Şenol KARAKAŞ
Türkiye’de otoriter bir rejimin bütün göstergelerinin mevcut olduğunu ortaya koymak için dünyanın bazı ülkelerinde kurulmuş olan otoriter hükümetlerle aynı eğilimi paylaştığını söylemek mümkün, ancak Türkiye’deki eğilimin özgün bir niteliğinin tespit edilmesi de yaşamsal öneme sahip.
Enternasyonal Sosyalizm’in bir önceki sayısında bu tartışmayı yapmaya çalışmıştım. Erdoğan’ın “atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek başladığı aşamanın ürünü olan başkanlık sistemi, gündeme geliş tarzından referanduma sunuluş tarzına, referandum sürecindeki ağır baskı koşullarından referandumun sonuçlarının ele alınışına kadar, OHAL dönemini kavramak isteyenler için hazırlanmış küçük bir rehber gibiydi. 24 Haziran seçim süreci aynı rehberin yeni baskısı olarak görülebilir. AKP liderliği en başından beri otoriter bir yönetim kurmak için yola çıkmış olmasa da, devlet-MHP-AKP koalisyonu ancak otoriter bir siyasal eksende bir araya gelebilirdi ve böyle de oldu. Bu bir araya gelişin en önemli unsurlarını şöyle sıralayabiliriz:
Kürt sorununda çözüm sürecinin hatıralarından bile kurtulmak, beka kaygısına çözüm üretmek, Suriye politikasında hızla makas değişikliğine gitmek, Fetullahçı darbecilerin devlette yarattığı krizi çözmek, emperyalist rekabetin tetiklediği bölgesel rekabette güçlü bir müdahaleci dış politika izlemek, ekonomik krizi en az hasarla atlatmak ve faşist partiyi sürekli olarak tatmin etmek (…) Kürt sorununda 2013-2015 yılları arasında yaşanan barış süreci geleneksel devlet aygıtının tüm ezberlerini bozan bir özellik taşıyordu. Üç buçuk sene önce bu toplumun yaptığı temel tartışmalar ve soluduğumuz havayla bugünkü tartışmalar ve soluduğumuz hava arasında uçurum var. Türkiye’nin dış politikası açısından da aynı uçurum söz konusu. Hem içeride hem dışarıda yaşadıklarımızın kökeninde, Çözüm Süreci’nin sonlanması yatıyor. Yarım kalmış devrimlerin karşı devrimlerin kalkış noktası olması gibi, çözümü yarım kalmış ulusal sorun süreçleri de çözüm sürecinde elde edilen tüm kazanımların ve özgürlüklerin ilgasına ve çözüm süreci başlamadan önceki koşullardan daha karanlık koşulların hegemonya kurmasına yol açıyor. Devlet içinde Çözüm Süreci’ne karşı olan, egemen sınıf saflarında sürecin hemen sonlanması gerektiğini düşünen, siyasî partiler arasında Çözüm Süreci’nin akamete uğraması için varını yoğunu ortaya koyan güçler, süreç akamete uğradıktan sonra hem sürecin bir daha gündeme gelmemesi hem de süreç günlerinde biriken öfkelerini boşaltmak için sürece dair, süreci hatırlatan tüm gelişmeleri gündem dışına itmeye çalışıyorlar.
Üç buçuk sene önce sonlanan süreç, beka kaygısı gerekçesiyle özgürlüklerin yerine güvenlik eksenli politikaların, yarım yamalak demokrasi yerine başkanlığa dayalı yukarıdan aşağıya devlet gücünün merkezîleştirilmesinin ve dostluk temelli dış politika yerine sınır ötesi askerî müdahalelere bağlı güce dayalı politikanın hayata geçmesini kolaylaştırdı.
Bugün ölüm perendesi atmaya meyleden devlet koalisyonunun kuruluşunda Kürt sorununda diyalog yöntemi dışında yöntemlerin devreye girmesi esas belirleyicidir.
Bir diğer belirleyici etken ise, bizzat MHP’dir.
MHP, şu anda dünyadaki en deneyimli ve kitlesel faşist partilerden biridir. Türkiye’de otoriter yönelimin hızla daha da tehlikeli maceralara doğru yönelmesinde, diğer bir deyişle Türkiye’deki siyasal yapının özgünlüğünde en önemli etken, iktidarı liderinin ellerinde merkezîleştiren merkez sağ bir partinin koalisyon ortağı faşist parti tarafından şekillenmeye başlamasıdır. Kendi başına asla cüret edemeyeceği yöne doğru sınırlarını zorlayarak ilerlemesinde MHP’nin yönlendirmesi, cesaretlendirmesi ve bütün bu adımların atılmasında devletin gelişmelere müdahil olmayacağının güvencesini vermesi, bu güvenceyi verebilecek bir asli iktidar pozisyonunu sık sık öne sürmesi yaşanan değişimin neden göründüğünden daha tehlikeli olduğunu gösteriyor. Bu tehlike Türk usulü otoriterizmin Türk usulü faşizmden aldığı destekte düğümleniyor.1
“Yerli-milli ve otoriter” koalisyon ya da devlet iktidarı 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin ardından bir büyük depremin öncü sarsıntılarıyla sallanırmış gibi sallandı ve şimdi asıl depremin ne zaman geleceğini düşünüyor. Bu, aynı zamanda sayısız politik fırsatın kapısının aralanması demek. Sınıf mücadelesinin ve siyasal dengelerin yeni olasılıklara kapı araladığı 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin üzerinden geçen sürede, bu olasılıkların gerektiği gibi ele alınamadığı ve işçi sınıfının ve mücadele halindeki tüm ezilenlerin yeni bir antikapitalist sol odağa duyduğu ihtiyaç belirginleşiyor. Özetle böyle bir odak acil, zira otoriter rejim beklediğimizden çok daha hızlı bir şekilde krize girdi.
Hem faşist partinin hem devletin geleneksel kanadının verdiği destekle inşa edilen, kurulan ve yaşayan iktidarın, kritik oluşumunun adımı esas olarak 15 Temmuz darbe girişiminin ardından atıldı. 15 Temmuz’un neden lütuf olarak görüldüğü Erdoğan liderliğindeki devletin, MHP ve aşırı ulusalcı, ırkçı yapıların da desteğini alarak darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL uygulamalarında açığa çıktı. Siyasal haklara, hukuki haklara, ekonomik haklara, demokratik haklara, daha birkaç sene önce örneğin Kürt sorununda elde edilen türden kritik haklara yönelik görülmemiş bir devlet saldırısıyla ahlaki ve ideolojik alanlarda da görülen yozlaşmayı hızlandırarak bir korku imparatorluğunun inşasını hedefledi.
İşçilerin, Kürtlerin, kadınların, LGBTİ+’ların, Ermenilerin, ekolojik mücadele verenlerin, sivil toplum aktivistlerinin, barışseverlerin, savaş karşıtlarının, nükleer karşıtlarının, ırkçılığa karşı direnenlerin, kutuplaşma siyasetine karşı ezilenlerin birleşik mücadelesini savunanların, darbelere karşı göğüs gerenlerin, insan hakları mücadelesini sürdürenlerin, soykırımla yüzleşme mücadelesi verenlerin, işçi ölümlerini durdurmak için çabalayanların yıllar içinde tırnaklarıyla kazıyarak elde ettikleri kazanımların bütününe birden siyasal bir saldırı başladı. Kaybedilen her demokratik hak, demokrasi alanlarının birisinde yaşanan şiddet ve baskı, otoriter iktidarın ayakta durmak için her gün yeniden inşa edilmesini zorunlu gördüğü korku imparatorluğunun sınırlarını genişletmeye yaradı. OHAL döneminde ve OHAL uygulamalarının kalıcı hale geldiği “OHAL sonrası” dönemde yaşanan hak kayıplarını ve uygulanan baskının şiddetini şöyle toparlamak mümkün: 20 Temmuz 2017’de ilan edilen OHAL’le, 134 bin 144 kişi ihraç edildi, hakkında işlem yapılan öğretmen sayısı 61 bini aştı, görevden alınan subay astsubay sayısı 17 bin 498, OHAL ve sonrası ihraç edilen akademisyenlerin sayısı 6 bin 81, 5 binden fazla hakim/savcı görevden alındı, Bağımsız Gazetecilik Platformu’nun (P24) verilerine göre, şu anda cezaevinde 150’den fazla gazeteci ve basın çalışanı bulunuyor, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasının ardından 4 Kasım 2016’da düzenlenen operasyonla HDP Eşbaşkanları da dahil olmak üzere 12 milletvekili gözaltına alındı, sonrasında 9’u tutuklandı. İlerleyen aylarda tutuklanan HDP’li milletvekili sayısı 15’e yükseldi, Ocak 2018’deki İçişleri Bakanlığı verilerine göre HDP’li 102 belediyeden 94’üne kayyum atandı.2
Bu tabloya yasaklanan grevler, eylemlerde yapılan gözaltılar, Cumartesi Anneleri’nin eylemlerinin yasaklanması, kadın yürüyüşlerine, LGBTİ+ eylemlerine yönelik yasaklar, Kürt illerinde uygulanan sokağa çıkma yasakları gibi veriler eklendiğinde, AKP-MHP ve devlet koalisyonunun inşa etmeye çalıştığı korku imparatorluğunun boyutları biraz olsun anlaşılabiliyor.
