları patronlara ve hükûmete yönelik saldırgan rollerini oynayarak işçi sınıfının eyleminin sertleşmesi durumunda hareketin “önderliğini” yapmayı güvence altına alırlar. Çoğu kez de bu güvenceye dayanarak, alabildiğine sıradan bir önderlikle dahi taleplerini kazanabilecek, buna hazır olduğunu eylemlere katılımı ve mücadele ısrarıyla gösteren gösteren işçi sınıfını sakinleştirmeyi ve sınıf hareketinin önünü kesmeyi başarabilmektedirler.

Aslında patronlarla işçiler arasında duran ama bu arada konumlarını emekten yana bir görüntü ve propaganda ile gizleyen sendika bürokratları, işçi düşmanı gerçek yüzlerini gizlemeyi ancak işçilerle patronlar sınıf mücadelesinin açık kutuplaşması içinde yüz yüze gelene kadar başarabilirler. Bu açık kutuplaşma sendika bürokratlarının gizleneceği tüm kapı arkalarını anlamsızlaştırır. İşçi sınıfının kendisine yönelen saldırılara karşı topyekûn bir hareketi günün sorunu olur. Bu topyekûn hareket, işçilerin çıkarlarını savunduğunu iddia eden her düzeydeki işçi örgütünün, doğrudan kitle eyleminin açılıp genişleyeceği kanallar işlevini görmek üzere görev başına gelmelerini zorlar. İşte böylesi anlar en çok sendika bürokratlarını rahatsız eder. Çünkü gerçek görevleri emekten yana görünerek burjuvaziye hizmet olan sendika yöneticileri, tüm safların berraklaştığı böylesi dönemlerde teşhir olmaya başlar. Söyleyecekleri bir söz, alacakları bir karar, işçi sınıfı açısından ne berbat bir şey olduklarını bir anda açığa vurabilir. Eylem dönemleri bürokratların diken üstünde oturdukları dönemlerdir. Sendika bürokratlarının canını sıkan bu mücadele anları, burjuvazi ya da devlet açısından sendika yöneticilerinin en gerekli olduğu dönemlerdir. Sendikacılar, işçi sınıfına saldırıların tam cepheden yöneltildiği bu gibi dönemlerde, işçilerin üzerindeki geleneksel etkilerini kullanarak olası işçi kabarmalarını engelleyebilirlerse ya da “gerektiği zaman” etkisini azaltmak ve önünü kesmek için bu kabarmaların başını kesebilirlerse patronlar ve devlet açısından görevlerini yerine getirmiş olurlar.

1987 yazında Netaş işçileri tarafından tetiklenen işçi eylemlerinin yaygınlaşması, bu eylemlerin Türk Metal sendikasını bile Seydişehir’de üç aylık bir grev örgütlemek zorunda bırakması, 1988 yılında SEKA grevi ve bir dizi eylemle 1989 yılının kamu toplu sözleşmelerine işçilerin üzerindeki ölü toprağını atarak girmesinin üzerinden yepyeni ve beklenmedik bir hareket şekillendi. Bahar Eylemleri bu hareketliliğinin nitekiksel olarak sıçrama yaptığı aşamanın adıdır. Hareket Türk-İş liderliğini birleşik davranmaya ve gelmiş geçmiş en işçi düşmanı siyasetçilerden olan Turgut Özal’ın “mali disiplini bozmama” bahanesiyle işçilere kırıntı bile vermemeye çalışan politikaları karşısında geri çekilmemeye zorladı. Sonucunda sendikal bürokrasinin darbeyle hemhal olmuş kesimlerinin, aşırı sağcı sendika bürokrasisinin hareketi satmasını, hareketin dev boyutları engelledi. Sendikal bürokrasinin panzehirinin, işçi sınıfının aşağıdan ve yığınsal mücadelesi olduğu bir kez daha görüldü.

Bahar Eylemlerinin “sarı” sendikal yöneticiler yerine nispeten “solcu” sendikal yöneticileri öne itmesi, darbenin yarattığı korku iklimini allak bullak etmesi kadar önemli üç sonucu daha oldu. Birisi, işçi sınıfının diğer sendikalarının oluşan kısmi özgürlükçü ortamla beraber yasaklamalardan kurtulması ve yeniden faaliyete başlama hakkı kazanmalarıydı.[39] Diğeri, 1990 yılının ortalarında kamu çalışanlarının sendikalaşma çabasının ilerlemesi, eğitim emekçileri ve belediye çalışanlarının sendikalarını kurmaya başlaması ve kısa sürede birçok şehirde Kamu Çalışanları Platformlarının inşa edilmesidir. Son olarak, Bahar Eylemleri, birleşik mücadelenin su kadar önemli olduğunu tüm işçi sınıfına, çalışanların tüm bölümlerine göstermiştir. Bu nedenle 1993 yılında Türk-İş, DİSK, Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonlaşma Kurulu, Hak-İş, TTB, TMMOB, Mali Müşavirler Odaları Birliği, Veteriner Hekimler Birliği, Diş Hekimleri Birliği, Çağdaş Hukukçular Derneği, Öğretim Üyeleri Derneği ve Ziraatçılar Derneği gibi örgütler bir araya gelerek Demokrasi Platformu’nu kurdu. 1990’lı yıllar, direniş açısından kamu çalışanlarının kıran kırana mücadeleleriyle sınıf mücadelesinin lokomotifi olduğu bir dönemdi. Mücadele içinde KESK adını alacak olan kamu çalışanlarının örgütlenmesi hem önceki mücadele deneyimlerini taşıyan hem de bu mücadelenin deneyimlerini sonraki günlere, bir hafıza olarak aktaran, mücadelenin farklı evrelerini birbirine bağlamakta benzersiz rol oynayan bir mücadele zeminiydi aynı zamanda.

Kamu çalışanları, bu rolü oynarken, bir yandan da işçi sınıfının tüm kesimlerini kazanmaya, birleşik bir mücadelenin zeminini inşa etmeye çalışıyordu. Demokrasi Platformu’nun bir Emek Platformu’na dönüşmesinde çürümüş sendikal bürokrasiyi silkeleyen işçi eylemlerinin devamlılığı ve kamu çalışanları hareketinin bu devamlılığının vaz geçilmez bir öğesi olarak oynadığı birleştirici rol belirleyici olmuştur. Darbe günlerinden gelen sendikacılar ve yaşlı işyeri temsilcileriyle Türk-İş ne Demokrasi Platformu’nun inşasında, ne Emek Platformu’nun inşasında bir rol oyardı ne de 1990’lı yılların ilk yarısında oynadığı militan ve kitlesel gücünü açığa çıkartabilirdi.

Emek Platformu: Dev bir işçi birliği

Emek Platformu’nun çıkışı, o dönemin mücadelelerinin içinde kıran kırana dövüşenlerin hatırlayacağı gibi, IMF uyum programlarına bir karşı tepkiydi özünde.[40] 1990’lı yılların istikrarsız siyasi iktidarları, bölünmüş egemen sınıfın ifadesi olan koalisyon hükümetlerinin her biri IMF programını birebir uygulamakla yükümlüydüler. IMF programları ezilenlerin kazanmış olduğu ya da doğuştan sahip olduğu bütün hakları işçi sınıfının elinden almayı hedefleyen bir büyük sermaye dayatmasıydı: Düşük ücret, sendikasızlaştırma, özelleştirme, emeklilik yaşının yükseltilmesi gibi biz dizi başlığı kapsayan egemen sınıf taleplerini içeriyordu. İşçi sınıfının bütün kesimlerinde, tam anlamıyla aşağıdan yukarı-yukarıdan aşağı şekillenen IMF karşıtı tepki bir birlik ihtiyacını yarattı. 18 Nisan 1999 genel seçimlerinden sonra, DSP-MHP-ANAP koalisyonu hükümet kurmuştu ve bu hükümetin temel amacı işçi ücretlerinin düşürülmesiydi. Esnek çalışma, özelleştirme, emeklilik haklarının gaspı gibi başlıklarda sürdürülen saldırılara ki iktidar sözcüleri bu kazanımların tasfiyesi politikalarına sosyal güvenlik reformu adını vermişlerdi, işçi sınıfı mezarda emeklilik yasası adını takmıştı. 2020’li yıllarda emeklilikte yaşa takılmak gibi sorunların kökeni bu politikalarla atılmıştı. Mücadele devamlılığının ürünü olarak ve iktidarın kapitalizmin Türkiye’ye özgü krizinin bütün o yükünü bu ağır IMF programıyla işçilere yüklemeyi amaçlaya programına karşı, işçi örgütleri çeşitli şekillerde çalışıyorlardı. Çok fazla girişim vardı. Yerel platformlar, bölgesel platformlar kurulmaya çalışılıyordu. Özellikle Türk-İş’in içinde yer alan 10 sendikanın solcu liderlikleri Kamu emekçileri Konfederasyonu sendikalarıyla daha yoğun görüşmeler içerisindeydi. 27 Ocak 1999’da, Emek Platformu’nun kuruluşundan nerdeyse bir sene önce, Türk-İş, Hak-İş, DİSK, KESK, Kamu-Sen ve Memur-Sen, toplantılar yapmaya başladılar. Bazı basın açıklamalarını ortaklaştırdılar.[41] IMF programının Nisan seçimlerinden sonra Ecevit hükümetinin ana programı olduğunun ortaya çıkmasıyla beraber, daha kalıcı bir direnişin örgütlenmesi gündeme geldi ve bu direnişin başarılı olması için de birleşmek gerektiği çok açıktı. Kelimenin tam anlamıyla topyekûn bir saldırıya karşı topyekun bir direniş gerekiyordu. Bir yandan özelleştirme dalgası, bir yandan bütün ücretlerin düşürülmesi, esnek üretim, işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi ve sendikal örgütlerin engellenmeye çalışılması, daha sonra AKP hükümetleri ve Erdoğan iktidarları döneminde sık sık gündeme getirilen ve toplumun bütününün kazandığı hakkın gaspını hedefleyen kıdem tazminatı hakkının yok edilmesi gibi “sosyal güvenlik yasası” denilen mezarda emeklilik saldırısı da tek bir sendikanın çabasıyla püskürtülebilecek bir mücadele başlığı olmadığı için Emek Platformu kuruldu.

