Demirtaş’a bir öneri: Güçlendirilmiş işçi demokrasisi

Şenol Karakaş 

Cezaevindeki arkadaşlarımızla, yoldaşlarımızla tartışmak çok zor. Hele Selahattin Demirtaş gibi, önce “hukuksal numaralarla”, sonra bu numaraların yetersiz kaldığı yerde, doğrudan baskıcı-hukuk dışı taktiklerle uzun bir süredir tutuklu bir arkadaşımızla tartışırken çok daha dikkatli olmak gerekiyor. Ama söz konusu olan Demirtaş. Benim de aralarında olduğum birçok antikapitalistin 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, seçilmesi için kampanya yaptığımız (“Oyumuz umuda-oyumuz Demirtaş’a kampanyası”) ve milyonlarca insanı etkileme, harekete geçirebilme gücü olan bir sosyalistten söz ediyorsak, bu tartışma kaçınılmaz oluyor. Sadece Demirtaş değil, bu makalenin kaleme alınma sürecinde yine birçok arkadaşımız ve eski-yeni HDP üyesi, 2014 yılındaki Kobanê eylemleri nedeniyle gözaltına alınıp, tutuklandılar.

Demirtaş cezaevinden yazdığı bir yazıda “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” önerisini dile getirdi ve bu önerinin alt başlıklarını ayrıntılanırdı.[1]

Yazıda tüm muhalif partilerin Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’i savunduğunu ama bu konuda bir açılım yapmadığını dile getiren Demirtaş, biraz da “iş başa düştü” mesajı vererek, bu öneriyi şöyle formüle ediyor: “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem, adı üstünde, bir yönetim sistemidir ve doğal olarak bu sistem sadece parlamentodan ibaret değildir. Bu tanımlama, kamunun bütün karar alma, uygulama ve denetleme çalışmaları ile toplumun ve bireyin bu çalışmalara katılmasının en demokratik şekilde düzenlenmesini ifade eder.”[2]

Özetle sadece meclis ve hükümetten ibaret olmayıp, toplumun da aktif katılacağı bir sistemden söz ediliyor:

Bu sistemin meclis (yasama) ayağı kadar yürütme (hükümet), yargı, bürokrasi, medya, sivil toplum, yerel yönetimler ve ekonomik model ayakları da son derece önemlidir. Zaten bu alanların tümü Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e göre düzenlenmeden yeni bir sistemden söz edilemeyeceği gibi, bu alanların tamamı demokrasiyle buluşturulmadan da sistemin demokratikliğinden söz edilemez.[3]

Daha sonra yazının bütününde, meclisten sivil toplum örgütlerine kadar yaşanması gereken düzenlemeleri başlıklar halinde sunuyor. Siyasi partiler, seçim sistemi, medya bağımsızlığı ve özgürlüğü, sivil toplum, yerel yönetimler, TBMM ve hükümet, yargı, ekonomi ve bürokrasi başlıklarında kısaca önerilerini toparlayan Demirtaş, bu gelişmelerin yaşanması için bir anlayış devrimi gerektiğini de vurguluyor:

Fakat her modelde olduğu gibi Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’de de gerçek ve kurumsal bir demokrasinin gelişmesi, öncelikli olarak anlayış devrimine bağlıdır. Halkın demokratik çıkarları dışında hiçbir amacı, hedefi, hırsı ve gündemi olmayan siyasi aktörlerin öncülüğünde ve tüm toplumsal kesimlerin el ele vererek oluşturacakları demokrasi ittifakının gücüyle başarılı olunabilir.[4]

Yazının bütünü okunup önerilere yakından bakılınca, geçen yıllarda gündemi bir ölçüde meşgul eden “radikal demokrasi” tartışmasında dile getirilen önerilerin, mevcut “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ni aşmak için somut bir biçime kavuşturulması çabası olduğu görülüyor. Öte yandan önerilerin ruhu, HDP’nin son birkaç seçimde içinde olduğu[5] eğilimi de daha anlaşılır kılıyor.

Buraya yazının sonunda tekrar değinmek üzere, bu “radikal demokrasi” zemininde geliştiği düşünülen önerilerin en temel sorununa değinmeye çalışacağım. Bu öneri, “devrimi” elimizden alıyor. Denilebilir ki, siz devrim yaptınız da Demirtaş mı “yapmayın!” dedi? Bu öneriler, milyonlarca genç aktivisti etkileme potansiyeline sahip. Aktivistler, bir sosyal devrimi, sosyal devrim için bir hazırlığı tartışacağı yerde, mevcut küresel kapitalist üretim ilişkileri ve dünya pazarıyla organik ilişkiler bağlamında şekillenen Türkiye kapitalizmini radikal demokratik tedbirler zinciriyle dizginlemek gibi, ilk bakışta daha mümkün görünen ve böyle göründüğü ölçüde de daha cazip gelen bir yaklaşımı tartışıyor..

Bu değişiklikler için ise bir “anlayış devrimi” gerektiği söyleniyor.

Oysa bize “anlayış devrimi” değil, kitlesel eylemlerin doğrudan bir ürünü olan devrimci bir anlayış, devrim anlayışı gerekiyor. Bunu, retorik olsun diye söylemiyor, bize gerçekten de lazım olanın “radikal demokrasi” anlayışına sahip bilinçli siyasi aktörlerin öncülüğünde kurulacak demokrasi ittifakları olmadığını göstermek için altını çizmeye çalışıyorum. Demirtaş’ın şu sözlerinde öne çıkan öge de değil ihtiyacımız: “Halkın demokratik çıkarları dışında hiçbir amacı, hedefi, hırsı ve gündemi olmayan siyasi aktörlerin öncülüğünde ve tüm toplumsal kesimlerin el ele vererek oluşturacakları demokrasi ittifakının gücüyle başarılı olunabilir.”

Bu cümleyle, biraz zorlayarak da olsa cebelleşince, “siyasi aktörlerin öncülüğünde” tüm toplumsal kesimlerin katılımının öngörüldüğünü anlıyoruz. Galiba “radikal demokrasiyle” bizim aramızdaki ilk büyük ayrım burada. “Halkın demokratik ihtiyaçları dışında hiçbir hırsa sahip olmayan” siyasi aktörlerin değil, bizzat halkın en örgütlü, en mücadeleci, en kolektif kesimi olan işçi sınıfının doğrudan demokrasi mekanizmaları bizim ihtiyacımız olan. Çünkü öncülük yapan siyasi aktörlerin nasıl hırslara sahip olduğu konusu sübjektif bir meseledir. Bu türden hırsları devre dışına itecek olan, karmaşık devlet makinesinin reforme edilmesini amaçlayan karmaşık bir başka mekanizma değil, işçi sınıfının doğrudan, aşağıdan yukarıya işleyen, kadın erkek işçilerin kendi eyleminin ürünü olan bir devrimci anlayışın sürekliliğinin sağlanmasıdır.

Bu ise demokrasinin değil, bir adım daha geriye çekilip toplumsal sınıfların, tartışma ve önerilerin merkezine alınmasını gerektiriyor. Yani tartışılması gereken demokrasinin radikal mi uzlaşmacı mı olacağı değil, hangi sınıfın demokrasisi olacağı.

Üst kattakiler, alt kattakiler

Kuşkusuz bu ne yerel ne de sadece Demirtaş’ın yapığı bir tartışma. Daha önce de tartışmaya çalıştığım gibi[6] son 20 yılda küresel hareketin her bir evresinde aktivistlerin karşılaştığı ve tartıştığı bir sorun olmaya devam ediyor. Bunu, “mevcut devleti ne yapacağımız sorunu” olarak ele alabiliriz. Sadece Türkiye gibi, sadece tuhaf olarak nitelenebilecek Türk tipi başkanlık rejimi gibi rejimlerin[7] hüküm sürdüğü ülkelerde değil düpedüz demokratik diye bildiğimiz ülkelerde de mücadele eden aktivistlerin özellikle eylemleri yaygınlaştığında ve devletin şiddet uygulayan ve suç işlemeye meyilli yüzüyle karşılaştıklarında sorduğu bir soru bu.

Demirtaş’ın yaptığı tartışmayı daha güçlü bir zeminde ele alabilmek için Lenin’in devlet tartışmasına yaptığı katkıya bakmakta fayda var. Örneğin bürokraside yaşanan çürümeden çıkış yolu Demirtaş’ın önerdiği gibi “üst düzey bürokratik atamalarda liyakat dışında hiçbir kritere yer vermemek” ve “bunu sağlayacak düzenlemeler” yapmak mı, yoksa bürokratik aygıtın çözülmesini mi sağlamak gerek tartışması, kitabî, saf teorik değil, güncel bir tartışma.

Geçtiğimiz aylar boyunca Demirtaş’ın da elinden geldiğince yakından ve heyecanlanarak izlediğinden emin olduğum ABD’de “Siyahların Hayatı Önemlidir” (BLM) hareketi aktivistleri, bir dizi eyalette polis teşkilatlarının ırkçı-rüşvetçi-katliamcı yapısı nedeniyle tam da böyle bir tartışmayı sıcağı sıcağına yaptı.

Bir devletin, dolayısıyla bir devlet yönetim sisteminin ne ölçüde reforme edilip edilemeyeceği Lenin’in geçen yüzyılın başında yaptığı tartışmayı çok anlamlı kılıyor.

Neil Faulkner Marksist Dünya Tarihi isimli kitabında MÖ 3000 yılında Irak’ın Fırat-Dicle deltasında bataklıkların ve çölün ıslah edilmesi ve sulanmasıyla giderek bir kent devrimine evrilen gelişmenin ilk yönetici sınıfın doğuşuna nasıl temel oluşturduğunu özetliyor.[8]

Sınıf, hem zenginle yoksul arasında toplumsal bir ilişkidir, hem de iktisadi sömürü ve artık biriktirme sürecidir. Sürekli olarak yeniden üretilmesi gerekir. Çekişmelere açık olduğundan sınıf mücadelesini içerir. Hükümdarların servet ve güç sahibi olma çabası, yoksulluk ile mülkiyet bileşiminden beslenir -sanayi öncesi toplumların hepsini bir mengene gibi sıkıştıran bir bileşimdir bu.

Yoksulluk, genel bir koşuldur. Geleneksel tarım ekonomilerinde, herkese bolluk sağlayacak kadar üretim yapılmaz. Üretim kimi zaman zorunlu ihtiyaçların karşılanmasına bile yetmez. Mülkiyet, kıt kaynaklar üzerindeki ayrıcalıklı, önsel [apriori] bir haktır. Zenginliği belirli bireyler, aileler, toprak sahipleri, tapınaklar, kabileler ya da şehir devletleri arasında pay eder. Mülkiyet özel veya kolektif [ortaklaşa] olabilir ama asla genel olamaz.