OHAL ve MHP
16 Nisan referandumuyla kabul edilen tuhaf ve baskıcı başkanlık hamlesi, asli içeriğine OHAL koşullarında kavuştu. 16 Nisan referandumu bir perendenin ilk adımıysa, OHAL, perende atanın yerden yükselmeye başladığı evresi olarak antidemokratik sıçramayı karakterize etti. 2015 yılında dillendirilmeye başlanan “yerli-milli olmak zorunluluğu”, içte ve dış politikada her sert gelişmede yeniden içeriklendirilen bir beka kaygısı anlatısıyla birleşti ve karşımıza otoriter iktidar ve koalisyonun bir önceki dönemde düşman olan parçalarını bir arada tutmaya yarayan ideolojik zamk haline geldi.
Bu dönemi karakterize eden bir başka önemli gelişme de, sadece otoriter bir rejim baskıcılığının her düzeyde inşa edilmesinin yanı sıra, dünyanın en kitlesel ve en eski faşist partilerinden MHP’nin, siyasi tarihinin hiçbir aşamasında yakalayamadığı “oyun kurucu” işlevini edinmesi oldu. 12 Eylül’de tutuklanan faşistlerin, Kenan Evren rejimi için “fikirlerimiz iktidarda” demesinden çok daha farklı bir durumla karşı karşıyayız. İktidar, MHP’nin bir dediğini iki etmeyecek kadar bu partiye bağımlı hale gelmiş vaziyette. İktidarın zirvelerinden, sözcülerinden yaşanan ağır baskıcı gelişmelere karşı sesler yükseldiğinde, bu seslere en sert yanıtı MHP liderliği veriyor.
MHP, iktidar ortaklığının tüm nimetlerinden faydalanırken, hatta seçimlerde AKP’nin aşırı sağa meyilli seçmenlerini kendi saflarına çekerken, iktidarda olmanın hiçbir zararını da görmüyor. Hemen her konuda dile getirdiği antidemokratik uygulama hayata geçirilen ama bu devlet uygulamalarının yıpratan etkisinden de sonuçta iktidardaki parti olmadığı için muaf kalan MHP, OHAL koşullarının en önemli destekçisi değil sadece, aynı zamanda bu koşulların kurucusu ve fırsatçısı olarak “partili cumhurbaşkanlığı sisteminin” en önemli kazananı durumunda.
Kısa süre önce bölünen, daha da küçüleceği açık olan bir parti için, OHAL koşulları bulunmaz bir fırsat sundu.
Türkiye’de muhalefet arasında rejimin, son bir kaç yılda yaşanan seri değişimlerin adlandırılmasına dair tartışmalarda komik olan bir öğe var. Bu öğe, AKP’ye ezelden ebede kadar “faşist” damgası basmak için üretilen “teorilerin” MHP’nin karakterini es geçmeyi bir kural haline getirmiş olmasıdır:
MHP ve Ülkü Ocakları ideolojik bir değişim sürecinden geçmiş değil. Hâlâ sıkı sıkı ideolojik kökenine bağlı, hâlâ soy Türkçü. Lider-Teşkilat-Doktrin üçlemesi temel bir ilke olarak sahiplenilmeye ve Ülkü Ocakları’nda bu çerçevede ideolojik-politik eğitime devam ediliyor. Ülkü Ocakları merkezi tarafından hazırlanan bin kitaplık bir okuma listesi bu eğitimlerin bir parçası olarak ülkücülere veriliyor. Söz konusu ideolojik sıkılığı yıllardır kesintisiz yayınlanan ülkücü yayınlarda takip etmek mümkün. Ülkücü hareketin “doğası olan yoğun mücadeleyi” yürütebilmek için çelik bir iradenin gerektiği söyleniyor. “Ülkücü Hareket’in çelikten iradesini inşa eden yegâne şey ise Lider-Teşkilat-Doktrin üçlemesidir” deniyor.
Üçlemenin Turan’ı gerçekleştirebilmenin de tek yolu olduğu anlatılıyor. Bu üçlemenin Nihal Atsız’ın eserlerine atıfta bulunarak anılan Göktürk Devleti’nin yapılanışının devamı olduğu vurgulanıyor. Hareketin bütün mensuplarına bu üçlemeyi özümsemeleri, kayıtsız şartsız bağlı olmaları ve yaşam biçimlerini buna uyumlu hale getirmeleri salık veriliyor. Doktrinden dışarı taşmak, ihlal etmek cezalandırılması gereken bir davranış. Doktrinden kastedilen hareketin tıpkı Führer gibi konumlandırdığı ve ‘Dünya Türkülüğünün değişmez Lider’i’ olarak tanımladığı ‘Başbuğ’ Alparslan Türkeş’in ‘Dokuz ışık doktrini’.
Teşkilatlı olmak “benliğinden vazgeçmeyi” gerektiriyor. “Kendi benliğinden vazgeçerek mensubiyet şuuruna erişen ve bütünün parçası olan bu bireyler, zenginliklerini bütüne yani teşkilata katarak daha da değerli bir mertebeye ulaşmışlardır. Benliğinden vazgeçerek teşkilatın mensubu olmak, teşkilat için yaşamak, her insanın erişemeyeceği bir mutluluktur.” Kısaca, teşkilat “liderin izinde, doktrinin ışığında, son neferinin son nefesiyle mücadele edecek” yapılanmadır.3
Üstteki alıntı, 2015 yılının yaz aylarında ama özellikle 7-8 Eylül günlerinde HDP binalarına yönelik sayısız linç girişiminin yaşandığı dönemi analiz etmek için kaleme alınan bir yazıdan. O dönemde de saldırıların içindeki faşist odak gözden kaçırılıyor ve saldırıları AKP’ye bağlı faşist birliklerin gerçekleştirdiği söyleniyordu. “Osmanlı Ocakları” böyle meşhur oldu.7 Haziran 2015-1 Kasım 2015 seçimleri arasında yaşanan ve neredeyse her biri bir facia olan ve daha sonra OHAL döneminde inşa edilen korku imparatorluğunun temellerinin atıldığı dönemde iktidar olan gücün, gelişmelerin asli sorumlusu olduğunu tartışmak bir şeydir, bu iktidarın faşist bir iktidar olduğunu dile getirirken ırkçı linç girişimleri içinde motor rolü oynayan gerçek, kitlesel, deneyimli faşist odağın görmezden gelinmesi ilginç bir ikilem yaratagelmiştir. Her kötü, nobran, baskıcı uygulamayı faşizmin bir tezahürü olarak gören siyasal yaklaşımı eleştirip, faşizmin ne olduğunu anlatmaya çalışmak, tartışmanın diğer kutbundakilere iktidarın uygulamalarını görmezden geldiğimiz ya da aklamaya çalıştığımız yönünde, tartışmayı sönümlendiren, koflaştıran ve eksenini kaydıran sahte teorik çıkarsamalar yapma zemini sunuyor. Örneğin Bolsonaro’nun kurduğu rejimin faşist olmadığını söylemek, Bolsonaro ne kadar “düzgün” bir yöneticidir demek değildir. Tersine, bu, Bolsonaro’nun uygulamalarının ancak bir girizgâhı olabilecek bir faşist rejimin ne kadar korkunç olduğunun altını çizmektir. Bolsonaro, siyasal bir figür olarak faşist olabilir, faşist hayallere sahip olabilir ama Brezilya’nın faşist rejim tarafından teslim alındığını iddia etmek, kitlesel, açık-demokratik alanda milyonları kapsayacak bir mücadelenin de zemininin kalmadığını ilan etmek anlamına gelir.
