Roni Margulies
AKP’nin Kemalistleşiyor veya hatta çoktan Kemalistleşmiş olduğu çokça tartışılan bir konu. Şu veya bu ölçüde Kemalistleşmiş olduğu yaygınca kabul görüyor; tartışma konusu genellikle ne ölçüde ve niye Kemalistleştiği oluyor.
Yeni bir tartışma değil ama bu.
Sekiz yıl önce, AKP hükümetinin onuncu yılında, Zaman gazetesinde Şahin Alpay, “AKP ‘İslamî Kemalist’ midir?” başlıklı yazısında AKP’nin Kemalist olmadığını, ama “Kemalist yasaların ve yapıların” yerinde duruyor olduğunu savunuyordu:
Kültürel açıdan bakarsak: AKP kesinlikle Kemalist değildir. Kemalistler, dinin kalkınmaya engel olduğunu, bunun için vicdanlarla sınırlandırılması gerektiğini düşünürler. AKP’liler ise dindar Sünnilerdir ve otoriter laiklik düzeninin bir kısım mağdurlarını temsil ederler. Ne var ki,… AKP iktidarı Kemalist otoriter laiklik düzeninde pek az değişiklik yapabilmiştir.
Ekonomik açıdan bakarsak: Kemalistler bu anlayıştan bir miktar uzaklaşmalarına rağmen, esas olarak devletçidirler. AKP iktidarı ise Türkiye’nin gördüğü en liberal ekonomi politikalarını temsil eder.
Siyasal açıdan bakarsak: Kemalistler ilke olarak demokrasiye inanmaz. Şartların zorlamasıyla en çok askerî-bürokratik vesayet altında demokrasiyi kabullendiler. AKP’nin ise kendisinden önceki tüm çevre partileri gibi ‘millî irade’, yani çoğunluk yönetimi anlamında demokrasiye bağlı olduğu muhakkaktır.
Öte yandan, on yıllık AKP iktidarına rağmen ‘Kemalist yasaların ve yapıların’ büyük ölçüde yerinde duruyor olması, evet bir ölçüde ‘beyinleri uzun süre ‹güçlü devlet’ tarafından yıkandığı için, başka türlü yönetmeyi bilemeyişleri’ ile açıklanabilir.1
Alpay, 2016 darbe girişiminin ardından “FETÖ/PYD terör örgütüne üye olmak” suçlamasıyla tutuklandığında AKP’nin demokrasiye bağlılığının ne kadar “muhakkak” olduğunu tekrar tekrar düşünmeye vakit bulmuştur kuşkusuz. Ama AKP hükümetinin demokrat olduğunu, “Kemalist yasaları ve yapıları” değiştirmeyi amaçladığını, hatta bir “devrim” gerçekleştirmekte olduğunu zannetmek Alpay’a özgü bir yanılgı değildi elbet. Başta “devrim” tezini en tutarlı şekilde savunan Etyen Mahçupyan olmak üzere, bu yanılgıyı paylaşan hatırı sayılır sayıda aydın vardı.
Alpay’ın arkasından Ahmet Altan Taraf gazetesinde “Kemalizmin en büyük ve en korkunç zaferi, dindarların damarına milliyetçilik zehrini enjekte etmek oldu” cümlesiyle başlayan “Nevruz, Kemalizm ve Din” yazısını yazdı:
Bakın, on yıldır bu ülkeyi ‘dindar’ bir hükümet yönetiyor, neredeyse son üç yıldır memleketin ‘rakipsiz’ iktidarı bu dindar insanlardır. Peki, Kemalistlerin milliyetçiliğinden farklı bir milliyetçilik anlayışı görünüyor mu ortada? Yooo…
Başbakan Erdoğan ve AKP, bir ara bu milliyetçilik barikatını aşacak, dindarların ruhundaki Kemalizm’i temizleyecek, tarihimiz ve geleceğimiz açısından muhteşem bir adımı atacak gibi davrandılar ama sonra özlerindeki Kemalizm’e ve milliyetçiliğe geri döndüler.2
Kemalistleşme iddialarının devam ettiğini Yeni Şafak yazarı Özlem Albayrak’ın iki yıl sonra 28 Şubat 2014’te “AK Parti Kemalistleşti mi?” ve ertesi hafta “AK Parti Kemalistleşti mi? (2)” başlıklı iki yazı3 kaleme almasından anlıyoruz. İlk yazıya Albayrak şöyle başlıyor:
Bir süredir medyada AK Parti’nin giderek Kemalistleştiği tezi üzerinden fikirsel bir nosyon tabanı oluşturuluyor. Tezin katılımcılarını iyi tanıyorsunuz, Hasan Cemal ve Mehmet Altan gibi köşelerini kaybettikten sonra iflah olmaz birer AK Parti muhalifine dönüşmüş bazı yazarlar; bir süredir hükümeti seçim dışı yollarla devirmeye ahdetmiş gibi gözüken paralel örgütü destekleyen cemaat medyası ve benzerleri…
“Fikirsel bir nosyon” ne demektir, fikirsel olmayan bir nosyon nasıl olur, bu ilginç soruları bir kenara bırakırsak, yazılarda başka ilginç bir şey yok. Tek kaygı, AKP’yi ve Erdoğan’ı savunmak, Kemalistleşmediklerini iddia etmek. Özetle, “El insaf derler insana” diyor.