24 Temmuz mitingi: Dalganın ilk işareti

Emek Platformu’nun kurulmasından bir süre önce zaten Türk-İş bu mezarda emeklilik yasasına kitlesel bir basın açıklaması planlıyordu.[42] Bu 24 Temmuz’da yapılacak Türk-İş basın açıklaması Emek Platformu’nun kurulmasıyla beraber, tüm katılımcı örgütlerin birleşik mitingi hedefine dönüştü. 24 Temmuz 1999’da Kızılay’da 400 bin kişinin katıldığı bir miting gerçekleşti ve bu mitingin katılımı, coşkusu, birleşik direnişin imkanlarının hem tabanda hem de sendikal liderlikler düzeyinde görülmesi daha sonra Emek Platformu’nun yapacağı faaliyetleri müthiş bir şekilde kolaylaştırmıştı. Özetle, 24 Temmuz işçi direnişi için bir kapıyı araladı ve arkasından bütün bir sınıf hareketi bu kapıdan girip sahaya çıktı.

O gün bütün Ankara dört koldan Kızılay’a kadar tıklım tıklım doluydu. Müthiş bir eylem olmuştu.[43] O mücadele döneminin ilk adımlarının atıldığı günlerde[44], hem Emek Platformu’nun işçi sınıfının birleşik mücadelesindeki rolü hem sekterizmin sınıf hareketine olumsuz etkileri hakkında çok önemli tartışmalar yaşanıyordu. Hareket içerisinde milliyetçi sloganlarla, sekterizmle, Kürt düşmanlığı yapan eğilimlerle, Türk Metal-İş’in sağcı liderliğiyle yapılan tartışmalar da çok önemliydi.

Türk-İş’e iktidar baskısı ve Gölcük depremi

Ankara mitingi iktidarın gözünü korkutmuş olduğu için sürekli olarak Türk-İş liderliğine baskı yapıyorlardı ve konfederasyon başkanı Bayram Meral devletin basıncına açık bir sendikacıydı. DSP-ANAP-MHP iktidarı ise paçalarına kadar dökülen, istikrarsız, ne yapacağını bilemeyen, yolsuzluğa bulanmış, bankalardan çuvallarla paraları kaçırırken yakalanan taraftarlara sahip, bir süre önce Susurluk skandalında açığa çıkan çetelerle hesaplaşılmamasının üzerinde hükümet olduğu için birleşik bir işçi mücadelesine dayanma gücü yoktu. 24 Temmuz’daki büyük mitingin ardından kazanana kadar sürecek bir genel grev vurgusu daha yaygın bir slogan haline gelmeye başlamıştı. Çok daha büyük eylemlere hazırlanırken, ansızın, 17 Ağustos 1999’da Gölcük depremi gerçekleşti.

20 bin ila 30 bin kişinin hayatını kaybettiği Kocaeli’nde emekçilerin enkaz altında kaldığı deprem iktidarın arayıp da bulamadığı kurtarıcı oldu! Sahiden de depremden bir hafta önce Türk-İş’in tam katılım göstermediği ama KESK ve DİSK’in hem geniş katılımlı iş bırakma hem de sokakları dolduran mitingler örgütlediği genel grev hareketin nasıl ivmelendiğini gösteriyordu.[45] O dönem “Sosyal yıkım için canla başla çalıştılar, enkaz altındakileri ölüme terk ettiler, afet değil cinayet”[46] başlığını attığımız Sosyalist İşçi gazetesi kamuoyunun duygusunu çok iyi formüle etmişti. Gölcük depreminin ardından bölgede yaşayanların “devlet nerede” sorusunu yüksek sesle sormaya başlaması, iktidarın ilk günlerde hiçbir yardıma koşmaması[47], kendi dayanışma ağlarıyla yardımı örgütlemeye çalışan insanlar açısından iktidarın ve devletin açıkça teşhir olduğu bir döneme kapı aralıyordu. İktidar, milyonlarca insan depremin şokunu yaşarken, işçi sınıfı yaraları sarmaya uğraşırken, bütün sendikalar Gölcük depreminde yıkım yaşayan insanlarla dayanışırken, sadece ve sadece işçileri hem de mezarda emekli olmaya mahkûm eden yasayı geçirmekle uğraşmıştı. İktidarın bu tutumu öfkeyi daha da büyüttü. Ama bu arada başka bir eğilim devreye girdi, sol içinde Emek Platformu’nu her gelişmenin sorumlusu olarak gören sekter bir yaklaşım devreye girdi.

Emek Platformu eleştirmenleri

Sol içinde, Emek Platformu’nun zaten güçlü bir destek sunmadığı, deprem sonrasında bertaraf edilmesi gereken ilk düşman gibi tartışılmaya başlandı. Emek Platformu’nun sattığı, işçi sınıfına ihanet ettiği, bu platform yenilmeden işçilerin kazanmasının mümkün olmadığı tekrarlanıp durdu. Bu eleştiri kervanına KESK’te de sendikal ağalık kurumunun geliştiğini söyleyerek katılanlar oldu. O zamanlar yazdığım gibi, Emek Platformu’nun hükümetin topyekûn saldırısı sonucunda tabanda, işçi sınıfının saflarında hızla gelişen birlik eğiliminin ürünü olduğunu görmek çok önemliydi.[48] Hükümetin saldırı paketi, işçi sınıfının tüm kesimlerini hedeflediğinden ve bu nedenle talepler açık bir şekilde ortaklaştığından aşağıdan gelen baskı işçi örgütlerinin yönetimlerini bir araya gelmeye zorladı. Mücadele içindeki her bir işçi, sınıfın diğer kesimlerinin dayanışmasının acil ve zorunlu olduğunu bilir. “Yaşasın sınıf dayanışması” sloganının her işçi eyleminde atılması, kazanmanın birleşmekten geçtiğini işçilerin mücadelenin ilk saatinde kavradığını gösterir. Emek Platformu’nun bu birlik ihtiyacının bütün işçi örgütlenmelerinin tabanında hemen hemen aynı anda hissedilmesinin ürünü olarak şekillendiği çok açıktı.

Bu, Emek Platformu’nun kurucu 15 örgütün başkanlarının bir araya gelmesinden ibaret olmadığını anlamak açısından elzemdir. Altını çizmeye çalıştığım gibi, sendikaların başkanlarının tabanlarından bağımsız davranabilmelerinin bir sınırı var. Tabanda birlik eğilimi ve mücadele isteği güçlendiğinde, sendika başkanları bu eğilime rağmen uzun süre sekter bir tutum alamazlar. Bu yüzden, sınıf mücadelesi deneyimi açısından istisna olan sendika bürokratlarının birleşmeleridir, zira genel kural sendika yöneticilerinin sekt olarak davranmalarıdır:

Sendikalar farklı düzeylerde geniş işçi kitlelerini kucaklarlar. Bu kitleler genişledikçe sendika görevini başarmaya o kadar yaklaşırlar. Ancak örgütlenmenin genişliğine kazanımları, kaçınılmaz olarak derinlik açısından kayıptır. Sendikalardaki oportünist, milliyetçi, dinci eğilimler ve onların liderliği, sendikaların sadece öncü güçleri değil, bunun yanında büyük yedek güçleri de barındırdığı gerçeğini ifade eder. Sendikaların zayıf yanı böylece bu eğilimlerin güçlü yanından kaynaklanır.[49]

Cliff ve Glucktein, bu görüşü şöyle ilerletirler:

Ancak, öncelikle sendikaların devrimci olmayan dönemlerdeki ayırt edici yanları üzerinde duralım. Bu örgütler, işçileri hem birleştirir hem de böler. Sendikacılığın başarabileceği teorik olarak en büyük birlik, tüm bir işçi sınıfını içine alan tek bir örgüt olabilir. “Tek Büyük Sendika” bazı sosyalist aktivistlerin rüyasıdır. Ancak bu hiç de gerçekçi olmayan bir görüş. Çünkü sendikacılığın asıl anlamı seksiyonizmdir.[50]

Bu yüzden Emek Platformu, büyük bir deneyim havuzu olarak ele alınmalıydı. Tüm güçler Platform’un birliğinin sürmesi ve tabanda işçiler arasında yatay ağların kurulması için harcanmalıydı. Mücadele ve birlik eğilimi güçlü olmasına rağmen tabanda bu eğilimi örgütleyecek ve öncü işçileri aynı talep etrafında birleştirecek bir önderlik yoksa tam da mezarda emeklilik yasasına karşı mücadelenin gösterdiği gibi sendika yöneticilerinin tutumuna tepki duyulsa da uzlaşmacı eğilimler bir sonraki mücadele dönemine kadar ehven-i şer olarak görülecektir. Mezarda Emeklilik Yasası iktidar tarafından utanmazca gündeme getirildiğinde sendikalar Gölcük depreminin de etkisiyle yüksek ses çıkartmadılar. Bir ay önce işçi sınıfı tarihini en büyük eylemlerinden birisini imzalayan bir yapının yine işçi sınıfı kazanımlarına yapılan tarihi saldırılardan birisini püskürtmek için harekete geçememiş olması hareket üzerinde tahrip edici bir etki yaratmıştı.[51]

Gerici, ilerici sendikalar!

Sık sık yapılan gerici-ilerici sendika tartışmaları gündemde daha fazla yer kaplamaya başlamıştı. KESK, gerçekten de mücadelesiyle bütün Emek Platformu’nu hareketlendiriyordu. Kasım 2000’de ekonomik bir sarsıntı yaşandı. Şubat 2001’de ise ağır bir ekonomik kriz tüm toplumda yoksulluğu derinleştirdi. Harekete güven duymak, işçi sınıfının hele son on iki yıldır yığınsal ve neredeyse sürekli bir hareketlilik içinde kendisini kanıtlamışken bu eylemi ileri çekmeye çalışmak alınması gereken tek tutumdu.[52] Fakat, siyasal iklim faşistlerin ağırlık kazandığı yeni bir duruma işaret ediyordu ve aşırı sağcı basınç sendikalara da gözünü dikmişti.

KESK ilerici görülürken, Türk-İş gerici bir sendika olarak görülüyordu. Sol içinde hâkim eğilim bu yöndeydi. Şurası çok açıktı ki Emek Platformu’nun oluşumunda ve genel grev örgütlenmesinde KESK birleştirici bir oynamıştı. KESK, sadece emek hareketinin motor gücü değildi, aynı zamanda Abdullah Öcalan’ın yakalandığı ve koyu bir milliyetçiliğin siyasal alana egemen olduğu koşullarda sokağa çıkan ilk sendikaydı. Bir açıdan 24 Temmuz eyleminin ve ardından grev hareketinin önü böylece açılmıştı. 13 Ağustos 1999 grev sürecinde Türk-İş liderliği karasız tutum aldığında onu zorlayan DİSK’le beraber daima KESK olmuştu. Fakat bu gerçekler, Türk-İş’in gerici ilan edilmesini gerektirmiyordu.

Tersine, ağır bir sendikal bürokrasinin etkisi altında olan Türk-İş’e gericilik konfederasyonun 18. Kongre’sinde musallat olmaktaydı. MHP, Türk-İş kongresine özel bir önem veriyordu. Şu çok açıktı ki Türk-İş örgütlü işçi sınıfının ana gövdesiydi. Egemen sınıfın işçi sınıfı haklarına saldırısını sınıfın bu ana gövdesi olmadan püskürtmek imkânsızdı.

Burada devreye 28 Şubat 1997’de gerçekleşen darbenin yarattığı bölünmenin girdiğini aklıdan çıkartmamak lazım. İşçi sınıfı saflarında laik-dindar bölünmesini derinleştiren ve birçok sendikanın sınıfta kaldığı bir darbe süreciydi yaşanan. 28 Şubat darbesini destekleyen Ekonomik Sosyal Konsey’de patron örgütleriyle birlikte yer alan sendikalar akıldan çıkmamıştı elbette.[53]

Sorun 1900’lerin başında Rusya’da mücadele eden sosyalistlerin “gerici sendikalarda çalışılır mı?” tartışmasından farklı boyutlara sahipti. Burada, gerici sendikalar geniş bir işçi birliğinin zemininde yer alabilir mi hâlini alıyordu tartışma. Yine de sosyalistlerin sendikalara yaklaşımını tartışırken iki noktanın altını çizmek bir zorunluluk. Birisi, sendikaların, statik örgütler olmadığı. Sınıf mücadelesinin seyri değiştikçe sendikaların hem iç yapıları hem de sınıf mücadelesinin genelinde oynadıkları rol değişiyor. Bir dönemin sendikası, bir başka dönemde daha farklı roller oynayabiliyor. Kuruluş sürecindeki Türk-İş’le, felç eden bürokrasisi nedeniyle içinden DİSK’in çıkmak zorunda olduğu Türk-İş’le, 1990’ların başından itibaren başkalaşan, önemli ölçüde değişen Türk-İş bir ve aynı sendika değildi.

Rosa Luxemburg’un 1905 Rus devriminin arka planında işleyen sınıf dinamiklerini kitle grevleri deneyimleri bağlamında tartıştığı harika broşüründe Almanya’da sendikaları ele aldığı bölüm dönemler ve sınıf örgütleri arasındaki ilişkiye de ışık tutuyor: “Devrimci bir dönem Almanya’da da daha çok sendikal mücadelenin karakterini değiştirecek ve sendikaların bugünkü gerilla savaşını onun yanında çocuk oyunu gibi bırakacak ölçülerde güçlenecektir. Ve öte yandan politik mücadele de bu asli ekonomik kitle grevi sağanağından sürekli yeni itenekler ve taze güçler sağlayacaktır.”[54]

İşçi hareketinin elektrik şoku yemiş gibi sınıfın her bir bireyini etkilediği, yenilediği, geliştirdiği ve entelektüel olarak ileri sıçratıp özgüven aşıladığı koşulların sendikal örgütlenmeleriyle hareketin üzerine ölü toprağını serildiği koşulların sendikal örgütlenmeleri elbette farklı olacaktır.

İkinci önemli konu ise, devrim dönemleri dışında, sendikaların gerçek sınırlarıdır. Sendikaların “görevleri, kapitalist üretim ilişkileri içinde, ücret sistemi içinde, işçilerin çıkarlarını savunmaktır. Sendikalar sömürüye son vermek için değil, işçilerin sömürü koşullarını iyileştirmek için vardırlar.”[55] Hem reformlardan hem de devrimden yana olan,” hem kapitalizm içindeki kazançtan hem de kapitalizmin yıkılması için savaşan” sosyalistlerin sendikalara yaklaşımı, “kızıl sendikacılık” anlayışını savunanların alışkanlıkla yaptıkları gibi sendikalarla sendika yöneticilerini eşitlememek her sendikal bürokrasiyi gericilikle yaftalamaktan uzak durmaktır.

Sendikal bürokrasi, sendikal işleyişin doğal ürünüdür. Sendika binalarından sarkıtılan bayrakların rengi ister kızıl ister sarı olsun, o binaların içi bürokrat kaynar. Binlerce, on binlerce ve giderek milyonlarca işçi aynı anda muhasebe, aynı anda patronla görüşme, aynı anda aidat toplama gibi işleri yapamaz.[56] Bu işleri yapan ve işçi sınıfının sayısız bölünmüşlüğünün de bir yansıması olan profesyoneller her sendikanın doğal bir parçasıdır. Sendikaların bürokratları sarı ya da kızıl diye değil, solcu ya da sağcı diye ayrılabilir. Diğer bir ifadeyle, devrimci sendika yöneticileri ya da sağcı sendika yöneticileri diye değil, sol bürokratlar-sağ bürokratlar olarak ayrılabilir. Üstelik sağcı eğilimleri de solcu eğilimleri de olsa sendika yöneticilerinin büyük çoğunluğu sınıf mücadelesinin bir döneminde işyerlerinde, iş kollarında mücadele içinde öne çıkmış insanlardan oluşur. Bu mirası emekliliğine kadar profesyonel sendikacı olarak kalmak üzere kullanmasına izin veren mekanizmalar sağcı ya da solcu görünen tüm sendikalarda hemen hemen aynıdır.

