Meltem Oral
Üzerinden geçen yarım asır sonrasında “1968”, genellikle Paris’te Mayıs ayında yaşanan şairane bir öğrenci isyanı olarak hatırlanıyor. Bu zamansal ve mekânsal sınırlandırma egemen sınıfların bilinçli bir çabası olarak değerlendirilebilir.1 Fransa sınırlarını aşarak Meksika’dan Almanya’ya, Japonya’dan Pakistan’a tüm dünyayı etkisi altına alan, 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal koşulların birikimiyle patlayan ve sonraki yıllarda birçok ülkenin siyasetinde kalıcı etkiler bırakan, sıradan insanların, öğrencilerin, işçilerin isyan dalgasının nasıl hatırlanacağı da bir politik mücadele konusu.
Egemen anlatıya göre “Mayıs tam olarak mayıs ayının üçünde polis kuvvetlerinin Sorbonne’a çağrılarak öğrenci tutuklamaları gerçekleştirmesi ve buna karşılık takip eden haftalarda Latin Mahallesi’nde şiddetli halk gösterilerinin meydana gelmesiyle başlar. Mayıs’ın otuzunda De Gaulle’ün istifa etmeyeceğini açıkladığı, gerekirse ordunun müdahale edebileceği şeklinde tehditler yönelttiği konuşma yapması ve Ulusal Meclisi dağıtması ile de biter. Mayıs, bu bakışa göre, sadece Mayıs’tan ibarettir.”2 Özellikle Fransa’da hareketin “çiçek çocukların” yaratıcı ve nüktedan sloganlarla modernleşme arzularını ifade ettiği sosyolojik bir olay, bir kuşak çatışması olarak hatırlanması, egemen sınıfın ve sistemle uzlaşanların bir tercihi. Bu tercihin sebebi, hareketin doğrudan kapitalizmi, emperyalizmi ve devleti hedefine alan politik içeriğinde, yaygınlığının kudretinde ve açığa çıkarttığı potansiyellerde yatıyor. 1968, “öğrenci mücadeleleri her ne kadar bunları etkileyecek ve geri besleme sağlayacak olsa da daha büyük toplumsal güçlerin çatışmasının belirtileriydi.”3 Burjuvazinin dünya tarihinde o zamana kadar gerçekleşen en büyük genel grevi unutmak ve unutturmak istemesi pek şaşırtıcı değil
1960’lı yılların sonu ve 70’li yılların başında neredeyse tüm kıtaları sarsan politik altüst oluşları yaratan koşulları, kuşak çatışmasını aşan sınıfsal yönünü ve hareketlerin taleplerini kavramak, 1968’in nasıl hatırlanacağının bile neden bir politik mücadele konusu olduğunu anlaşılır kılıyor. Dahası tüm bu başlıkların incelenmesi, bugün için anlamlı politik sonuçlar veya başka bir ifadeyle, dersler çıkarabilmemizi sağlıyor. Hareketin nasıl hatırlanacağına dair egemen sınıfa karşı verilen “miras kavgası” kadar, onun gücünden, zaaflarından, yenilgisinden dersler çıkartmak, 50 yıl önce yarım kalanı tamamlamak için gerekli.
1968 öncesi ekonomik ve sosyal manzara
Hareketin bir kıvılcımı hızla büyüterek kitlesel isyan yangınına dönüştüren kendiliğinden doğasıyla, ortada hiçbir şey yokken birden ayaklanmaların başladığı yönündeki yorumlar sıklıkla birbirine karıştırılıyor. Oysa 1960’lı yıllarda dünyada çok şey olup bitiyordu. Kristin Ross’un tabiriyle “durgun gökyüzünde çakan bir şimşek” değildi; “1968’de gökyüzü çoktan kararmıştı”. Bir yanda Soğuk Savaş’ın zirvesindeki politik gerilimler, emperyalist çekişmeler, Vietnam Savaşı diğer yanda Küba Devrimi’yle birlikte esen Che Guevara rüzgarı, ulusal kurtuluş hareketleri, Cezayir Bağımsızlık Savaşı, Martin Luther King’in ve Malcolm X’in öldürülmeleriyle dönüm noktası yaşayacak siyahların isyanları ve daha nice gelişmeyi etraflıca değerlendirmek kuşkusuz bu yazının haddini aşacaktır. Ancak Soğuk Savaş geriliminin zirve yaptığı yıllarda, her iki kamptan egemen sınıfları titreten, işçilerin, öğrencilerin kimi yerlerde iktidarları devirdiği kimi yerlerde devirmenin kıyısına geldiği bir dönem kuşkusuz daha detaylı bir şekilde ele alınmayı hak ediyor.
