Arap devrimlerini anlamak

Ozan TEKİN

Sosyalistler için enternasyonalizm, yalnızca siyasi stratejilerini ve gelişmeler karşısındaki tutumlarını belirlerken çerçeve sunacak bir prensip değildir. Hayata bakışımız, ulusal devletlerin sınırlarını tanımadan, dünyanın her yerinde işçilerle patronlar arasında süren mücadele üzerinden şekillenir. Dolayısıyla, en uzak ülkedeki en küçük fabrikada gerçekleşen grevin zaferini kendi zaferimiz sayarız. Bu yüzdendir ki, devrimciler her dönem, diğer ülkelerde meydana gelen büyük toplumsal olayları, özellikle de ayaklanma ve devrimleri titizlikle inceleyerek kendi durumları için dersler çıkarmaya çalışmışlardır. Bolşevik Parti liderlerinden Leon Troçki, “Büyük Fransız Devrimi’ni,  1848  Devrimi’ni ve  Paris  Komünü’nü  incelemeseydik,  1905  deneyimine sahip  olduğumuz  hâlde  Ekim  Devrimi’ni hiçbir  zaman  gerçekleştiremezdik”  diyerek bunu yapmanın önemini vurguluyordu.1

Tunus’ta üniversite mezunu bir seyyar satıcı olan Muhammed Buazizi’nin kendini yakarak intihar etmesiyle fitili ateşlenen Arap devrimleri, şüphesiz ki bölgesel anlamda büyük bir sarsıntıya neden oldu. Bin Ali ve Mübarek gibi on yıllardır hükmeden azılı diktatörler, işçi sınıf geniş kesimlerinin seferber olduğu eylemlerin sonunda devrildiler. Protesto dalgası, çok kısa süre içerisinde 10’a yakın ülkeye yayıldı. Bölgesel ve uluslararası egemen sınıflar, bazen devrimleri doğrudan darbelerle boğmak, bazen ise kendi çıkar ve etki alanlarını genişletmek adına mücadele eden kitle hareketlerini manipüle etme amacıyla Arap Baharı’na müdahil oldular.

Bugün devrimler birçok yerde yenilmiş veya geri çekilmiş durumda. General Sisi, Mısır’da halka Mübarek döneminden daha ağır baskılar uyguluyor. Suriye kanlı bir iç savaş sonucu paramparça olmuş durumda. Yemen, Suudi Arabistan önderliğindeki koalisyonun uçakları tarafından bombalanıyor. Libya’da muhalefetin bölünmesi sonucu başlayan çatışmalar sonlanmış değil. Tüm bu ülkelerde IŞİD veya başka cihatçı gruplar etkin. 14 ülkenin savaş uçakları, Ortadoğu halklarına bomba yağdırıyor.2

Şahitlik ettiğimiz bu dönemin derslerini, gelecekteki mücadele arkadaşlarımıza aktarabilmek son derece önemli. Bu makalede, Arap devrimlerinin açtığı tartışmaları, kitle hareketlerinin güçlü ve zayıf yönlerini marksist bir bakış açısıyla ele alarak, bu gayrete mütevazı bir katkı sunmaya çalışacağım.

“Devrim” geri döndü!

Adalet, eşitlik ve özgürlük gibi fikirler güzel olsa da, ayaklanma veya devrim yoluyla toplumsal düzeni değiştirme iddiasının “ütopik” olduğunu etrafımızdan sık sık duyarız. Aslında, geniş kitlelerin siyaset sahnesine zor kullanarak girdiği olaylar, iddia edildiği kadar nadiren gerçekleşmez. 20. yüzyıl boyunca Rusya, Almanya, Macaristan, Portekiz, İrlanda, Fransa, Endonezya, İspanya, Çin, Küba, İran, Romanya, İtalya gibi ülkeler devrimlerle, genel grevlerle ve ayaklanmalarla sarsıldılar. Afrika’dan Doğu Asya’ya birçok yerde sömürgeciler, ulusal kurtuluş hareketleri tarafından kovuldular. Mısır’dan Filistin’e Ortadoğu’da emperyalizm ve siyonizm defalarca mağlup edildi.

Ancak kabul etmek gerekir ki, Tunus ve Mısır’da başlayan süreç, belki de 1968’den beri ilk kez devrim kavramını, ana akım siyasi tartışmaların merkezine oturtmayı başardı. Öyle ki, serbest piyasa kapitalizminin en ateşli savunucusu The Economist dergisi, kapağına Uluslararası Sosyalist Akım’ın kullandığı yumruk simgesini koyarak “Uyanış” başlığıyla çıktı.3

Troçki, 14 Kasım 1930’da İstanbul’dan yazarken, devrimi şöyle tanımlıyordu:

“Devrimin en tartışma götürmez özelliği kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahaleleridir. Normal zamanlarda, ister monarşik ister demokratik olsun, devlet ulusa tepeden bakar; tarih erbaplarınca yapılır: monarklar, bakanlar, bürokratlar, parlamenterler, gazeteciler. Ama keskin dönemeçlerde, eski düzen artık onlar için katlanılamaz hâle geldiğinde, kitleler kendilerini siyaset arenasından ayıran duvarları birer birer yıkarlar, geleneksel temsilcilerini yerlerinden ederler ve bu müdahaleleriyle yeni bir düzenin başlangıç ortamını yaratırlar. Bunun iyi mi kötü mü olduğunu varsın ahlakçılar düşünsün. (…) Devrimin tarihi bize göre, her şeyden önce, kendi kaderlerinin karara bağlandığı sahaya kitlelerin aniden dalmalarının öyküsüdür.”4

Bu tarife mükemmel bir şekilde uygun olarak, Tunus ve Mısır halkları “normal” olmayan zamanlarını yarattı. Önce Tunus’ta dört hafta süren eylemler Bin Ali’yi devirdi. 23 yıllık diktatör, bölgede karşıdevrimin en güçlü merkezlerinden biri olan Suudi Arabistan’a kaçtı. Bu başarı Mısır’da protestoları tetikledi. Mübarek rejiminin devrilmesi için başta Tahrir olmak üzere ülkenin tüm şehirlerinde meydanları milyonlarca kişi doldurdu. 18 günlük bu gösterilerin yanı sıra, kritik iş kollarında yüz binlerce kişi greve gitti. Onları siyaset arenasından ayıran duvarlar paramparça oldu, korku duvarları aşıldı, geleneksel temsilciler yerlerinden edildi. Gösterilerin bir aşamasında kabinesini kovan, polisin yerine orduyu devreye sokan diktatör Mübarek, sonunda Mısır’ın sıradan insanları tarafından tarihin çöplüğüne yollandı.

Doğu Londra Üniversitesi’nden Prof. Phil Marfleet’e göre, sokaklarda ve işyerlerindeki eylemlere, çeşitli örgütlenmelere katılan insanların sayısı ve bunların toplumun tamamına oranı açısından, Mısır Devrimi, modern tarihteki tüm ayaklanmalar içerisinde eşsiz bir yer tutuyor.5 Tahrir Meydanı tüm dünyanın işçi ve ezilenlerine, birleştiklerinde ne kadar güçlü olduklarını gösterdi. Meydandaki tüm işler kolektif olarak hallediliyordu. Ezilenlerin kendi hayatlarının kontrolünü ellerine almaya yönelik inisiyatifleriyle, Arap devrimleri dünyanın dört bir yanındaki mücadelelere ilham verdi. İspanya’da meydanları işgal edenlerden Wisconsin’de greve giden öğretmenlere, Occupy Wall Street aktivistlerinin de dahil olduğu pek çok grup, mücadelelerinde ilham aldıkları Tahrir’e selam yolluyordu.