Solcu bürokrasinin olduğu sendikalar elbette sınıf mücadelesinin kazanması için sağcı bürokratlarla kıyaslanmayacak ölçüde işlevseldir. Ama, bu, yine de söz konusu olanın bir bürokrasi olduğu gerçeğini değiştirmez. Bir dizi sendikayı gerici ilan edip, bu zeminde çalışmamayı öneren yaklaşım, tüm keskinliğinin arkasında esas olarak sol sendikal bürokrasinin savunusunu yapmaktadır. Solcuların sendikaları fethetmesi, solcuların gerekirse kendilerinin başında olduğu sendikalar kurması pratik sonuçlarının başında işçi sınıfının tarihsel öneme sahip eylemlerinin bölünmesi gelen bir dizi tehlikeli eğilimi içermektedir. Aynadaki yansımalarının bürokratlaşmaya karşı ne kadar korunaklı olduğuna canı gönülden inanan bir çok aktivistin, yönetimine geldiği sendikaların liderliğinden kopmamak için içine girilen işbirliklerin ilkesiz niteliğini görmemesi de genel bir kural gibidir.[57] Solcuların, sosyalistlerin sendikaları fethetmek yönündeki çağrılarının sonuçları hakkında acıklı örnekleri Komintern’in yanlış sendikal politikalarını tartışırken Gallacher’den şöyle aktarıyor Cliff ve Gluckstein:

Eski sendikaları kemikleşmiş bürokrasileriyle birlikte fethetmekten söz etmek düpedüz saçma ve gülünçtür… Biz 25 yıldır İngiliz sendikalarında, bunları içerden devrimcileştirmede hiçbir başarı sağlamadan faaliyet gösterdik. Yoldaşlarımızdan birini profesyonel bir sendikacı yapmada başarılı olduğumuz her seferinde bunu, var olan taktiklerin değiştirilmesi değil, sendikaların bizim kendi yoldaşlarımızı da kendilerine benzetmeleri izledi. Yoldaşlarımızı pek çok kez büyük profesyonel sendikacı yaptık, ancak böyle bir çalışma tarzıyla komünizm ve devrim adına hiçbir şeyin başarılamayacağını görmüş olduk.[58]

İşçi eylemlerinde, kimin sağcı kimin solcu olduğu sık sık birbirine karışıyor. Eylemdeki işçilere yaptıkları eylemi keskin sözlerle anlatanlar ve bir öncü savaşı içinde olduklarını iddia edenler, sınıf hareketinin en milliyetçi unsurlarıyla yan yana gelebiliyor. Sendikaların milyonlarca insanın örgütü olması gerektiğini düşünenlerle öncü savaşını kendi örgütlerine bağlı sendikalar kurarak vereceğini sananlar arasındaki fark, sadece “kızıllık sarılık” sorunundan ibaret değil. “Gerici” olarak nitelenen sendikalara yaklaşımı ele alırken Lenin’in söyledikleri, farkın çok daha büyük olduğunu kanıtlıyor.

Lenin 1920 yılında telaşlı “sol komünistlerle” tartışırken, komünistler “için eskimiş olan bir şeyin, sınıf ve kitleler için de eskimiş olduğunu varsaymamalıyız” diyor. Bu, parlamentonun tarihsel ömrünü doldurduğu tartışması sırasında dile getirdiği önemli bir tespit. Fakat aynı tartışmanın devamında sendikalarla ilgili söyledikleri daha da önemli:

Gerici sendikalar içinde çalışmayı reddetmek demek, yeterince gelişinemiş ya da geri kalmış işçi yığınlarını gerici liderlerin etkisi altına girineye terk etmek anlamına gelir, (…) (devrimciler) kitlelerin bulunduğu ber yerde mutlaka faaliyet yürütmek zorundadırlar. Proleter ve yarı proleter kitlelerin bulunduğu bu tür kurum ve  örgütlerin en gerici olanlarında bile ajitasyon ve propaganda faaliyetini sistematik olarak, ısrarla, sabırla ve istikrarlı biçimde yürütebilmek için her türlü  özveriye katlanmak, en zor engelleri aşmak zorundasınız… Her türlü özveride bulunabilmeliyiz; hatta sendikalara girebilmek, sendikalarda barınabilmek, buralarda komünist çalışmayı her ne pahasına olursa olsun yürütebilmek için, gerektiğinde çeşitli stratejilere, kurnazlıklara, yasadışı yöntemlere, kaçamaklara başvurma yeteneğine sahip olmalıyız.[59]

Sosyalizmin işçi sınıfının kendi eylemi olacağını düşünenler, işçi kitlelerini sağcı sendika bürokratlarıyla baş başa bırakmazlar. Tabanda, üstelik bu bürokratların bütün engelleme çabalarına rağmen işçilerin arasında örgütsel ağlar inşa etmeye çalışırlar. Taban örgütlenmeleri sadece sağcı sendika bürokratlarını değil sol sendika bürokratlarını da rahatsız edebilir. Bu rahatsızlıkların ürünü olan yaptırımları, tasfiye girişimlerini bertaraf etmeyi öğrenmek çok önemli. Bu örgütlenme sürecinin altından başarıyla kalkılabildiğinde işçi örgütlerinin birleşik mücadelesi, kazanmak için hamle yapmak, sınıf hareketinin kendisine güvenmek, patronlar ve devletle hızlıca uzlaşmanın engellenmesi gibi manevraları savunanların sesleri yükselmeye başlar.

2000’li yılların başında Türk-İş etrafında süren tartışma bu açıdan çok belirleyiciydi.

Milyonluk grev ve esnaf eylemlerinde sendikalar

2000 yılında 1 Mayıs her zamankinden farklı olarak iki gücün çok yüksek katılımına sahne oldu. Türk-İş ve HADEP miting alanında yığınsal bir katılım sergilediler. Bu, Türk-İş hakkında yapmaya çalıştığım tartışmanın o gün o alanda doğrulanması olarak görülebilir. 1 Mayıs bir yandan da yeni bir mücadele döneminin kapısının aralandığını gösteriyordu. Bu yılın Temmuz ayında KESK IMF’nin ısrarının özeti olan bütçeye karşı bir eylem programı açıkladı. Yavaş yavaş sokaklara çıkmaya başlayan KESK, Emek Platformu’nun toparlanması için de itici güç oluyordu. Hem hükümetin hem de IMF’nin durdurulması için Emek Platformu’nun harekete geçmesi gerekiyordu.[60] Ekim ayının ortasından sonunu kapsayan dönem için KESK bir eylem takvimi çıkarttı.

11 Kasım’da Ankara’da yapılan KESK gösterisine on binlerce kamu çalışanı katıldı. Sendika liderliğinin beklentilerinin çok ötesinde bir katılım ve militanlıkla gerçekleşen eylem, 1 Aralık 2000 günü gerçekleşecek genel grevin muazzam boyutlarda olacağını da gösteriyordu.[61] Eylem, toplumun yoksul ve emekçi çoğunluğunu faşistlerin ortağı olduğu hükümete karşı saflaştırdı. Türk-İş’e bağlı Yol-İş ve Tez Koop-İş’le DİSK’e bağlı Genel-İş eylemlere katıldı. Petrol-İş iki saatlik iş bırakma eylemi gerçekleştirdi. Böylece hastanelerin, demiryollarının, vergi dairelerinin çalışmadığı, köprülerde ve otoyollarda işlerin yavaşlatıldığı ve sadece İstanbul’da 500 okulda derslerin verilmediği grev, yeni bir eylem silsilesinin başlangıcı oldu. 9 Kasım 2001, 14 Nisan 2001, 20 Kasım 2004 ve 19 Şubat 2006 etkinlikleri, bütün illerde gerçekleştirilen 16 Şubat 2005 ve 14 Mart 2008 iş bırakma uyarı eylemleri” hareketin nasıl ivmelendiğini gösteriyor.

2001 yılında yaşanan Şubat krizi ve arkasından başlayan eylem zinciri ise çok özel bir deneyim. Emek Platformu ve tüm toplum açısından nasıl bir fırsatın kaçırıldığını gösteren bu süreç daha sonra yaşanacak siyasal kutuplaşmanın da ilk tohumlarını içinde taşıyordu.

AKP’li yıllar sınıf hareketinin ivmesinin düşmesine tanık olduğumuz bir dönem oldu. Siyasal kutuplaşmanın işçi sınıfını derinden etkilediği, AKP tandanslı sendikaların iktidar ne yaparsa yapsın ses çıkartmamayı tercih ettiği ve devletin iktidar partisine kapatma davası açtığı koşullar işçi sınıfının siyasal olarak derinlemesine bir şekilde böldü. 2001-2007 yılları arasındaki ekonomik büyüme ve toplumda esen olumlu rüzgarlar da sınıf hareketinin gerilemesine neden oldu. Özellikle sağlıkta dönüşüm yasasına karşı başlayan ve Emek Platformu’nda bir araya gelen örgütlerin yüz binlerce işçiyi kapsayan hareketi, AKP kapatma davasıyla bıçak gibi kesildi. AKP liderliği siyasal iktidarı ellerinde yoğunlaştırdıkça, işçi sınıfına karşı daha acımasız oldu. Hem özelleştirme uygulamalarında kendisinden önceki iktidarların toplamından kat be kat büyük bir saldırı başlattı hem de işçi sınıfına yönelik yaklaşım vahşi kapitalist uygulamalar halini aldı. İş cinayetleri, sendikasızlaştırma, örgütlenmenin önüne konulan engeller, sendikaları doğrudan hedef gösteren yaklaşımlar, özellikle 2013 yılından itibaren 1 Mayısları sert bir şekilde bastırma çabaları, sonu gelmez grev yasakları, kaynakları hızlı bir şekilde sermaye sınıfına aktarmak ve her vesileyle sınıf hareketini bölen, sendikalara doğrudan müdahale ederek kendi yanına kazanmaya çalışan yaklaşımı, KESK’e yönelik bitmek bilmez baskılar sürerken AKP’ye yakın bir liderliği olan Memur-Sen’in 2022’den 2016’ya kadar yüzde 2274’lük üye artışı yaşaması[62] gibi öğeler, sınıf hareketini 1980 darbesinin hemen arkasından başlayan hareketlilikten bile daha geriye itti.