Kimin refah toplumu?
1950’li ve 60’lı yıllar boyunca, yani İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı egemen sınıfının temel söylemi, sınıfsal çatışmaların sona erdiği mutlak bir refah toplumunun hüküm sürdüğüydü. Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezinden çok daha önce ABD’li sosyolog Daniel Bell tarafından “ideolojinin sonu” ilan edilmişti. Daniel Bell’e göre demokrasi egemen sınıfı ortadan kaldırmıştı. Sınıf temelli mücadelelerin sona erdiğini iddia edenler sadece egemen sınıf ideologları değildi. Dönemin Avrupa ve ABD solunda da en iyi haliyle mücadele edecek hiçbir gerekçenin kalmadığını düşünenler ve daha kötüsü refah toplumu koşullarının işçi sınıfıyla patronları uzlaştırdığını iddia edenler revaçtaydı. Anthony Crosland, Sosyalizmin Geleceği kitabında, “Yoksulluk ve güvencesizlik yok olma sürecinde, yaşam standartları hızla yükseliyor, işsizlik korkusu giderek azalıyor. Sıradan genç bir işçi babasının aklına getiremeyeceği umutlar besleyebiliyor” diye yazabiliyordu. Fransız düşünür Andre Grosz ise 1968’de talihsizce, “yakın gelecekte Avrupa kapitalizminde işçi kitlelerini devrimci bir genel greve zorlayacak şiddetli bir kriz yaşanmayacaktır” diyordu. 4
Böylesi fikirlere neden olan savaş sonrası Batı kapitalizmindeki ekonomik büyümeydi. Gerçekten kapitalizm istikrara kavuşmuş, dünyanın batısındaki işçi sınıfının yaşam standardı yükselmişti. İstihdam oranları çok artmıştı. Fransa’da “orta sınıf ” aileden gelen eski bir öğrenci o yılları “benimki gibi birçok ailenin yaşam biçimini değiştirdiği bir zamandı. Çamaşır makinası, televizyon, araba aldılar, daha geniş bir daireye taşınıldı, hafta sonları kırlara gidiliyordu. Çocuklara cep harçlığı vermek olağan oldu. Köydeki büyükleri ziyarete gitmek yerine yazları tatile gidiliyordu” diye anımsıyor.5 İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki 25 yılda dünya ekonomisi tarihindeki en hızlı yükselişini yaşamaktaydı. Ekonomik büyümenin temeli büyük oranda silahlanmaya yapılan yatırımlara dayanmaktaydı.6
1940’larda dünyada hegemonik iki temel odak, ABD ve Rusya, kürenin geri kalanındaki daha küçük güçteki ülkeleri de kendi etraflarında kamplaştırıyordu. Bu yıllarda dünyadaki brüt sermayenin yarısını silahlanmaya yapılan harcamalar oluşturmaktaydı. 1950’li ve 60’lı yılların bir kısmında ABD’nin gayri safi milli hasılasının yüzde 10’undan fazlası savunma harcamalarına aktarılıyordu. Silahlanma ve teknolojiye yapılan yatırımlar yoluyla kapitalizm büyümeyi süreklileştiren koşullar yaratmıştı. Bu durum 60’lı yıllarda balistik füze geliştirme yarışına giren ve Küba’daki füze kriziyle dünyayı nükleer bir savaşın eşiğine getiren ABD-Sovyet Rusya arasında yaşanmakla kalmıyor, aynı kamptaki ülkelerin de benzer şekilde rekabete girmesine neden oluyordu. Ancak kapitalizmin rekabete dayalı plansız doğası, bizzat büyümenin kendisinin altını oymasına neden olmuştu. Askeri harcamalara yapılan yatırımın ölçüsü genişledikçe, yeni makinelere ve fabrikalara yatırımlarınki azalmıştı. Üstelik Japonya ve Almanya’nın savaş sonrasında askeri alana yatırım yapmalarının yasak olması, başka yatırımlar için daha avantajlı olmalarını sağlıyordu ve ekonomileri çok daha hızlı bir şekilde büyüyordu.7 Ancak 1965-70 arasında kârların düşmeye başlaması “bolluk” tablosunu tersine çevirmeye başladı. ABD’nin emperyalist hegemonyası için başlattığı Vietnam savaşı ve kâr oranlarının düşmesi, silahlanma harcamalarındaki duraksama tüm dünyayı kasıp kavuracak ekonomik ve politik krizler dalgasının başlamasına yol açacaktı.