Liderlerinin siyasi görüşlerinden farklı olarak otoriter rejimlerin açık zaafları vardır ki bu zaaflar faşist rejimlere özgü değildir. Faşist bir iktidarın çelişkileri, başka bir düzlemde açığa çıkar. Otoriter-popülist bir rejim sonsuza kadar aynı dengede var olamaz. Tek bir liderin etrafında kümelenen bir siyasal odak, oy temelli siyasal meşruluğu yani büyük kitleler, sermaye sınıfları, devlet ve küresel sermaye çevreleri tarafından zımni onayı sonsuza kadar sürdüremez. Eğer sürdürmeye çalışırsa, bunu ancak rejimin oy desteğine dayalı otoriter bir rejim olmaktan çıkıp devlet şiddetiyle “toplumun söndürüldüğü” total bir baskı evresine ve sandık meşruiyetini artık önemsemediği yeni bir evreye geçmesiyle yapabilir. Olduğu şey olmaktan çıkıp başka bir şey olmadan olduğu şey olamayan bir yönetim ilişkisi tartıştığımız!
Bu rejimlerin geçiciliğinin bir başka nedeni daha var: Kendilerinden önce emekçi sınıflar açısından pek de matah olmayan siyasal ve hukuksal kuralları darmadağın etmeye başlıyorlar. Bir yandan yıkarken bir yandan da yenisini yapmaya çalışıyorlar. Fakat yapamıyorlar. Bunun nedeni, keyfi bir otoriterliği hâlâ en kenarda köşede de kalmış olsa demokratik bazı kurallara göre inşa etmeye çalışmaları; siyasal ve toplumsal konsensüs aramaları. Tek kişi etrafında örgütlenen antidemokratik bir sistemi bir önceki antidemokratik ama yine de içinde kısmi demokratik öğeler barındıran mimarisi içinde inşa etmeye çalışıyorlar. Seçimlerde verilen oyu yüceltirken, bu oyla oluşan meclisleri küçültmeye, demokrasinin bazı yanlarına zorunlu olarak yaslanırken bazı yanlarını kopartılıp atılması gereken ayak bağı olarak görmeye başlıyorlar. Bu açıdan Erdoğan’ın, AKP’nin evrimi ve özellikle 15 Temmuz darbesinden sonra geçirmekte olduğu değişim çok açıklayıcı bir örnek oluşturuyor.4
Faşist bir rejim, bir krizi atlatmak için değil, bu krizi faşist bir dönüşümle atlatmak dışında başka hiçbir çare kalmadığına, bu çarenin maliyetinin burjuvazi açısından kabul edilebilir olduğuna ve üstelik faşist çarenin karşısına işçi sınıfının sosyalist çözümünün kaçınılmaz olarak dikildiğine egemen sınıf ikna edildiğinde gündeme gelebilir. Bu derin bir ekonomik, toplumsal, siyasal, psikolojik kriz, tam bir parçalanma, küçük burjuva kitleleri saran dehşetli bir yok oluş korkusu, burjuvaziyi çevreleyen şok edici bir mülksüzleşme paniği, ordu, polis ve yargı gibi devletin omurgasında yaşanmaya başlanan önüne geçilemez bir dağılma hissinin günlük yaşamın hiçbir zaman alışılamayan bir parçası haline gelmesiyle kuvvetli bir ihtimal olarak belirebilir. Üstelik, ortada, yıllar içinde örgütlenmesini geliştiren, kadrolaşan, kitleselleşen, kanlı eylemler zinciriyle deneyim kazanan ve kriz içinde ciddiye alınabilir bir güç olduğuna ordunun, polis teşkilatının ve devletin zirvelerini ikna edebilecek yetenekte olduğunu gösteren ama en önemlisi krizden bunalan küçük burjuva yığınların aşağıdan yukarıya doğru devlet içinde devlet gibi ve reaksiyoner temelde örgütlenmesini sağlamış bir faşist partinin olması gerekir.
Otoriter rejimler, başlı başına korkunç uygulamalara imza attıkları için kötü değiller sadece, aynı zamanda daha sağa, daha ırkçı ve yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığım işçi sınıfını atomlarına kadar dağıtmayı hedefleyen faşist güçlere kapıyı araladığı için de çok tehlikelidir.
Türkiye’de ise rejime özgün karakterini veren ve çok daha tehlikeli hale getiren öğe, yani “Yerli-milli ve otoriter” iktidarın üzerinde yükseldiği koalisyonunun bileşenlerinden birisinin faşist parti olmasıdır. Ama bu (ve aynı zamanda devletin derinlikleriyle koalisyona girilmesi) aynı zamanda özgün otoriter rejimin beklenmedik bir hızla krize girmesinin de nedenlerinden birisi, hatta başlıca nedenidir.
Rejimin Çelişkileri
AKP’nin ırkçı ve milliyetçi partilerle kurduğu yerli-milli-otoriter eksenindeki ittifak bir dizi çelişkiye sahip. Çelişkinin en net göstergesi, Doğru Perinçek’in hem AKP’nin 2007 yılındaki kapatılma davasını hem de 28 Şubat darbesini bugün hala savunmasında açığa çıkıyor.
Yerli-milli-otoriter koalisyon kuruluşunun her aşamasında, çelişkilerle yüklüydü. Fakat 31 Mart ve 23 Haziran seçimleri bu çelişkilerin büyük bir gerilemeyle beraber her yönden ortaya saçılmasına neden oldu. AKP liderliği büyük bir gerileme içinde olduğunu biliyordu fakat tekrarlanan İstanbul seçimleri, artık söz konusu olanın bir gerilemeden ibaret olmadığını, yaşananın apaçık bir çözülme olduğunu gösterdi.
AKP liderliği bir kısırdöngünün içinde. Parti tabanında kitleler halinde bir kopuş yaşanıyor. Erdoğan AKP üyelerine yolladığı bayram mesajında “Birçok ayrılıklar, şunlar bunlar vesaire gibi kampanyalar içerisine girenler olabilir. Kardeşliğimizi böldürtmeyeceğiz”5 demişti. Bu, AKP içindeki çözülmenin, ayrışmaların bir kampanya halinde sürdüğünü gösteren bir çıkıştı. AKP genel başkan vekili Numan Kurtulmuş ise, “Biz muhafazakâr Kürtlerden, Cuma cemaatinden, şehirli milliyetçi kesimden oy kaybettik. Ama bunları geri alabilmek için de vakit var, bu sürede yapacaklarımız da belli”6 dedi.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin mucitleri muhtemelen sadece AKP-MHP-devlet gruplarının ittifak yapabileceğini ve özellikle AKP tabanının blok olarak Erdoğan’ın gösterdiği adaya oy vereceğini sanıyordu. Oysa muhalefet de ittifak kurdu ve AKP tabanı blok olarak Erdoğan’ın gösterdiği adaya oy vermedi. 7 Haziran seçimlerindekine benzer bir şekilde AKP tabanının bir bölümü AKP’ye oy vermedi. Üstelik bu kez sadece AKP’ye oy vermemekle kalmayıp bazı ilçelerde 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin mukayesesinin gösterdiği gibi İmamoğlu’na oy verdi.