Bu çelişkili ikilik (yoksulluk ve mülkiyet), sınıfsal eşitsizliği, devlet iktidarını ve savaş halini ortaya çıkarır. Sümer’de askeri ve dini uzmanlara, görevlerini bir bütün olarak toplum adına yerine getirebilsinler diye artık ürünü kontrol etme gücü verilmişti. Konumları ilk başlarda halkın onayına bağlıydı. Ama artık üzerindeki kontrolleri onları güçlendirdi ve otoriteleri pekiştikçe, bunu kullanarak halkın onayı olmaksızın servetlerine servet katabileceklerini ve konumlarını koruyabileceklerini anladılar. Bu yolla, şehirli Sümer’in yüce rahipleri, savaş ağaları, şehir yöneticileri ve küçük kralları, artığı kendi çıkarına biriktiren ve tüketen sömürücü bir yönetici sınıfa dönüştü: Artık topluma ait bir güç olmaktan çıkıp, toplum üzerinde bir güç oldu.[9]

Doğrudan üretim sürecinden kopuk bir profesyonel yöneticiler fikri ve hem üretim sürecinde kullanılan üretim aletlerini hem de üretilen artık ürünü korumak üzere örgütlenen silahlı birliklerin varlığı, yönetim sürecinin ayrıcalıklı bir iş hâline gelmesine yol açtı. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet nüfusun ne kadar küçük ve üretimden kopuk bir kesiminin elinde birikiyorsa, siyaset alanındaki karmaşa, profesyonelleşme, uzmanlaşma ve yoğunlaşma da o kadar şiddetle artıyordu. Kapitalizm bu yoğunlaşmanın zirvesini temsil ediyor. Kapitalist devlet, işte bu zirvenin örgütsel ifadesi.

Engels bir mektubunda devletin toplumsal işbölümüyle ilişkisini devlet ve ekonomi arasındaki etkileşimi analiz ederek gösteriyor:

Toplum vazgeçemeyeceği bazı ortak işlevler yaratır. Bu işlevleri yerine getirmek için atanmış kişiler toplum içinde işbölümünün yeni bir dalını oluştururlar. Böyle yaparken, kendilerini atayanların çıkarlarından farklı, hatta onların çıkarlarına karşıt çıkarlar sağlarlar, onların karşısında bağımsız hale gelirler -ve devlet yerindedir. Ve şimdi… kesin olarak yeni güç genellikle üretim hareketini izlemek zorundadır. Ama başlangıçta kendisine verilen ve giderek gelişen göreli iç bağımsızlık sayesinde, üretimin koşulları ve cereyan tarzı üzerinde etkide bulunur. Eşit olmayan iki gücün etkileşimi söz konusudur: bir yanda, ekonomik hareket; öte yanda, ortaya çıkar çıkmaz kendi öz hareketine kavuşan ve en üst derecede bağımsızlık için çabalayan yeni siyasal güç. Genellikle, ekonomik hareket üstün gelir. Bununla birlikte, bir yandan kendisinin kurduğu ve göreli bağımsızlık verdiği siyasal hareketten, devlet gücünden ve öte yandan ona anında beliren muhalefetten gelen tepkilere katlanmak zorundadır.[10]

Lenin, toplumsal işbölümünün, toplumsal artığın korunması için örgütlenen gelişiminden, bu artığın özel mülkiyete dönüştürülmesi ve korunması için örgütlenen karmaşık bir işbölümü halini aldıkça, devletin nasıl geliştiğini, Marx’ın devlet üzerine yaptığı tartışmalardan yola çıkarak güncellemişti:

Marks’ın devlet öğretisinin özünü, bir sınıfın diktatörlüğünün, yalnızca genel olarak bütün sınıflı toplumlar için, yalnızca burjuvaziyi devirecek olan proletarya için değil, ama kapitalizmi “sınıfsız toplum” dan, komünizmden ayıran tüm bir tarihsel dönem için de zorunlu olduğunu anlayanlar, yalnız onlar, iyice kavramışlardır. Burjuva devlet biçimleri son derece çeşitlidirler, ama özleri birdir: Bütün bu devletler, son çözümlemede, şu ya da bu biçimde, ama zorunlu olarak, bir burjuvazi diktatörlüğüdür.[11]

Bu diktatörlüğün işlevi şudur: Üretim ve hizmet üretimi kitlesel ve kolektif bir karakter kazandıkça, farklı sermayelerin organik bileşimi anlamına gelen küresel piyasalarda oluşan karmaşa, tek tek her sermaye grubunun ulusal ölçekte korunması için güçlü bir itki yarattı. Devlet bu yüzden var, tepede, sermayelerin korunması için politik iktidarın merkezîleşmesi ve hızlı kararlar alan örgütlerle gelişmelere egemen sınıfların ‘genel çıkarları’ açısından müdahale edilebilmesi için.

Sermayeler arası ilişkinin garantörü olmak değil kuşkusuz devletin tek işlevi. Egemen sınıfların saflarında korunma güdüsü sadece sermayeler arası rekabetten korunmak değil, ezilenlerin tepkisinden de korunmayı içeriyor.

Öte yandan, aşağıda, kitlesel olarak üretim sürecinde yer alan mülksüzler arasında kendi sınıf çıkarlarını, yaşam standardını ve güvenliğini sağlama almak için iktidarı etkilemek yönünde bir başka basınç hissedilir. Bu basınç, sadece toprak ve mülk sahiplerinin oy verebildiği seçimlerden, önce erkek mülksüzlerin, sonra bütün kadınların oy verme hakkının garanti altına alındığı “genel oy” hakkı için mücadeleye dönüştü. Bu mücadele sürecinin her bir evresi mülksüz çoğunluğun siyasî iktidara etki etme düzeyinde belirleyici oldu.

Tartışmamıza gelirsek, bu etkinin en güçlü olduğu parlamenter demokrasi, aynı zamanda sınıf hiyerarşisinde en alt katta duran mülksüz büyük çoğunluğun politik iktidarı etkileme yeteneğinin sınırlarını da kesin çizgilerle tayin etti. Genel oy hakkının kazanıldığı her ülkede, demokrasi seçim dönemlerinde seçim kampanyası yapmak ve oy vermek özgürlüğüne indirgendi. Kapitalist demokrasinin en gelişkin biçimlerinde bile, politik iktidarın işleyişinde görev almak ayrıcalıklara sahip profesyonel bir yönetici olmak demekti. Üstelik devlet örgütlenmesi, seçimle tayin edilen hükümetlerden daha farklı bir sürekliliğe sahip olduğu için, seçimler, sürekli faaliyet halinde olan bir profesyonel yöneticiler ordusuyla uyumlu çalışacak bir profesyonel seçilmişler grubunun belirlendiği anlara indirgenmiş oluyordu.

Üretim süreciyle siyasal alanın birbirinden kopması, siyasal alanın kendi içinde karmaşıklaşması, sayısız ve farklı örgütlerin toplamından oluşan devlet örgütlenmesinin sürekliliğinin sağlanması, politik iktidarı sıradan fanilerin erişiminin imkânsız olduğu bir zirveye dönüştürdü.

Devlet, bürokratik uzmanlıkların üzerinde yükselen bir aygıttır. Polis kolejleri, meclis iç tüzüğü, hapishaneler, yüz binlerce askerin yönetilmesi, mavi bereliler, özel timler, yüksek yargı, danıştaylar, sayıştaylar, meclis grupları, bakanlıklar, müsteşarlar, milletvekilleri ve milletvekili danışmanlar ağları, önergeler, valiler, kaymakamlar, hâkimler, savcılar ve başsavcılar. Devlet, her biri nesnel olarak egemen sınıfın egemenliğinin yeniden üretimini garanti altına almak için çalışan bir komite gibi hareket eden bu bölümlerin oluşturduğu karmaşık bir organizma. Sahip olduğu bu karmaşıklığın, demokrasinin düzeyini de belirleyen temel nedeni ise toplumun küçük bir azınlığını oluşturan bir sınıfın iktidar aracı olması.

O yüzden, bir rejime, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” adını vermeden önce sorulması gereken soru şudur: Bu devlet, hangi sınıfın devleti? Sınıfsız bir devlet kavramı kendi içinde çelişkili olacağına göre, “devlet egemen sınıfın bir komitesidir” sözünü ister çok indirgemeci bulalım isterse gerçeğin merkezini işaret ettiğini düşünelim, “güçlendirilmiş parlamenter sistem”de devlet hangi sınıfa hizmet edecek, egemen sınıflara mı yoksa işçi sınıfına mı? Yoksa bu sınıfların aynı anda ortaklaşa denetlediği, bir uzlaşma üzerinde her toplumsal kesimin çıkarlarını garanti altına alan bir devlet mi olacak? Ya da toplumsal kesimler yerine hukuk karşısında bireysel hakları koruyarak insanları birey olarak mı eşitlemeye çalışacak? Böyle yaptığında, gerçek hayatta eşit olmayan, yani birisi zengin milyonlarcası fakir olan insanlar nasıl eşitlenmiş olacak? Ordu, polis, istihbarat faaliyetleri, silahlanma yatırımları ve tüm bu alanlardaki uzmanlığın hizmet ettiği unsur, hukuk karşısında eşitliği garanti altına alınmış bireyler mi olacak?

Bu sorular, Demirtaş’ın yaptığı önerinin bu sistemi veri aldığını ve bu verinin bir demokratik terbiyeden geçmesi için önerildiğini gösterme umuduyla dile getiriliyor. Devlet, her şeyi kabul edebilir ama sınıfsal belirsizliği asla kabul edemez. Devletin doğası için geçerli olan, demokrasi için de kaçınılmaz olarak geçerli olmak zorunda. Demokrasi ne devlet örgütlenmesinin niteliğinden ne de sınıflardan ayrı düşünülebilir.

Özel mülkiyet ve demokrasi

Geçtiğimiz aylarda Erzincan Kemaliye’de maden şirketi yöneticisi maden çıkartılmasına ve doğanın katledilmesine direnen yöre köylülerini “Buraya 200 asker yığarım” diye tehdit etmişti.[12] Bunun boş bir tehdit olmadığını biliyoruz. AKP iktidarlarının tarihi, bir açıdan maden ve inşaat patronlarının doğanın canına kastettikleri her yerdeki direnişleri bastırmak için istedikleri gibi jandarma ve polis “yığabilmelerinin” de tarihidir. Türkiye’de demokrasi mücadelesinin bir yönü, patronların bu “yığabilme” yeteneğini dizginleme mücadelesidir. Bu mücadele hiçbir zaman dengeye ulaşamayacak. Patronlar, devlet-medya-alışkanlıklar gibi ellerinin altındaki tüm olanaklarla yukarında aşağıya, demokrasinin alanının sürekli olarak daralması için basınç uygulayacaklar. Bu dev sermaye gruplarının dışında kalan toplumsal sınıflar ise aşağıdan yukarı, hemen hemen bir ölüm kalım savaşıyla, temel haklarının korunması ve genişlemesi için elinin altında birleşik örgütlenme dışında hiçbir olanak olmaksızın basınç yapmaya çalışacak. Bu güçlerden hangisi baskın gelirse, demokratik standartlar ona göre belirlenecek.

Ama burada, “elinin altındaki olanakların” ima ettiği öğeler, üretim araçları üzerinde özel mülkiyete sahip toplumsal sınıfın, radikal demokrasi koşulları altında da olsa sınıfsal iktidarının sürekliliğini sağlamak için avantajlı olduğunu gösterir. Bu yüzden tartışmayı ilerletirken, Lenin’in devletin doğası hakkında Kaustky ile yaptığı tartışmayı hatırlamak ve üzerinde bir kez daha düşünmek bir zorunluluktur:

Burjuva demokrasisi, ortaçağla karşılaştırıldığında büyük bir tarihsel gelişmeye karşılık düşse de, her zaman için sınırlı, güdük, sahte ve ikiyüzlü, zenginler için bir cennet, sömürülenler ve yoksullar için bir tuzak, bir aldatmaca olarak kalır ve kapitalizm altında bu şekilde kalmaya yazgılıdır. Hilekârlık, şiddet, çürümüşlük, yalancılık, ikiyüzlülük ve yoksulların ezilmesi: Modern burjuva demokrasisinin, uygar bir görünüm verilmiş, cilalanıp parlatılmış dış görünüşünün ardında gizlenen şeyler bunlardır.[13]

Bu, “demokratik kapitalizm” açısından bir istisnaya değil, bir genel kurala tekabül ediyor. Her an her yerden rüşvet, yolsuzluk haberinin gelmesi, dünyada yolsuzluk yapan siyasilerin bitmek bilmez hikâyeleri, Avrupa’da mafya tipi örgütlenmelerle içli dışlı olan parlamenterler, demokratik mekanizmalar engel oluşturduğunda egemen sınıfın ekonomik çıkarları için siyasal alana müdahale etme yeteneğini gösteriyor. Bu sonu gelmez, denetim altına alınmaya çalışılsa da sürekli olarak hukuksal sistemin gediklerini değerlendirerek hayat bulan ya da hukuk dışı alanda varlığını sürdüren egemen sınıfın hâkimiyet kurma tarzıdır. Kuşkusuz ‘hukuk dışı’ndan söz etmişken ‘hukuki olan’a, hatta bizzat ‘hukuka’ değinmeden olmaz.