Şahin Alpay iki yıl sonra, darbe girişiminin birkaç ay öncesinde “Erdoğan iktidarı Kemalizm’e sarıldı” yazısıyla tartışmaya geri döndü:
Kimilerinin ‘İslamcı’ olarak niteledikleri, Sünni milliyetçisi AKP iktidarının, 2011’den itibaren Kemalist politikalara yöneldiği görülüyordu… AKP iktidarının 2011 genel seçimlerinde yüzde 50 dolayında oy almasıyla başlayan, 17/25 Aralık [2013] büyük rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasına maruz kalmasıyla güçlenen bir süreçle bugün pek az farkla temel Kemalist politikalara sarılmasına tanık oluyoruz.4
Alpay artık, AKP’nin “başka türlü yönetmeyi bilemediği” için “Kemalist yasaları ve yapıları” değiştirememiş, ortadan kaldıramamış olduğunu değil, “temel Kemalist politikalara sarılmış” olduğunu savunuyordu. Bu temel Kemalist politikaların neler olduğunu ve AKP’nin bunlara sarılışını yazının devamında şöyle anlatıyordu:
Cumhuriyet’in ilanından sonra uygulamaya konan, Kemalist (laik milliyetçi) modernleşme projesinin dayandığı temel ilkeleri ve politikaları kısaca hatırlayalım;
- “Demokratik bir rejimle modernleşme reformları gerçekleştirilemez,” dendi. Otoriter bir tek-parti rejimi kuruldu; muhalefet ‘hainlik’le özdeşleştirildi.
- “Din modernleşmeye engeldir, toplum üzerindeki etkisi kırılmalıdır,” Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla din, devlet tekeli ve denetimi altına alındı, inanç özgürlükleri kısıtlandı. Resmî İslam yorumu topluma dayatıldı.
- “Modern bir toplum ancak tek dilli, tek kültürlü olabilir,” Türkleştirme politikaları uygulandı. Kürtler yok sayıldı, kimlik talepleri şiddetle bastırıldı. Dış Kürtler, güvenlik tehdidi olarak görüldü.
Söz konusu Kemalist laiklik ve kimlik politikaları, 20. yüzyıl boyunca toplumdan, özellikle Kürtlerden yükselen itirazların yasak ve şiddetle bastırılmasıyla, değişmeden uygulandı. 1950’de çok-partili düzene geçilmesinden sonra siyasîler bazı yumuşatmalar yapmak istedilerse de, asker her seferinde müdahale ederek Kemalist politikaların bekasını güven altına alan askerî vesayet düzenini kurdu ve korudu.
Bugün Türkiye’ye tek-parti dönemini andıran keyfî ve otoriter bir tek-adam yönetimi hâkim… Diyanet İşleri Başkanlığı, tek-parti dönemine çok benzer bir şekilde, iktidar partisinin hizmetinde. Fiilen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başında olduğu AKP yönetimi, Kemalist kimlik politikalarında yapılan yumuşamalarda sona gelindiğini ilan etti… AKP iktidarının Kemalizm’e sarıldığının bir göstergesi de, Kürt politikalarında Ulusalcılarla (kökten laik milliyetçilerle) uyum içinde oluşu.
Daha yakın zamanda Karar gazetesinde önce Ali Bayramoğlu, sonra İbrahim Kiras aynı konuda birer yazı yazdı. “AK Parti’nin Atatürkçülüğü” başlıklı yazısında5 Kiras, “AK Parti şimdi kendi elleriyle hamurunu karıp şekerini katıp pişirerek sofraya getirdiği bu pastadan [Atatürkçülük’ten] pay almak istiyor” diyerek AKP’nin popüler olma kaygısıyla Kemalizm’e yanaştığını ima ederken, bunun niye popüler olacağını şöyle açıklıyor:
Dindar/muhafazakâr kesimlerin genelinde Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki devlet düzenini laikleştirme politikalarına karşı duyulan hoşnutsuzluk sürüyor olsa da, aslında ‘anti-Atatürk’ damar sanıldığı kadar güçlü değildir. (Hatta çoğu zaman bu türden olumsuzlukları millî mücadelenin önderine konduramadığı için faturayı İnönü’ye kesmeyi tercih eder muhafazakâr kesim.)