Ekonomideki büyüme dönemiyle eş zamanlı olarak sosyal düzende ciddi bir dönüşüm gerçekleşiyordu. 1950’de Fransa’da toplumun yüzde 30’u çiftçiyken, 1968’de gelindiğinde bu rakam yüzde 16.7’ye düşmüştü. Benzer bir değişim İtalya, Japonya, İrlanda gibi ülkelerde de yaşanıyordu. ABD’de 1956’dan sonraki 11 yıl içinde tarım dışı iş gücü 13 milyon büyümüştü.8 Sosyal yapıdaki değişim siyasi tercihlerde de bir dönüşümü beraberinde getirmişti. Önceleri geleneksel sağı, kurulu düzeni destekleyen, sendikalara karşı olan köylü kökenli toplumsal kesimler, kentteki çalışma koşulları karşısında 60’lı yılların sonundaki işçi sınıfı hareketinin özneleri olacaktı. Yine aynı dönemde birçok Avrupa ülkesi, ekonomik büyümenin etkisiyle yükseköğretime yatırım yapmaya başlamıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın başında 69 bin olan İngiltere’deki öğrenci sayısı, 1964’e gelindiğinde 300 bine ulaşmıştı. Savaş öncesinde 42 milyon nüfuslu Fransa’da öğrenci sayısı 60 bindi. 1968’de 50 milyon nüfusun içerisinde tam 600 bin öğrenci vardı. ABD’de 1960-65 arası öğrenci sayısı, savaş öncesine göre yüzde 70 artmıştı; öğrenci sayısı çiftçileri geçiyordu. Bu durum üniversite eğitiminin artık yöneticilerin çocuklarının dışındaki kesimleri de kapsamaya başladığını gösteriyor. Giderek büyüyen kampüsler, tıpkı fabrikalar gibi çok sayıda öğrenciyi bir araya getiriyordu.