Stanley W. Moore’un aktardığı gibi, konut sorunu hakkında Proudhon’la yaptığı tartışmada Engels hukuksal işleyişin dinamiklerini uzun uzadıya ele alıyordu:

‘İnsanlar,’ der Engels, tıpkı kökenlerinin hayvanlar âleminden geldiğini unuttukları gibi, hukuk sisteminin yaşamın ekonomik koşullarından geldiğini de unuturlar. Yasal mevzuatın karmaşık ve geniş kapsamlı bir bütün haline gelmesiyle, yeni bir toplumsal işbölümü zorunluğu doğar: profesyonel hukukçular zümresi meydana gelir ve bunlarla birlikte hukuk kuramı ortaya çıkar. Bu kuram, daha sonraki gelişmesinde, değişik hakların ve farklı zamanların hukuk sistemlerini, egemen ekonomik ilişkilerin yansımaları olarak değil, varoluş nedenlerini ve doğrulanmalarını kendilerinde bulan sistemler olarak karşılaştırır. Bu karşılaştırma ortak bir etmenin bulunduğunu varsayar; bu da hukukçuların bütün bu hukuk sistemlerinde az, ya da çok ortak olanı doğal hukuk altında toplayarak bulduklarıdır. Bununla birlikte, neyin doğal hukuk olup, neyin olmadığının ölçütü hukukun en soyut ifadesi olan adalettir. Bu noktadan sonra hukukçulara ve onlara gözü kapalı inananlara göre, hukukun gelişmesi insan ilişkilerini, yasal biçim aldıkları sürece, adalet ülküsüne, ebedi adalete, giderek daha fazla yaklaştırma çabasından başka bir şey değildir. Ve bu adalet her zaman sadece, var olan ekonomik ilişkilerin, bazen tutucu bazen devrimci yönden, ideoloji haline getirilmiş ve kutsallaştırılmış yansımasıdır.[14]

Kuşkusuz burada bir yanlış anlamanın açığa çıkması ihtimali var. Örneğin, yolsuzluk, ‘hukukun dışına çıkmak’ egemen sınıfın davranış kalıbıysa, bu gayri hukuki pratiklere karşı tedbirsiz mi olmalıyız? Olmamalıyız kuşkusuz ve kuşkusuz tüm tedbirleri almaya çalışmalıyız, ama bu sınıfın üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti yok edilmeden, hukuk-siyaset-devlet alanlarına doğrudan ya da dolaylı müdahaleleri engellenemez. Bu yerçekimi yasası gibidir; havaya atılan taş, yerçekimi yasasına uygun bir biçimde yere düşer, burjuva sınıfı ne kadar denetlenmeye çalışırsa çalışsın, toplumsal yaşamın her alanına nüfuz etmeye çalışır ve bunun önündeki engelleri aşmak için yaşamsal bir mücadele verir.

Bu, burjuvazinin doğasında olan bir özellik. Tek tek patronlar, kötülük yapmak üzere var olan bir sınıfın üyesidir. Her burjuva, başka patronlarda, kâr için ölüm kalım mücadelesi verdiği rakiplerini görür ve işçilerden bu rekabetten zarar görmeden çıkmak için uslu uslu çalışmasını bekler. Devletten ise hem başka patronlara hem de işçilere karşı kendisini korumasını, kendisi için yasalar çıkartmasını, kendi ayrıcalıklarını devletin ayrıcalıkları olarak görmesini bekler. Özel mülkiyet, bu açıdan, doğası gereği siyasal demokrasinin düşmanıdır. Siyasal demokrasi, özel mülkiyete sahip olan sınıfa karşı verilen haklar mücadelesinin toplamıdır. Yazılı tarih sadece sınıf mücadelesi tarihi değil, aynı zamanda uzlaşmaz sınıflar arasındaki mücadelenin de tarihi. Burjuvazi mafyayla, otoriter rejimlerle, diktatörlüklerle, Nazizmle, faşizmle, askeri rejimlerle uzlaşabilir, fakat siyasal demokrasiyle uzlaşmasının süresi, bir sonraki ekonomik ve siyasal krizde sermayenin kâr oranlarının düşüp düşmemesi, demokrasinin maliyetinin karşılayabileceğinden fazla olup olmaması tarafından belirlenir.

Bu sınıfın partileriyle, işçi sınıfının partileri ve örgütleri, adına ne denirse densin on dakikadan fazla uzlaşamazlar. Bu 10 dakika da hemen kalkılacak olan uzlaşma masasına oturma süresinden ibarettir. Bir koltukta iki karpuz belki taşınabilir ama bir devlet iki uzlaşmaz sınıf tarafından yönetilemez. Demokrasi, ezilen sınıfların mücadelesinin bağrında şekillenir, giderek ulusal ve küresel bir karakter kazandığı ölçüde de toplumun mücadele eden ezilen kesimlerinin devletten söküp koparttığı haklar kadar gelişme şansıyla kalıcılaşma ihtimali taşır. Ama demokrasi nihai olarak, egemen sınıfın, üretim araçları üzerindeki mülkiyetine bağlı olarak devlet iktidarı üzerindeki belirleyici konumunu yitirdikçe, özetle sınıf olarak anlamsız bir hale geldikçe, adını hak eden canlı bir organizma olduğu anlaşılır.

Bu yüzden, egemen sınıf partilerinin Demirtaş’ın dile getirdiği başlıklar etrafında denetlenmesi neredeyse mümkün değildir, mümkün göründüğü yerde ise neden ezilenlerin, bu denetleme işiyle uğraşmak zorunda oldukları, neden iktidarı kendi ellerine almak için devlet denilen aygıtı dağıtmak yerine denetleme işiyle yetinmek zorunda kaldıkları net değildir. Para sahipleri bütün denetim mekanizmalarına rağmen mutlaka gedikler yaratıp satın alabilecekleri siyasetçiyi, yargıcı, polis şefini bulmayı başaracaklardır ve bir para sahibinin rekabette “avantaj elde ettiği” bu yöntemi uyguladığını gören diğer para sahipleri, tüm denetim mekanizmalarına rağmen, satın alma süreçlerine yönelik yoğun bir talep oluşturacaklardır.

Bizler radikal demokratik işleyiş içinde olduğumuz rahatlığıyla hareket ederken, radikal demokrasi para babalarının yarattığı toplumsal çürümenin zemini olmaya başlamıştır bile.

Bir dünya sahnesinde siyaset yapmak

Demirtaş’ın önerisinin barındırdığı çelişkileri, Türkiye’nin 180 küsur ülke tarafından oluşturulan dünya pazarı ve dünya dış politikası içerisinde ele alınca, durum daha vahim görünür. Bu dünya pazarının sınırları, siyasal olarak emperyalistlerin keskin kılıcıyla sürekli olarak belirlenmeye çalışılırken, hükümet nasıl kararlar alacaktır. Örneğin, sermaye sınıflarının bazı kesimleri emperyalist hegemonya sorununu keşfedip bölgesel güç olmak için hamle yapma zamanı olduğunu düşünüp Mavi Vatan gibi bir tezi gündeme getirdiğinde, nasıl bir karar alınacaktır?

Sermayenin çıkarları, en azından bazı sermaye gruplarının çıkarları küresel ekonomik rekabete askeri rekabetin eşlik etmesini zorunlu kıldığında, tarihin hiçbir anında bu zorunluluk kendi sınıf çıkarlarına tekabül etmeyen işçi sınıfı ve Demirtaş’ın önerdiği sivil toplumun denetleme rolü yeterli olmayacaktır. Ordu ve polis teşkilatlarını ne kadar denetime açık hale getirsek de devletin devamlılığını sağlayan asli yapı, hali hazırda gücünü bu denetime karşı bağışıklık kazanmasında bulur. Silahlı güçler içeride nasıl sermayenin üretim ve yeniden üretim süreçlerini garanti altına almak gibi asli bir göreve sahipse, dış politikada da aynı görevi yerine getirmek, Türkiye örneğinde, Türkiye devleti tarafından güvence altında olan sermaye gruplarının bölgesel ya da küresel kâr mekanizmasını korumak, bu mekanizmanın sürekliliğini sağlamak için çalışır. Buna tüm “ulusu” birleştirmek üzere milli kılıflar bulmaya çalışılması, gerçeği değiştirmiyor.

Yüzyılın başında, sanayinin yoğunlaşması, devletin bağımsız ekonomik faaliyetlerle askeri ekonomik faaliyetleri birleştirmesine, bir askeri sanayi kompleksin ortaya çıkmasına neden oldu. Küresel hegemonya piramidindeki yerine göre her ülke, dış politikayı ordularının gücüyle sınırlanır bir şekilde sürdürüyor. Bu, sürekli barışçıl politikaların işçi sınıfı, kadınlar ve tüm ezilenler için daima savunulabilir olsa da neden bir ülkenin sermaye sınıfları için savunulamaz olduğunu gösteriyor. Dış politikada gerginlik, insanlar gerginlik sevdiği için değil her ülkenin sermayesinin boyuna posuna bakmadan tüm dünyayı fethetmek istemesinden, sermayenin artı-değeri fethetmesiyle küresel artı-değeri fethetme güdüsünün sermaye denilen ilişkiye mündemiç olmasından kaynaklanır. Radikal demokratik bir siyasal yapı, bir süre kendi egemen sınıfını denetleyebilse de, bir başka devlet sizin demokratik devletinizin alanına bir grup ittifakla birlikte müdahalede bulunabilir.

Bir dünya sahnesinde siyasal mücadele verdiğimizi bilmek, sorunlar, tek bir ülkede ortaya konulabilse bile çözümlerin ancak dünya sahnesinde tamamlanabileceği anlamına gelir. Sadece askeri tehditlerin güncelliği değil, hükümetlerin günlük ekonomi politikalarına “küresel piyasaların” doğrudan etkide bulunması da bileşik gelişme dinamiği hakkında yeterince fikir veriyor.