Kiras’dan birkaç gün önce, Ali Bayramoğlu “10 Kasım, Kemalizm, Ahmet Altan” başlıklı, daha derinlikli bir yazıyla6 tartışmaya katılmıştı. Bayramoğlu, önce Kemalizm’in üç temel unsurunu (“kilit noktasını”) tanımlıyor, sonra da bugün bu unsurların büyük ölçüde değişmemiş olarak geçerli olduğunu anlatıyor. Üç unsur şöyle: “İlki otoriter laiklik anlayışıydı. İnancı, öznesiyle, nesnesiyle, simgeleriyle kamusal alandan dışlayan, özel alanında bile şekillendirmeye çalışan politikalar…” Bu biraz değişti, diyor Bayramoğlu, ama “dünün agresif ve düzenleyici laiklik anlayışı demokratik bir anlayışla ikame edilmedi, sadece karşı kimlikçi politikalarla dengelendi.”
“İkincisi milliyetçilik anlayışıydı… Bu anlayış, temelde, gayri Müslim, Müslim her tür köken grubuna uzanan, keskin, agresif ve yasakçı Türkleştirme politikaları üzerine kuruluydu.” Burada pek bir şey yazmaya bile gerek görmüyor Bayramoğlu: “Agresif milliyetçilik konusuyla, ‘egemenlik, beka, bütünlük’ meselesiyle, buna ilişkin korku ve yasak politikalarıyla ilgili… değişen gerçekten hiç bir şey yok.”
“Üçüncüsü, ilk ikisini mümkün kılacak devlet ve devlet-toplum ilişkisi anlayışıydı. Bu anlayış, hiyerarşik, otoriter, devleti ‘dayatmanın, şekillendirmenin ve korkuların merkezi’ haline getiren, onu toplum karşısında ayrı bir topluluk gibi telakki eden mekanizma üretti.”
Bu unsur da Bayramoğlu’na göre “özü bakımından” aynıdır, “eski dönemle aynı içeriği taşımaktadır.”
“Kemalizm bağlamında dün ve bugün arasındaki fark ve benzerlik nedir? Muhafazakâr siyasi iktidar Kemalizmle nasıl ilişki yaşamaktadır?” sorularıyla başlayan yazı, “Siyasi iktidar ve Kemalist bazı ilkeler bakımından uyum mutlak” ve “İktidar sahipleri bu bakımdan [yani laiklik anlayışı dışında] tam anlamıyla Kemalistler” sonucuna varıyor.
Tartışmanın Sınıf Boyutu
AKP’nin Kemalistleşip Kemalistleşmediği, Kemalistleşiyorsa ne ölçüde Kemalistleştiği tartışmasını yapanların, Şahin Alpay, Ali Bayramoğlu ve Ahmet Altan gibi Türkiye’nin makul liberal isimleri olması tesadüf değil, şaşırtıcı da değil. Necmettin Erbakan’ın başbakan olmasından beri 25 yıldır Kemalistler/ulusalcılar ile bunların şeriatçı/siyasal İslamcı olarak tanımladığı kesim arasında keskin bir kutuplaşma yaşanan memlekette bu tartışmayı Kemalistlerin de AKP’lilerin de yapması zaten söz konusu değil. Birinci kesim için, AKP gericidir, Orta Çağ karanlığını temsil eder; Kemalizm ise ilerici/aydınlanmacı/çağdaştır, dolayısıyla AKP’ni Kemalistleşmesi mümkün değildir. İkinci kesim için bu tartışma gündeme bile gelmez; zaten iktidarda olan, pragmatik bir partinin ve taraftarlarının bu tür konuları deşmeye ihtiyacı yoktur.
Ne var ki, tartışmayı liberal7 yazarların başlatmış ve sürdürmüş olması, önemli bir eksiğe yol açıyor: Tartışmanın sınıf boyutu yok. Dolayısıyla, söylenen her şey basit bir durum tespitinin ötesine geçemiyor, yüzeysel kalıyor.
Yukarıda alıntıladığım tespitlerde, özellikle Bayramoğlu’nun tespitlerinde, bir sorun yok. Kemalizm tanımları beş aşağı on yukarı doğru; AKP yönetiminin laiklik dışında bu tanımlara aşağı yukarı uygun davrandığı da doğru. Ancak, bu tespitlere yol açan toplumsal gelişmelere, sınıfsal süreçlere bakılmadığı zaman, varılan sonuçların yüzeysel olması kaçınılmaz. Şahin Alpay’ın AKP’nin “demokrasiye bağlı” olduğunu düşünmesi ve “Kemalist yasaları ve yapıları” değiştirecekleri beklentisine kapılması sonucunda “beyinleri uzun süre ‘güçlü devlet’ tarafından yıkandığı için başka türlü yönetmeyi bilemeyişleri” nedeniyle hayal kırıklığına düşmesi kaçınılmazdır. Keza, Ahmet Altan da “bir ara bu milliyetçilik barikatını aşacak, dindarların ruhundaki Kemalizm’i temizleyecek, tarihimiz ve geleceğimiz açısından muhteşem bir adımı atacak gibi davrandılar ama…” diyerek hayal kırıklığı yaşamaya mahkûmdu.