Savaş sonrası övünülen ekonomik büyüme silahlanma, yükselen militarizm ve geri bırakılmış ülkelerde sürdürülen savaşlar pahasınaydı, üstelik sistemin krizlerden kurtulduğuna dair yorumlar fazla aceleciydi. Kapitalizmin sorunlarının sona erdiği ve sınıflar arası uzlaşının yaşandığı yönündeki yorumların çoğu ABD ve Batı Avrupa dışında dünyanın geri kalan yerlerindeki ezilenlerin mücadelelerini görmezlikten geldiği gibi, ABD ve Avrupa’daki koşullara dair de yanılsamalara sahipti ve buradaki işçi sınıfı mücadelelerini yok sayıyordu. Burjuva anlatısının aksine, işler Avrupa işçi sınıfı için de pek iyi gitmiyordu. Özellikle Güney Avrupa ülkelerinde kapitalizm kuzeye göre daha az gelişmiş olduğu için, ekonomik rekabette büyümeyi sağlamanın yolu baskı aracılığıyla işçilerin haklarını sınırlayan politikalar üretmekti. Bu yıllarda İspanya ve Portekiz hâlâ faşist diktatörlükle yönetiliyordu. Yunanistan’daki baskıcı siyasi ortamda bir yanda grev hareketleri gelişirken diğer yanda ülkeyi askeri diktatörlük koşullarına sürükleyen politik gelişmeler yaşanıyordu. İtalya ve Fransa’da sendikal örgütlülük oldukça düşük ve bölünmüş durumdaydı. Fransa’da 1958’den itibaren General De Gaulle’ün otoriter yönetimi sürüyordu. Diğer yandan 1950’li ve 60’lı yıllar ABD emperyalizmine, savaşlara, ırkçılığa ve işçilerin çalışma koşullarına karşı sayısız mücadeleyle geçmişti. 1950’lerde Doğu Avrupa ülkelerinin birçoğunda Stalinist rejime karşı işçi ayaklanmaları yaşandı. 1953’te Çekoslovakya’da ve Doğu Almanya’da on binlerce işçi sokaklardaydı. 1956’da Polonya’da uzun çalışma saatlerine karşı sokağa çıkan işçilerin eylemleri hızla büyümüştü. Hapishanelerdeki mahkumları serbest bırakıp silahlanmaya başlamışlardı. Aynı yıl Macaristan’da işçi konseylerinin öncülüğündeki hareket ancak Rusya’nın müdahalesiyle durdurulabilmişti. 1959’a gelindiğinde dünyanın bir diğer köşesinde Küba’da Fidel Castro ve Che Guevara’nın liderliğindeki hareket diktatör Batista’nın ülkeyi terk etmesini sağlamıştı. 1960’lı yıllar Japonya’da, Nobusuke Kishi iktidarının ABD ile imzaladığı Güvenlik İşbirliği Anlaşmasını yenileme kararının ardından gerçekleşen kitlesel protesto dalgası sonucu Kishi’nin istifa etmek zorunda kalmasıyla başlamıştı.
Kuzey Avrupa’da 1960’larda reel ücretler artmış olsa da işçiler hâlâ bir dizi sorunla karşı karşıyaydı. Fransa’da işsiz sayısı yarım milyonu aşmıştı. Hedefine fabrika yönetimi veya sendika liderliklerini alan irili ufaklı grevler yaşanıyordu. General De Gaulle’ün iktidara gelişinden beri en kritik gelişmelerden biri 1963’teki madenci greviydi. 200 bin maden işçisinin, sendikanın işe dönme kararını reddettiği büyük greviydi. Bir yıl sonrasında Renault işçileri, “yaşamak için zaman istiyoruz” sloganıyla mücadeledeydi. 1960’ların ikinci yarısı, fabrika işgalleri, yöneticilerin rehin alınması ve polisle çatışmaları da içeren işçi mücadelelerine sahne oluyordu. 17 Mayıs 1966’da tüm iş kollarında grev ilan edilir. Bu grev, bu dönemin en önemli grev hareketiydi. 1968 öncesinde yaşanan bu mücadeleler, 1968’de yaşanacakların adeta birer kostümlü provasıydı.9
Fransa’da 1967 yılının Ekim ayında yeniden grev ve gösteri dalgası başladı. Bir haftadır grevde olan Renault işçilerinin de içinde yer aldığı Le Mans’taki grevci işçiler “el bombalarına karşı taşlar, kasklara ve coplara karşı çıplak yumruklar, zırhlı arabalara karşı sivil kalabalıklar”la gösterideydi. “21 Ekim’de Paris’te Bastille’den Cumhuriyet Meydanı’na onbinlerce kişinin katıldığı büyük bir yürüyüş gerçekleşti. Aynı gün Marseilles’de olaysız geçen, polisin yürüyüşçülere eşlik ettiği 3,000 kişilik bir yürüyüş oldu.”10