Buraya kadar hem devlet aygıtının uzlaşmaz sınıf çelişkilerini bir sınıf adına idare etme örgütü olduğunu hem de kapitalizmin bir açıdan her biri bir diğerinin hareket sınırlarını etkileyen bir devletler sistemi içinde yaşamak anlamına geldiğini anlatmaya çalıştım. Troçki, ‘tek ülkede sosyalizm’ uyduruk teorisini eleştirdiği bir makalesinde “Uluslararası işbölümünden, farklı ülkelerin gelişimlerinin eşitsizliğinden, karşılıklı ekonomik bağımlılıklarından, farklı ülkelerde kültürün farklı yönlerinin eşitsizliğinden, günümüzün üretici güçlerinin dinamiğinden çıkan odur ki” diyerek, bir işçi hükümetinin ancak ve “ancak bir ekonomik spiral sistemiyle, ancak tek bir ülkenin iç dengesizliklerini bütün bir ülkeler grubuna mal etmekle, ancak farklı ülkeler arasında karşılıklı yardımlaşmayla ve sanayi ve kültürün farklı dallarının karşılıklı olarak birbirini tamamlamasıyla” ayakta kalabileceğini anlatıyor. Bu açıdan, Troçki’nin sanayisi daha geç gelişen ülkelerde bir devrimin izleyeceği seyri ele aldığı ‘sürekli devrim teorisi’ni açıklarken kullandığı bazı kavramlar, güçlendirilmiş parlamenter sistem gibi önerilerin işçi sınıfı açısından taşıdığı zaafa da işaret ediyor: “Demokratik devrimin önderi olarak iktidara yükselen işçi sınıfının diktatörlüğü, hızla ve kaçınılmaz bir biçimde öyle görevlerle karşı karşıya kalır ki, bunların yerine getirilmeleri ancak burjuva mülkiyet haklarında derin gedikler açılmasına bağlıdır.”[15] Bu sadece bir doğrudan işçi hükümeti için değil, içinde sosyalistlerin olduğu herhangi bir hükümet ya da herhangi bir yönetim rejimi için de geçerlidir. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” içinde hangi partiler ya da partiler koalisyonu iktidara gelirse gelsin, işe başlamasının birinci dakikasında siyasetin özü itibariyle burjuva mülkiyet haklarını korumak ya da bu haklarda ‘gedikler açmak’ zorunda olduğunu görür. Doğrudan işçi sınıfına dayanmadığı açık olan partiler ise gediği burjuvazinin mülkiyet hakkında değil, çok açık ki işçi sınıfının kazanımlarında açmak üzere arka arkaya kararlar alacaktır.

İklim krizi şiddetlenirken

“Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” tartışması, küresel bir facia tüm gezegeni tehdit ederken yaşanıyor. İklim krizi yakarak ve yıkarak geliyor. Naomi Klein, kapsamlı kitabı İşte Bu Her Şeyi Değiştirir’de, iklim krizini bir savaş olarak tarif ediyor:

Bizim ekonomik sistemimiz ile gezegen sistemimiz şu ânda savaş halindedir. Ya da daha doğru ifadeyle, bizim ekonomimiz, insan hayatı dahil olmak üzere yeryüzündeki birçok hayat biçimiyle savaş halindedir. İklimin çökmesini engellemek için gerekli olan, insanlığın kaynak kullanımını daraltmasıdır; bizim ekonomik modelimizin çöküşten kurtulması için talep ettiği şey ise dizginlenmemiş bir büyüyüp genişlemedir. Bu kural kümelerinin yalnızca biri değiştirilebilir ve değiştirilebilecek olan da doğanın yasaları değildir.[16]

İklim krizinin bir felaket olarak yansıyan her bir darbesi, bu savaşta canlı yaşamının aldığı bir yenilgi olarak görülmeli. Bu yılın Mayıs ayında Hindistan ve Bangladeş’te Amphan kasırgası 3 milyon kişinin tahliye edilmesine neden oldu. Ardından Ağustos-Eylül aylarında California yangını yüz binlerce insanı etkiledi. Yazıyı iklim krizinin şiddeti konusunda veriye boğmanın gereği yok ama ekonomik kriz-salgın krizi-siyasal kriz ve iklim krizinin, özellikle artık tam anlamıyla bir ekolojik felaket boyutunu alan veçhesi, yaşamın, kapitalizme uyum sağlamaktan yorulduğunu gösteriyor.

Burada, Troçki’nin ilk kez 1930 yılında kullanmaya başladığı ama hem devrimlerin tarihini hem de toplumların tarihsel ve siyasal analizlerini yaparken yol gösterici olarak devreye soktuğu eşitsiz ve bileşik gelişim analizinin, iklim değişikliğini kavramak açısından da etkili olduğunu düşünebiliriz. Bu yasa, öncelikle ‘yolculuğun farklı aşamalarının bir araya getirilmesi, farklı adımların birleştirilmesi, eski ve çağdaş biçimlerin karışımı’[17] olarak ele alınsa ve işçi sınıfının sayısal açıdan küçük bir azınlığı oluşturduğu toplumlarda, yine de devrimin işçi sınıfının toparlayıcılığında süreklilik kazanmak zorunda olduğunun altını çizse de tek tek her ülkeyi, dünya ekonomisinin organik bir parçası olarak kavrayan daha derinlikli bir arka plana sahip.

1917 Rus işçi sınıfının devriminden sonra, bu arka plan, “geri kalmış ülkelerde burjuvazinin devrimci bir rol üstlenmesi olanaksızdır”[18] teziyle güçlendi. Nihayet, “Marksizm çıkış noktasını dünya ekonomisinden alır: Ulusal bölgelerin basit toplamı olmayan, dünya pazarı ve uluslararası iş bölümü tarafından yaratılmış güçlü ve bağımsız bir gerçeklik olan ve çağımızda ulusal pazarları kayıtsız şartsız bir şekilde egemenliği altına alan dünya ekonomisinden”[19] hiçbir ülkenin iç işleyişinin kendisinden kaçınamayacağı dünya ekonomisi vurgusuyla, Troçki, ‘eşitsiz ve bileşik gelişim” yasasının en genel şeklini dile getiriyor. Bu, kuşkusuz, sadece dünya ekonomisi tarafından belirlenen tek tek ülke ekonomileri anlamına gelmiyor, hem her ülke küresel kapitalizmin basıncını kendi özgün tarihsel şekillenmesine bağlı olarak yaşıyor hem de her ülkenin dünya pazarına, dünya siyasetine müdahalesi bütünü etkileyen parça işlevi görüyor. Her ülke, daha gelişmiş olanda geleceğinin bir yansımasını gördüğü bir gelişim arzusu içine girerken, daha geriden gelen ülkeler, bazı yönlerden de daha ileri öğeleri şekillendirebiliyorlar.

İklim krizi tek tek her ülkeyi doğrudan etkileyen küresel etken olma özelliğiyle ve tek tek her ülkenin sanayisi ve siyasal rejimlerince belirlenmesi nedeniyle eşitsiz ve bileşik gelişim yasasının işlerliğini gösteriyor. https://www.youtube.com/watch?v=cBujiKpHF94&ab_channel=DataIsBeautiful adresinde, ülkelerin 1850’den beri gerçekleştirdiği karbon emisyonlarının görselleştirilmiş hali bulunabilir. 1850’den 1888’e kadar, dört ülke, en başta ve açık ara önde: İngiltere ve onun arkasından ABD, Almanya ve Fransa, arkalarından gelen ülkelerden çok daha aşırı bir şekilde karbon salımı gerçekleştiriyorlar. ABD, 1888 yılında İngiltere’yi yakalayıp geçiyor ve kendisinden hemen sonra gelen üç ülkenin toplamı kadar açık bir farkla karbon salımı gerçekleştiriyor.[20] Bu videoda, sanayi devriminden 1990 yılına kadar olan dönemde 784 milyar ton karbondioksitin atmosfere salındığı ve 1990’dan sonra bu miktara 831 milyar ton daha eklendiği görülüyor. Eşitsiz ve bileşik gelişim yasası, iklim krizi sorununda, iklimi zehirleyen ülkeler en gelişkin ekonomilere sahip olanlarken, iklim krizine katkısı önemsenmeyecek derecede olan ülkelerin ise yaşanan iklim felaketlerinden ağır bir şekilde etkilenmeleri sorununda açıklayıcı oluyor.

İklim krizi, fosil yakıt şirketleri ve devlet demektir. Küresel karbon emisyonlarının üçte birinden sorumlu 20 şirket var. İklim kriziyle mücadelede, bu şirketlerin kapısına hemen kilit vurmak bir zorunluluktur. Tıpkı Türkiye’de gözümüzün önünde yaşanan çevre katliamının sorumlusu bir dizi şirketin kapısına vakit kaybetmeden kilit vurmanın zorunluluk olması gibi.

İklim kriziyle mücadele iki net siyasal gelişmeye aynı anda ihtiyaç duyuyor: Birisi küresel bir mücadele. Her devletin uymak zorunda olduğu ve uymayanların cezalandırılacağı sert anlaşmalar. Diğeri ise her devletin hızla yenilenebilir enerji alanlarına yönelmesi ve ulusal bir seferberlikle üretim alışkanlıklarının ve tarzının bütünüyle değiştirilmesi. Fakat burada bir sorun var: Erkin Erdoğan’ın Enternasyonal Sosyalizm dergisinin 6. sayısında yazdıkları, bu soruna çok iyi bir arka plan sunuyor:

Fosil yakıtların enerji sektörü içinde geleneksel olarak belirleyici bir ağırlığı var. Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2012 yılı verilerine göre dünya çapındaki birincil enerji arzının yüzde 33,1’i petrolden, yüzde 29,9’u kömürden, yüzde 23,9’u doğal gazdan, yüzde 6,7’si hidroelektrikten, yüzde 4,5’i nükleerden, yüzde 1,9’u ise yenilenebilir kaynaklardan elde ediliyor. Yani toplamda enerji arzının yüzde 87’si petrol, kömür ve doğal gazdan oluşan fosil yakıtlar ile sağlanıyor. Bu oranlar 1990 yılından günümüze kadar hemen hiç değişmeden geldi. Sadece kömürün oranının kısmen artışından, petrolün oranının ise biraz azalışından bahsetmek mümkün. Ancak küçük değişimler trendi etkileyecek bir fark yaratmıyor. 1990-2017 dönemi içinde dünyadaki enerji arzı ise yaklaşık yüzde 65 artışla 8 milyar ton eşdeğer petrolden 14 milyar ton eşdeğer petrol seviyesine kadar yükseldi.

Peki üretilen bu enerjiyi kim kullanıyor? Yine Uluslararası Enerji Ajansı’nın verilerine bakarsak 2015 yılında dünya çapında üretilen enerjinin yüzde 29,6’sı endüstri, yüzde 28,5’i ulaşım, yüzde 21,3’i evsel, yüzde 8,1’i ticari hizmetler ve kamu hizmetleri, yüzde 2,1’i tarım ve ormancılık, yüzde 0,1’i balıkçılık alanlarında kullanılıyordu. Evsel kullanımı ve petrolün enerji dışı alanlardaki kullanımını hariç tuttuğumuzda, enerjiye, büyük oranda üretim yapan sektörlerin ihtiyaç duyduğunu görüyoruz.

Sektörlerin 1990 yılından bugüne kadarki enerji kullanım oranlarının trendleri, üretimde olduğu gibi büyük ölçüde sabit. Tüketim ise 1990 yılından bugüne yüzde 50 oranında artmış. Bu büyük resim bize, son 30 yılı temel alırsak, enerji üretim ve tüketim kalıplarının esnek bir yapıda olmadığını, hanelerin enerji talebinin toplam tüketim içerisinde nispeten küçük bir oranı temsil ettiğini ve kapitalizmin büyük oranda fosil yakıtlara bağımlı olduğunu gösteriyor.[21]

Sorun, kapitalizmin, üç aşağı beş yukarı fosil yakıt şirketleri anlamına gelmesinde. Kapitalizmi yönetmek, diğer bir deyişle, kapitalist hâkim üretim tarzı altında, sistemin köküne dinamit koymaksızın güçlendirilmiş de olsa bir parlamenter rejim hayal etmek demek, bu şirketlerin hâkim olduğu ekonomiyi yönetmek demektir. Bu genel küresel eğilim Türkiye’de de benzer bir şekilde yaşanıyor. 2020 verilerine göre, Türkiye’de en çok satış geliri elde eden 10 şirketin 6’sı enerji, ulaşım ve otomotiv sektöründen. Bu ekosisteme yönelik katliamın bir de inşaat ayağı var ki bu konuda CHP yöneticilerinden birisinin dile getirdiği ilginç bir tartışma yaşandı. Bu tartışma, anlatmak istediğimi çok iyi özetlediği için kısaca değinmekte fayda var.