Halk rejimin devrilmesini istiyor”. Arap sokaklarının tamamında yankılanan bu ses, tüm dünyanın işçilerine cesaret ve umut aşılıyordu.

Devrim kavramı hayatımıza geri dönmüştü. Fakat bu aynı zamanda, tüm siyasi güçlerin ve ideolojilerin, çalkantılı bir dönemde her saniye teste tabi tutulması demekti. Emperyalizm, işçi sınıfının toplumu değiştirmedeki merkezi rolü, neoliberalizm, devlet ve mezhepçilik gibi birçok kavram üzerine geliştirilen açıklamalar, yakıcı bir mücadelenin içinde sınanıyordu. Farklı siyasal güçlerin getirdiği açıklamalar, bunları benimseyenlerin genişliğine göre gelişmelere yön verdi ve devrimlerin kaderleri bu şekilde belirlendi.

Neoliberalizm

Arap devrimleri, yalnızca Batı sömürgeciliğinin ve bölgedeki yerel diktatörlük rejimlerinin tüm halkları bunaltan,

özgürlüklerini kısıtlayan uygulamalarına karşı başlamadı. Aynı zamanda, bununla el ele giden, Ortadoğu halklarını yoksullaştıran neoliberalizmin etkileri de huzursuzluğu derin ölçüde tetikledi.

Mısır’da Enver Sedat, 1970’lerin ortasında yaptığı “açılım” ile Nasır’ın politikalarını değiştirmeye başlamış; devletin ekonomiden özel sermaye lehine çekilmeye başlayacağı neoliberal politikaları gündeme getirmişti. Mübarek de bu geleneği devam ettirdi ve tüm kamu kurumlarını Mısır’ın zenginlerine ve Körfez ülkelerinin hem hükümetlerine hem de büyük sermaye sahiplerine sattı. 1990’ların ortasında, Batı emperyalizmi tarafından, Mısır bölgedeki ülkelerin ekonomilerine örnek bir model olarak gösteriliyordu. Mısır işçi sınıfı için ise bilanço korkunçtu: her geçen gün büyüyen işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik ve topraksızlık. Bütün bunlar, 2011’e gelinen süreçte halkın isyanını tetikleyen faktörlerdi.6

Tunus da benzer şekildeydi. Dünya Bankası devrim başlamadan iki ay önce, Eylül 2010’da, Bin Ali diktatörlüğü altında ülkenin ekonomik doğrultusunu öve öve bitiremiyordu:

“Tunus, adil bir büyüme, yoksullukla mücadele ve düzgün toplumsal göstergelere sahip olma konusunda dikkata değer bir gelişim gösterdi. Son 20 yılda istikrarlı bir şekilde yüzde 5’lik ortalama büyüme hızını, kişi başına gelirde sürekli bir artış, buna bağlı olarak toplumun genel refahındaki yükseliş ve yoksulluk düzeyini bölgenin en düşüklerinden biri olan %7’nin altına çekme başarısıyla birleştirdi.”7

Suriye’de Beşar Esad, babasının ölümünün ardından iktidarı ele geçirdikten sonra ülkeyi yabancı sermayeye açmış ve neoliberal “reformlar” ile ekonomiyi “rahatlatmak” istemişti. Burada da sonuç halkın yüzde 30 yoksullaşması oldu. Fransa’da sürgünde yaşayan Suriyeli sosyalist Ghayath Naisse, bu dönemi şöyle aktarıyor:

“(…) sosyo-ekonomik düzlemde oğul babayı hayli geçti çünkü başlangıçtan itibaren IMF ve Dünya Bankası’nın tüm neoliberal reçetelerinin uygulamaya konmasını teşvik etti. Bunun için, Beşar Esad, sorumsuz neoliberal bir «fanatik» olan Abdullah Dardari başkanlığında neoliberalizm yandaşı bir ekonomi ekibi kurdu. Beşar Esad yönetiminde, on yılda, Suriye halkının yarısı (yaklaşık 23 milyon kişinin yaşadığı ülke) kendini yoksulluk sınırında ve üçte birinden fazlası bu sınırın altında buldu. İşsizlik, resmi rakamlara göre %20’ye, bağımsız kaynaklara göre %25’in üstüne çıktı. Bu işsizlik özellikle gençlere dokunuyordu. Toplam nüfusun %65’ten fazlasının 30 yaşından küçük olduğu bu genç ülkede, 25 yaşın altındakilerin %55’ten fazlası işsizdi. Şeker, pirinç, ekmek, yakıt gibi temel ihtiyaç maddelerine yaptığı yardımları kesen devlet, sosyal rolünü bir kenara bıraktı. Halk eğitim sisteminin çökmesi ile yeni bir özel eğitim sistemi başlatıldı, kamu sağlık sistemi fakirleşti ve terk edildi. 2008 yılı, hükümetin «fiyatları özgürleştirme ve en dezavantajlı sınıflara desteklerin kaldırılması» kararı ile bilinir. (19.08.2008 tarihli hükümet yanlısı Annour gazetesine göre) Yeni burjuvazinin kendi tekeline aldığı GSYİH içindeki payı 2005 ile 2007 arasında %63,4’ten %70’e yükseldi.”8

Tüm bunlar, Arap devrimlerinde yolsuzluğa karşı, özgürlüklerden ve eşitlikten yana sloganların yanı sıra her yerde “sosyal adalet” kavramının da eklendiğini açıklıyor. Üstelik, 1999’da Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü toplantılarının basılmasıyla ortaya çıkan antikapitalist hareketin mücadelesinin ardından, Arap devrimleri, belki de neoliberalizmin tabutuna son çiviyi çaktı. Devrimlerle birlikte açılan dönem, birkaç yıl içinde dünyanın her yerinde, neoliberal düzene öfkelenen kitlelerin sıklıkla sokağa çıktığı kitlesel mücadelelerin inşasına tanıklık etti. Bunun sonunda IMF, geçtiğimiz yılın ortasında neoliberalizmin kötü bir fikir olduğunu itiraf eden bir rapor yayımladı.

Emperyalizm

Mısır ve Tunus devrimleri, uluslararası sosyalist hareketin tamamına yakını tarafından desteklendi. Mübarek ve Bin Ali, tüm özgürlükleri kısıtlayan diktatörler olmanın yanı sıra, yıllardır Batılı devletlerin sıkı müttefikleriydiler. Ancak gösteriler Libya ve Suriye’ye sıçradığında, soldan verilen desteğin miktarı azaldı. Çünkü Esad ve Kaddafi, ABD ve daha geniş anlamda Batı emperyalizminin dost olmadığı isimlerdi.

Suriye ve Libya’yı yönetenlerin Batı ile somut ilişkileri üzerinden bu tartışmaya ilişkin birçok şey söylenebilir. Örneğin Suriye’deki Baas diktatörlüğü, Körfez Savaşı’nda ABD’yi destekleyen 39 ülkelik koalisyon arasında yer alıyordu. 1973’ten beri İsrail’e tek bir kurşun sıkmadığı gibi, Filistin hareketinin ve Lübnan solunun ezilmesinde emperyalizm ile işbirliği hâlindeydi. Yani Suriye’nin son yıllarda “direniş ekseni” adı verilen blokta yer alması, sömürgeciliğe ve siyonizme karşı belirli prensiplerden değil, dönemsel çıkarlar ve ihtiyaçlardan besleniyordu.