AKP’nin “demokrasiye bağlılığını” göstermek, “milliyetçiliği aşmak”, “Kemalizm’i temizlemek”, “Kemalist yasaları ve yapıları değiştirmek” gibi bütün bu olumlu şeyleri yapmasını beklemek için herhangi bir neden var mıydı? Parti’nin hangi siyasî gelenekten geldiğine ve bu geleneğin sınıfsal tabanına bakıldığında hiç böyle bir neden yoktu.
AKP’yi kuran kadrolar, partinin bütün kurmayları Necmettin Erbakan’ın Millî Görüş hareketinde yetişmiş, siyaset yapmış, dünya görüşünü oluşturmuş kişilerdi, hareketin genç ve parlak unsurlarıydı. Bu hareketin neyi temsil ettiğini Erbakan’ın kendisi çok açık bir şekilde anlatır:
Almanya’daki çalışmalarımız sırasında bizi etkileyen ve üzen bir olay da şudur: Biz o fabrikalarda bir yandan çalışıp bir yandan araştırmalar yaparken, Türkiye Zirai Donatım Kurumu’nun Alman fabrikalarına verdiği motor siparişlerini gördük. Bu görüntü, bizim Türkiye’de bir Millî Motor Sanayii kurma kararlılığımızı iyice pekiştirdi. Bunları bizim milletimiz, tamamen kendi imkânlarıyla yapabilirdi. Türkiye’nin ilk millî sanayi örneği olan Gümüş Motor Fabrikasını, memleketini ve milletini seven 200 ortakla kurmamızın temelinde de işte o görüntü yatar.
Gümüş Motor Fabrikası kurulurken ülkede önemli hadiseler yaşandı… Fabrikanın arkasında bir banka, bir finans kaynağı olmadığı için aradaki mali farkın sağlanması o yılların şartlarından dolayı bin bir çeşit müşkülat oluşturdu. Ama bu zorlukları fabrikada çalışan insanlar, gece yarılarına kadar çalışarak, bazen hiç aylık almayarak kendi gayretleri ve fedakârlıklarıyla aştılar.
Gümüş Motor’un ilk prototipi yapılıp test için ilgili makamlara götürüldüğünde bir engel çıktı. Neymiş, Avrupa standartlarına göre 5.6 litre olması gereken yakıt, bizim motorda 5.7 litre çıkmış. Bunun için onay veremeyeceklerini söylediler. Geri dönüp tekrar çalışmaya başladık. Gümüş Motor’u, Avrupa standartlarının dahi altında, saatte 5.5 litre motorin harcar hâle getirdik. Yine standartlara uygun olmadığı gerekçesiyle reddedildi.
Gümüş Motor, Mart 1960’ta seri üretim yapmaya başladı. Ama bu sefer de damping engeli çıktı. İthalatçı firmalar, 10 bin liraya sattıkları motorları 5 bin liraya düşürdüler. Gümüş Motor, bu engeli aşmak için büyük bir riski göze aldı ve fiyatı daha da aşağıya çekti… Montajcı zihniyet, Gümüş Motor’dan, Türkiye’nin yerli ve millî bir motor üretmesinden rahatsız olmuştu. İthalatçı firmaların hemen tamamı da azınlıklara mensup mümessillerdi.
O yıllarda kredileri Odalar Birliği paylaştırıyordu. Bu kredilerin hemen hemen tamamına yakını, İstanbul’daki büyük ithalatçılara veriliyordu. Örneğin, 20 milyon dolarlık yatarım kotasının 19 milyon doları İstanbul’daki ithalatçılara giderken, sadece 1 milyon doları Anadolu’ya kalıyordu. Anadolu’daki müteşebbisler ciddi döviz sıkıntısı yaşıyor ve kalkınma hamlelerini gerçekleştiremiyorlardı. Kredilerin Anadolu girişimcisine aktarılabilmesi için, mücadelenin Odalar Birliğinde yürütülmesi gerekiyordu. Bu amaçla 1966 yılında önce Odalar Birliği Sanayi Dairesi Başkanı, ardından Genel Sekreteri olduk. Döviz ve kredi tahsisatlarını Anadolu’ya yöneltince, o güne kadar kredileri istediği gibi kullanan kesimler bundan rahatsız oldu. Anadolu girişimcisi ise bu mücadelede bizim yanımızda yer aldı. Yapılan seçimde, TOBB Başkanı olduk.8
Bugün olduğu gibi, Erbakan’ın başkan seçildiği dönemde de Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) küçük ve orta boy Anadolu sermayesinin temsilcisiydi.9 Erbakan’ın, öldüğü güne kadar, kurup başkanlık ettiği bütün partiler TÜSİAD’ın temsil ettiği büyük İstanbul sermayesiyle rekabet edemeyen, uluslararası bağlantıları olmayan, çoğunlukla KOBİ’lerden oluşan TOBB üyelerinin ekonomik çıkarlarını savunmuştur. Ve yine bu taşra sermayesinin dünya görüşüne uygun olarak, Millî Görüş’ün ekonomik politikalarına muhafazakâr sosyal politikalar ve milliyetçilik eşlik ediyordu.