Renault-Flins’teki iş bırakma eylemlerine işçilerin çoğunluğu katılıyordu. İş bırakmanın devam etmesi kararı Komünist Partisi denetimindeki CGT sendikasının eylemi satması sonucu gerçekleşemedi. İlerleyen aylar boyunca göstermelik de olsa çok sayıda işçi eylemi olmuştu. “Cannes’da gerçekleşen ve 4,800 işçinin katıldığı önemli bir grev 1968’in gelişinin habercisiydi. Bu grev 22 Ocak’ta başladı. Birinci haftanın sonunda polis grevci göstericilere ve onları destekleyen diğer fabrika işçilerine ve öğrencilere çok şiddetli şekilde saldırdı. Barikatlar kuruldu ve CRS’e (Fransız ulusal polisi) karşı çok kahramanca bir direniş gerçekleşti; 205 kişi yaralandı (bunlardan 16’sı hastaneye kaldırıldı), 85 kişi tutuklandı ve 13 kişi 15 gün ile üç ay arasında değişen sürelerde cezaevinde kaldı…Bu grev zaferle sonuçlanmadı ancak yenilmedi de çünkü işçilere uygulanan yaptırımlar geri çekildi. Ancak en önemlisi şuydu; bu grev gerçek bir mücadele ruhunu sahneye çıkardı.”11 1967-68 yılı boyunca kamu sektörü ve inşaat, gemi, otomotiv sanayisi gibi sektörlerde daha iyi çalışma koşulları, daha kısa iş saatleri gibi taleplerle grevler oldu. Renault Billancourt tesisinde 1968 Mart’ının başından Mayısın ilk günlerine kadar en az 80 sendikal eylem düzenlendi.
İtalya’da 1950’lerde ekonomik büyüme, işçiler için emeğin denetim sürecinin sıkılaştırılması, İspanya’da ise artan işsizlik ve ücret kesintileri demekti. 1962’de Fiat fabrikasının başta Turin olmak üzere birçok tesisinde başlayan greve işçilerin katılımı ilk haftada 400’den 7 bine ve sonrasında 90 bine kadar yükselmişti. 1960’lar İspanya’da madencilerin fişeklediği grev dalgasına işgücünün 8’de birine karşılık gelen 400 bin işçinin katılmasıyla başlamıştı. İngiltere’de de benzer şekilde 1957’den itibaren farklı sektörlerden işçilerin grevlerinde düzenli bir yükseliş söz konusuydu.
Gettolar yanıyor
1960’lı yıllar sadece işçi sınıfının grev hareketliliğine değil, ABD’de siyahların veya Fransa’da Cezayirlilerin öncülük ettiği gibi kapitalizmin ırkçı, sömürgeci savaş politikalarına karşı ezilenlerin mücadelelerine ve devletlerin şiddetle verdiği yanıtlara sahne oldu. Fransa 68’inde önemli rol oynayan birçok genç önceki yıllarda Cezayir savaşına karşı verilen mücadeleyle politikleşmişti. Savaşa karşı mücadeleyi destekleyenlere karşı faşist paramiliter örgüt OAS’ın bombalı saldırıları, Fransız devletinin katliamları ve Fransız Komünist Partisi’nin devletin Cezayir ile Kuzey Afrika’daki varlığını meşrulaştıran tutumu, özellikle gençler arasında ciddi bir öfkeyi biriktiriyor, alternatif bir siyaset arayışına itiyordu. Cezayir savaşına dair Fransa’daki dönüm noktalarından ilki, 17 Ekim 1961’de yaşanmıştı. Bu tarihte Cezayirlilerin akşam 20.30’dan sonra sokağa çıkmasını yasaklayan ırkçı kararname üzerine Cezayirliler sokağa döküldü. Kadın, erkek, çocuk on binlerce Cezayirli bayramlıklarını giymiş, barışçıl bir gösteri gerçekleştiriyordu. Ancak Fransız polisinin ateş açması üzerine yüzlerce Cezayirli katledildi. Polis kayıtlarına sadece 3 kişinin öldüğü bilgisi geçirilirken, daha sonra yapılan araştırmalar sayının 200 ila 400 arasında olduğunu ortaya koydu. Tüm Paris’e yayılan çatışmalarda gözaltına alınanlar stadyumlara gönderildi, birçok kişi burada uygulanan şiddet nedeniyle hayatını kaybetti. Bu katliam Cezayir savaşı konusunda bir dönüm noktası olduğu kadar, birkaç yıl içerisinde barikatları kuracak birçok gencin hafızasında da önemli bir politik durak oldu.