CHP Genel Sekreteri Selin Sayek Böke, katıldığı bir TV programında iktidara gelmeleri durumunda, kamunun sırtına özelleştirmeler ve Hazine’nin verdiği garantilerle bindirilen büyük yüke son verileceğini söyledi ve CHP iktidarında bunların hepsinin kamulaştırılacağını söyledi. Bunu nasıl yapacakları sorusuna, “Özel sektör dediğiniz Türkiye’deki bütün kaynakları rantla yemiş olan 5 şirketten bahsediyorum. Ne müzakeresi yapacağız? Müzakere falan yok. Buraya yazacağız, ‘Bunlar artık kamunundur’ diyeceğiz ve devam edeceğiz” yanıtını verdi. [22]

Kuşkusuz Böke, dünyada devletten en çok ihale alan ilk 10 şirket arasında yer alan Limak, Cengiz, Kolin, Kalyon ve MNG Holding gibi şirketleri kastediyor. CHP’liler kamulaştırılacak şirketlerde bir yandaşlık “koşulu” arıyorlar ve elbette akıllarına, cumhuriyet değerleriyle şekillendiğini düşündükleri TÜPRAŞ gibi şirketler, TÜSİAD gibi en büyük patron örgütleri gelmiyor. Oysa iklim krizi, gıda, su, tarım, göç, sel felaketleri, kuraklık gibi sayısız sorunla birlikte geliyor ve sadece Böke’nin saydığı şirketleri, sadece Böke’nin söylediği gerekçelerle değil, kapitalizmin damarlarında akan kan anlamına gelen fosil yakıta bağlı enerji ve otomotiv sektörünün bütününü kamulaştırmak ve hızla tasfiye etmek de bir zorunluluk. Peki bu kamulaştırmayı kim yapacak? Kamu adına davranan ve aslında hiçbir konuda anlaşması mümkün olamayan, anlaştıkları tek konu “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” olan siyasi partiler mi?

İklim krizi ve kirli, tehlikeli enerji konusunda işçi sınıfı, genç aktivistler ve ekosistem savunucularıyla sermaye gruplarını aynı anda rahat ettirecek, aslında giderek, hemen her siyasal başlıkta, uzlaşmaz sınıfları aynı anda mutlu edecek ortak kararlar alabilecek bir ortak siyasal iradenin çıkması mümkün değildir. Tsipras’ın Naomi Klein’a anlattıkları bunu acıklı bir şekilde kanıtlıyor. Klein, 2013’te henüz muhalefette olan Syriza’nın iktidar koalisyonunun yeni petrol ve doğalgaz çıkarımına onay vermesine çok şaşırdığını söylüyor. Syriza her ne kadar madenden elde edilecek paraların emeklilere aktarılmasını savunduklarını söylese de temelde maden ve petrol çıkartılmasına bir alternatif önermiyordu. Naomi Klein hikâyenin gerisini şöyle anlatıyor:

Syriza, muhafazakâr iklim değişikliği inkârcılarının korktukları gibi, iklim değişikliğini sosyalist ütopyalarını ortaya koymanın bir fırsatı olarak koymak yerine, küresel ısınmadan konuşmaktan tamamen vazgeçmişti.

Bu partinin lider Alexis Tsipras’ın bir röportajda bana açık açık söylediği şey: Biz çevreyi ve iklim değişikliğini görüşlerimizin merkezine yerleştirmiş bir partiydik. Fakat Yunanistan’ın geçirdiği ekonomik buhran yıllarından sonra küresel ısınmayı unuttuk.[23]

Syriza daha muhalefetteyken iklim kriziyle ilgili prensiplerini unutmakla yetinmedi, kendisini iktidara taşıyan radikal talepleri de unutmak zorunda kaldı. Syriza, borçların kısmen silinmesi, bedava elektrik, gıda ve kira desteği, sağlık hakkında ve emeklilik maaşlarında iyileştirme, ulaşım reformu, zenginlerin vergilendirilmesi, asgari ücretin artırılması ve demokrasinin geliştirilmesi gibi taleplerle Yunanistan’da emekçilerin desteğini aldı. Ama iktidara geldiği anda hem uluslararası sermaye hem de Yunanistan egemen sınıfı ve devletinin varlığı ve talepleriyle yüzleşti.[24] Yunanistan’da mücadele eden Sosyalist İşçi Partisi’nin (SEK) üyelerinden Panos Gargaras, bir röportajında iktidara gelmesini değerlendirdiği Syriza hakkında şunları söylüyordu:

Syriza medya tarafından radikal solun partisi olarak sunuluyor. Gerçekte ise Yunanistan’daki sosyal demokrat partilerin çöküşüyle oluşan boşluğu dolduran bir merkez sol partisi. Bu durum yeni hükümetin bileşiminden de görülebilir. Savunma Bakanlığı, muhafazakâr bir parti olan Bağımsız Yunanlar Partisi’nin (ANEL) liderine verildi. Dışişleri Bakanı ulusalcı eski bir PASOK üyesi. Ekonomi Bakanı ise yakın geçmişe kadar Syriza liderliğinden kişilerce dahi neoliberalizme karşı uzlaşmacı bir tutum almakla eleştirilen bir ekonomi profesörü. Sol reformist bir parti olarak Syriza’yı tanımlamanın doğru yolu, tabanı işçi sınıfından oluşan ama liderliği egemen sınıfla uzlaşan bir parti olması (…) İşçi sınıfı aktivistlerinin çok geniş bir kesimi, Syriza’nın solunda duruyor. Dolayısıyla işçi sınıfının beklentileriyle Syriza’nın yapabilecekleri arasında çelişki olduğunu düşünüyoruz.[25]

Kısa süre sonra Yunanistan, kreditörlerin nakit akışının yeniden sağlanması karşılığında öne sürdüğü koşulları hükümetin kabul edip etmemesi konusunda karar vermek üzere sandığa gitti. Referandum sonucunda Yunanistan halkı yüzde 61’lik bir oy oranıyla anlaşmaya “Hayır!” demiş olsa da Çipras hükümeti, IMF, Avrupa bankaları ve doğrudan Avrupa Birliği heyetlerinin taleplerine boyun eğdi.

İklim krizi ise kreditörlerin nakit akışı gibi önlemlerle, sistem içi reformlarla çözülebilecek bir sorun olmaktan çoktandır çıkmış vaziyette. Üstelik, bildiğimiz kapitalizm, bugünün kapitalizmi, her bir ulus devletin yardımıyla her reform önerisini püskürtmek üzere örgütlü bir şekilde hareket ediyor. Sorun, bırakalım bir tek ülkede “güçlendirilmiş parlamentoyla” enerji patronlarının komitesi gibi çalışan devletleri reform adımlarına ikna ederek çözülmeyi, tek bir ülkenin cansiperane çabalarıyla çözülebilme olasılığının bütünüyle ötesinde büyümeyi sürdürüyor. “Uluslararası toplum” denilen şey, kolektif, bilinçli bir çabayla bu sorunu eş zamanlı bir şekilde çözmek için adım atmak zorunda. İrlanda’da ve Güney Afrika’da aktivistler fosil yakıt kullanımını radikal bir şekilde azaltırken bu sektörlerde çalışan işçilerin mağdur olmasını engellemek ve yeni iş alanlarının oluşmasını da sağlamayı merkezi bir planlama dahilinde bir iktidar politikası haline getirebilmek için “1 milyon iş” kampanyası gibi kampanyalar örgütlüyorlar. Büyük kitlelerin günlük yaşamsal ihtiyaçlarına odaklanan ve sendikalar tarafından dile getirildiği oranda daha da büyük bir anlam kazanan bu türden kampanyalar çok önemlidir. Yine de görülmesi gereken, bu önerilerin hızla milyonları kapsayacak radikal eylemlere ilham vermek üzere değerlendirilmesidir. Kitlelerin doğrudan kapitalizmi hedefleyen uluslararası eylemleri olmaksızın reform elde etmenin bile imkân dahilinde olmadığı bir küresel sorunla, hem dünyanın en büyük petrol, doğalgaz ve silah şirketlerinin baskısını hem de tek tek ülkelerde egemen sınıfların baskısını göğüsleyecek bir “güçlendirilmiş parlamenter sistem” henüz icat edilmedi. Bu baskıyı göğüsleyebilecek tek siyasal güç, ancak işçi sınıfının doğrudan eyleminin ifadesi olan siyasal örgütlenmeler olabilir.

Çıkış noktası

Demirtaş’ın çıkış noktası Financial Times’ın sorularına verdiği yanıtlardan çok net bir şekilde anlaşılıyor. Gazetenin bir sorusuna yanıt verirken “Türkiye’de demokrasinin kırıntısının bile kalmadığını”[26] söylüyor. Türkiye’de aşırı sağ bir şovla karşı karşıyayız ve biraz vicdan, biraz sağduyu, biraz sıcaklık ve iyimserlik taşıyan herkesi öfkelendiren gelişmeler yaşanıyor. Sadece Demirtaş gibi siyasilerin rehin olarak tutuklanması değil söz konusu olan, tecavüzcülerin, kadın katillerinin, hayvan katillerinin serbest bırakılması, mafyavari tiplere af çıkarken düşüncelerinden dolayı hapis yatanların af kapsamından çıkartılması, mahkemeler tarafından hakkında beraat verilen insanların cezaevinin kapısından çıkmadan bu sefer başka bir suçtan tutuklanması gibi uygulamalar birikiyor. Sık sık “millet iradesi” vurgusu yapanların halkın oylarıyla seçilen siyasileri tutuklaması ve özellikle HDP’nin seçimlerle kazandığı tüm belediyelerine kayyum atanması, belediye başkanlarının tutuklanması gibi uygulamalar birikiyor. Demokratik haklar teker teker ayaklar alına alınıyor. Siyasal gücün aşırı merkezileşmesiyle “olduğu kadarıyla demokrasi”den ışık hızıyla uzaklaşılması arasında doğrudan bir ilişki var.

Devlet yetkilileri bu olguyu hangi gerekçeyle açıklamaya çalışırsa çalışsınlar, gerçek ortada külçe gibi duruyor: Milyonlarca insan için oy vermek giderek anlamsızlaştı. Demokrasinin en temel işleyiş mekanizması, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgede yok sayılıyor. Seçme hakkı, seçilme hakkı, devletin istediği zaman kayyum atama hakkının yanında anlamsızlaşıyor.