Bu geleneğin içinden çıkan bir partinin, merkezî ve yerel bütün kadroları bu geleneğin içinde pişen AKP’nin Türkiye’de büyük ve olumlu değişiklikler yaratacağını düşünmek, böyle bir beklenti içine girmek için hiçbir neden yoktu. Küçük ve yerli olduğu için rekabet edemeyen, devlet mekanizmalarından dışlandığı için kredi bulamayan ve ihale kazanamayan, İstanbul sermayesi karşısında varlık gösteremeyen, ama yakıcı bir özlemle bu sermayenin saflarına katılmayı amaçlayan taşra burjuvazisinin partisi niye memlekete demokrasi getirecekti, niye “tarihimiz ve geleceğimiz açısından muhteşem bir adım” atacaktı? Bu taşra burjuvazisi ekonomik ve siyasî yapının kendisine değil, bu yapılardan dışlanıyor olmaya itiraz ediyordu. Yapının kendisini değiştirmek gibi bir talebi yoktu.
“Anti-Kemalist” Damar
AKP için “Kemalistleşti” denmesinin temel nedeni, yukarıda alıntıladığım yazarların beklentilerini karşılamayıp doksan yıllık ceberrut devlet mekanizmalarını büyük bir iştahla kullanıyor olması. AKP’nin içinden geldiği siyasî geleneği ve sınıfsal tabanını hesaba katmayınca, ilk yıllarında attığı bazı adımlar yukarıda alıntıladığım liberal yazarlara etkileyici geldi, partinin yapacakları hakkında büyük hayallere kapılmalarına yol açtı. Oysa, sınıfsal tabanına ek olarak, AKP’nin Kemalizm’i ortadan kaldıracağı beklentisini geçersiz ve anlamsız kılan ikinci bir etmen daha var. İbrahim Kiras’ın sözleriyle: “Dindar/muhafazakâr kesimlerin genelinde Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki devlet düzenini laikleştirme politikalarına karşı duyulan hoşnutsuzluk sürüyor olsa da, aslında ‘anti-Atatürk’ damar sanıldığı kadar güçlü değildir”.
Bayramoğlu’nun saydığı Kemalizm’in üç temel unsurundan ikisi (milliyetçilik ve devlet) ile ilgili olarak AKP’nin kurucuları, kurmayları ve tabanı açısından zaten hiçbir sorun yoktur, hiç olmamıştır. Milliyetçilik ve devletin kutsanması zaten Türkiye dindar muhafazakârlığının temel unsurlarıdır. Ve zaten genel olarak muhafazakârlığın devlet eliyle (ve Amerika’nın da doğrudan yardımıyla) beslendiği, pekiştirildiği, örgütlendiği Soğuk Savaş yıllarında, 1950’ler ve 1960’larda, milliyetçi muhafazakârlık ile ‘mukaddesatçı’ muhafazakârlık aynı kurum, dernek ve örgütlerde yan yana, omuz omuza, birlikte davranmıştır. O günden bugüne Türkiye’de milliyetçilikle mukaddesatçılık arasında hiçbir zaman bir duvar olmamış, bu iki hareketi ayıran perde her zaman çok geçirgen olmuştur. Dolayısıyla, başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP’nin kurucu ve kurmaylarının siyasî ve kültürel şekillenmesi sadece mukaddesatçı değil, milliyetçi-mukaddesatçı bir ortamda, milliyetçilerle aynı tarihi yücelterek, aynı kahramanlara taparak, aynı kitapları okuyarak, aynı düşmanlara karşı mücadele ederek gerçekleşmiştir.
Bu, çok belgelenmiş, iyi bilinen bir saptamadır, ama sadece söyleyip geçmiş olmamak için, iki örneğe kısaca bakabiliriz. Bunlardan biri Mücadele Birliği adlı örgüt, diğeri Millî Türk Talebe Birliği.