Milliyetçi muhafazakâr Karadenizliler ile muhafazakâr entelektüellerin bulunduğu semtlerden İmamoğlu’na önemli oranda oy çıktı. Yasin-i Şerif okuyan, cuma namazına giden, dini değerlerle bir sorunu olmayan CHP adayı imajıyla muhafazakâr seçmenin yoğun olduğu Bağcılar’da yüzde 42, Başakşehir’de yüzde 47, Sultanbeyli’de yüzde 32, Fatih’te yüzde 49, Güngören’de yüzde 48, Üsküdar’da yüzde 54 oranında oy almayı başardı.7
İstanbul seçimlerinin sonuçları, birkaç ayda unutulacak, etkisi kısa sürecek bir gelişme olarak görülmemelidir. Bu sonuçlar, iktidar blokunu şok etti ve bu geçici bir şok değil. Tüm karar alma süreçlerini temelden etkileyen ve bir panik duygusunu her an tetikleyebilecek bir sonuçtu yaşanan. İstanbul’da 800 binden fazla oy farkı, ülkede büyükşehir belediye başkanlıklarının büyük çoğunluğunun kaybedilmesi, AKP’de net bir şekilde görülen ve geri döndürülmesi hemen hemen imkânsız olan çözülme sürecinin başlamış olması hükümet ve çevresindeki kurum ve bireylerin beklenmedik ölçüde yanlış tutumlar almalarına, yanlış kararlar vermelerine ve garip açıklamalar yapmalarına neden oluyor.
23 Haziran tekrar seçimde, AKP liderliğinin tabanına demir attığını, ölse de kendisine oy vermekten vazgeçmeyeceğini sandığı kitlelerin partiden kopup gitmeye başlaması, bu partide hangi hızla süreceği tahmin edilemez olan çözülme sürecinin temelini oluşturuyor. Hem devlet hem de AKP liderliğini kısırdöngüye sokan temel bu aynı zamanda.
KONDA araştırma şirketinin genel müdürü Bekir Ağırdır, Independent Türkçe’ye verdiği röportajda bu çözülmenin altını şöyle çiziyordu:
Ayrıca, yeni kurulacak partiler öyle hedeflemeseler de, şimdiye kadar verdikleri imaj ve toplumun onları konumladıkları yer itibariyle öncelikle AK Parti’den oy alacaklarını söyleyebiliriz. Çünkü AK Parti’de bir çözülme var. Bir zamanlar AK Parti tek başına yüzde 52’leri, 53’leri görebilen bir partiyken, bu oranın yüzde 38’i, kafasına tabanca dayasan partisini değiştirmeyecek olan çekirdek seçmendi. Yüzde 38’in üzerine yüzde 13-14 civarında sempatizan seçmen oy verirdi. AK Parti, sempatizan seçmeni ciddi bir biçimde kaybetti… AK Parti için vahim olan çekirdek seçmen sayısında yaşadığı kayıp. Yüz kişiden 38’i kendini çekirdek seçmen kategorisinde değerlendirirken, şimdilerde 27 kişi bu tanımı yapıyor. Çözülme yaşayan seçmenin 4-5 puanlık bir kısmı tepkisini sandığa gitmeyerek gösterdi.Kalan kısmı ise muhalefet yerine, iktidar blokunda yer alan MHP’ye oy verdi.8
Bu çözülme, ne teşkilat yenilenmesiyle ne herhangi bir reforma benzemeyen yargı reformuyla engellenebilir bir gelişmedir, ne de zaten bu gelişmeyi engellemek yönünde adım atma ihtimali, imkânı, yeteneği ve arzusu olan bir liderlik vardır. AKP liderliği, 2015’ten beri adım adım inşa ettiği ve OHAL’le pekiştirdiği otoriter rejimi güçlendiren siyasetlere son verme yeteneğinde değil. Olayların denetimi, bu liderliğin elinden kaçıp gitti. Artık herkesin farkına vardığı gibi “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” tek bir siyasi figürü öne çıkartmış gibi görünse de aslında bu sistem istenilen otoriter yönetime yavaş yavaş ayak bağı olmuş durumda. AKP, başkanlığı kazanmak için kendisinden çok daha küçük partilerin oyuna muhtaç. Bu partilerse kendi gündemleri olan ve AKP’yle şimdilik yani geçici bir uyum içinde olan partiler ve kurumlar.
Başkanlığı kazanmak ve sürdürmek için bu partilerin desteği şart. Ama bu destek AKP liderliğinin de ufkuna çok uygun olduğu kanıtlanan daha sağ, daha da sağ, daha da devletten yana politikaların uygulanmasına bağlı. Numan Kurtulmuş muhafazakâr Kürtlerden oy kaybettiklerini açıklarken, Diyarbakır’daki muhafazakâr Kürtlerin de oy verdiği büyükşehir belediye başkanının yerine kayyum atanabiliyor. Bu ise tabandaki oy kaybını derinleştiriyor. Ama bu duruma AKP’nin çözülme sürecini hızlandırırken yerli ve milli koalisyonun parçaları olan partiler kayyum operasyonlarından çok memnun. Devlet Bahçeli, Süleyman Soylu’yu arayarak kayyum operasyonlarına desteğini sunuyor.9 AKP’nin Kısırdöngüsü İşte, AKP’yi devamlı güç gösterisi yapmaya iten güçsüzlüğün altında yatan çaresizlik böyle bir kısırdöngünün ürünü. AKP’nin kapatılma davasının o zamanlar için doğru olduğunu savunanlarla AKP’lileri “aynı davanın” partnerleri haline getiren kısırdöngü bu işte. Bu kısırdöngünün nasıl işlediğine dair bir kaç örnek, aynı zamanda faşist tehdidin otoriter rejimden farkını da gösterecektir.
AKP liderliğiyle neredeyse, üstten bir üslupla konuşan ve Erdoğan’ı arada ağır bir şekilde eleştiren Doğu Perinçek’in iddiaları hayli ilginç. Yukarıda Perinçek’in AKP’nin kapatılmasını savunmasına değinmiştim. Şöyle diyordu Perinçek:
HDP terör örgütü PKK’nın bir kolu. O zaman onlara demokrasi yok ve kapatılması gerekir. AK Parti kapatılma davası bizim dilekçemiz üzerine açıldı. 7’ye 6 çoğunluk kapatılmaya karar verdiği halde daha vasıfla bir çoğunluk arandığı için maalesef kapatılmadı. O gün kapatılması doğru olurdu ama bugün değil.”10
17 yıldır AKP’ye oy veren birisi olduğunuzu düşünün, Erdoğan’ın bugünkü ittifaklarından birisi, AKP’nin kapatılması davasını biz başlattık diyor ve kapatılması gerekirdi diye ekliyor. Aynı adamın HDP’nin kapatılması için canını dişine takmış olduğu konumuz değil. Ama Perinçek, çok daha önemli bir şey söylüyor. Bir televizyon programında, bir dizi AKP’li konuşmacının da olduğu bir tartışma programında 28 Şubat darbesini savunuyor. Programda dedikleri şöyle: “28 Şubat’ın bildirisini okuyalım, 28 Şubat’ın hedefinde Erbakan yoktu, Fethullah vardı, Çiller vardı, Amerika vardı.”11 Perinçek aynı konuşmasında 28 Şubat darbesi ile gündeme gelen ikna odalarını da savunuyor, programın moderatörünün şaşkın bakışları arasında.
Perinçek daha da kendisinden geçerek ve nereden aldığı belli olmayan güçle elini daha da yükselterek şöyle şeyler söylemeye başladı. Bir gazetecinin sorduğu, “Cumhur İttifakı’nın gayri resmi üyesi diyebilir miyiz Vatan Partisi’ne? sorusuna Perinçek şu yanıtı veriyor: “O ittifakın üyesi değiliz ama Vatan Partisi programıyla, stratejisiyle Türkiye’nin sorunlarını çözdüğü için hükümetler Vatan Partisi’nin arkasından geliyor. 2014 sonrasının sürecini şöyle tanımlayabiliriz: 2014’ten bu yana Tayyip Erdoğan Türkiye’yi yönetmiyor. Türkiye Tayyip Erdoğan’ı yönetiyor.”12
Erdoğan’ı yöneten Türkiye’nin kim olduğu sorusuna ise “Ordu, polis, sanayici, işçi, çiftçi, Vatan Partisi, esnaf…” diyerek yanıt veriyor.