Demokrasinin bu en kolay hayata geçebilen ve egemen sınıf ve devlet açısından da kabullenmesi kolay olan özelliği, kayyum yöntemiyle kitlelerin bir hakkı olmaktan çıkartılınca, genel olarak demokrasiden geriye pek bir öge kalmıyor. Diyarbakır belediyesine kayyum atayan, işçilerin grev hakkını da yasaklayabilir. HDP’li belediye başkanlarının haklarının ve seçilme hakkının gasp edilmesiyle defalarca “milli güvenliğe aykırı” olduğu söylenerek işçilerin grev haklarının ya da çeşitli işçi kesimlerinin haklarını almak için başlattıkları yürüyüşlerin jandarma tarafından kesilmesi arasında sanıldığından çok daha büyük bir bağlantı var. Demokratik olan en sıradan hakkın bile gasp edilmesi, gasp edene “yapabiliyorum” duygusunu yükler. Antidemokratik uygulamalar alışkanlık haline geldikçe bu alışkanlık yeni sahalara ihtiyaç duyar. Seçme hakkı elimizden alınınca, gösteri hakkının alanı da işgal edilmiş olur. Gösteri alanı işgal edilince, düşünce özgürlüğü alanı da daraltılır. Her daralan alan örgütlenme alanını daha da sınırlar. Hakların kullanımının doğruluğu-yanlışlığı seçmen iradesinden ve eşit hukuksal uygulamalar açısından değerlendirilmek yerine güç sahibinin tasarruf yapma keyfiyetine bağlı olduğunda, geriye kalan haklar elimizden hızla uçup gidebilir.[27]

Demirtaş’ın bu açıklamasından yaklaşık iki ay sonra, hükümet yetkilileri, önce Adalet Bakanı ve ardından Cumhurbaşkanı hukuk vurgusu yapmaya başladılar. Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak’ın istifa ettirilmesinin ardından, özellikle hukuki alanda yaşanan anti demokratik ve hukuk dışı gelişmelere, Adalet Bakanı’nın sanki bakan başkasıymış gibi yaklaşması, iktidarın demokrasi aşkından değil, ekonomik krizin siyasal sonuçlarından sakınma isteğinden kaynaklanıyor.

Zira, en AKP yanlısı gazeteciler bile, AKP-MHP ittifakının oylarını yüzde 50’nin biraz üzerinde gösteriyor. Üstelik bunu, AKP’ye tepki gösterdiği, baskıcı politikalardan ve ekonomik krizin yükünü taşımaktan bezdiği için iktidar partisinden kopan kitlelerin ve kararsızların oylarını dengeli bir şekilde iktidara yeniden dağıtarak yapmalarına rağmen böyle. İktidar ittifakının seçimlerden başarıyla çıkması çok zor. Zorluklara her geçen gün yeni zorluklar ekleniyor. Açlık sınırı ve yoksulluk sınırı verileri milyonlarca insanın derin bir ekonomik krizin pençesinde olduğunu gösteriyor.

Türkiye kapitalizminin, tarihinin en ağır buhranlarından birisinin içinden geçmeye başlaması ve milyonlarca insanın sadece bugünü değil geleceğini de kaybettiği duygusunu daha derinden hissetmesi, önemli bir gerilim alanıdır. Bir ekonomi anlayışının doları 7 TL civarında baskılamak için 120 milyar doları piyasaya akıtması, bir hesaplamaya göre düşük faiz eşittir düşük enflasyon teorisinin ekonomik maliyetinin 2 trilyon lirayı bulması ve bu maliyetin bütün yükünün bu buhranın ortaya çıkmasında hiçbir sorumluluğu olmayanlara yüklenmesi de bir diğer gerilim alanı. Gerilimin bu alanda ışık hızıyla ve her an tırmanmasının nedeni ise iktidarın ekonomik tercihlerinin görülmemiş bir netlik, açıklık ve cüretle sermayeden yana olması. Kaynaklar, fakirden alınıp zenginlere aktarılıyor. Bu süreklilik kazanmış bir ekonomik davranış tarzı haline geldi.

Burada, Erdoğan’ın Türk usulü başkanlık rejimini savunurken dile getirdiği sözler şimdi ayak bağı olmaya başladı. Erdoğan rejim değişikliği referandumu kampanyası kapsamında Adana’da yaptığı konuşmada, “24’ünde siz bu kardeşinize yetkiyi verin, ondan sonra bu faizle, şunla bunla nasıl uğraşılır göreceksiniz”[28] demişti. Referandumu kazandıktan sonra ise kurmaylarına, dikkatli olmaları gerektiğini, artık tüm sorunların hesabının kendilerinden sorulacağını söylemişti. Gazeteci İbrahim Kiras, ekonomik verilerin iktidar tarafından ele alınışını şöyle tartışıyor:

Cumhurbaşkanı Merkez Bankasında 90 milyar dolar rezervimiz olduğunu söylüyor(du). Ekonomistler ise söz konusu rezervin kur artışını baskılamak amacıyla tüketilmiş olduğunu, şu anda aynı harcamaların borçlanarak sürdürüldüğü için rezervlerin “ekside” olduğunu söylüyorlar. Türk ekonomisini yakından takip eden Timothy Ash kendi hesaplamasına göre bu miktarın “eksi elli milyar dolar” olduğunu açıkladı.

Peki bu nasıl olabiliyor? Ülkenin Cumhurbaşkanının açıkladığı rakamla uzmanların dile getirdikleri miktar niye bu kadar farklı? Tamam, olur da bu kadar fark olur mu? Aradaki fark [(-50)-(+90)] 140 milyar dolar. Gözden kaçacak, fark edilmeyecek, varlığı-yokluğu anlaşılmayacak bir tutar mı bu Allah aşkına?[29]

Cumhurbaşkanı’nın bu kadar büyük bir farkı bilmezden gelmesinin nedeni, ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle birlikte, olumsuzlukların faturasının kendisine kesileceğini iki yıl önce kendisinin itiraf etmiş olması. Üstelik, ekonomik olumsuzluklar daha yeni başlıyor. Türkiye’nin dolarla yapması gereken acil ödemeleri var. Merkez Bankası kasasında ise “eksi elli milyar dolar” bulunuyor!

Buna, ABD’de Trump’ın seçim kaybedip Türkiye’ye yönelik yaptırımları geciktirmeden uygulayacağı iddia edilen Biden’ın başkanlık seçimini kazanması ve Avrupa Birliği’nin, Türkiye’nin birliğe alınması bir yana Gümrük Birliği’nden çıkartılmasını tartışmaya başlaması eklenince, “hukuk” çığlıklarının bakan ve cumhurbaşkanlığı merkezlerinden yükselmesi daha iyi anlaşılıyor.[30]

Berat Albayrak’ın istifasından daha önemli olan, istifanın tarzıydı. Bakan sosyal medya üzerinden istifa etti ve 27 saat boyunca bu istifanın gerçekleşip gerçekleşmediği öğrenilemedi.

Erdoğan, 2016 yılında Can Dündar-MİT Tırları davasıyla ilgili gelişmeler üzerine, alt mahkemelerin Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına direnebilmesi gerektiğini savunurken, “Anayasa Mahkemesi bu kararı vermiştir ama ben AYM’nin verdiği karara sessiz kalırım ama bu kararı kabul etmek zorunda değilim. Bu karara uymuyorum saygı da duymuyorum. Bu bir beraat kararı değildir, tahliye kararıdır” [31] demişti.

İktidarın yaptığı, şimşeklerin Erdoğan’a odaklanmasını engellemek. “Üst akıl”, “dış güçler”, “muhalefet”ten sonra sıra iktidarın bakanları ve iktidarın dileğini yerine getirdiğini düşünen mahkeme heyetlerine geldi. Bu adımlar, 23 Haziran seçimlerinden beri her geçen gün daha hızlı çözülen AKP’nin düşüşünü yavaşlatma ve küresel politik adımları ve ekonomideki buhranın derecesinin artmasıyla oluşacak daha sert bir krizi savuşturmak için yaptığı hamleler. Hamlenin özünü, yaşananların sorumluluğunu Erdoğan’dan uzak tutmak oluşturuyor. Bu yüzden hiç kimse, iktidar sözcülerinin sanki yıllardır muhalefetteymiş gibi dillendirdikleri “reform ve hukuk” çağrılarını önemsemiyor. MHP’yle koalisyon halinde olan ve 15 Temmuz darbesinin ardından keyfi-tek kişilik yönetim tarzının yarattığı alışkanlıklarla ilerleyen AKP liderliğinin pragmatist bir iki manevra dışında refomcu hamlelere girişmesi mümkün değildir. Yaşananlar, siyasi olarak Erdoğan’ı korumak ve ekonomik olarak da doların girmesi için yeterli bir “güven zemini oluşturma” girişimi olarak görülmelidir.

Bu da bizi yeniden Demirtaş’ın tespitinin doğruluğuna getiriyor. İktidarın her aşamada yaptığı siyasal tercihler, keyfi bir iktidar tarzını, demokrasinin kırıntısına bile tahammülsüzlüğü, politika yapmasının temeli, bir siyasal davranış kalıbı haline getirdi.[32]

Fakat bu davranış kalıbına karşı mücadelenin yoğunlaşması gereken odak, düşünüldüğü gibi “güçlendirilmiş parlamenter sistem” değil, başka bir mücadele dalgası olmak zorundadır.

Trump’ın gidişinin dersleri

25 Mayıs 2020’de ırkçı polis memuru Derek Chauvin, George Floyd isimli siyahı kelepçeli şekilde yere yüzüstü yatırdı ve boynuna 8 dakika 46 saniye boyunca diziyle bastırarak öldürdü. Bu ırkçı cinayet tam bir öfke patlamasına yol açtı. Zaman zaman isyan dalgası halini alan gösterilere 15 ila 26 milyon kişi katıldı.

Bu eylemler beyazların siyahlarla birlikte örgütlediği, işçilerin grev çağrılarıyla katıldığı, kadınların militan bir örgütleyicisi olduğu bir dalgaya dönüştükçe, Trump’ın seçimlerde işinin zorlaşacağı belli oldu. Covid-19’a sorumsuzca yaklaşması dünya devi ABD’nin salgına teslim olmasında ve on binlerce Amerikalının ölmesinde belirleyici rol oynadı.

Trump, Floyd’un öldürülmesini, siyasal alanı lümpen tarzıyla daha da kutuplaştırmak için işaret fişeği olarak değerlendirdi. Kutuplaşma siyaseti bir açıdan Trump’ın işine yaramış gibi görünebilir çünkü 2016 seçimlerine göre oyunu 10 milyondan fazla artırdı. Trump kutuplaşmayı tırmandırırken Biden gibi bir merkezcinin bu çatışmalı ortamda sönük kalacağını da hesapladı. Üstelik seçmenler, ekonominin dümenini Biden’dan daha çok Trump’ın idare etmesini istiyordu. Kutuplaştırıcı, ırkçı ve faşistlere kapı aralayan politikaların Trump açısından şok edici bir başka sonucu oldu ama. Milyonlarca insan mücadeleye atıldı ve Trump’ı sandıkta da yenmeyi bu mücadelenin bir halkası olarak gördüler.

Trump kendi kazdığı kuyuya düştü. Kutuplaşmış siyaset, kutuplaştırıcının siyasal iflasına neden oldu.

Eğer Trump seçim zaferi kazansaydı, bu, birbirleriyle yaşadıkları sert çatışmalarından bağımsız olarak tüm otoriter liderlerin, küresel sağın bir zaferi olacaktı.

Trump’ın yenilgisi ise otoriter siyasetçilerin, başbakanlık koltuğuna oturmalarını sağlayan kuralları o koltuktan sonsuza kadar kalkmamak için bozan, değiştiren ya da yok etmek isteyen siyasal figürlerin yenilgisi anlamına geliyor.