Mücadele Birliği 1960’ların ortalarında Afyon Liseli bir grup arkadaş tarafından kurulan, Konya İmam Hatip Lisesi’nden Afyon’a staj yapmaya gelen bir grup öğrenciyi kazanarak büyümeye ve yayılmaya başlayan, 1970’e gelindiğinde ciddi eylemler örgütleyebilecek güce ulaşmış olan, Aykut Edibali önderliğinde bir örgüt. On yıl boyunca Yeniden Millî Mücadele adlı bir dergi yayınlayan örgütü, örgüt hakkında mükemmel bir çalışmanın10 yazarı olan Ekin Kadir Selçuk şöyle anlatır: “Ortadoğu’daki İslami hareketlerden etkilenmişlerdi, Mevdudi, Seyyid Kutup gibi isimlerin fikirlerini, Hizbüt Tahrir gibi örgütlerin ideolojik kimliklerini sahipleniyorlardı. Bununla birlikte Türkiye İslamcılığının milliyetçi muhafazakâr yönüne de büyük bir hevesle sahip çıkıyorlardı.” Tarihi boyunca hem mukaddesatçı hem milliyetçi olan örgüt, 1970’e kadar daha ziyade mukaddesatçı, 1970’ten sonra daha ziyade milliyetçi olmuştur. Selçuk’un ifadesiyle, “1970’lerde Yeniden Milli Mücadele’nin ideolojik duruşu da nispeten değişti. İslami milliyetçilikten ulus milliyetçiliğine yöneldiler. Derginin ilk yılında hemen hiç kullanılmayan Türk adı ileriki yıllarda her cümlenin başına getirilmeye başlandı.”
“Türk” adının kullanılmaya başlanması bir yana, 12 Mart darbesi yaklaşırken Yeniden Milli Mücadele dergisi “Komünistlere karşı ordu millet el ele” sloganını kapağına çıkarır, Mücadeleciler bu sloganı sık sık kullanır.11
Derginin 3 Şubat 1971 tarihli sayısının başyazısı şu cümleleri içerir: “Türk Milleti milli kadrolarının önderliğinde, kahraman ordumuzla omuz omuza komünist ihtilalini ibret olacak şekilde kahredecektir. İşte milletin kızıl ihtilale silahlı ve mübarek mukabelesi o an, hem meşru hem de muzaffer olacaktır. Şimdi stratejimiz, peygamberimizin ‘zafer sabırdadır’ direktifini şuurla uygulamaktan ibarettir.”
Ne önemi olabilir, bir avuç liseli gencin kurduğu bu örgütün? “Türkiye İslamcılığının milliyetçi muhafazakâr” potasında şekillenen örgüt üyesi gençlerin bazılarını sayarsak, ne önemi olduğu anlaşılır: Cemil Çiçek, Melih Gökçek, Hüseyin Gülerce, Ahmet Taşgetiren, Taha Akyol, Atilla Yayla, Halil Şıvgın, Ali Müfit Gürtuna… Örgüt, hem AKP hem MHP için adeta bir ‘kadro okulu’ vazifesi görmüştür!12
Aynı vazifeyi gören ikinci bir kurum Millî Türk Talebe Birliği’dir (MTTB). Hakkında yazılan kitaplardan birinin adının Türkçülükten İslamcılığa Milli Türk Talebe Birliği olmasından da anlaşılacağı gibi, bu da mukaddesatçı gençlerle milliyetçi gençlerin 1960’lar boyunca birlikte çalıştığı, eğitim gördüğü, mücadele ettiği bir örgüttür.13
MTTB’nin yüzüncü yılı vesilesiyle Yeni Şafak’la bir söyleşi14 yapan Mahmut Hakkı Akın ve Serkan Yorgancılar şöyle anlatır:
Rasim Cinisli’nin başkanlığa seçilmesiyle [1965] MTTB asıl hüviyetini kazanma yoluna girmiştir. Bu kongre ile Kemalist ve sola meyilli bir yönetime karşı daha milli ve manevi değerleri benimsemiş bir yönetim kazanmıştır. MTTB’nin bugünkü kimliği o dönemden itibaren oluşmuştur. Cinisli’den sonra İsmail Kahraman başkan olmuştur. Türkiye’de zamanla siyasette, akademide, medyada, bürokraside etkin olmuş, muhafazakâr, İslamcı pek çok ismin MTTB’ye katılması bu yıldan sonra başlamıştır… 60’lı yıllarda milliyetçilik, mukaddesatçı ve mütedeyyin kesim tarafından da benimsenen ve bu kesimin kendisini ifade etme imkânı bulduğu bir ortak ideolojidir. 70’li yıllara gelindiği zaman MTTB’de milliyetçilikten daha fazla kopma ve İslamcılığa doğru bir geçiş hızlanmıştır.
MTTB içinde milliyetçilerle İslamcıların ayrışması ancak kavgalı ve olaylı geçen 1969 kongresi sonrasında gerçekleşmiştir. “Milliyetçilikten daha fazla kopma ve İslamcılığa doğru bir geçiş” olduğu doğrudur, ancak geçilen İslamcılığın milliyetçilikten kopmuş olduğu çok kuşkuludur. Bunun belki de en açık kanıtı örgütün ideolojik şekillenmesinde Necip Fazıl Kısakürek’in oynadığı roldür. Akın ve Yorgancılar’ın ifade ettiği gibi,
MTTB’de 1965’teki dönüşüm sonrasında Necip Fazıl, aktif bir şekilde MTTB faaliyetlerine katkı sunmuştur. Tabii Necip Fazıl, muhafazakâr kesim için son derece önemli ve sembol bir isimdir. Gençler tarafından büyük bir hürmet gören Necip Fazıl, tam bir rol modeli ve yol gösterici olarak kabul edilmiştir. Onun gibi bir kalem ve kelâm üstadının desteği MTTB’nin kitleselleşmesine de katkı sağlamıştır. Türkiye’nin her yerinde MTTB’nin üniversite ve orta öğretim teşkilatlarında Necip Fazıl konferanslar vermiştir ve bu konferanslar büyük ses getirmiştir. MTTB bilincinin inşasında en etkili mimarların başında Necip Fazıl gelmiştir. MTTB’nin büyük organizasyonlarında da üstad hep bulunmuştur.