ABD’de yüzyılın başından itibaren siyahlar yükselen oranda kentli işçi sınıfının bir parçası haline gelmişti. Ancak 1950’lerde siyahlar arasında işsizlik beyazlara oranla iki kat daha yüksekti. Detroit gibi şehirlerde siyah ailelerin geliri beyazlara göre ortalama yüzde 70 daha düşüktü. 1955’te Rosa Parks’ın sivil itaatsizlik eylemi güney eyaletlerinde ciddi bir otobüs boykotu dalgasını fişekledi. 1965’ten itibaren Los Angeles, Newark, Detroit başta olmak üzere pek çok yerde siyahlar isyan etti.
Vietnam ve savaş karşıtı hareket
Vietnam savaşı dünya çapında emperyalizme, sömürgeciliğe ve savaşa karşı kitlesel bir hareketin doğmasına neden oldu. Dönemin Batı blokunun en büyük gücü olan ABD’nin “Vietnamlıların taş devrine dönmesini” savunan saldırganlığına, katliamlarına karşı olduğu kadar, Vietnamlıların direnişi de küresel çaptaki ruh halini belirlemişti.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında Vietnam bir Fransız sömürgesiydi. Bu dönemde, önemli bir devlet memurunun oğlu olan Ho Shi Minh’in liderliğindeki Vietnam Komünist Partisi, sömürgeciliğe karşı köylüsünden toprak ağasına Vietnamlıların birleşik ulusal hareketi olan VietMinh’i (Vietnam Birliği) kurdu. 1954’te Dien Bien Phu’da Vietminh’in direnişiyle yenilgiye uğrayan Fransa bölgedeki kolonisini terk etmek zorunda kalmıştı. Ardından Rusya ve Çin’in basıncıyla Ho Chi Minh ülkenin kuzeyinin kontrolünün kendisine, güneyin ise ABD destekli güçlere bırakılmasını kabul etmişti. Böylece Kuzey Vietnam Rusya ve Çin’le ittifak halinde bir “komünist” rejim, Güney Vietnam ise ABD’nin müttefiki olan bir özel kapitalist diktatörlük oldu.12 ABD’nin Vietnam politikasının temelinde Soğuk Savaş’ta Rusya ve Çin’e güç katacak bir komünist rejimin bölgede yayılmasının engellenmesi yatıyordu. ABD için Vietnam’da kazanılacak bir zafer hem küresel hegemonyasını hem de iç politikada sendikaları ve işçi sınıfını bastırmasına yarayan antikomünist propagandasını güçlendirecekti. Güneydeki antikomünist Ngo Dinh Diem’in yönetimine karşı Vietkong/Ulusal Kurtuluş Cephesi liderliğinde köylü isyanları başlayınca, ABD rejimi korumak için ülkedeki asker sayısını hızla birkaç yüzden 18 bine çıkarttı. Bölgedeki ABD askerleri bombardıman, napalm kullanımı ve kontrgerilla faaliyetleri konusunda “özgür” bırakılmıştı. Ancak ABD’nin saldırılarına rağmen Güney Vietnam’daki köylüler kitlesel bir şekilde direniş hareketine katılmaya devam ediyordu. Güney Vietnam’daki gerillaların ABD üslerine dönük saldırıları savaşlar tarihindeki en yoğun bombardımanlara, Kuzey’in bombalanmaya başlamasına rağmen sona ermiyordu. Savaşın bedeli yıllar geçtikçe ABD için büyümeye başladı. Bölgedeki asker sayısı 1965’in sonunda 210 bine, 1967’de 470 bine çıkmıştı. Ancak Vietkong’un sadece 300 bin gerillası olmasına rağmen ABD açısından hiçbir ilerleme yoktu. Dönemin ABD Başkanı Lyndon Johnson 1965’te savaşın yılda sekiz milyar dolara mal olacağını söylüyordu Ancak 1968’e gelindiğinde bu rakam 27 milyar dolar olacaktı.