AKP liderliği, “yerli-milli ve otoriter” bir koalisyonda Perinçek’le birlikte durmakta sakınca görmüyor, ama bu isim, hem 28 Şubat darbesinin metnini, hem 1960 darbesini, ikna odalarını savunuyor ve daha da önemlisi Erdoğan’ı yöneten “ortak aklın” merkezi olduğunu gizlemeye, saklamaya gerek duymadan ifade edebiliyor. Seçim meydanlarında ve AKP’nin gündelik propagandasında “başörtüsü özgürlüğünden”, “darbelere karşı olmaktan” söz eden AKP liderliğinin kurduğu ittifakın siyasal içeriği, gerçekten de bu partinin içine girdiği kısırdöngünün derinliğini gösteriyor.
Biraz sükûnet, biraz demokrasi, biraz eşitlik, biraz barış ve kardeşlik isteyenler, ana çelişkinin ABD’ye karşı milliyetçi bir sözde meydan okuyuş olduğunu ilan edip, tüm siyaseti bu çelişkiye göre formüle etmeye çalışan odaklarla aktif bir işbirliğinin aradıkları şey olmadığını görebiliyorlar. AKP’nin çekirdek oylarında erimenin nedenlerinden birisi bu.
Bir diğer ise MHP’yle kurulan ilişki.
MHP’yle AKP arasındaki ilişki her zaman bugün olduğu gibi değildi. 2015 yılının 1 Kasım seçimlerinin ardından devlet Bahçeli şu zehir zemberek açıklamayı yapabiliyordu henüz:
Koalisyon kurmaktan korkan, ülkeyi uçurumun kenarına kadar sürükleyen AKP’nin, toplumsal korkuyu tetikleyerek, tehdit ve şantajları silah gibi kullanarak milli iradeyi çarpıttığı çok açıktır. 7 Haziran- 1 Kasım arasında Türkiye’de yaşanmadık rezalet, planlanmadık kumpas, oynanmadık oyun kalmamıştır.13
Daha ağır suçlamaları ise 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce dile getiriyordu AKP’ye karşı:
Başbakan Erdoğan ve AKP hükümetinin, Türk milletinin onurunu, itibarını ve varlık haklarını müzakerelerle lekelettiğini ve ezdirdiğini kaydeden Bahçeli, eleştirilerini şöyle sürdürdü: Bunun vebali büyüktür. Bu sorumsuzluğun, bu art niyetin ve bu kepazeliğin karşılığı mutlaka ağır olacaktır. Başbakan ve hükümeti anayasa suçu işlemekte, ihanete tam teşebbüs etmektedir. Varlığımızı, birliğimizi torpillemeye başlamıştır. Türkiye beka düzeyinde tehdit altındadır. Rejim çökmenin sınırında, devlet tükenmenin arifesindedir.14
Perinçek, söyleşisinde Erdoğan’ı 2014 yılından beri Türkiye’nin yönettiğini söylüyor. Bu, devletle AKP liderliği arasında görüşmelerin o tarihlerde başladığı anlamına geliyor. 2015 yılında çözüm sürecinin önce buzdolabına kaldırılıp ardından da bütünüyle çöpe atılmasından sonra, Bahçeli AKP’yle yan yana gelmeye başladı. Fakat bu iki parti arasındaki yakınlaşmada en önemli adım 15 Temmuz darbe girişiminden sonra atıldı. Darbe girişimi hem MHP’nin AKP’ye bakış açısını değiştirdi hem de AKP liderliğini MHP’yle ilişkilenme konusunda cesaretlendirdi. Darbenin liderliğini Fethullahçı darbecilerin yaptığı kesinleştikçe, bu liderliğin dışında kalanlar açısından şöyle bir tablo oluştu: MHP, Vatan Partisi ve devletin geleneksel kanatları açısından darbeyi püskürten halk hareketi içinde büyük bir desteği olan Erdoğan, göz ardı edilemeyecek siyasi figür olarak öne çıktı. Erdoğan açısından ise devlet bürokrasisinin bu kesimiyle çok güvenilir olmasa da devlet yönetimi açısından işbirliği yapılması zorunluluk olarak görüldü. 2015’ten beri zoraki bir şekilde inşa edilmeye başlanan yerli-milli koalisyon 15 Temmuz darbesinin tetiklemesiyle hızlanarak, en azından tavanda inşa edilmeye başlandı.
MHP bu inşa sürecinin her bir aşamasına oyun kurucu olarak katıldı. Bölünen bir parti olmasına rağmen yeniden güç topladı, devlet bürokrasisi içerisinde eskisinden çok daha hızlı kadrolaşma şansını yakaladı, AKP hükümetinin çoğunluğu elde etmesinde kilit parti oldu, Kürt sorunu ve siyasal demokrasinin alanının daraltılmasında bütün özel talepleri dikkate alınan bir parti olarak, çok önemli bir siyasal konuma ulaştı.
15 Temmuz darbe girişimini hemen arkasından düzenlenen Yenikapı mitinginde hükümete koşulsuz desteğini açıklayan Bahçeli, dört ay sonra sürpriz bir çıkış yaparak parlamenter rejime vurulan kilidin sahibi olarak öne çıktı. 11 Ekim 2016’da grup toplantısında yaptığı “sürpriz” açıklamayla, AKP’ye, dolayısıyla Erdoğan’a “başkanlık önerisini Meclis’e sunması” çağrısı yaptı.
Bahçeli, “Fiili duruma hukuki boyut kazandırmak gerek” diyerek başkanlık sistemine geçilmesi gerektiğini söyledi.15
Bundan sonraki her bir siyasi gelişmede, MHP, siyasal alanı giderek daha ağır bir şekilde domine etmeye başladı. Daha sonra erken seçim çağrısı yaparak 24 Haziran 2018 seçimlerinin gerçekleşmesini de MHP sağladı. MHP, çok açık bir şekilde iktidarın ortağı durumunda. Neredeyse bir dediği iki edilmeyen, “beka anlatısı” etrafında örülen politikaların doğrudan üreticisi olduğu açık olan, devletin baskı politikalarını sakınmaksızın dile getiren ama bir yandan da hükümetin ortağı gibi görünürken iktidar olmanın hiçbir sorununu yaşamayan, çok özel bir konumda bu parti. Bu partinin müdahaleleri, hem tüm muhalefet hatta iktidarın bazı kesimleri tarafından hem de uluslararası demokratik kurumların sözcüleri tarafından dile getirilen Türkiye’de ağırlaşan hukuksuzlukta siyasetteki MHP efektinin ciddi bir etkisi var. Bahçeli, Erdoğan’a başkanlık yolunu açan ve OHAL koşullarının her yanıyla haksız bir rekabet anlamına gelen karanlığında yapılan referandum önerisini dile getirirken, “Fiili duruma hukuki boyut kazandırmak gerek” demişti. Erdoğan, gerçekten de her siyasi gelişmeye müdahil olan, hem parti başkanı gibi davranıp hem de cumhurbaşkanlığı yaparak fiili bir durum yaratmıştı. Önemli olan Bahçeli’nin bu fiili durumun sona ermesi için, demokrasiye değil, bu durumun yasallaşmasına odaklanmasıydı. Bu odaklanma son olmayacaktı. Anayasa Mahkemesi (AYM) “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalayan ve bu yüzden işten atılan, mesleğinden uzaklaştırılan, her hangi bir iş bulması imkânsız hale getirilen ve bunlar yetmezmiş gibi pasaportlarına el konulduğu için yurtdışına çıkışları engellenen akademisyenlerden 10’unun aldıkları cezalarda “hak ihlali” olduğuna hükmetti. Gerçekten de bu karar emsal oldu ve birçok barış imzacısı akademisyene beraat verildi. Devlet Bahçeli, AYM’nin aldığı karara karşı mahkemeleri hukuksuz bir adım atmak için yüreklendirdi. Şöyle dedi:
Yurt içinden ve yurt dışından sözde akademisyen ve entelektüellerin imza attığı PKK bildirisinde sokağa çıkma yasakları eleştirilmiş, devlet katliamcı olarak gösterilmişti. Anayasal düzeni yıkmak için kan döken, eylem yapan bir terör örgütüne destek olan sözde akademisyenlerle ilgili verilen cezaların neresinde hak ihlali vardır? Bunlar haklı değil, haysiyetsizdir. Bu nasıl bir haktır? Bu halde hak nedir, nasıl tarif edilecektir? Hainlerle ilgili hak ihlali kararı verenler maşeri vicdanda vebal altındadır. Geldiğimiz bu aşamada Anayasa Mahkemesi’nin bu hak ihlali kararına ilk derece mahkemesinin riayet etmemesi adaletin ruhuyla çelişmeyecektir.16
MHP, sadece hukuksuzluğa çağrı yapmakla yetinmedi, en koyu milliyetçi açıklamaları, en sert şekilde, neredeyse sokak ağzıyla dile getirmeye başladı. Bahçeli’nin üslubu, hem MHP kadrolarının üslubu haline gelmeye hem de başlı başına tüm demokratik alana yönelik tehdidin adresi olarak öne çıkmaya başladı.