AKP’nin üst düzey kadrolarının önemli bir kısmı, Erdoğan, Abdullah Gül ve eski Meclis Başkanı İsmail Kahraman dâhil olmak üzere, 1960 ve 1970’lerde MTTB tezgâhından geçmiştir.
“Normal” Olan
Özetlersek, AKP’nin Kemalistleştiği iddiası, daha önce “iyi” bir parti olduğu, “iyi” şeyler yapmayı amaçladığı, ama beceremediği ve Kemalizm’e teslim olduğu imasını taşır. Bu yaklaşım her açıdan sorunludur.
Birincisi, AKP’nin sınıf tabanı, yani muhafazakâr, dindar, milliyetçi Anadolu sermayesi, “iyi” bir parti olduğu beklentisini temelsiz ve anlamsız kılar. AKP bu tabanı temsil etmeyi 1960’ların ortalarından beri amaçlayan Millî Görüş hareketinin devamı olarak görüldüğünde, bugün yaptıklarında şaşırtıcı bir şey, bir sapma, bir kırılma, Kemalizm’e karşı bir teslimiyet yoktur.
İkincisi, AKP’nin Kemalistleştiği iddiasının temelinde yatan gelişmeler, yani milliyetçiliği giderek daha açıkça kullanması ve devletin giderek daha ceberrutlaşması, partinin sonradan edindiği özellikler değil, siyasî geleneğinin temel özelliklerindendir. Söz konusu muhafazakâr, dindar, milliyetçi taban açısından son büyük Türk-İslam devletinin bekası her zaman önemli olmuştur; AKP’nin buna verdiği önem Kemalizm’e teslim olmasının sonucu değildir.
Kısacası, AKP zaten (laikliğin aşırı uygulamaları dışında) hiçbir zaman Türkiye devletinin resmî ideolojisine aykırı bir parti değildi. Sadece laiklik politikalarının aşırılığı ve dışlayıcılığı onları rahatsız ediyordu. Bu dışlayıcılık (dindarların siyasal hayattan, kamusal alandan dışlanması ve, daha önemlisi, Müslüman sermayenin büyüme olanaklarından dışlanması) törpülendikten sonra, AKP’nin ve onu destekleyen muhafazakâr tabanın Kemalist devletle bir kavgası kalmadı. Devlet ilk yıllarında hükümeti devirmeye kalkışmasaydı hiç sorun yaşamayacaklardı. Ve artık yaşamıyorlar. Devrilmeyeceklerine akılları yattıktan sonra “normal” hâllerine döndüler. Normal olan 2002-2012 değildi; normal olan bugünkü AKP.
Dipnotlar:
1 Alpay, 2012.
2 Altan, 2012.
3 Albayrak, 2014a ve Albayrak, 2014b.
4 Alpay, 2016.
5 Kiras, 2019.
6 Bayramoğlu, 2019.
7 “Liberal” sıfatını, AKP’nin askerî darbe de dahil olmak üzere her türlü yöntemle devrilmesi gerektiğini düşünen ve böyle düşünmeyen herkesi “liboş” olmakla suçlayan Kemalist Türk solunun kullandığı anlamda kullanmıyorum elbet. Liberalizm, insana ve bireye önem veren, insan ve birey hak ve özgürlüklerini önemseyen, herkesin istediği gibi yaşama hakkı olduğuna inanan, devlet dayatmacılığını da, her türlü dayatmayı da yanlış bulan bir siyasî yaklaşımdır. Sorun şudur ki, sınıf kavramını dışlayan, sadece bireyi gören bu yaklaşım, mevcut sınıflı toplumlarda sömürünün ve eşitsizliğin nasıl aşılabileceği konusunda sessiz kalır. Dahası, sömürenin sömürme “hakkını”, zenginin zengin olma hakkını (bunları sınıfsal değil bireysel konular olarak gördüğü için) savunur ve son kertede mevcut düzenin savunucusu durumuna düşer.
8 Şen, 1995, s. 19. Gümüş Motor daha sonra sahip değiştirerek Pancar Motor adını aldı ve 2011 yılına kadar varlığını sürdürdü.