Libya’nın diktatörü için de durum farklı değil. BP, Shell, Exxon Mobil gibi büyük petrol şirketleri, ülkeye büyük yatırım yapıyorlardı. Kaddafi, İtalya’nın petrol ihtiyacının üçte birini karşılamak için boru hattı inşa ediyor, İngiltere ile askeri işbirliği anlaşması imzalıyordu. Ulusal ekonominin en kritik sektörlerini özelleştirip, ABD ve Avrupa ülkeleriyle ticari anlaşmalar yapıyordu. Ve mülteci akınını engellemek için AB ile işbirliği yapıp onlardan para istiyordu.9

Üstelik, Libya ve Suriye rejiminin “antiemperyalist” olduğuna dair savunular, emperyalizmin marksist olmayan analizlerinden besleniyor. Marksist gelenekte ise Buharin ve Lenin tarafından geliştirilen emperyalizm teorisi, kapitalizmin gelişimini merkezine koyuyor, emperyalizmi kapitalizmin en yeni aşaması olarak tanımlıyordu. Bize göre, emperyalizm basitçe güçlü devletlerin diğerleri üzerindeki hegemonyasının değil; kapitalist devletlerin farklı bloklaşmalar dahilinde rekabetini de içeren hiyerarşisinin ve yönetme biçiminin adıdır. Lenin, sermaye birikimi ile teritoryal genişleme arasındaki ilişkiyi emperyalizm kuramının merkezine yerleştirmiş ve “kapitalizmin tekelci aşamaya, finans kapitale dönüşümü, dünyayı paylaşma savaşının yoğunlaşmasıyla ilgilidir” diyerek rekabetin rolünü vurgulamıştı.10 Yani, emperyalizm olgusundan bahsedilince akla Pentagon’un karanlık odalarında yapılan planlar gelmemelidir. Örneğin Esad rejimini de başını Çin ve Rusya’nın çektiği, Batı ile rekabet hâlinde olan bir başka emperyalist blok desteklemektedir. Bunların İran gibi bölgede etkisini her geçen gün artıran altemperyalist bir müttefikleri bulunmaktadır. Bırakalım “antiemperyalist” olmalarını, Kaddafi ve Esad’ın kendilerinin yayılmacı amaçları ve girişimleri vardı. Baba (Hafız) Esad daha önce Lübnan’ı işgal etmişti. Kaddafi ise zengin yeraltı kaynakları sebebiyle Nijer ve Çad’ı işgal etmeyi denemişti.

Aşağıdan sosyalizm geleneği, dünyayı daha demokratik, eşit ve adil bir yer hâline getirmenin yolunun işçi sınıfının kendi eylemliliği olduğunu savunur. Bu, emperyalizme karşı mücadele konusunda da geçerlidir. Bir diğer görüş ise stalinist partiler tarafından Soğuk Savaş yıllarında geliştirilmişti. “Tek ülkede sosyalizm” olabiliyordu ve Rusya “sosyalistlerin anavatanı” idi. Bu sebeple, Batılı devletler emperyalist iken Rusya ve onun müttefikleri, bunlara karşı durdukları için “ilerici” idi. Rus devletinin çıkarları, uluslararası işçi sınıfının çıkarlarından daha önemli hâle geldiğinde, bu “ilerici” devletlerde işçilerin mücadele etmesi stalinist bürokrasi tarafından yasaklandı. 1936’da Fransa’daki kitle grevlerine son verilmemesini savunan bu anlayış, bugün kapitalist Rusya’nın müttefiki olan devletlerde dahi işçilerin mücadele etmesini istemiyor.

Ortadoğu’da stalinizmin bu stratejisi, özel olarak solun ve komünistlerin ölümcül derecede zayıflamasına neden olmuştu. Arap milliyetçiliğinin güçlü olduğu yıllarda Irak, Mısır ve Suriye gibi ülkelerde komünist partiler, sömürgecilik karşıtı ve çoğunlukla askeri olan rejimleri desteklediler. Irak’ta tüm toplumun altıda birini sokağa dökebilen bir komünist parti, 1958 Devrimi’yle iktidara gelen Abdülkerim Kasım’ı destekledi. Sonuç felaketti; ilk aşamalarda devlet pozisyonlarından temizlenen komünistler, ilerleyen yıllarda rejim tarafından gerçekleştirilen infazlarla da karşı karşıya kaldı. Mısır Komünist Partisi ise Nasırcı rejimi desteklediği ve işçi sınıfının bağımsız örgütlülüğünü hedeflemediği için 1956’da kendini feshederek Arap Sosyalist Birliği’ne katıldı.11

Arap devrimlerini antiemperyalizm adına reddetmeye çalışanların bir diğer argümanı ise devrimlere Batı’nın destek verdiği iddiası. Bu, Tunus ve Mısır’da “Ortadoğu’da emperyalist restorasyon” gerektiği ve olan bitenlerin bu yüzden gerçekleştiği söylenerek gerekçelendiriliyor.12 Suriye ve Libya için yaygın görüş ise bunların bütünüyle Batı eliyle gerçekleşen birer komplo ve bu ülkeleri istikrarsızlaştırma planı olduğu. Gerçekler ise iki iddiayı da doğrulamıyor. Arap devrimleri, aksine, Batı’nın bölgedeki hegemonyasına büyük bir tehdit olarak ortaya çıktı. ABD, Tunus ve Mısır’da müttefiki olan diktatörleri son ana kadar destekledi. Hillary Clinton, Bin Ali devrilmeden bir gün önce, kendisine protestolar sorulduğunda “Biz taraf tutamayız” diyordu. ABD, gösteriler başladıktan 22 gün sonra, yaptığı ilk resmi açıklamasında, olayları kaygıyla izlediklerini belirtiyor, tüm taraflara itidal çağrısı yapıyordu.13 Mısır’da da benzer bir tutum takınılıyor, Obama uzunca bir süre Mübarek’i lanetlemeyi reddediyor, Hillary Clinton ise bu “çok zor ve kompleks” durumda Mısır’ın demokrasiye aşamalı bir şekilde geçmesinin gerektiğini, “ani” veya “şiddetli” bir değişimi istemediklerini belirtiyordu.14 Yani ABD, söz konusu onlarca yıllık müttefiki olan liderler olduğunda ancak devrimlerin zaferi ufukta göründükten sonra “demokrasi” nutukları atmaya başladı. Libya’da NATO ve BM eliyle askeri müdahale gerçekleştirildi, Batı, isyanı bu yolla kontrol altına almak istedi. Devrimin tabandan gelen liderliğinin temizlenmesinde başarılı olundu; ancak Kaddafi’nin düşüşünden sonra kurulan Batı destekli parlamento ikiye bölündü ve ülke bir iç savaş ortamına sürüklendi. Libya’da istikrarsızlık hâlâ sonlanmış değil. Suriye’nin karmaşık demografisi ve başka ülkelerin etkisi nedeniyle buraya askeri müdahale gerçekleştirilemedi, hatta bunun olup olmayacağı sorulduğunda, Esad rejimi barışçıl göstericilere karşı şiddet kullanmaya başladıktan sonra dahi, Hillary Clinton onun bir “reformcu” olduğunu söyleyebildi.15 Obama’dan Trump’a geçildikten sonra ABD’nin Ortadoğu’nun geneline ilişkin daha agresif bir politika izlediği doğru. Fakat ABD’nin Suriye’ye ilk askeri müdahalesinin 2014’te IŞİD’e karşı gerçekleştiği ve bu eksende devam ettiği düşünüldüğünde, Suriye Devrimi’nin ABD’nin başlattığı bir vaka olduğunu söylemek bir konspirasyondan öteye gidemiyor.