Bugünkü CHP, Atatürk’ün CHP’siyle yollarını ayırmış, Kandil muhipliğine, Pensilvanya muhbirliğine soyunmuştur. CHP, emperyalizmin gece bekçisi, Türkiye düşmanlarının kule nöbetçisidir. Karşımızdaki CHP siyaseti, tarihsel çizgisinden vahim bir sapma haline delalettir. Bu CHP’nin aklı kiralık, siyaseti rehinli, istikameti aşırı risklidir. Yenikapı’ya otomobil sergisi açacak kadar çıldıran kırık sandalyeliler nereye varmak istemektedir? Türk milletine kafa tutmanın akıbeti kafanın kopmasıdır, terör örgütünü bekleyen son da budur. CHP yönetimi de terör örgütüyle ortaklığından bir an önce vazgeçmelidir.17
Bahçeli bu tür konuşmalara hiç ara vermedi. Bu tür olağanüstü rejimleri hedefleyen ve burjuva demokrasisinin sınırlarını ezilenler aleyhine topyekûn darlaştırmayı hedefleyen partiler ve sözcüleri, tesadüfî konuşmalar yapmazlar. Bahçeli, bu türden konuşmalarla soğukkanlı bir şekilde aynı anda birden çok adımı atmayı hedefliyor. Öncelikle devletin çekirdek kadrosu üzerinde koyu bir milliyetçilikle sürekli bir hegemonya kurmaya çalışıyor. 15 Temmuz’da dağılan devlet işleyişinin hangi temelde birleşik kalması gerektiğini, devletin kendisine sürekli hatırlatıyor. Bunu yaparken, egemen sınıfa da sürekli olarak aynı mesajı veriyor. “İstikrara benzeyen ne varsa bu MHP’nin sayesinde var” mesajı, egemen sınıfın yerli-milli-otoriter ittifak dışında bir ittifaka meyletmesine karşı bir barikat görevi görüyor. Fakat Bahçeli bu mesajlarıyla, hem AKP liderliği hem de esas olarak bizzat Erdoğan üzerinde “adam adama markaj” uyguluyor. AKP’ye sürekli olarak, iktidarda kimin sayesinde kalabildiğini, Erdoğan’a ise başkanlık macerasının sürmesini istiyorsa sürekli olarak sağ ve milliyetçi bir politik hat üzerinde ilerlemesi gerektiği mesajını veriyor. Kuşkusuz, Bahçeli’nin her çıkışı, AKP tabanında da çeşitli şekillerde karşılık buluyor. MHP liderliği, şimdilik, bu çağrıların AKP tabanında olumlu karşılık bulduğu tabanla ilgileniyor. Son iki seçimde yaşanan oy kaymalarına bakıldığında, AKP tabanından MHP’ye geçiş olduğu görülüyor. Bekir Ağırdır bunu çekirdek seçmenin yüzde 5’I olarak dile getirmişti. AKP tabanının geniş kesimleri ise MHP’ye kaymasa da ‘reislerinin’ iktidar macerasının en çok borçlu olduğu siyasetçinin koyu milliyetçi, sürekli düşman üreten görüşlerinin tortusuyla daha sağa çekilmiş oluyor.
Kuşkusuz Bahçeli her konuşma ve manevrasında MHP’nin politik çizgisinin hükümet üzerinde bağlayıcı bir etki yapması için çabalıyor. Bu, özetle, iç ve dış politikada “yerli-milli ve otoriter” siyasetin aralıksız, mevcut tüm devlet işleyiş kurallarını darmadağın etse de hatta darmadağın etme pahasına, hakim olması anlamına geliyor. Bu politika, çok açık ki demokrasinin kılcal damarlarına kadar imha edilmesi anlamına gelen ve hak gaspı, meydan okuma ve düşmanlaştırmaya dayalı bir tarzın ifadesi. Türk milliyetçiliğinden bir milim bile taviz verilmemesini garanti altına alma hedefi, MHP açısından mevcut konforlu koşullarda siyasi beyanlarla hayata geçmesini sağlama aldığı ve çoğu kez başarılı olan bir stratejinin ürünü.
Fakat Bahçeli’nin açıklamaları sadece bu kadarını hedeflemiyor. MHP, muhalefeti her hücresine kadar korkutmak istiyor. Bunu, beka kaygısı temelli politikaların esaslı savunucusunun MHP olduğunu ilan edip devlete kendisini göstererek ve bu politikalara karşı çıkanları bekleyen sonu sık sık ima ederek yapıyor:
Sayın Cumhurbaşkanı’nın düşmesi, milletin devletin düşmesi anlamına geldiği için yanındayım” diyen Bahçeli aynı konuşmasında dantel örer gibi inşa edilmeye çalışılan korku imparatorluğunu temellerini atan esas argümanı şöyle dile getirdi: Erdoğan düşerse demek Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi çökerse demektir. Ondan sonra ne olacağını tahmin edebiliyor musunuz? İç savaş nasıl çıkar, karşılıklı olaylar nasıl olur, hangi parti ne yapar…18
Bu, en başta işçi sınıfına ama kuşkusuz giderek tüm muhalefete verilen korkunç bir gözdağıdır. Burada, “Erdoğan düşerse” lafı, özel bir anlama sahip. Zira iki tür düşmeden söz edebiliriz. Birisi, 15 Temmuz darbe girişimi sırasında olduğu gibi, siyaset dışı bir müdahaleyle düşürülmesi var. Böyle bir düşürülmeye toplumun kahir ekseriyetinin karşı çıktığı 15 Temmuz darbe girişimini izleyen haftalarda görüldü. Fakat Bahçeli’nin bu türden bir düşürülmeden söz etmediği anlaşılıyor. MHP liderliği, Erdoğan’ın seçimlerde yenilmesini, AKP-MHP ittifakını seçimlerde yenmek üzere çeşitli ittifaklar kurulmasını da sonu iç savaşa kadar gidebilecek bir sürecin tetiklenmesi olarak gördüğünü ifade ediyor. Muhalefeti iç savaşla korkutmanın dışında, bu yaklaşımı iki açıdan ele almak mümkün. Birisi otoriter rejimlerin açmazı açısından MHP sözcülerinin19 yaklaşımı ele alınabilir: Demokrasiyi birçok kusurun başı ve sonu gibi görmelerine rağmen, bu liderlerin birçoğu, temel meşruluklarını eleştiri oklarını yönelttikleri demokrasinin genel seçimlerinde aldıkları oylara dayandırıyorlar. Neoliberalizmi eleştirip neoliberal politikaları iktidar oldukları her yerde uygulamaları, emperyalizmi eleştirir görünüp emperyalist dev blokların şu ya da bu kesimiyle sürekli askerî ve ekonomik işbirliği geliştirmeye çalışmaları, demokrasiyi eleştirip sandıktan çıkmayı meşruluklarının ana kaynağı olarak görmeyi sürdürmeleri otoriterizmin çelişkilerinden bazıları.