Trump’ın yenilgisi her şeyden önce küresel antikapitalist hareketin, küresel savaş karşıtı eylemlerin, küresel kadın direnişinin, küresel iklim aktivizminin bir zaferi.[33] Kuşkusuz, bu, bir an, bir seçim anı. Asıl mücadele Trump’ın defolup gitmesinden sonra başlayacak. Trump’ın yarısı kadar radikal fikri dile getiremeyen, tersine, tüm kampanyasını alışageldik ABD Başkanı olacağı üzerine kuran Biden, seçimi kaybetmek için elinden geleni yaptı. ABD’li sosyalistlerin dediği gibi, Florida’dan gelen sonuçlar, bu fırsatı kullanamadığının açık bir göstergeseydi. Trump’a oy verdiler ama aynı zamanda saat başı asgari ücretin 15 dolara yükseltilmesine de onay verdiler. Bu, işçi sınıfının, yaşam kalitesini iyileştiren politikalar istediğini gösteriyor –fakat seçmenler tamamen zıt olan iki yöne birden savrulmuşlar. Biden’ın onlarca yıldır tadını çıkardığı “düzenin ayrıcalıklı adamı” duruşu kabak tadı verirken, bazılarının umut verici bulduğu başkan yardımcısı adayı Kamala Harris’in de esasen neoliberal savaş çığırtkanlarının ve otoriter düzenin destekçisi olduğunu görebiliriz.[34]

Biden George Floyd’un polis tarafından öldürülmesine cevaben, polislerin “ortalığı sakinleştirmek için, onları bacaklarından vurmasını” önerdi. Ardından hemen sağ argümanlara yönelip, ırkçılık karşıtı başkaldırılarla mesafelendi; “Bir düşünün – Oradan bakınca, isyancılara kucak açacak radikal bir sosyalist gibi mi görünüyorum? Ciddi misiniz?” diyebildi.

Bu yüzden seçimleri Biden’ın merkezci sakinliği değil ABD’de kıran kırana bir mücadeleyi örgütleyen sosyal hareketlerin aktivistleri kazandı. Yine ABD’li sosyalistlerin vurguladığı gibi Joe Biden, sicilleri işçi sınıfını ezmek, emperyalist savaşlara atılmak ve bankaları destekleyen politikalar yürütmekle dolu olan üst düzey Demokratlardan geliyor. Bu insanlar iktidara gelmeyi başardıklarında, işçilerin öfkesini yatıştırmak için sınırları net olarak çizilmiş kısıtlı reformlara başvurmaktan fazlasını yapmazlar. Barack Obama bunun en güzel örneğiydi; ne olursa olsun büyük sermayeye destek vereceği ortadaydı. Ve öyle yaptı.

Güçlendirilmiş parlamenter sistem değil antikapitalist alternatif

Bizim tartışmamız açısından, tüm otoriter liderlerin ABD seçimlerini izlerken Trump’ın kaybedişinde kendilerini bekleyen sonun hızlandırılmış bir çekimini gördüklerini kavramak çok önemli. Tüm dünyada ezilenler, aşırı sağcılığa, işkencecilere, yalanlara, lümpenleşmeye ve özellikle ırkçılara ve faşistlere verilen desteği görüyor ve sağcılığın bu halinden kurtulmaya çalışıyor. Önce Yunanistan’da Altın Şafak adlı Nazi örgütlenmesinin dağıtılması, ardından Trump’ın ağlaya ağlaya gitmesi, otoriter liderler için kötü haberdi.

ABD seçimleri bir konuyu netleştirdi. Otoriter liderlerden kurtulmanın yolu, omurgasız seçim ittifakları kurmak değildir. Aşağıdan, ezilenlerin öfkesine köprü olabilecek yığınsal ve birleşik mücadele olanaklarını inşa etmektir. “Bize milyonların hareketi lazım.” İnsanların yaşamsal talepleri için sürdürdükleri dişe diş ve kitlesel mücadelenin vereceği güven ve politik temel olmadan kurulacak seçim ittifakı, demiryollarını inşa etmeden tren inşa etmeye benzer. Atı alanın Üsküdar’ı geçmesinin nedeni de budur. Trump’ın ise bu türden adımları atmasını engelleyen, sokaklardaki mücadeleydi. 17 Ekim Cumartesi günü ABD’de, başta Washington olmak üzere çok sayıda şehirde on binlerce kadın sokaklara indi. Kadınlar cinsiyetçi ABD Başkanı Trump’ı 3 Kasım’da sandığa gömeceklerini söylediler. Ve gömdüler. Çünkü 21 Ocak 2017 tarihinde Trump’ın başkanlık yemin töreni sırasında eylem çağrısı yapan Women’s March platformu ABD tarihinin bir günde gerçekleşen en kitlesel gösterisi gösterisini gerçekleştirdi. Sadece Washington’da 500 bin kadın, ABD genelinde ise 5 milyondan fazla kadın sokaklarda Trump’ı mücadeleyle karşıladı.

Böyle mücadeleler otoriter siyasetçilerin yenilgisi için toplumun tüm hücrelerine yayılan bir teşhir dinamizmini inşa etmekle kalmaz. Otoriter liderin yerine gelecek olanların kulağını da daha ilk günden bükmeye başlar. Kaldı ki bu hareketlerin ve mücadelelerin, sadece otoriter liderler yerine demokrasinin kurallarına daha çok uyan figürleri, partileri ya da koalisyonları iktidara taşıması bir zorunluluk değildir. Mücadele içinde işçi sınıfının örgütlenme ve bilinçlenme süreçleri hiç kimsenin tahmin edemeyeceği ölçüde hızlanabilir. Değişim isteği, işçi sınıfının farklı sektörlerde, farklı coğrafyalarda, farklı koşullarda yaşayan ve çalışan kesimlerini kapsamaya başladığında açığa çıkacak eylem enerjisi sadece otoriter liderin gitmesiyle frenlenemeyebilir.

Sosyalistler bugünden bu hareketin frenlenme ihtimallerine karşı mücadeleler, ittifaklar ya da bloklar önermeli ve bu önerilerin örgütlenmesi için kolları sıvamalıdır. Olmayan bir hareketin frenlenme ihtimalleri, başlangıçta bir spekülasyon gibi görünebilir. Ama değil. Türkiye’de, hangi alana dokunulsa ses geliyor. Bu öfkeli bir ses üstelik. KHK’yla işinden gücünden olanlar, seçimle kazandığı belediyeye kayyum atananlar, HDP’nin tutuklu binlerce üyesinin olması, örgütlenmesi önlenen işçiler, hakları verilmeyen maden işçileri, Covid-19’a karşı işçileri ve yoksulları koruyup hemen hiçbir önlem almayan siyasi iktidar yüzünden hastalığa yakalanan yoksullar, sokağa çıkması engellenen insanlar, salgın sırasında tüm kaynakların sermayeye aktarıldığını görenler, grev hakkı engellenen örgütlü işçiler, neredeyse her gün bir kadının cinayete gitmesine öfke duyan kadınlar, aylardır iktidar tarafından düşmanlaştırılan LGBTİ+’lar, yaşadıkları yerler maden şirketlerine peşkeş çekilen köylüler, iklim değişimine, ormansızlaşmaya, kömürlü termik santral projelerine öfke duyan insanlar, şehirlerin tarihi dokusunun betonlaşma hırsına kurban verilmesine kızgın olanlar, yargıda yaşanan akıl almaz uygulamalara öfkeli olanlar, gelir adaletsizliğinden yorgun düşen, açlık ve yoksulluk sınırında yaşayan insanlar, düşünce-ifade-gösteri ve örgütlenme özgülüğü üzerinde artan baskılardan boğulanlar, evine ekmek götüremez durumda olan kadın ve erkek emekçiler, Covid-19’a karşı en ön safta mücadele edip ölüler verirken iktidar ve ortakları tarafından örgütlenmeleri düşmanlaştırılan sağlıkçılar… Bugün, iktidar ittifakının dışında kalan ve hatta iktidar ittifakının tabanındaki yüz binlerce yoksulu da kapsayan milyonlarca insan kızgın. Değişimden yana. Türkiye’de yoksullar vergi gelirlerinin yüzde 70’ini omuzlamış vaziyetteyken, nüfusun en yoksul yüzde 40’ı toplam gelirin sadece yüzde 17’sini alıyor. En yoksul yüzde 20’nin ise, toplam gelirden aldığı pay sadece yüzde 6. Bu arada Türkiye’de milyarder sayısı, 2019’a göre 3 kişi daha arttı. Bu koşullar olumlu yönde değişmeyecek. Öfke artmaya devam edecek.

Ezilenlerin öfkesinin ne zaman sosyal bir harekete ya da patlamaya, bu patlamanın ise ne zaman sosyal bir devrime dönüşeceğini bilemeyiz kuşkusuz ama bugünden, işçi sınıfının saflarında böyle bir sürecin inşa edilmesi için mücadele örgütlemek zorundayız. Önerilerimiz, işçi sınıfını harekete geçmeye teşvik eden, hareket halindeki kitlelerin mücadelelerini birleştirmeyi hedefleyen bir öze sahip olmalı. Trump’ın büyük bir mücadele dalgasının ürünü olarak yenilmesi tüm dünyada otoriter liderlerin, sağcıların yarattığı politik iklimden kurtulmak isteyen insanlara umut verdi. Bu umut, işçi sınıfının eylem kapasitesini güçlendirmek üzere, ses çıkartan her toplumsal kesimle dayanışma ağlarını örgütlemek üzere işlev görmeli. AKP iktidarını yenecek olan, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ilkeleri etrafında bir araya gelen siyasal partiler değil. AKP iktidarı, sistem içi bu tür düzenlemelere adapte olabilir. Siyasal gelişmeler matematiksel denklemlere indirgendiğinde, bu alanın uzmanı olan AKP liderliği, çeşitli kurnazlıklarla gelişmeleri zorlayabilir. Yapılması gereken, eylem kapasitesini artırmış ve toplumun tüm ezilenlerine, tüm öfkelilerine kendi mücadelesiyle platform yaratacak olan işçi sınıfının kitlesel hareketini inşa etmektir. İşte AKP böyle bir hareketin karşısında duramaz. Böyle bir hareket, AKP liderliğinin siyasal kurnazlığını işlevsiz hale getirecek bir dalga halini alma potansiyeli taşıyacaktır. Gezi direnişi hem devletin hem AKP’nin kimyasını bozdu[35], 15 Temmuz darbe girişimine karşı direnişin ise hızla sönümlenmesi, kitlesel enerjinin Yenikapı ruhuna havale edilmesi gerekti. Şimdi, iktidar milyonları içine çeken bir direnişle karşı karşıya kaldığında, mevcut yıpranmışlığıyla ‘karşı-algı’ oluşturabileceği tüm cephaneleri yitirmiş vaziyette.

Örgütlenme çabaları, ittifak girişimleri, hareketin umut veren yanı gözetilerek, bu hareketi inşa etmek üzere odaklanmak zorunda. İttifak çalışmaları, eski parlamenter yapının nasıl daha demokratik olacağına ya da seçimlere değil, önüne geçilemez bir eylem zincirinin nasıl inşa edileceğine yoğunlaşmalı. İşçi sınıfı hareketinin geri düzeyi, sınıf içinde öfke kadar karamsarlığın da var olmasından, “artık yeter!” duygusu kadar, “ne yapabiliriz ki?” sorusuna cevap verilemiyor olmasından da kaynaklanıyor. 23 Haziran seçimlerinde net bir şekilde görülen AKP tabanının çözülme eğilimi sürerken, bu eğilimi, eski dönemin siyasal figürleri ve her biri egemen sınıfın bir programını savunan partilerin ittifakı etrafında kurulacak parlamenter düzenlemelerle değil, kendi yanına çekebilecek doğrudan üreticilerin doğrudan eylemlerinin örgütlenmesine yardımcı olacak ittifaklar lazım.[36]

“Güçlendirilmiş parlamenter sistem” Erdoğan etrafında inşa edilen rejimi geriletecek, yenebilecek, harekete geçirici bir öneri değil, tersine Erdoğan’ı geriletebilecek, yenebilecek gerçek hareketin karşısında duracak olan egemen sınıf partilerinin bir koalisyonu. Bize, bir egemen sınıf düzeninin ve düzenlemesinin güçlendirilmesi değil, işçi sınıfının eylem kapasitesinin güçlendirilmesi, “güçlendirilmiş bir işçi demokrasisi” lazım.