Oysa devrimleri tutarlı bir antiemperyalist pozisyondan desteklemek mümkün ve her ülkede hareketlerin içinde bunu yapan siyasi güçler var. Örneğin, Mart 2011’de devrimci ulusal konsey adına basın toplantısında konuşan Abdel-Hafidh Ghoga, “İç işlerimize yönelik herhangi bir dış müdahaleye veya askeri müdahaleye karşıyız. Devrim, Libya topraklarının geri kalanının halkımız tarafından özgürleştirilmesiyle tamamlanacak” diyordu.16 Suriye’de devrimin içinde kurulan Devrimci Sol Akım adlı sosyalist örgüt, Türkiye’deki Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) ile yaptığı ortak açıklamada şu ifadelere yer verdi:

“Biz, Türkiyeli ve Suriyeli sosyalistler olarak, Suriye’ye yönelik tüm dış müdahalelere karşı çıkıyoruz. 2011 yılının Mart ayında diktatör Esad’a karşı kahramanca ayaklanan Suriye halkının bugün yaşamakta olduğu acıların çözümü, birçok farklı ülkenin Suriye’yi bombalaması veya karadan asker çıkarması değil. Hepsi kendi çıkarlarını düşünen bu ülkeler, gerektiğinde en kanlı savaşlara kendileri de girişiyor, en ağır diktatörlük rejimlerini ve mezhepçi milisleri destekliyorlar. Savaşın bitmesi için Baas rejimine destek kesilmelidir. Suriye halkı, kendi geleceğine kendi karar vermelidir.”17

Emperyalizmin devrimlerle ilişkisi, Mısır darbesinden sonra netçe ortaya çıkmış oldu: Ölümüne düşmanlık. Arap devrimlerinin en güçlü gerçekleştiği ülkede, 25 Ocak 2011’in iki buçuk yıl sonrasında intikam alındı, Sisi’nin darbesiyle kanlı bir karşı devrim gerçekleşti. Bu hamleye, başka konularda, hatta Arap devrimlerinin gerçekleştiği başka ülkelerde birbirleriyle zıt kutuplarda duran tüm uluslararası ve bölgesel güçler destek verdi. Sermaye birikim süreci patronlar ve devletler arasında kıyasıya bir rekabeti gerektirse de, söz konusu olan işçilerin yoğun katılımıyla gerçekleşen bir ayaklanma olduğunda, hepsinin çıkarı bu devrimin öldürülmesinden geçiyordu. ABD, Rusya, İran ve Suudi Arabistan’ın Sisi’yi el ele desteklemelerinin başka bir izahı olamaz.

Sol içerisinde, nispeten küçük olsa da, bir başka sorun da yoğun bir biçimde askerileşen ayaklanmalarda dış ülkelerin müdahalelerinin gerçekten de gerekli olduğunun savunulması oldu. Buna göre, örneğin Libya’da Kaddafi’nin Bingazi’de katliam yapmasının engellenmesi için veya Suriye’de Rusya/İran/Hizbullah desteğiyle savaşan rejimin karşısına onu yenebilecek bir askeri güç çıkarılması için, kimden geldiğine bakılmaksızın muhalefete her türlü askeri yardım girişimi desteklenmeliydi. Devrimleri toplumsal süreçlerden ziyada askeri kapışmalara indirgeyen bu görüş, kendisini Lenin’in İsviçre’den Rusya’ya Almanya’nın mühürlü treni ile dönmesi veya Almanya’nın saldırılarına karşı Fransa ve İngiltere destek teklif ettiğinde yine Lenin’in Bolşevik Parti Merkez Komitesi’ne gönderdiği “Lütfen oyumu, İngiliz-Fransız emperyalist haydutlarından patates ve silah almanın lehine olanlar arasında sayınız” notuyla meşrulaştırmaya çalıştı.

Devrimci siyasi akımların, yukarıda verilen örneklerde de olduğu gibi, bazı durumlarda emperyalist devletlerle bu tür ilişkilere girmek zorunda kaldığı doğru. Ancak buradan yola çıkarak, Batı’nın Afganistan ve Irak fiyaskolarından sonra “insani müdahale” kavramının şanını kurtarmak için giriştiği müdahalelere “devrimler adına” destek istemek, ölümcül bir hata olurdu. Bugün bunu yapmayanların haklılığı, Libya ve Suriye’deki gelişmelerle kanıtlanıyor. Libya’da BM ve NATO’nun müdahalesinin ardından, iddia edildiği gibi ölümler azalmadı. İnsan hakları örgütü Human Rights Watch, BM/NATO müdahalesi başladıktan altı ay sonra, o ana kadar yaşanan ihlallerin “insanlığa karşı suç” sayılabilecek boyutta yaygınlaştığını açıkladı. Libya’da 2017’ye gelindiğinde on binlerce kişi ölmüş, 450 bin kişi evini terk etmek zorunda kalmış, 100 bin kişi yurtdışına kaçmıştı. Ülkede farklı gruplar arasında çatışmalar sürüyor, bir süredir IŞİD de etkin. İnsani müdahale iddiasının Libya’da bir yalan olduğunu, “sivilleri korumak için yapılan kısıtlı müdahalenin, fırsatçı bir rejim değişikliğine dönüştüğünü” vurgulayan İngiltere parlamentosunun raporundan da izlemek mümkün:

“Bu politikaya Kaddafi sonrası Libya’yı destekleme ve şekillendirme stratejisi eşlik etmiyordu. Sonuç siyasi ve ekonomik çöküş, milisler arası ve aşiretler arası savaş, insani kriz ve göç krizi, yaygın insan hakları ihlalleri ve Kaddafi rejiminin elindeki silahların bölgeye yayılması ve IŞİD’in Kuzey Afrika’daki büyümesi oldu.”18

Devrimlerin dış destekle kazanacağına dair illüzyonun felaketle sonuçlandığı asıl örnek ise Suriye oldu. Obama, 2013 yılında Doğu Guta’da rejimin kimyasal silah kullanmasıyla kırmızı çizgisinin aşılmasına rağmen, Rusya ile anlaşmaya giderek askeri seçeneği rafa kaldırdı. ABD, 2014’ten beri, Trump’ın gelişiyle daha agresif bir şekilde, Esad’a değil ama IŞİD’e karşı yoğun bir askeri kampanya sürdürüyor. Defalarca, ABD desteği alan gruplara rejimle değil IŞİD’le savaşacaklarına dair sözleşme imzalatılmak istendi. Muhalefeti destekleyen Suudi Arabistan ve BAE, en mezhepçi unsurları güçlendirerek devrimci hareketin yenilgisine katkı sağladılar. Türkiye ise dış politikadaki çıkışsızlığının sonucu olarak Suriye içine yönelik tutumunu değiştirdi. Bunun için Trump’a yönelik beklentiler, yeni ABD başkanının PYD’ye rekor sayıda silah vermesiyle fiyaskoyla sonuçlanınca, AKP hükümeti çareyi rejimin baş destekçileri Rusya ve İran ile ortak “çözüm” konferansları düzenlemekte buldu.

Sosyalist solun her ülkede işçileri devrimle dayanışma kampanyaları etrafında seferber edebilecek güçten yoksunluğunun yerine devrimleri büyük veya küçük emperyalist ülkelerin silahlarıyla zafere taşıma stratejisi, beklendiği gibi, yardım beklenen güçlerin karşıdevrimci doğaları sebebiyle hüsranla sonuçlandı.