Sınıf hareketinin eylem kapasitesini ölçmeye başladığı, Ocak-Şubat 2022 eylemlerinin aniden patlayarak işçi sınıfının bütününe ilham verdiği koşullarda, iktidarın işçi sınıfının yaşam koşullarında en küçük bir iyileştirme yapmasının bile imkânsız olduğunu düşünürsek, bizi yeni bir eylem dalgası bekliyor. Bu eylem dalgasında liderlikleri ne kadar köhne, sağcı, iktidara yapışmış görünürse görünsün, tüm emek örgütlerinin birleşik mücadelesini örmek için çabalamak çok önemli.

Şimdi vakit, keskinlik yapıp kendi sendikalarını kurmak değildir. Öte yandan mevcut toplumsal öfkenin en militan unsuru olan işçi sınıfının hareketlerinin, eylemlerinin uzağında durmak da değildir. İşçi sınıfının ne kurtarıcılara ne de kendi kuyruğunda gezenlere ihtiyacı var. Her işçi hareketini, her grevi, her eylemi bir okul olarak gören, sol bürokrat liderliklere sahip sendikalara, sağ bürokrat liderlikleri kazanmaları yönünde baskı yapmak için her bir fırsatı değerlendiren, örgütlü işçi sınıfının ana gövdesinin harekete geçmesi için tüm gücünü harcayan, tüm emek örgütleri tabanında öncü işçiler ağı kurmayı hedefleyen ve bu ağların etkisiyle sendika liderliklerine aşağıdan basınç yaparak birleşmeleri için çabalayan bir perspektifle hareket edebilmek çok önemli.

Sağlık emekçilerinin son dönemlerdeki eylemlerini saymazsak, fiili grev olarak adlandırılan eylemlerin ezici çoğunluğu, işçilerin kendi isyanlarının, katlanılmaz koşullara tepkilerinin ürünü. Emek Çalışma Grubu raporunda 108 grevin 54’ünün hiçbir sendikanın dahli olmadan gerçekleştiğini açıklıyor ama DİSK’e ve Türk-İş’e bağlı sendikaların örgütleyici olduğu eylemler dışında kalan hemen tüm grevlerde yetki almış ve işçilerin büyük çoğunluğunu temsil eden sendikalar yok. Bağımsız sendikaların olduğu direnişlerin bazılarında bu sendikalar eylemlere sonradan dahil oldular.

Bu durum sendikaların ana gövdesinin işçi sınıfının işyerlerinde süren mücadelelerini örgütlemekten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Çeşitli küçük grupların yönettiği bağımsız (büyük sendikalardan bağımsız) yapıların ise işyerlerinde başlayan kıvılcımları işçi sınıfının bütünün ekonomik ve politik taleplerle iç içe geçen eylemlerinin başlangıcı kılabilecek bir güçleri yok. Öte yandan iktidarın ne ekonomiyi toparlama şansı var ne de işçi sınıfına kaynak yaratmak için gerekli duyarlılığı. Tüm kaynaklar “obez devlete” ve sermayeye aktarılmaya devam edecek. Asgari ücret tüm ücretlerin belirlendiği eksen olmayı sürdürürken, çoktan yaşamak için gerekli olan tüketim mallarını almaktan uzak, küçük bir miktar haline geldi. Asgari ücret 2020 yılında 392 dolardan 2021’de 377 dolara gerilemişken, 2022’de 286 dolara gerilemiş vaziyette. Bu, Kasım ayından Mart ayına kadar eylemleriyle üzerindeki hantallığı atan işçi sınıfının daha büyük bir hareket inşa ederek tüm siyasal hesapları altüst edebileceği bir mücadele dönemine girişi için uygun bir ekonomik zeminin var olduğunu gösterir. Binlerce işçinin katıldığı 108 grev, greve çıkan işçilerin greve çıkmayan işçilere verdiği ilham demektir. Bu ilhamın önümüzdeki dönemde “hiçbir şey olmamış” diyenleri şaşkına çevirecek Rosa Luxemburg’un 1905 Rus devriminin zemini olan kitle grevlerini tartışırken söylediği gibi “gerçekte tüm İmparatorluk’un derinliklerinde gün be gün ve saat be saat hiç ara vermeden devrimin büyük köstebek faaliyeti”nin sürdürülmekte olduğunu gösterecek bir güven verdiğini düşünmemek için hiçbir gerekçe yok.[63]

DİSK’in kuruluşu, Bahar Eylemleri, Emek Platformu’nun kuruluşu dönemleri gibi bir dönemin başında olup olmadığımızı hep birlikte göreceğiz. Ama egemen sınıfın işine gelen korku duvarının aşılmaya başlanmasına yardımcı olan eylemler, birleşik bir sınıf hareketinin bütün işçiler ve giderek tüm ezilenler için ölüm kalım meselesi haline geldiğini gösteriyor. Böyle bir yenilenmiş, döneme uygun, Emek Platformu gibi bir örgütlenme hem buna direnen sendika bürokratlarını teşhir edecektir hem de bağımsız sendikaların yetersizliğini, kızıl sendikacılık türü girişimlerin sınıf hareketinin bütününe hiçbir fayda sağlamayacağını gösterecektir. Siyasal kutuplaşmanın derinliği nedeniyle iktidarla bütünleşmiş olan sendika aparatlarının ise tasfiye olmasını birleşik mücadelenin bir aşamasında sağlayacaktır. Varolan tüm emek örgütlerinin bir araya geleceği, tüm işçi örgütlerinin, derneklerinin, gazetelerinin, inisiyatiflerinin bir parçası olacağı bir platformun yol açacağı eylem dalgası iktidarı kimsenin beklemediği kadar hızlı bir şekilde devre dışı bırakabilir. 17 bin işçinin eyleminin politik iklimde yarattığı değişiklik yüzbinlerce işçinin sahneye çıktığı koşulların siyasal alanın tüm dengelerini değiştireceğinin kanıtıdır.

Rosa Luxemburg’un sendika yöneticileri hakkında söylediklerine yakından bakmak gerek:

Ama diğer yandan, proletaryanın tüm mücadele örgütleri gibi sendikalar da uzun vadede mücadele dışında varlıklarını koruyamazlar ve bu da burjuva parlamenter dönemin durgun sularında yapılan kurbağa-fare savaşı anlamında değil, kitle mücadelesinin şiddetli devrimci dönemleri anlamındadır. Katı mekanik-bürokratik görüş mücadeleyi yalnızca gücünün belirli bir düzeyindeki örgütünün ürünü olarak geçerli kılmak istiyor. Yaşayan diyalektik gelişim ise tersine bir şekilde, örgütün mücadelenin bir ürünü olarak doğduğunu gösteriyor.[64]

Önümüzdeki günler, sendikaların mücadele dışında varlıklarını koruyamayacak hale geldiği bir işçi sınıfı militanlığını gösterip gösteremeyeceği tarafından belirlenecek. “Kitle mücadelesinin şiddetli devrimci dönemi” beklentisi çok büyük bir iddia olabilir ama toplumun tüm ezilen kesimlerinin kapağı zorla kapalı tutulmaya çalışan düdüklü tenceredeki basınç gibi sürekli patlamak üzere biriktiği çok açık. Bu basıncın biriktiği yerde işçi sınıfının öncülerinin kitlesel ağını inşa etmek bugün her zamankinden daha önemli.