 

Kaynakça

Demirtaş, Selahattin, 2020, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem nedir?”, T24, https://t24.com.tr/yazarlar/selahattin-demirtas/guclendirilmis-parlamenter-sistem-nedir,27709

Karakaş, Şenol, 2019a, “Lenin’den kaçmak mı?”, Enternasyonal Sosyalizm, 6. sayı.

Karakaş, Şenol, 2019b, “Demokrasiden geriye kalanlar”, Marksist.org, https://marksist.org/icerik/Yazar/13162/Demokrasiden-geriye-kalanlar%E2%80%A6

Faulkner, Neil, 2012, Marksist Dünya Tarihi, Çev. Tuncel Öncel, Yordam Yayınları, İstanbul

Engels, Friedrich, 1987, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara.

Erdoğan, Erkin, 2020, “Kapitalizmin Enerji İhtiyacı ve İklim Krizi”, Enternasyonal Sosyalizm, 6. Sayı.

Moore, Stanley W., 1989, Marx, Engels, Lenin’de Devlet Kuramı: Kapitalist Demokrasi’nin Eleştirisine Giriş”, Çev. Ahmet Cumhur Aytulun, Simge Yayınevi, İstanbul.

Lenin, 1978, Devlet ve Devrim, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, İstanbul.

Cliff, Tony, 1994, Lenin II, Çev. Tarık Kaya, Bernar Kutluğ, Z Yayınları, İstanbul.

Troçki, 1976, Sürekli Devrim, Çev. A. Muhittin, Köz Yayınları.

Klein, Naomi, 2015, İşte Bu Her Şeyi Değiştirir, Çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul.

Callincos, Alex, 1991, Troçkizmin Tarihi, Çev. Mahmud Kurdoğlu, Z Yayınları, İstanbul.

Erdoğan, Erkin, 2020, “Kapitalizmin Enerji İhtiyacı ve İklim Krizi”, Enternasyonal Sosyalizm, 6. Sayı.

Garganas, Panos, 2015, “İşçi Sınıfı Aktivistlerinin Çoğu Syriza’nın Solunda Duruyor”, Marksist.org.

https://marksist.org/icerik/Dunya/700/Panos-Garganas-Isci-sinifi-aktivistlerinin-cogu-Syrizanin-solunda-duruyor

Özbay, Özdeş, 2020, “Biden Değil Mücadele edenler Trump’ı Yendi”, Marksist.org.

https://marksist.org/icerik/Dunya/14840/Biden-degil-mucadele-edenler-Trumpi-yendi

 

DİPNOTLAR

[1]     Demirtaş, 2020.

[2]     a.g.y.

[3]     a.g.y.

[4]     a.g.y.

[5]     Bu arada ayda bir kez gündeme getirilen “Demirtaş HDP’den ayrılacak/ayrı parti kuracak” dedikodusu sıkıcı bir hal aldı.

[6]     Karakaş, 2019.

[7]     Macaristan’dan Rusya’ya, Belarus’tan eğer Trump başarabilirse ABD’ye kadar, bu tuhaflık giderek koca koca ülkelerin yönetim sistemi olmaya doğru gidiyor. Putin neredeyse ölene kadar başkan olarak kalmayı garantilediği anayasal değişikliği geçirdi sandıktan. Orban ağır bir baskı rejimini kurdu, Lukaşenko ise elde tüfek, söylediği “seçimi kazandım” yalanını korumaya devam ediyor.

[8]     Faulkner, 2012, s. 39. Engels bu tartışmayı başucu eseri Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında Atina şehir devletinin oluşumunu ele aldığı bölümde yapıyor. Engels, 1987, s. 113-124.

[9]     a.g.e s. 42.

[10]    Moore, 1989, s. 45.

[11]    Lenin, 2012, s. 50

[12]    https://tr.sputniknews.com/turkiye/202009101042821849
—-maden-sirketi-yetkilisi-halki-boyle-tehdit-etti-buraya-200-tane-asker-yigarim/

[13]    Cliff, 1994, s. 387-388.

[14]    Moore, 1989, a.g.e s. 33.

[15]    Troçki, 1976, s. 191-192

[16]    Klein, 2015, s. 31.

[17]    Callinicos, 1991, s.16

[18]    A.g.e, s. 17.

[19]    Troçki’den aktaran Callinicos, age, s. 21.

[20]    Bu simülasyonun ilginç yanı, örneğin 1917 yılında Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesiyle Rusya’nın karbon salımında hızla gerilemesini gösterirken, Stalinizm’in yükselişiyle beraber SSCB’nin karbon salımında ilk dörde girmesi. Daha da ilginç olanı, İkinci Dünya Savaşı yaklaştıkça, ABD, Almanya ve Rusya’nın karbon salımlarında geri kalan ülkelere acı bir fark atmış olmaları. Bu açıdan savaş öncesi askeri sanayiye yapılan yatırımın, ABD’deki yönetim, Naziler ve Stalinizm eliyle ne kadar yoğunlaştığı da görülmüş oluyor. Bir açından karbon salımı sıralaması ve yoğunluğu, emperyalist piramidi ve 20. yüzyıl tarihini, özellikle de bu tarihin en kanlı sayfalarını açıklayıcı bir yana sahip.

[21]    Erdoğan, 2020.

[22]    https://www.yenisafak.com/gundem/-iktidara-yakin-sirketlere-el-koyacagiz-chpli-selik-sayek-boke-ozel-sektore-tehditler-savurdu-3566847

[23]    Klein, 2015, a.g.e, s. 257.

[24]    https://marksist.org/icerik/Dunya/534/Syrizanin-temel-vaatleri-neler?

[25]    Garganas, 2015.

[26]    https://bianet.org/bianet/siyaset/230902-demokrasinin-kirintisi-kalmadi

[27]    Karakaş, 2019b.

[28]    https://www.haberler.com/cumhurbaskani-erdogan-24-unde-siz-bu-kardesinize-10965214-haberi/

[29]    https://www.karar.com/yazarlar/ibrahim-kiras/rasyonel-yonetime-donusun-tek-sarti-158768

[30]    https://www.karar.com/erdogan-sanilmasin-ki-milletin-bize-verdigi-kredi-sonsuzdur-1593888 Erdoğan, “Ülkemizde ekonomide ve hukukta yeni bir reform dönemi başlatıyoruz” derken, Adalet Bakanı Gül, Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcı olduğunun altını çizerek şöyle diyordu: “Tüm kişileri, kurumları bağlar ve kararlarının gereği yapılır. Yürüyen bir dava sürecinde, hele Adalet Bakanı olarak söz ve telkinde bulunmak benim inandığım hukuka aykırı. Ancak elbette mahkeme kararlarına uyulması Anayasa’nın amir hükmüdür ve mahkemelerden beklenen de budur. Dolayısıyla bu konuda, bunun aksi yönde bir değerlendirmemiz söz konusu değildir.” https://www.aa.com.tr/tr/politika/adalet-bakani-gul-anayasa-mahkemesi-kararlari-baglayicidir/2039450

[31]    http://www.diken.com.tr/erdogan-dundar-ve-gulun-tahliyesine-ates-puskurdu-saygi-duymuyorum/

[32]    Makalenin yazılmasından sonra, dergi yayına hazırlanırken, organize suç örgütü liderliği yapmaktan hapis yatıp MHP affı sayesinde hapisten çıkan Alaattin Çakıcı’nın Kılıçdaroğlu’na hakaretler ettiği mektup gündeme gelmişti. Aynı gün Kemal Kurkut’un herkesin gözü önünde öldürülmesi davasında yargılanan polis beraat etti. Otoriter iktidarların dünyada yaptığı gibi, Erdoğan iktidarının da daha sağındaki, en sağdaki güçlere nasıl kapı araladığını gösteren bir örnekle karşı karşıya değiliz sadece, iktidardan gelen reform çığlıklarının içinin boş olduğunu gösteren gelişmeler bunlar aynı zamanda. Otoriter rejimlerin kendi sağlarında yer alan tüm kötülüklere kapıyı aralamalarına dair tartışma için bkz. Enternasyonal Sosyalizm’in 5. Sayısındaki yazım: https://www.enternasyonalsosyalizm.org/otoriterizm-tehlikesi-akp-ve-fasizm.html

[33]    Özdeş Özbay’ın Trump döneminde ABD’de gerçekleşen ve Trump’ın sonunu hazırlayan eylemler ve sosyal hareketlerin dökümünü yaptığı yazısı iyi bir kaynak. Bkz: Özbay, 2020.

[34]    https://socialistworker.co.uk/images1412/pdfs/issue2729.pdf içinde ABD seçimlerinin ilk değerlendirilmesiyle ilgili yazılar Demokratların sınıfsal karakterini çok iyi özetliyor.

[35]    Osman Kavala’nın en son röportajında Gezi eylemleriyle ilgili şu söylediklerinin kayda geçmesinde fayda var: “Gezi ile ilgili iddialar bu iddianamede de canlandırıldığı için ben baskın olan amacın kitlesel protesto eylemlerini itibarsızlaştırmak, kriminalize etmek olduğunu düşünüyorum.” https://t24.com.tr/yazarlar/sirin-payzin/osman-kavala-hayatinizdan-alinan-bu-zaman-dilimi-telafisi-imkansiz-bir-kayip-iddianame-degil-iftiraname-yazilmis,28713

[36]    Şu çağrıyı yapan Antikapitalist Blok gibi girişimlerin faaliyetinin yığınsallaşması ve mücadeleye hazırlanması çok önemli:

“Bize gerekli olan geniş kitleleri içine çeken sosyal hareketlerin inşa edilmesi. Bu hareketlerin birleşmesi, AKP-MHP ittifakının antidemokratik uygulamalarına karşı; merkezi, aşağıdan ve kitlesel bir odağın inşa edilmesi.

Adalet, özgürlük ve eşitlik arayan farklı dinamiklerin birlikteliğini inşa etmek için el ele vermeliyiz. Egemenlerin parası, polisi, hukuku varsa ezilenlerin de birleşme potansiyeli, dayanışması ve mücadele gücü var.

Patronlardan çok patronları düşünenlere,

Irkçı ve milliyetçi söylemleri günlük siyaset yapma tarzı olarak kullananlara,

Göçmenlere yönelik pazarlıkçı uygulamalara,

İklimi ve gezegeni mahveden ekoloji politikalarına,

Cinsiyetçi bakış açısına,

LGBTİ+ fobisine ve tüm sağcı uygulamalara,

Öfke duyan herkesi birlikte antikapitalist bir alternatifi tartışmaya, inşa etmeye davet ediyoruz.

İşçi sınıfının her düzeyde birliğini savunan, Kürtleri ve göçmenleri savunan, kadın ve LGBTİ+ haklarını savunan, iklim krizine karşı mücadele eden bir antikapitalist blokta birlikte mücadele edelim.” https://marksist.org/icerik/Yazar/14330/mobileRedirect

sosyalizm