Bu çelişkiler bu dönemin neden geçici olduğunu da gösteriyor: kitlelerden aldığı oy desteğiyle kitlelerin temel çıkarlarına da karşı olan iktidar gücünü elinde merkezileştirmesi ve siyasal-hukuksal ve geleneksel kuralları atacağı adımların önünde engel olarak kodlaması sürekli endişe içinde bir rejimin kurulmakta olduğuna işaret eder.20
Bunun yanı sıra, MHP’nin bu yaklaşımlarını ikinci bir açıdan, buraya kadar yapmaya çalıştığım Vatan Partisi’nin yanı sıra bu MHP’nin ittifakı olan AKP’nin oy kaybını devam ettirecek çelişkileri, dolayısıyla hangi hızda seyrettiğini bilemediğimiz çözülme sürecini kavramak açısından da ele almak mümkün. AKP liderliğinin bir yandan çözülme, kopma gibi parti içi süreçlerden şikâyet edip öte yandan da bu gelişmelerin köklerini kavrayamaması, içinde oldukları hızlı iktidarlaşma sürecinin kazandığı otoriter ivmenin baş döndürücü etkisiyle açıklanabilir ancak. Zira sorunun teknik değil bütünüyle siyasal bir kökeni olduğunu görmemenin başka hiçbir nedeni olamaz.
Sadece Doğu Perinçek’in yaklaşımlarının AKP tabanında yarattığı çelişkiler değil, Devlet Bahçeli’nin vurgularının yarattığı çelişkiler de AKP’de yaşanan kopuşun tetikleyici unsurlarından. Üstte değindiğim örneğe bir kez daha yakından baktığımızda bu çelişkiyi göreceğiz. Bahçeli, Anayasa Mahkemesi’nden (AYM) ‘barış akademisyenleri’ hakkında çıkan “Zübeyde Füsun Üstel ve diğerleri başvurusu” kararını şöyle değerlendirmişti: “Hainlerle ilgili hak ihlali kararı verenler maşeri vicdanda vebal altındadır.”21
AKP’li Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, AYM kararını şöyle ele aldı: “Bireysel başvuru hakkını açan AK Parti hükümetidir. Kararı tasvip etseniz de etmeseniz de Türkiye bir hukuk devletidir, Anayasa Mahkemesi kararı herkes için bağlayıcıdır.”22 Fakat ne Adalet Bakanı’nın bu türden çıkışları durumu kurtarıyor, ne de AKP liderliği kurtarılması gereken bir durum olduğunu düşünüyor. “Yargı reformu” olarak adlandırılan paketin AKP tarafından hazırlandıktan sonra değerlendirilmesi için MHP’ye gönderilmesi, bu partinin kilit konumunu gözler önüne seriyor. MHP’nin belirlediği sınırların ötesinde bir esneme yapması, sadece AKP liderliği de son yıllarda benzer antidemokratik eğilimlere sahip olduğu için mümkün olmamakla kalmıyor, aynı zamanda MHP’nin vetosunu yeme korkusu, AKP liderliğini kendisine taban ve oy kaybettiren bu politikaları ısrarla uygulamak zorunda bırakıyor.
Sürekli Direniş Duruma değil de sürece bakıyorsak, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin işlemez halde olduğunu görmemek mümkün değil. Erdoğan’ın kendisi “Cumhurbaşkanlığı bünyesinde yürüttüğümüz kapsamlı bir çalışmayla tüm eksikleri belirledik ve çözüm yollarını ortaya koyduk”23 diyerek sistemin kilitlendiğini ifade etmişti farkında olmadan.
Yargı, emniyet, ordu, güvenlik, medya, üniversiteler, ekonomi, ticaret, kurumlar arası ilişkiler gibi her bir alanda keskin bir yönetim sorunu var. Görevden alma, Cumhurbaşkanlığı kararı alma, göreve atama gibi bir kısırdöngü devlet işleyişinde hakim eğilim haline geldi. İçeriği kof da olsa yargı reformu gibi gelişmelerin gündeme gelmesi, AKP liderliği içinden hükümet sisteminin rehabilite edilmesinin gerekebileceğinin söylenmesi bu durumun göstergesi.
Yargı alanında yaşananlar ise devlet işleyişinin halini ortaya seriyor. En son Selahattin Demirtaş hakkındaki karar yargı alanında derin krizi açığa çıkartmaktan başka hiçbir işleve sahip değil.24
2015’ten beri adım adım ve zaman zaman da çeşitli sıçrama anlarıyla inşa edilen rejim hem bu rejimin kendisini yasladığı ana gövdelerden birisi olan AKP’nin gerilemesiyle ve ittifak ortaklarının iç çelişkileriyle ama hem de inşa edilen korku imparatorluğuna gösterilen sürekli bir direnişle kriz yaşamaya başladı.25
Kürt siyasilere yönelik ağır bir baskı ortamı oluşturuldu. Ama ne Kürt siyasiler ne de Kürtler geri adım attı.
Barış imzacısı olan ya da muhalif olan akademisyenlere yönelik baskı, tutuklama, gözaltı ortamı akademisyenlerin direnişini yavaşlatmadı.
Gazetecilere yönelik baskı ortamı ve medya tekelleşmesi gazetecilerin seslerini duyuracakları ayrı mecralar oluşturmalarını engellemedi.
Karanlık siyasi atmosfer on binlerce kadının sokaklara çıkmasını engellemedi. Çevre hareketlerinin, köylülerinin direnişlerinin sonunu getiremedi. Avukatlar, doktorlar, öğrenciler, işçiler, kadınlar… Herkes baskıdan payını aldı ama herkes baskıya karşı kararlı bir direniş sergiledi. İşlerin “yerli-milli-otoriter” koalisyon için iyi gitmediği, özellikle OHAL koşullarında gerçekleşen 16 Nisan referandumunun sonuçlarında açığa çıkmıştı.
31 Mart ve 23 Haziran’da ise öfke sandıkta patladı.
Korku imparatorluğu bir iki ay içinde yerle yeksan oldu.
AKP liderliği içindeki çelişkiler, AKP içindeki çeşitli gruplaşmalar arasındaki çelişkiler, AKP’nin kurduğu ve 15 Temmuz’dan sonra bütünüyle belirginleşen yerli-milli-otoriter koalisyonun kendi içindeki çelişkiler, ekonomik sarsıntının yaratacağı çelişkiler, AKP liderliğinin 31 Mart seçimlerinden sonra moral üstünlüğü yitirmesinin yaratacağı çelişkiler, S-400 gibi başlıklarda hem NATO’dan yana hem NATO’ya karşı, hem AB’den yana hem AB’ye karşı açıklamaların depreştireceği uluslararası ilişkiler alanında yaşanacak çelişkiler ve bütün bu çelişkilerin ortasında AKP liderliğiyle AKP tabanı arasında derinleşeceği çok açık ve temel sorun olan çelişkiler, önümüzdeki dönemin siyasal çatlaklarının bir alanını oluşturacak.
İşçi sınıfının AKP’den umut besleyen kesimleri, bu partiden kopmaya başladı. Erdoğan tüm seçim kampanyası boyunca çok ilginç bir tutum takındı: Gezi döneminden beri, muhalefet saflarında ve kendi karşısında gördüğü kesimleri sürekli aşağılayarak sadece kendi tabanına, yüzde 50’lik kesime sesleniyordu. 31 Mart seçim kampanyasında ise kitlelere çay, çanta dağıtmak gibi işleri bir kenara bırakırsak, bu kez kendi tabanının da sadece bir kesimine seslenmeye başladı, hatta kampanyanın bazı aşamalarında kendi tabanının bazı kesimleriyle kavga etti. Yoksulların bir kesimi kendisiyle yüksek sesle konuşulmasından, sadece hakaret duymaktan, ekonomik krizin etkilerinden, hızlı fakirleşmeden, üç simit üç çaylık insanlar ilan edilmekten, zengin ve fakir arasındaki uçurumun derinleşmesinden ve daha birçok nedenle ama esas olarak adaletsizliklerin göze çarpma hızını tayin eden ekonomik krizin belirleyici etkisiyle AKP’den kopmaya başladı.