İslam

Devrimlerin analizinde belirleyici faktörlerin en önemlilerinden biri de sokağa çıkan kitlelerin kendilerini büyük ölçüde dini motiflerle ifade etmeleri oldu. Ana talepler hep ekmek, özgürlük, eşitlik ve sosyal adalet oldu. Ancak tüm ülkelerde, çeşitli varyasyonlarıyla birlikte, İslamcı güçler de mücadelelerin içinde yer aldılar ve hatta bazı örneklerde belirleyici rol oynadılar. Devrimlerin kalbi olan Mısır, aynı zamanda modern İslamcılığın, Müslüman Kardeşler’in doğduğu yer. Örgüt, 25 Ocak Devrimi’ne ilk başta mesafeli durdu. Ancak tabanındaki gençlerin sokağa fırlamasının yarattığı basınçla, üç gün sonra protestolara katılma çağrısı yapabildi. Fakat Mübarek’in devrildiği dönemde, on yıllardır örgütlenen en güçlü muhalif siyasi hareket olarak yapılan parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde öne fırladı. Bu kadar uzun süre bekledikleri iktidar, neredeyse tam olarak bir yıl ellerinde kaldı. Vahşi bir askeri darbeyle devrildiler.

Suriye’de ise Esad rejiminin barışçıl gösterilere saldırılarıyla binlerce kişinin ölmesinden sonra, devrim kaçınılmaz olarak silahlandı. Suriye’de yerellerde kurulan sivil inisiyatifler, bırakalım ülke çapında merkezileşerek devrimin taban örgütlerini inşa etmeyi, silahlar hakim oldukça gitgide geride kalmaya başladılar. Süreç militaristleştikçe İslamcılar da güçlendi. Bu gruplar, Körfez ülkeleri ve Türkiye tarafından destekleniyordu. IŞİD ve El Nusra gibi mezhepçi cihatçı örgütlerin yanı sıra, Müslüman Kardeşler’den Ahrar-üş Şam’a birçok İslamcı grup sahada etkin hâle geldi.

İslam faktörü, hem en başlangıçta devrimlere destek vermenin, hem de bugün yenilgi döneminde karşıdevrimleri analiz etmenin önünde ciddi engeller oluşturdu. Bush, bu yüzyılın başında “İslami terörizme karşı savaş” ilan ettiğinde, dünyanın en kitlesel savaş karşıtı hareketi onu “dünyanın bir numaralı teröristi” olmakla suçluyordu. Fakat IŞİD gibi bir fenomenin ortaya çıktığı bir dönemde, Irak işgali nedeniyle itibarsızlaşmış neoconların İslam hakkındaki görüşleri birçok alanda tekrar egemen olmaya başladı. Sorunların ilki hem genel olarak dinlere bakış hem de özel olarak İslam ve müslümanların diğer din ve dindarlardan daha “geri” olarak değerlendirilmesiydi.

Dine toplumsal çelişki ve çatışmalardan azade bir pozisyon atfedenlere karşı, marksist tarihçi Chris Harman şöyle yazıyordu:

“Kafa karışıklığı, çoğunlukla dinin gücü konusundaki bir karmaşa ile başlamaktadır. Dindar insanlar, dini iyi veya kötü kendi başına tarihsel bir güç olarak görürler. Burjuva laik ve özgürlükçü aydınların çoğu da dini böyle görürler. Onlara göre, dini kurumların ve çağdışı düşüncelerin etkisine karşı mücadele etmek insanlığın kurtuluşuna giden yolun kendisidir.

Dini kurum ve düşünceler tarihin akışında çok belirgin bir rol oynamalarına rağmen, bu belirginlik maddi gerçeklerden bağımsız değildir. Dini kurumlar ile bunların rahip ve öğretmenleri belirli bir toplum içinde ortaya çıkar ve bu toplumla karşılıklı bir etkileşime girerler. (…) İnsanlar içinde bulundukları maddi koşullara, diğer insanlarla olan ilişkilerine ve içinde bulundukları çatışmalara uygun olarak, inandıkları dini düşünceleri daima farklı şekilde yorumlama yeteneğine sahip olmuşlardır. Tarih hemen hemen aynı dini inançlara sahip olduklarını söyleyen insanların, büyük toplumsal çatışmalarda kendilerini karşıt taraflarda bulmalarının örnekleriyle doludur. (…) İslamın bu yönden diğer dinlerden hiçbir farkı yok. İslam, yedinci yüzyıl Arabistan kentlerinde, esas olarak kabile temeline dayalı tüccar bir topluluk arasında ortaya çıktı. Ardı ardına ortaya çıkan ve İslam öğretisini benimseyen bazı büyük imparatorlukların başarılarıyla yaygınlaştı. Günümüzde ise hem çeşitli kapitalist devletlerin (Suudi Arabistan, Sudan,

Pakistan, İran, vb.) resmi ideolojisi hem de pek çok muhalefet hareketinin esin kaynağı olarak varlığını sürdürmektedir. Farklı sınıfsal çıkarlara kendisini uyarlama yeteneği sayesinde böylesine farklı toplumlarda yaşamaya devam edebildi.”19

Arap devrimlerinde yer alan İslamcı hareketler de bu kalıplardan bağımsız değillerdi. Mısır Devrimi, İhvan hareketinin gençliği arasında yer alan pek çok grubun radikalleşerek bu örgütten kopmalarına yol açtı. Selefi siyasi akımlar kendi içlerinde ayrıştılar; bir kısmı Mursi iktidarını desteklerken diğerleri ona karşı sokak çatışmalarında sosyalistler ve diğer muhalif gruplarla birlikte yer aldılar. Hatta Sisi’nin Müslüman Kardeşler’i terörist ilan eden “laik” darbesine destek veren selefiler dahi oldu.

Suriye’de ise hem sayıca fazla olduklarından hem de silahların iktidarının ülkenin tüm bölgelerinde hâkim olduğu bir zeminde, farklı İslamcı gruplar birbirleriyle kısa veya uzun vadeli çatışmalara girdiler.

İslamcılığa bakıştaki bir diğer sorun ise İhvan gibi kitle tabanına sahip örgütlerle IŞİD gibi elitist bir savaş aygıtı olarak örgütlenen çok farklı İslamcı akımların aynı torbaya atılması. Birkaç yıldır Suriye ve Irak’ın bazı bölgelerine hükmeden, yönettiği yerlerde korkunç baskıcı bir rejim kuran, Alevilere, Hristiyanlara, solculara ve Kürtlere karşı korkunç mezhepçi/ırkçı katliamlara girişen IŞİD’i, Suriye Devrimi’ni boğan başlıca karşı devrimci güçlerden biri olarak tanımlamak mümkün. Fakat silahlı mücadele yerine parlamenter siyaseti seçen, emekçi sınıfların da önemli bir bölümü dahil olmak üzere geniş bir kitle tabanı olan Müslüman Kardeşler gibi örgütleri de diğerlerinden ayırt etmeden ele almak, solun nasıl bir strateji izleyeceği sorusuna yanlış yanıtlar vermeye neden oluyor.