Kaynakça

2022 Ocak-Şubat Grev Dalgası- Grev Dalgası, 2022, chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/viewer.html?pdfurl=https%3A%2F%2Femekcalisma.files.wordpress.com%2F2022%2F03%2Feccca7t_2022-grev.pdf&clen=5316459&chunk=true

https://www.ntv.com.tr/saglik/aile-hekimleri-dernekleri-federasyonundan-is-birakma-eylemi-aciklamasi,P6_7IHVd8k6Ek8pcV4xwoQ

https://www.ttb.org.tr/haber_goster.php?Guid=7e94ec0e-8691-11ec-bfc3-c3e948a9785f

https://www.ttb.org.tr/haber_goster.php?Guid=18e60b3c-a431-11ec-969c-0eea6b5a8074

https://www.turkis.org.tr/eylul-2021-aclik-ve-yoksulluk-siniri-3/

https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/133567/-ulkemizi-buyutmek-guclendirmek-ve-kalkindirmak-icin-gece-gunduz-mucadeleye-devam-ediyoruz-

Karakaş, Şenol, 2021, “Genel grev, genel direniş-I”, Marksist.org, https://marksist.org/icerik/Yazar/16921/Genel-grev,-genel-direnis!—I

Euronews, 2021. “Cumhurbaşkanı Erdoğan: Ekonomik kurtuluş savaşından milletimizi zaferle çıkaracağız” https://tr.euronews.com/2021/11/22/cumhurbaskan-erdogan-ekonomik-kurtulus-savas-ndan-milletimizi-zaferle-c-karacag-z

Kahveci, İbrahim, “Fakirliğini alkışlayan ülke”, Karar, 2022, https://www.karar.com/yazarlar/ibrahim-kahveci/fakirligini-alkislayan-ulke-1591831

Kahveci, İbrahim, “Faizler inecek enflasyon düşecek hikayesi…”, Karar, 2022. https://www.karar.com/yazarlar/ibrahim-kahveci/faizler-inecek-enflasyon-dusecek-hikayesi-1591841

ŞUBAT AÇLIK YOKSULLUK SINIRI

T24, “Erdoğan “Bizimle beraber grev denilen olaylar ortadan kalktı” dedi; işte AKP döneminde yasaklanan grevler”, 2018. https://t24.com.tr/haber/erdogan-bizimle-beraber-grev-denilen-olaylar-ortadan-kalkti-dedi-iste-akp-doneminde-yasaklanan-grevler,786083

Bloomberg, “DİSK, Türk-İş ve HAK-İŞ’ten ortak asgari ücret açıklaması”, 2021, https://www.bloomberght.com/disk-turk-is-ve-hak-isten-asgari-ucret-aciklamasi-2293191

Marksist.org, “İktidar yasakladı, kadınlar haykırdı: Korkmuyoruz, susmuyoruz, itaat etmiyoruz”, 2022, https://marksist.org/icerik/Kadin/17425/Iktidar-yasakladi,-kadinlar-haykirdi-Korkmuyoruz,-susmuyoruz,-itaat-etmiyoruz

Hürriyet, “İşte Kılıçdaroğlu›nun ilk gün yürüdüğü yol… Yürüyüş kaç gün sürecek?”, 2017, https://www.hurriyet.com.tr/gundem/kilicdaroglunun-adalet-yuruyusu-basliyor-ilk-aciklama-40490764

Gazete Duvar, “Grevdeki Bakırköy Belediyesi işçileri CHP’de oturma eylemi yaptı”, 2021, https://www.gazeteduvar.com.tr/grevdeki-bakirkoy-belediyesi-iscileri-chpde-oturma-eylemi-yapti-haber-1546525

Disk.org.tr, “Bu daha başlangıç: İşyeri işyeri, meydan meydan #Geçinmekİstiyoruz”, 2021, http://disk.org.tr/2021/11/bu-daha-baslangic-isyeri-isyeri-meydan-meydan-gecinmekistiyoruz/

Haberler.com, “Onur Air çalışanları ikinci kez maaş eyleminde”, 2021, https://www.haberler.com/3-sayfa/onur-air-calisanlari-ikinci-kez-maas-eyleminde-14524494-haberi/

Dokuz8Haber.com, “Dardanel’de işçilerin sesi duyulmuyor: ‘AKP arkasında olduğu için…’”, 2021, https://www.dokuz8haber.net/dardanelde-iscilerin-sesi-duyulmuyor-akp-arkasinda-oldugu-icin

Ttb.org.tr, “Beyaz Forum Sonuç Raporu Yayımlandı: Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam!”, 2021, https://www.ttb.org.tr/haber_goster.php?Guid=f10f6518-5840-11ec-bb51-0733eb004042

Turkmetal.org.tr, “MESS’İN TEKLİFİ KABUL EDİLMEDİ, TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ UYUŞMAZLIK TUTANAĞI TUTULDU.”, 2021, http://www.turkmetal.org.tr/haberler/guncel-haberler/206987

Gazete Duvar, “Erdoğan: Sokaklara döküleceklermiş, ya siz 15 Temmuz’u görmediniz mi?”, 2022, https://www.gazeteduvar.com.tr/erdogan-sokaklara-dokuleceklermis-ya-siz-15-temmuzu-gormediniz-mi-haber-1547956

Dünya, “Online markete katılımlar hız kazandı”, 2021, https://www.dunya.com/ekonomi/online-markete-katilimlar-hiz-kazandi-haberi-479966

Cumhuriyet, “Pandemi döneminde yüzde 66 büyüyen e-ticaret sektörünü etik ve tekel tartışmaları karıştırdı”, 2021, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/pandemi-doneminde-yuzde-66-buyuyen-e-ticaret-sektorunu-etik-ve-tekel-tartismalari-karistirdi-1828523

Marksist.org, “Almanya’dan Çin’e kuryeler tüm dünyada direnişte”, 2022, https://marksist.org/icerik/Isci/17244/Almanyadan-Cine-kuryeler-tum-dunyada-direniste

http://disk.org.tr/2020/09/emege-karsi-sermaye-darbesi-40-yildir-12-eylul/

Evrensel, “Dünden bugüne hak gasplarına karşı emek mücadelesinden kareler”, 2019, https://www.evrensel.net/haber/379284/dunden-bugune-hak-gasplarina-karsi-emek-mucadelesinden-kareler

Bianet, “İşçi Sınıfının Ayağa Kalktığı Yıllar”, 2015, https://m.bianet.org/bianet/print/161305-isci-sinifinin-ayaga-kalktigi-yillar

Güzel, M. Şehmuz, 1996, Türkiye’de İşçi Hareketi 1908-1984, Kaynak Yayınları, İstanbul.

Işık, Yüksel, Osmanlı’dan Günümüze İşçi Hareketinin Evrimi (1876-1994), 1995, Öteki Yayınevi, Ankara.

Koç, Yıldırım, “12 Eylül darbesi ve Türk-İş”, Aydınlık Gazetesi, 29 Ağustos 2020.

Koç, “30. Yıldönümünde 12 Eylül Darbesi ve İşçi Sınıfı”, Mülkiye, sayı 268,

Doğan, M. Görkem, “1980 Sonrası Sendikal Hareket: Türkiye ‘de Sendikacılığın Kuğu Şarkısı”, Tanzimat’tan Günümüze Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi/1839-2014, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.

Güvenç, Kaya, Emek Platformu Belgeleri, 1. Sürüm, 2019, Ankara.

Sosyalist İşçi, 1999, 116. sayı.

Sosyalist İşçi, 1999, 118. Sayı

Evrensel, “Genel grev coşkusu tüm yurtta”, https://www.evrensel.net/haber/117269/genel-grev-coskusu-tum-yurtta

Karakaş, Şenol, 1999, “Emek Platformu’nu sahiplenelim”, Sosyalist İşçi, 119. Sayı.

Cliff, Tony ve Gluckstein, Donny, Marksizm ve Sendikal Mücadele, Sosyalist İşçi Özel Eki, İstanbul.

Sosyalist İşçi, 1999, 121. sayı.

Çelik, Aziz, “28 Şubat, ‘silahsız kuvvetler’ ve sendikalar”, T24, 18 Nisan 2012, https://t24.com.tr/yazarlar/aziz-celik/28-subat-silahsiz-kuvvetler-ve-sendikalar,4997

Karakaş, Şenol, 1997, “Üçüncü taraf mı, devrimci tutum mu?”, Sosyalist İşçi, 65. sayı.

Luxemburg, Rosa, 1990, Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar, çev. Nedim Tuğlu, Z yayınları, İstanbul.

Cliff, Tony, 1998, Bolşevikler ve Dünya Devrimi, çev. Bernar Kutluğ, 1998, Z Yayınları, İstanbul.

Sevim, Faruk, 2017, “Türkiye’de işçi sınıfının şekillenişi”, Enternasyonal Sosyalizm.

Karakaş, Şenol, “Devrimci bir partinin inşası”, Enternasyonal Sosyalizm, Mayıs 2021.

[1]     Grev Dalgası, 2022, chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/viewer.html?pdfurl=https%3A%2F%2Femekcalisma.files.wordpress.com%2F2022%2F03%2Feccca7t_2022-grev.pdf&clen=5316459&chunk=true

 

[2]     NTV, 2022.