Antikapitalist, Özgürlükçü, Enternasyonalist Bir Alternatif
Bu kopuş kadınlar, gençler, köylüler, Kürtler ve çevre aktivistlerinin haksızlıklar karşısında daha da bileylenmesiyle el ele gitti ve bu dinamik hala devam ediyor.
Bu dinamik, kitlesel, demokratik, aşağıdan örgütlenen ve tüm hareketleri şu beş başlık altında birleştiren antikapitalist bir odağın inşa edilmesini her zamankinden daha önemli hale getiriyor:
- Hem küresel hem de bölgesel ve Türkiye’de aktif bir barış siyasetinin örgütlenmesi.
- Göçmenlerle dayanışmanın ve ırkçılığa karşı mücadelenin kitlesel ağlarının örülmesi.
- Kadın cinayetlerinin durdurulması ve kadınların özgürlüğünün sağlanması için mücadelenin güçlendirilmesi, desteklenmesi.
- İklim krizini gezegen ve tüm canlı yaşam lehine çözmek üzere küresel, kitlesel ve acil eylemlerin örgütlenmesine yardımcı olunması ve rekabete dayalı enerji politikalarına derhal son verilmesi için kalıcı bir kazanım elde edilmesine yardımcı olunması.
- Özellikle son bir yılda yaşanan hızlı fakirleşmenin faturasının yeniden işçilere kesilmeye çalışıldığı uygulamalara hiçbir taviz vermeden, krizin yükünün ve faturasının patronlara kesilmesi için, işçi sınıfının tüm mücadelelerinin aktif bir parçası olacak, bu harekete yardımcı olacak bir inisiyatif haline gelinmesi.
Düşünce, ifade, gösteri ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki tüm engelleri aşmak için bu konularda duyarlı olan tüm güçlerle tam çaplı bir dayanışmayı örgütlerken, OHAL karanlığının bir ölçüde kaçınılmaz bir şekilde yarattığı yanılsamalara son verecek bir alternatifi inşa etmemiz geerktiği çok açık. Gerçekte sol olmayan alternatiflerin sol gibi görüldüğü, işçi sınıfının ve ezilenlerin çıkarlarına tekabül etmeyen ittifakların örgütlendiği, sağa karşı sağcı ittifakların ehven-i şer olarak öne sürüldüğü alternatifler değil, antikapitalist, özgürlükçü ve enternasyonalist gerçek bir alternatif ihtiyacını hep birlikte inşa etmeliyiz.
Kaynakça:
- Karakaş, Şenol, 2019, “Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm”, Enternasyonal Sosyalizm Sayı 4.
- Oral, Meltem, 2016, “MHP değişti mi? Kuzu postunda kurt”, AltÜst, Sayı 17.
Dipnotlar:
- Karakaş, 2019.
- https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-44799489
- Oral, 2016.
- Karakaş, 2019, a.g.e.
- https://www.ntv.com.tr/turkiye/cumhurbaskani-erdogan-kardesligimizi-boldurtmeyecegiz,biW-TeOlGkejewznsjUWyQ
- https://www.milligazete.com.tr/haber/2995290/kurtulmus-turkiye-ittifakina-donulmeli-kaybettigimiz-kesimler-var
- Selvi, Abdulkadir, “CHP’de cumhurbaşkanlığı hesapları”, Hürriyet, 25 Eylül 2019.
- https://www.independentturkish.com/node/51366/r%C3%B6portaj/konda-genel-m%C3%BCd%C3%BCr%C3%BC-a%C4%9F%C4%B1rd%C4%B1r-ak-partinin-kendini-toparlamas%C4%B1-%C3%A7ok-zor-%C3%A7%C3%BCnk%C3%BC-fel%C3%A7
- http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/1539504/Bahce-li_den_Soylu_ya_kayyim_tebrigi.html
- https://www.internethaber.com/perincekten-ak-partiye-kayyum-destegi-2044883h.htm
- https://www.thmhaber.com/dogu-perincekin-ikna-odalarini-savunmasi-didem-arslan-yilmazi-da-sasirtti-video-226186
- https://www.independentturkish.com/node/73551/r%C3%B6portaj/do%C4%9Fu-perin%C3%A7ek-2014-y%C4%B1l%C4%B1ndan-beri-tayyip-erdo%C4%9Fan-t%C3%BCrkiye%E2%80%99yi-y%C3%B6netmiyor-t%C3%BCrkiye
- Sosyalist İşçi, 2019, Sayı 645
- g.e.
- https://www.bbc.com/turkce/43799117
- Evrensel, 2019, “MHP lideri Bahçeli, ilk kademe mahkemeleri ‘AYM kararına uymama’ya çağırdı”, 23 Ağustos.
- https://www.sabah.com.tr/gundem/2019/09/14/mhp-genel-baskani-devlet-bahceli-chp-ve-imamoglunu-elestirdi
- https://www.yenicaggazetesi.com.tr/asil-devlet-ve-millet-sorunu-budur-53270yy.htm
- MHP’de bu üslup giderek temel yaklaşım biçimi haline geldi. En son MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın da Twitter hesabından İYİP Genel Başkanı Meral Akşener hakkında hakaret ve tehdit dolu mesajlar yayınladı. Mesajlar MHP’nin AKP liderliğinin eliyle siyaseti savurmaya çalıştığı alanın koyuluğunu gözler önüne seren örnekler arasında: “Bu tahrikkâr ve tahripkâr gidişin sonu yıkım, enkaz ve çukurdur. Kavga, kaos ve istenmedik olaylara yol açabilecek; masum insanların birbirine girmesine, kan akmasına yol açabilecek kışkırtmalar tehlikelidir, ateşle oynamaktır… Son olarak İP müdiresine tavsiyemiz; Himayesine girdiğin HDP ile arana mesafe koy, Sırtını yasladığın Kandil ile arana mesafe koy, Kucağına oturduğun CHP ile arana mesafe koy, Talimat aldığın FETÖ ile arana mesafe koy.” https:// tele1.com.tr/mhpli-yalcindan-meral-aksenere-cok-sert-sozler-kucagina-oturdugun-86913/
- Karakaş, 2019, a.g.e.
- Ergin, Sedat, 2019, “‘Barış akademisyenleri’ne beraat süreci hızla ilerliyor”, Hürriyet.
- g.e
- https://www.timeturk.com/ak-parti-genisletilmis-il-baskanlari-toplantisi/haber-1194146
- Demirtaş’ın avukatları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2. Daire kararında, davada incelenmeyen, kabul edilemez bulunan ve ihlal bulunmayan hakların, AİHM Büyük Daire’ce yeniden incelenmesi talebiyle 19 Şubat 2019’da başvuru yapmıştı. Demirtaş’ın avukatları AHİM’de oldukça güçlü bir şekilde savunma yaptılar. Fakat AHİM Büyük Daire yeniden inceleme sürecinde avukatların konuya açıklık getiren fikirleri daha duyulmadan, Türkiye’de yargının ne kadar siyasi iktidara bağımlı olduğunu gösteren bir gelişme yaşandı. Avukatlarının Demirtaş için denetimli serbestlik başvurusu yaptığı gün, 26. Ağır Ceza Mahkemesi mahsup kararı verdi. Bugün denetimli serbestlik başvurusu yapıldı. Olası tahliyesini engellemek için Ankara Savcılığı Demirtaş’ın yargılandığı davayla aynı konudan ayrı bir soruşturma başlatıp tutuklamaya sevkini istedi. Demirtaş’ın avukatlarından Ramazan Demir’in sosyal medyadan duyurduğu gibi, Demirtaş yeniden tutuklandı.
- Sayısız gelişme ve alınan bir dizi karar çözülmenin sadece AKP’yi etkilemediğini, devletin de zaman zaman tam anlamıyla kilitlendiğini gösteriyor. Yargıda, Osman Kavala davasının iddianamesinin kabul edilmesi değil sadece, Kavala’nın aylar sonra gerçekleşen davasında mahkeme başkanının tutukluluğa son verilmesini istemesinin ardından mahkemeye ikinci bir heyetin daha atanması devlet işleyişinin idari tedbirlere alınan idari tedbirlere alınan idari tedbirlerle yürümesinin artık sınırlarına gelindiğini gösteriyor.