Örneğin, Avrupa’da yaşayan Lübnanlı sosyalist Gilbert Achcar, bölgede şu an yaşanan karşı devrimci süreci analiz ederken, 25 Ocak’ta başlayan Mısır Devrimi’ni üçlü bir mücadele olarak tarif ediyor. Buna göre, ilk olarak, devrimin kampı var. Üçgenin diğer köşeleri ise “karşı devrimin eşit iki yüzü”nden oluşuyor: eski rejimler ve İslamcı köktenciler. Bu anlayış pratikte, 2013 yazında Mısır solunu halk nezdinde tamamen kötürüm bırakan korkunç hataların tekrarlanmasından başka hiçbir şeye yol açmayacaktır. Bir tarafta 2011’deki devrimin tüm kazanımlarını geri alacak bir “düzen” vaadiyle darbe yapan, Mübarek’ten bile daha korkunç bir baskı dönemini başlatan Sisi cuntası; diğer tarafta, iktidardaki kariyeri ne kadar kötü olursa olsun, bu cunta tarafından devrilmiş, taraftarları askeri rejime direnmek için meydanlara çıkan ve binlercesi öldürülen kitlesel bir hareket. Achcar’a göre “bunların ikisi de Mısır Devrimi’nin özgürleşme özlemlerine eşit ölçüde karşıt”.20 Bu çıkarımın ordu ile Müslüman Kardeşler arasındaki çatışmada tarafsızlık pozisyonunu çağrıştırmasına karşı, Achcar, önlem olarak solun Mısır’da uzun vadede bazen eski rejim kalıntılarıyla bazen ise İslamcılarla geçici ittifaklar yapabileceğini söylüyor. Bu tutum, her ne kadar Achcar tarafından sıkça eleştirilseler de, liberal El Baradei veya nasırcı solcu Sabbahi’yi Sisi cuntasına verdikleri destek konusunda aklıyor. Devleti desteklemenin ne anlama geldiği konusuna ileride yeniden döneceğiz.

Tüm İslamcı örgütleri aynı kefeye koymanın pratikte bir faydası olmadığına şüphe yok. Bunun yanında, 2014 yılında Musul’u ele geçirerek sükse yapan ve o günden bugüne bölgenin ezilenlerine kan kusturan Irak ve Şam IŞİD’in nasıl analiz edilmesi gerektiğine dair Ortadoğu solunun tartışmaları sürüyor. İngiltere’den SWP (Sosyalist İşçi Partisi) üyesi Anne Alexander, IŞİD’in yükselişinin bölgede karşıdevrimin ilerlediği bir dönemde reformcu İslamcılığın içine düştüğü kriz bağlamında anlaşılması gerektiğini savunuyor:

“IŞİD’in yükselişine neden olan son olgu, 2011 devrimlerinden sonra reformcu İslamcılığın yaşadığı kriz ve bunu takip eden karşı devrimlerdir. 2011’in başlarında bölgenin tümünü saran halk isyanları Tunus’taki Nahda ve Mısır ve Suriye’deki Müslüman Kardeşler gibi büyük İslamcı örgütler için hem umut hem de tehlikelerle doluydu. İktidar aygıtlarını sarsarak zayıflatmayı başaran sokak gösterileri ve grevler, bu örgütlerin liderlerine kendileri için devlet katında yeni kapılar açan tarihsel bir fırsat gibi göründü; seçim sistemi içinde yıllarca iğneyle kuyu kazarak elde ettikleri mütevazi kazanımların çok ötesine taşan bir fırsat. Buna rağmen [devrimden sonra] seçimleri kazanıp iktidara gelen büyük reformist İslamcı örgütler (özellikle Mısır’ın Müslüman Kardeşleri) kendilerini; bir tarafta hâlâ aktif sokak hareketi, diğer tarafta ise eski rejimin yeniden canlanan yapıları arasında sıkışmış buldular. Sosyal ve politik protesto eylemlerini durdurup müstakbel yatırımcıların ve geniş orta sınıf kesimlerinin can attığı “normalleşme”yi sağlayamadıkları gibi devletin “askeri-bürokratik makinesi”nin çekirdeğiyle yüzleşmeyi de beceremediler. Böylece hemen bir yıl içinde zaferden trajediye doğru yuvarlandılar.

(…)

Suriye’de karşı-devrim iki yönden geldi: “Seküler” bir otoriter rejim gerçekte temel ayakta kalma stratejisi doğrultusunda mezhep savaşı yürütüyordu. Daha sonra isyan bayrağı çeken bölgelere kendi iktidarını kabul ettirebilmek için Esad’a karşı mücadele eden diğer fraksiyonları alt eden IŞİD yavaş yavaş yükseldi.

Reformist İslamcı akımların, yeniden canlanan otoriter rejimler tarafından yenilmesi veya diğer güçlerin onlara üstün gelmesi, çoğunlukla cihatçı alternatiflerin önünü açtı.

(…)

Reformist İslamcılığın bölge çapında yıkıcı yenilgisi, IŞİD’e daha geniş bir kitle kazandıran ve emperyalizm ve diktatörlüğe meydan okuyan, başarılı ve güçlü bir yapı arayanları kendine çekmek için El Kaide’nin tarihsel liderliğiyle aşık atacak fırsatı sağlayan Irak toplumuna has gelişmelerle çakıştı.”21

Mezhepçilik

İslamcı ve cihatçı örgütlerin etkinliğini artırdığı bir durumda, Yemen, Suriye, Irak, Lübnan ve Libya’da devam eden sosyal çatışmalar, mezhepçi fay hatlarının üzerinde yükseliyor. Bir yandan Hizbullah, Haşdi Şabi, Husi milisleri, IŞİD, El Nusra gibi silahlı örgütler; diğer yandan İran, Suudi Arabistan, Suriye veya Katar gibi devletler, kanlı çatışmaların hâkim olduğu bir gerçeklikte kozlarını paylaşıyorlar.

Mezhepçiliği analiz ederken karşılaşılan ilk sorun, mezhepçiliğe ilişkin sorunların Sünnilik ile tanımlanması; Şii örgütlerin veya devletlerin ise mezhepçiliğe karşı duran yapılar gibi sunulması. Oysa, örneğin bundan on yıl önce İsrail’e direnişiyle Ortadoğu’nun kahramanı olan Lübnanlı Şiilerin örgütü Hizbullah, bugün Arap Baharı’yla birlikte halkını katleden rejimleri destekleyerek mezhepsel kökenlerine geri dönüşünü güçlendirdi. Örgüt, yolculuğuna Lübnan’daki statükoya isyan ederek başlamıştı. Fakat yıllar içinde aşama aşama mezhepçi politik sistemi benimsedi ve ülkeyi yöneten konuma geldi. 2009’da yayınladıkları Manifesto’da, bu sistemin değiştirilmesini bilinmeyen bir geleceğe ertelediler, çünkü onun şimdilik bir arada yaşamın temelini oluşturduğunu iddia ettiler.22 Irak’ta ise mezhepçilik, 2003’teki işgale karşı Şiileri ve Sünnileri birleştiren direniş hareketlerinin ortaya çıkmasının ardından, ABD tarafından bilinçli olarak yükseltildi. Ülkenin yönetimi mezhepçi Şii partilere bırakılırken, Sünni aşiretler ise Irak’ın geleceğinde yönetimden pay verilme vaadiyle direniş gruplarını pasifize ettiler.23

Sonuç olarak, bölgede Bahreyn, Suudi Arabistan, Katar, BAE rejimleri veya IŞİD, El Nusra, Ahrar-üş Şam gibi örgütler Sünni mezhepçiliğini tırmandırırken; bunun karşısında Irak’taki rejim, Esad, Hizbullah ve İran’dan oluşan güçlü bir Şii ekseni bulunuyor.