9 İktisatçı bir dostum TOBB ile TÜSİAD’ın farkını şöyle karikatürize etmişti: “TOBB yarı resmî bir kuruluş olduğu için büyük küçük bütün şirketler kayıtlıdır, Koç’un da bir oyu vardır, küçücük ve tümüyle önemsiz bir şirketin de. TÜSİAD ise 150 büyük şirket tarafından kurulmuştur ve zaten bu şirketlerden ellisi Koç’un, kırkı Sabancı’nın, otuzu Eczacıbaşı’nındır, lafın gelişi.” TÜSİAD’ın günümüzde siyasî ağırlığını önemli ölçüde kaybetmiş olması, tanık olabilseydi Erbakan’ı çok sevindirecek olan bir durumdur ve kuşkusuz AKP politikalarının bir sonucudur. Ama TÜSİAD şirketlerinin ekonomideki ağırlığında pek bir değişiklik olduğunu sanmıyorum. İstanbul ve Anadolu sermayelerinin AKP dönemindeki karşılaştırmalı gelişmesi bu yazının sınırlarını aşar, ama ayrıca ayrıntılı bir araştırma konusu olmaya değer.
10 Selçuk, 2018
11 “Ordu millet el ele” sloganını 1960’lar boyunca hem solun hem sağın kullanmış olması sadece ayrı bir makale konusu değil, koca koca ciltlerin konusu olabilir!
12 Bu yazının konusu olmadığı için üzerinde durmuyorum, ama Mücadele Birliği’nin kuruluşu ve tarihi derin devletin ve Ergenekon tarzı devlet kurumlarının nasıl çalıştığına da ışık Henüz ortada örgüt fikri bile yokken, örgütü yaratacak olan liseli gençler Afyon’da her haftasonu bir üniversite hocasının evine gidip ilk siyasî eğitimlerini alır. Daha sonra, Selçuk’a göre, “Ziya Uygur, Mehmet Emin Alpkan gibi istihbaratla ilişki içinde olan isimler kurucu kadroları yetiştirdi, onlara sürekli olarak ‘danışmanlık’ hizmeti sundu. Mücadelecilerin iki numaralı ismi Yavuz Arslanargun bu kişiler için ‘Devletle irtibatlı insanlar olur. Bunlar devletin maaşlı elemanı değildir, devletten telkin alır, telkin verirler. O sırada ortaya çıkan komünist tehlikeye karşı bu ağabeyler önemli hizmetler vermişlerdir’ yorumunu yaptı.” Örgüt büyüyüp dal budak saldığında, 1970’te bir polis operasyonuna maruz kalır, tüm önde gelen üyeleri gözaltına alınır, hepsi aynı gün salıverilir ama Aykut Edibali birkaç gün Emniyet’te tutulur. Selçuk şöyle anlatır: “Mücadelecilerin önde gelen isimleri Edibali’nin sorgudan çıktıktan sonra değiştiğini, hareketi bitirmek yönünde adımlar attığını savundular.” Hareket bitmez, ama milliyetçi-mukaddesatçı dengesinin milliyetçi yanı daha ağır basmaya başlar.
13 Oruç, 2005 ve Duman, 2007.
14 Öztürk, 2018.
Kaynakça
Albayrak, Özlem, 2014a, “AK Parti Kemalistleşti mi?”, Yeni Şafak
gazetesi, 28.2.2014.
Albayrak, Özlem, 2014b, “AK Parti Kemalistleşti mi? (2)”, Yeni Şafak
gazetesi, 7.3.2014.
Alpay, Şahin, 2012, “AKP ‘İslamî Kemalist’ midir?”, Zaman gazetesi, 26.1.2012.
Alpay, Şahin, 2016, “Erdoğan iktidarı Kemalizm’e sarıldı”, Zaman
gazetesi, 18.2.2016.
Altan, Ahmet, 2012, “Nevruz, Kemalizm ve din”, Taraf gazetesi, 21.3.2012.
Bayramoğlu, Ali, 2019, “10 Kasım, Kemalizm, Ahmet Altan”, Karar
gazetesi, 14.11.2019.
Duman, Doğan ve Yorgancılar, Serkan, 2007, Türkçülükten İslamcılığa Milli Türk Talebe Birliği, Vadi Yayınları.
Kiras, İbrahim, 2019, “AK Parti’nin Atatürkçülüğü”, Karar gazetesi, 19.11.2019.
Oruç, Zülküf, 2005, Bir Öğrenci Hareketi Olarak Milli Türk Talebe Birliği, Pınar Yayınları.
Öztürk, İlker Nuri, 2018, “MTTB’nin fikir mimarı Kısakürek”, Yeni Şafak gazetesi, 7.1.2018.
Selçuk, Ekin Kadir, 2018, “Mücadeleciler” Mücadele Birliği (19641980), İletişim Yayınları.
Şen, Serdar, 1995, Refah Partisi’nin Teori ve Pratiği, Sarmal Yayınevi.