 

[3]     TTB.org, 2022

 

[4]     TTB.org, 2022

 

[5]     Turkis.org.tr, 2021

 

[6]     tccb.gov.tr, 2021

 

[7]     Şu iki örnek yeterli devlet erkanının ve AKP’lilerin soruna yaklaşımını özetlemeye: Manisa AKP Milletvekili Uğur Aydemir, “Belki soğan ekmek yiyeceğiz aylarca ama güvenliğimizden kimseye taviz vermeyeceğiz” dedi, bir diğer AKP’li, Elazığ Milletvekili Zülfü Demirbağ yoksullara şu çareyi önerdi: “Normal şartlarda 1 kilo et yiyorsak yarım kilo yeriz. Domatesi 2 kilo yerine iki tane alırız. Kış günü turfanda sebzeleri kullanmak zaten sağlığa da çok faydalı değil.”

Bu politikanın sadece bilinçsizce hayata geçirilmekle kalmayıp, uzun süredir planlandığını ise Emine Erdoğan Haziran ayında yaptığı şu açıklamayla göstermişti: “Gelin hep birlikte basit önlemler alalım. Alışverişe çıkmadan önce alınacaklar listesi hazırlayalım. Porsiyonlarımızı küçültelim. Sadece ihtiyacımız kadarını alıp bozulacağını bildiğimiz yiyecekleri istiflemekten vazgeçelim.” Karakaş 2021

[8]     A.g.e, 2021.

 

[9]     Euronews, 2021,

 

[10]    “Faiz indirerek ortada NAS! var diyoruz. İyi ama faiz indirince piyasada faizler bile inmedi. 10 yıllık tahvil faizleri dahi yüzde 25’i aşarak AK Parti döneminin rekorunu kırdı. Merkez Bankası faizleri 19,0’dan 14,0’e indirdiğinde mevduat faizleri yüzde 30,0’lara dayandı. Kredi faizleri derseniz orada da oranlar artık yüzde 40’larda dolaşıyor.” Kahveci, 2022. Yazarın hemen ertesi gün yazdığı yazıda aktardığı faiz verileri durumu daha da netleştiriyor. “Aralık ayı faiz indirimi ile artık Merkez Bankası faizi yüzde 19,0 seviyesinden yüzde 14,0 seviyesine düşürülmüş oldu. Evet, Merkez faiz indirdi ama ya piyasa faizleri ne oldu? Dün Merkez Bankası verileri açıklandı. 24-31 Aralık haftası verilerine göre (Eylül başı verilerine kıyasla); İhtiyaç kredileri yüzde 23,03’den yüzde 29,55’e, Taşıt kredileri yüzde 20,70’den yüzde 26,24’e, Konut kredileri yüzde 17,80’den yüzde 17,48’e (aaa tek düşen kredi) Ticari krediler yüzde 20,72’den yüzde 24,37’ye, Tüketici kredileri de yüzde22,03’den yüzde 26,14’e çıktı.” Kahveci, 2022.

 

[11]    Türk-İş, 2022.

 

[12]    T24, 2018

 

[13]    Hürriyet, 2017.

 

[14]    2022 8 Mart gece yürüyüşü bu hareketin önemini bir kez daha gösterdi. Marksist.org, 2022.

 

[15]    Gazete Duvar, 2021.

 

[16]    Disk.org.tr, 2021

 

[17]    Haberler.com, 2021.

 

[18]    Dokuz8haber.net, 2021.

 

[19]    Ttb.org.tr, 2021.

 

[20]    Turkmetal.org.tr, 2021.

 

[21]    Bloomberg, 2021.

 

[22]    Erdoğan, Ocak ayının başında AKP grup toplantısında konuşurken, “Sokaklara döküleceklermiş, ya siz 15 Temmuz’u görmediniz mi? Cumhur İttifakı sizi gideceğiniz yere kadar süpürecektir” diyerek sokakta hak aramak isteyenleri tehdit etmişti. Gazete Duvar, 2022.

 

[23]    Dünya gazetesi 2020’nin Eylül ayında şu haberi yapıyordu: “Yılın ilk yarısında online market kategorisi yüzde 434 büyüyerek, 1.8 milyar TL’ye ulaştı. Salgında büyümeyi gören Morhipo ve Trendyol gibi e-ticaret siteleri de ‘market’ yarışına hızlı girdi (…) Getir ve Banabi gibi hızlı teslimat uygulamalarındaki büyüme ise yüzde 50’nin üzerine çıktı. Migros’un 2019’da hizmet verdiği il sayısı 2’ye katlanarak 58 ile çıkan ‘Sanal Market’ uygulaması pandemi etkisiyle 81 ile ulaştı.”

 

[24]    Cumhuriyet, 2021.

 

[25]    Eylemlerin büyük çoğunluğu sona erdi, Yemeksepeti direnişi devam ediyor. Ama bu satırlar yazılırken, İzmir’de DİSK’e bağlı sendikaların binlerce işçinin katıldığı eylemler örgütlemiş olması, bir önceki eylemin bir sonraki eylemin fitilini ateşlediğini söylemeyi mümkün kılıyor.

 

[26]    Bu da sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil, örneğin 6 milyon kurye çalışanının bulunduğu Çin’de hongbao olarak adlandırılan çalışan ve cep telefonu uygulaması üzerinden kendi kendilerine çalışan işçiler, Çin’de geçerli olan iş yasasına tabi olmadıklarını kabul etmiş oluyorlar. Hız, kuryelerde istenen temel özellik. Almanya’da Gorillas isimli şirket bisikletli kuryeler çalıştırıyor ve her hava şartında 10 dakika içerisinde müşterinin istediği market alışverişini kapısına getirme taahhüdünde bulunuyor. Marksist.org, 2022.

 

[27]    1980’de IMF, Türkiye’ye üç yıl için verdiği 1,5 milyar dolarla birlikte birtakım koşullar ileri sürmüştü. Şöyle ki: Fiyatların artınlması, ihracatı geliştirmek için iç  tüketimin kısıtlanması,  özel sektörde fiyat kontrolü sisteminin kaldırılması ve ekonominin  özel sektörleştirilmesi. Bu koşullar da dar gelirlilerin yaşamlarını zorlaştırıyordu. Hükümet, T.  Özal’ın yönlendirmesiyle, insanlara açıkça “Az tüketin,  çünkü ihracatımızı geliştireceğiz!” diyordu. Böyle bir ekonomi politikasının, mücadeleci sendikalar zorla sessizliğe itilip, işçi sınıfı baskı altına alınmadan yürütülmesi olanaksızdı.” Güzel, 1996, sf 256.

 

[28]    “24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Darbesi gelir dağılımı bozucu bir sonuç yarattı. 1978’de ücretlerim milli gelir içindeki payı 35,19 iken 1990’lara doğru yüzde 14 civarına gerilemiştir.”
arastirma.disk.org.tr, 2020.

 

[29]    a.g.e

 

[30]    Işık, 1995, sf. 267

 

[31]    Başka bir yazıda en karanlık zamanda işçi sınıfının eylem gücüne örnek olarak Kavel direnişini ele almak perspektif verici olabilir.

 

[32]    Doğan, 2015, sf 394, 395

 

[33]    Evrensel, 2019

 

[34]    Karakaş, 2021, sf128-129.

 

[35]    Bianet, 2015.

 

[36]    Koç, 2020.

 

[37]    Koç, 2010, sf.55

 

[38]    Türk-İş’in o dönemki Genel Sektereti Sadık Şile Evren döneminin bakanlarından oldu.

 

[39]    DİSK darbeden yaklaşık 12 yıl sonra, 19 Ocak 1992’de yeniden faaliyete başlayabildi.

 

[40]    Tüm sol, çeşitli yanlarıyla IMF politikalarına karşıydı kuşkusuz o günlerde. Enternasyonal Sosyalizm dergisini çıkartan kadrolar o günlerde yayın hayatına hâlâ devam eden Sosyalist İşçi gazetesini yayınlıyorlardı. Sosyalist İşçi’nin hemen her sayısına keskin bir IMF karşıtı mücadele vurgusu hâkimdir. Özellikle Emek Platformu’nun kurulduğu 14 Temmuz 1999 tarihli 116. Sayıdan 2007’lere kadar çıkan sayılarda, sık sık Emek Platformu’nun önemine, etkisine ve katkısına dair yazılar yer almıştır.

 

[41]    Yazının Emek Platformu’na dair bilgi verdiği yerler Kaya Güvenç’in EMEK PLATFORMU BELGELERİ başlıklı çalışması ve Sosyalist İşçi’nin 1999 ile 2000’li yılların sonun kadar çıkan tüm sayılarıdır. Güvenç’in broşürü ise derli toplu en esaslı kaynak olmayı sürdürüyor. “Emek Platformu sermayenin saldırısına karşı işçi sınıfı direnişinin üzerinde kuruldu. Emek Platformu üç işçi sendikaları konfederasyonu, üç kamu emekçileri sendikaları konfederasyonu, üç  emekli derneği ve yedi meslek birliği olmak üzere on beş  örgüt tarafından kuruldu. Bu örgütler -kuruluş aşamasında kararlaştırılan sırayla- şunlardır: Türk-İş, Hak-İş, DİSK, KESK, Türkiye Kamu-Sen, Memur-Sen, Türkiye İşçi Emeklileri Cemiyeti, Tüm İşçi Emeklileri Derneği, Tüm Bağ-Kur Emeklileri Derneği, TMMOB, Türk Diş Hekimleri Birliği, Türk Eczacıları Birliği, Türk Tabipleri Birliği, Türk Veteriner Hekimleri Birliği ve TÜRMOB. Bu kuruluşlara Mayıs 2002’de Türkiye Barolar Birliği, Temmuz 2002’de BASK katıldılar.” Güvenç, 2019, sf8.