Mezhepçilikle ilgili düşülen bir diğer hata ise bunun basitçe 14 yüzyıl önce İslam toplumları içerisindeki bir çekişmenin devamı ve genel olarak kültürel bir olgu gibi ele alınması. Oysa tarih kendi başına bir güç değil; bugünkü çatışmalar geçmişin intikamı için yapılmıyor, aksine, bugünkü savaşları kazanmak için geçmişle bağlantılar kuruluyor. Ortadoğu’da mezhepçilik modern bir olgu, bugünkü toplumların bağrındaki çelişkilerin bir ürünü. Lübnanlı sosyalist Bassem Chit, Troçki’nin kapitalizmin eşitsiz bileşik gelişimi yasasını hatırlatarak, feodalizmden kapitalizme geçişin ideolojik ifadesi olarak modernliğin, bölgeden bölgeye değişiklik gösterdiğini açıklıyor:

“Dinin Ortadoğu ve Arap toplumlarında politikayı ifade etmekte hâlâ bu kadar önemli bir rolü olmasının sebebi, bu geçişin yavaş ve uzun devrimci dönüşümlerin değil, Batı sömürgeciliğinin ürünü olarak gerçekleşmesi. Mezhepçilik ve milliyetçilik, kapitalizm tarafından, onun gerçekleştirdiği kaba toplumsal dönüşümlere bir tepki ve bunların yan ürünü olarak ortaya çıktı.”24

Hatırlanması gereken bir diğer gerçek ise Ortadoğu emekçi sınıflarının, mezhep temelinde birbirlerini yok etmek için savaşa hazır barbarlar sürüsü olmadığı. Aksine, bu coğrafyada farklı mezheplerden ve dinlerden toplulukların bir arada yaşama ve hatta birleşik mücadele üzerine oldukça zengin deneyimleri var. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Irak’ta Sünniler, Şiiler ve Kürtler, İngiliz yönetimine karşı ayaklandılar. Aynı dönemde “Büyük Suriye Devrimi” için, Dürziler, Sünniler, Aleviler ve Hristiyanlar, Fransız sömürgeciliğine karşı mücadele ediyorlardı. Suriye’de işgal yönetimine direniş, 1930’larda Sünni, Alevi ve Hristiyan işçilerin 50 kez genel greve gitmesiyle sürdü. 1950’lerde, Irak Komünist Partisi, mezhepçi çizgileri paramparça ederek Şii ve Sünni işçileri, Kürt köylüleri ve Yahudileri bir araya getiren kitlesel bir örgütlenme hâline gelmişti.25

Bu gelenek Arap devrimlerinde de korundu ve güçlendirildi. Tüm ülkelerde devrime farklı mezheplerden, etnik ve dini gruplardan yoksullar birlikte katıldı. Arap Baharı gibi devrimler, egemen sınıfın olağan dönemlerde işçileri bölmek için kullandığı tüm ayrımcı fikirlerin; milliyetçiliğin, mezhepçiliğin, homofobinin veya cinsiyetçiliğin etkisini kırmak için farklı kimliklerden işçileri ortak mücadelede birleştirecek yegâne yoldur. Bugün Ortadoğu’da

gördüğümüz mezhepçi tırmanış, Arap devrimlerinin yenildiği, emperyalist müdahalelerin bölgede tekrar egemen olduğu, bölgesel ve yerel karşı devrimci güçlerin ayaklanmaları boğduğu bir dönemin ürünü olarak anlaşılmalıdır.

Devlet ve karşı devrim

Daha önce, Gilbert Achcar’ı, Mısır bağlamında Müslüman Kardeşler ve eski rejimi “karşı devrimin iki yüzü” olarak görmesi hususunda eleştirmiştik. Buradaki kavrayışın zayıflığı, tüm devrimci süreçlerde karşı devrimin kaynağının burjuva devlet mekanizması olduğu yönündeki marksist analizin yadsınmasından geliyor. Tüm devrimlerde, merkezi sorun devlet iktidarı, bu iktidarı kimin alacağıdır. Marx, Paris Komünü’ne baktığında, işçi sınıfının iktidara geldiğinde mevcut devlet aygıtını kullanamayacağını saptıyor; proletarya devriminin, kapitalist devlet makinesini bütünüyle parçalayıp yerine yenisini kurmasının gerekliliğine işaret ediyordu.

Bolşevik Parti liderlerinden Lenin ise 1917’nin devrimci Rusya’sında, devlet sorununun savaş ve devrim açısından merkezi sorunu teşkil ettiğini belirtiyordu:

“Başta gelen görevimiz, Marx’ın devlet konusunda öğretmiş olduklarını yeniden inşa etmektir. (…)

Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının bir ürünü, bir dışavurumudur. Devlet, sınıf çelişkilerinin nesnel olarak uzlaştırılamadığı yerde, zamanda ve oranda ortaya çıkar. Tersinden bir ifadeyle, devletin varlığı, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu kanıtlar.

(…)

Devlet sınıf egemenliğinin, bir sınıfın diğeri üzerindeki baskısının aracıdır.”26

Bugün Mısır ve Suriye’ye bakıldığında, bölgede karşı devrimi ilerleten temel gücün, silahlı güçleriyle, yargı mekanizmalarıyla ve diğer çekirdek kurumlarıyla, bölgesel ve uluslararası güçlerden de aldıkları desteklerle devletler olduğu açık. Arap devrimlerinin yaratmaya çalıştığı tüm değişimlere karşı, ya eski düzeni daha da ağır bir biçimde geri getiren, ya da ona karşı ayaklanmaya cüret eden toplumu büyük bir yıkıma sürükleyen, Sisi’nin ve Esad’ın burjuva devlet aygıtları.

Dolayısıyla, örneğin Mısır’da karşı devrimin bu analizinden yola çıkarak, 25 Ocak devriminin içinde Sabbahi gibi seküler solcuları veya Müslüman Kardeşler’i eleştirirken, hareket noktamız bu siyasi güçlerin devlet kavramına yaklaşımları olmalıdır. Böylesi büyük toplumsal ayaklanmalarda, muhalefet içindeki farklı kanatların arasındaki temel fark, devlete olan bakışlarıdır. Hem Sabbahi, geleneksel sol ve liberaller hem de Müslüman Kardeşler, bu anlamda “reformist” bir çizgi izlediler; mevcut devletin kurumlarını ele geçirerek, devrimin yararına kullanabileceklerini düşündüler. Sosyalist sol için Şili’de Allende’nin başına gelenler, devlet aygıtının böylesi bir dönüşüme nasıl izin vermeyeceğine dair iyi bir göstergedir. Kapitalist devlet aygıtını ele geçirerek işçi sınıfının lehine kullanmaya çalışanlar, ya -örneğin Yunanistan’da Syriza’nın yaptığı gibi- burjuvazinin sistemine uyum sağlamak zorunda kalırlar veya şiddet yoluyla devrilirler.

Mısır’da devrimin belki de en büyük zayıflığı, başındaki diktatörü devirmeyi başarırken, Mısır devletine kalıcı bir zarar vermeyi başaramamış olmasıydı. Zira, “düzenin tesisi” talebini merkeze koyan 30 Haziran 2013 gösterisinin sonunda darbeyle iktidarı alan Sisi, var olan bütün gedikleri onarıp daha da baskıcı bir aygıt kurdu.

Dolayısıyla, Ortadoğu’da sınıf mücadelesinde hangi dönemeçte nasıl tutum alınacağı konusunda, marksist devlet analizini merkeze koymak, Mısır solunun hatalarından kaçınmak için elzem. Sosyalistler, devrimlere katılan kurumsal reformistlerle, bunlar ister klasik anlamda sosyal demokrat, ister liberal isterse İslamcı olsun, aynı amaçlar için devlete karşı ortak mücadelelerde buluşabilirler. Ancak bayrakları karıştırmadan, her zaman bağımsız bir işçi sınıfı örgütünün inşası çabasına devam ederek. Devletlerle ise gerekçe ne olursa olsun, ne laiklik ne de “diktaya karşı” birlikte hareket edilemez. Sabbahi’nin Halk Akımı partisinden Kamal Abu-Eita, Mübarek rejimine karşı ayaklanmada kritik rol oynayan bir sendika aktivistiyken, darbe hükümetinin Çalışma Bakanı olduktan sonra “ulusal yeniden inşa süreci” için işçilerden grevleri bırakmalarını istiyordu. Grev ve direnişlerden bu noktaya gelişte, bağlı olduğu siyasi partinin ordu ve polisi “yurtsever kurumlar” olarak görmesinin belirleyici bir rolü vardı.

Sonuç

Başlangıcından yedi yıla yakın süre sonra, Arap devrimlerinden öğrenmemiz gerekenlerin bilançosu şöyle:

Tarihin motor gücü sınıf mücadeleleridir. İşçi sınıfının şekillenmesini yitirdiği, toplumların bir bütün olarak anlaşılamayacağı gibi iddialar geçersizleşmiştir ve bu mücadeleler yoğun bir biçimde sürmektedir. Bir ülkede

milyonlarca kişinin sokaklara çıktığı ve grev yaptığı eylemlilikler, hızla diğer ülkelere yayılabilmekte ve bir ayaklanma dalgasını tetikleyebilmektedir. Sıradan insanlar, böylesi patlamaların sonucunda en barbar diktatörleri devirebilir, yaşadıkları toplumu ve dünyayı değiştirebilir.

Kendi içlerindeki anlaşmazlıklar, çelişkiler ve bloklaşmalar nasıl olursa olsun, kapitalist devletlerin tamamı, aşağıdan yükselen özgürlük mücadelelerinin düşmanıdır. Gerektiğinde, böylesi ayaklanmaları boğmak için kolayca el ele verebilir, en vahşi savaş yöntemlerini uygulamaya koyabilirler.

Dünyayı değiştirmek için işçi sınıfının örgütlülüğü kritik önemdedir. Arap devrimlerinde, işçilerin bir sınıf olarak davranabildiği ve iş yeri temelli mücadelelerin yaşandığı ülkelerde devrimler çok daha güçlü bir ölçekte sürmüş; tarihsel olarak sendikal hareketin veya grev deneyimlerinin zayıf olduğu ülkelerde, bu durum devrimci hareketin en temel zayıflığı hâline gelmiştir.

Enternasyonalizm, sosyalistler için en önemli olgu ve pratikteki en acil görevdir. Arap devrimleriyle inşa edilen dayanışma inisiyatiflerinin çok daha güçlülerini oluşturmak zorundayız. Böylesi bir alternatifin yokluğunda, meydan, Suriye’de görüldüğü gibi akbabalara kalıyor.

Sosyalistler, mezhepçiliğe, milliyetçiliğe ve her tür ayrımcılığa karşı dururken, toplumlardaki böylesi bölünmeleri ve kutuplaşmaları aşıp, siyaseti sınıf ekseninde yeniden tanımlayacak bir stratejiyi önüne koymalıdır. Bu, hem işçi sınıfının birleşik mücadele olanaklarını, hem de solun böylesi bir hareket içinde inşasını kolaylaştıracak yegâne yoldur.

Ortadoğu’da “İslamofobik” önyargılardan kurtulamayan bir sol hareketin canlanması mümkün değildir. “Laiklik” adına emperyalizmle veya baskıcı devletlerle uzlaşma, bundan on yıllar önce bölgede solun ölüm fermanını imzalamıştı. Yeniden doğuş, ancak bu eski hataları tekrarlamamak konusundaki kararlı bir duruşla başarılabilir.

İşçi sınıfı hareketinin içinde liderlik mücadelesi, tüm devrimlerin kaderini belirler. Devrimleri zafere taşımak için tüm mücadelelerin içindeki en ileri unsurları bir araya getiren bir devrimci partinin inşası zorunludur. Tüm Ortadoğu’da devrimler geri gelene kadar, başarmamız gereken en önemli görev devrimci bir partinin inşasıdır.

Dipnotlar:

  1. Troçki, Ekim Dersleri, Yazın Yayıncılık, 1993.
  2. [Çevrimiçi] https://en.wikipediorg/wiki/Military_intervention_against_ISIL.
  3. “The Awakening” The Economist, no. 19-25 Şubat,
  4. Troçki, Rus Devrimi’nin Tarihi, cilt 1, Yazın Yayıncılık, 1998, s. 7.
  5. Marfleet, “Egypt: The workers advance” International Socialism Journal, no. 139, 2013.
  6. Marfleet, “Neoliberalism, the state and revolution: the case of Egypt” International Socialism Journal, no. 155, 2017.
  7. “Tunisia – Country Brief,” [Çevrimiçi] http://siteresources.worldbank.org/INTTUNISIA/Resources/Tunisia_CB_EN_final.pdf.
  8. G. Naisse, Suriyede Halk Devrimi: Kökenler ve Dinamikler, Sosyalist İşçi broşür dizisi, 2016.
  9. [Çevrimiçi] http://www.arabianoicom/article-6059-the-12-major-oil-gas-companies-working-in-libya/.
  10. Lenin, Collected Works, XXII, Moscow, 1965, s. 255.
  11. Meijer, “Inventory of the collection of the COMMUNIST PARTY OF EGYPT (CPE)” Amsterdam, 1998.
  12. http://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/yigit-gunay-ve-alper-birdalla-arap-bahari-aldatmacasi-uzerine-haberi-59331
  13. “Special Briefing,” 7 Ocak 2011. [Çevrimiçi] https://2009-2017.state.gov/r/pa/prs/ps/2011/01/154128.htm.
  14. Clinton, [Röportaj]. 2011.
  15. Wespa, “That Time Hillary Clinton Said Syria’s Bashar al-Assad Was A ‘Reformer’,” [Çevrimiçi] https://townhall.com/tipsheet/mattvespa/2017/04/09/smart-power-that-time-hillary-clinton-said-syrias-bashar-al-assad-was-a-reform-n2310865.
  16. https://socialico.uk/art/23659/Libyan+revolutionaries+speak+out%3A+The+Wests+war+machine+wont+help+us+win
  17. “Türkiye ve Suriye’nin sosyalistlerinden savaşa karşı ortak açıklama,” 31 8 [Çevrimiçi] http://marksist.org/icerik/Haber/5313/Turkiye-ve-Suriyenin-sosyalistlerinden-savasa-karsi-ortak-aciklama.
  18. BBC, “İngiltere’nin Libya müdahalesine parlamentodan sert eleştiri” 14 Eylül [Çevrimiçi] http://www.bbc.com/turkce/37357568.
  19. Harman, Peygamber ve İşçi Sınıfı, Sosyalist İşçi Yayınları, 1994.
  20. Achcar, Morbid Symptoms: Relapse in the Arab Uprising, Stanford University Press, 2016.
  21. A. Alexander, IŞİD ve karşı-devrim: Bir marksist analiz, 2015.
  22. Daher, Hezbollah: The Political Economy of Lebanon’s Party of God, Pluto Press, 2016, s. 47.
  23. Assaf, “The spiral into sectarian civil war is the West’s bitter legacy in Iraq” Socialist Worker, 2014.
  24. Chit, “Sectarianism and the Arab revolutions” Socialist Review, no. 388, 2014.
  25. O. Tekin, “Mezhepçilik kader değil,” AltÜst, 2016.
  26. Lenin, Devlet ve Devrim, Collected Works vol. 25 (Toplu Eserler, 25. cilt), s. 391-392, Progress Publishers, Moskova, 1964.

sosyalizm