 

[42]    Bütün 1990’lı yıllarda, izin verilmemesi gündemde olan mitinglere “kitlesel basın açıklaması” adı verilirdi emek örgütleri tarafından ve aslında devasa mitingler örgütlenirdi.

 

[43]    Sosyalist İşçi’nin bu miting döneminde yayınladığımız sayısında attığımız “Emekçiler değil hükümet mezara” manşeti hareketin hedeflerine çok uygundu. Sosyalist İşçi, 1999.

 

[44]    “24 Temmuz 1999 “kitlesel basın açıklaması” 1976 ve 1977 yıllarındaki 1 Mayıs mitingleri bir yana bırakılırsa, işçi sınıfının en kalabalık eylemi olmuştur. Katılım sayısı 400 bin kişi olarak tahmin edilmektedir.” Güvenç, 2019, sf.9

 

[45]    Evrensel, 1999.

 

[46]    Sosyalist İşçi, 1999.

 

[47]    Bırakalım yardımı, devletten ilk açıklama depremden tam 6 saat sonra geldi. Enkaza ulaşıp yardım örgütleme sürecine 36 saat sonra başlandı! 100 bin evsize 1000 çadır yollandı, milliyetçi oldukları için ilk 24 saat başka ülkelerden gelen yardım tekliflerini reddettiler, deprem bölgesinde işçilere ücretsiz izin verildi! a.g.e.

 

[48]    Karakaş, 1999, sf.4

 

[49]    Troçki’den aktaran, Cliff ve Gluckstein, sf. 11.

 

[50]    a.g.e. sf. 7. “Tek büyük sendika” gerçekçi olmayan bir görüş deseler de Cliff ve Gluckstein, sendikal bürokrasinin üzerinde yükseldiği sınıfın bölünmüşlüğünü örgütsel düzeyde aşmanın gerekliliği yönünde güçlü bir propaganda yapmak açısından bu fikri savunmak çok önemli. Tek sendika çatısı altında birleşmenin önündeki engelleri tek tek sendikaların tabanındaki işçilerle tartışmak, çok geniş bir alanda propaganda yapma şansı verir. Neden birleşilemiyor? Birliğin önündeki kurumsal engeller neler? Çeşitli sendikaların tabanındaki işçilerin birbirlerinden nail bir farkları var ki ayrı ayrı örgütleniyorlar. Emek Platformu gibi yapılar, “Tek büyük sendika” yönünde güçlü bir adımdır. Asla tamamlanamayacak ama sınıfın her düzeydeki güçleri birleştiğinde sahip olacağı potansiyeli gösteren deneyimlerdir.

 

[51]    Sadece emek örgütlerinin sendikal liderlikleri değil, bu dönemde milliyetçi fikirleri sanki solun olağan değerleriymiş gibi savunan bir dizi muhalif güç de depremle birlikte derinleşen genel kriz ortamından devrimci bir çıkışı engelliyordu. Milliyetçiliğin nasıl bir tutkal olduğunu Marmara depremi bir kez daha kanıtladı diyebiliriz. İktidar, “Onurlu dış politika” diyerek ilk 24 saat dış yardım kabul etmedi. “Elimizde yeterince Türk kanı var” diyerek Yunanistan ve Ermenistan’dan gelen kan bağışlarını reddettiler. Daha sonra gelişmeler üzerinde bir ölçüde hakimiyet kuran hükümet, inanları enkaz altında ve kana ihtiyacı olanları kandan mahrum bırakmamış gibi “milli dayanışmadan” söz etmeye başlamıştı. Hem sol muhalefet hem de toplumsal muhalefet depremi bir felaket değil de bir cinayet olarak görebilse genel olarak milliyetçiliğin ve MHP’nin ağır bir darbe alacağı çok açıktı. Eğer sol somut politikalar önerebilseydi faşist sağlık bakanı başta olmak üzere tüm hükümetin istifası için direnebilseydi kazanım elde etmek mümkündü. Çok ilginç ki o dönem “hükümet istifa!” sloganı çok rağbet görmemişti. Sendikalar haklı bir biçimde depremzedelerle dayanışma örgütlerken, sosyalistlerin ufuklarını esas olarak yardım kampanyalarıyla kısıtlaması büyük bir hataydı. Devlet ölüler üzerinden politika yaparken solun bazı kesimleri hükümete ve devlete karşı öfkenin örgütlenmesini ‘bugün ölüler üzerinden politika yapılamaz’ diyerek es geçtiler.

 

[52]    Bizler elimizdeki tüm imkanlarla tüm güçleri Emek Platformu’yla birlikte mücadeleye çekmeye çalışıyorduk. “Saldırıları püskürtmek için Emek Platformu direnişe!” gibi başlıklarla harekete moral vermeye çalışmak önemliydi. Sosyalist İşçi, 1999.

 

[53]    Çelik, 2012. Bu makale, bir yandan bazı sendikaların patron örgütleriyle birlikte nasıl askeri müdahaleyi nasıl desteklediği aktarılırken, “Ne şeriat ne darbe” ekseninde darbeye karşı çıkan sendikalar başarılı bir politikaya imza atmışlar gibi anlatılıyor. Darbe gerçekleşirken ne darbe ne de darbenin hedeflediği siyasi gücü aynı anda eleştirmenin bu sloganı üretenlerin saflarında yarattığı kafa karışıklığı çok açık. Darbe yaşanırken, temiz siyaset yapmaya çalışmanın hiçbir anlamı yok. Darbe yaşanırken, işçi sınıfını birliğini darbeyi durdurmak için harekete geçirmeye çalışmak gerekirdi. İki eşit güç arasında tarafsızlık siyasetinin siyaset olmadığı ilerleyen yıllarda bütünüyle belirgin hâle gelecekti. Konuyla ilgili o yıllarda yazdığım bir yazıda, bu tarz yapma eğiliminin sonuçlarına değinmeye çalışmıştım: Karakaş, 1997, sf. 12,

 

[54]    Luxemburg, 1990, sf. 61.

 

[55]    Cliff ve Gluckstein, a.g.e. sf8.

 

[56]    Ocak ayında katıldığım Yemeksepeti işçilerinin eyleminde işçiler patron temsilcileriyle görüşmek için dört arkadaşlarını temsilci olarak seçmişlerdi. Doğrudan eylemde seçilen temsilcilerin bu temsilciliği sürekli hale getirmeleri bürokrasinin oluşumunun da kaçınılmaz ilk adımlarıdır.

 

[57]    Özellikle Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) içinde uzun yıllardır sosyalistlerin ve Kürt siyasi partilerinden devrimcilerin yönetimde olması, yapılan yönetim pazarlıkları, hemen hiçbir ilke tanımayan tek ilkesi yönetim seçimlerini kazanmak olan ittifakların kurulması birlikte düşünüldüğünde sosyalist olmanın sendika bürokratı olmanın önüne set çekmediğini göstermektedir. Sosyalistlerin sendika yönetiminde olması kamu çalışanları hareketinin ilk döneminde özellikle sendikanın gerçekten de sokaklarda, işyerlerinde, miting meydanlarında, barikatlarda diren diren kurulması anlamına gelirken ve KESK’i sınıf hareketinin motor gücü haline getirirken öte yandan hem kamu çalışanlarının sınıfsal kavranışındaki kafa karışıklığı hem de sekter solun tüm alışkanlıklarını sendikaya taşıyarak zaman zaman dünyanın en militan ve etkin sendikalarından birisini bir öğrenci derneği gibi ele alması mücadeleyi ve sendikanın örgütlenmesini oldukça olumsuz etkiledi.

 

[58]    Cliff ve Gluckstein, a.g.e. sf 32.

 

[59]    Cliff, 1998, sf. 46-47.

 

[60]    Sosyalist İşçi, 2000, 143. Sayı.

 

[61]    Kaya Güvenç Emek Platformu’nun örgütlediği ya da desteklediği eylemler arasında 1 Aralık KESK eylemine özel olarak değiniyor: “Bunların arasında EP bileşenlerinin farklı eylemlerini bütünleştirmiş, başarısı tartışmasız 1 Aralık 2000 eylemini ayrıca saymak gerekiyor.” Güvenç, 2019, a.g.e. sf 26.

 

[62]    Sevim, 2017.

 

[63]    Luxemburg, 1990, a.g.e, sf. 34.

 

[64]    a.g.e., sf. 64.

 

sosyalizm