Diğer yandan ABD’nin içerisinde savaşa karşı muhalefet giderek yükseliyordu. 1965’te Michigan Üniversitesi’ndeki 30 akademisyen üniversiteyi savaşa karşı dev bir sınıfa çevirmeye karar verdi. Üniversite yönetiminin tehditlerine rağmen dersler bittikten sonra toplanma çağrısı yapıldı. Açık derse katılan üç bin öğrenci ertesi sabah 8’e kadar savaşı tartıştı.13 Yarım milyon ABD’linin Vietnam’a savaşa gönderilmesi, yüz bin üyesiyle kampüslerdeki en büyük örgütlenme olan Amerikan Demokratik Toplum için Öğrenciler (SDS) hareketinin giderek daha fazla sola kaymasını ve kampüslerde yükselen radikalizmde etkili olmasını sağlamıştı. Artık öğrencilerin büyük bir kısmı kendisini devrimci olarak görüyordu. On yıl önceki Kore savaşı sırasında savaşa karşı söz söylemek konusunda yaygın bir korku hakimken şimdi “sanki lanet olası uzun bir kıştan sonra ilkbahar geliyor gibiydi.” Üniversiteler savaş karşıtı hareketin üsleri haline gelmişti. 1965’te New York’ta toplanan 30 bin kişinin “savaşı durdurun” sloganı altı ay sonrasında 50 bin kişilik gösteride ABD’nin Vietnam’dan derhal çekilmesine evrilmişti. Savaşa dair tepkinin motivasyonu sadece Vietnam’la dayanışma değildi. Birçok genç için askere alınmak ciddi bir tehditti. 1965’te askere alımların iki katına çıkartılacağı açıklanınca, askere gitmeyi reddetmek savaş karşıtı hareketin temel eylemlerinden birisi haline geldi. Pentagon’un önünde iki bin genç celp kağıtlarını toplu olarak yakıyor, askerlik şubeleri savaş karşıtı kampanyaya yeni üyeler kazanmak üzere aktivistler tarafından kuşatılıyordu. Vietnam savaşında ABD ordusunu zayıflatan “cepheden” birisi yarım milyondan fazla gencin askere gitmeyi reddetmesi olmuştu. 1967’de New York’ta savaşa karşı 300 bin kişi yürüdü. Devletin tüm propagandasına rağmen ABD toplumu Vietnamlıları düşman olarak görmüyordu. Siyahların hareketiyle savaş karşıtı hareket bir aradaydı. ABD’deki siyahların politik hareketinin Vietnam’a bakışını belki de en iyi özetleyen boksör Muhammed Ali’ydi: “Hiçbir Vietnamlı bana ‘zenci’ demedi”.
Vietnam savaşına karşı 1960’lardaki hareketin merkezlerinden birisi İngiltere’ydi. İşçi Partisi’nin “umut vadeden” yeni lideri Harold Wilson muhafazakâr partinin ABD politikalarına teslim olmasını eleştiren seçim kampanyasında “baskıcıların yanında değil devrim hareketi yürüten halkların yanında yer almak” gibi bir dizi söz verip seçimleri kazanmasının ardından hızla “Vietnam’daki direnişçi saldırganlara karşı ABD’nin aldığı önlemleri yürekten destekliyoruz” çizgisine gelmişti. Savaşa karşı özellikle üniversiteler arası enternasyonal bir işbirliği hakimdi. ABD’li öğrenci liderlerinden birinin İngiltere’de yaptığı bir konuşmadan etkilenen ve İngiltere’deki savaş karşıtı kampanyanın liderlerinden Tarık Ali, “yeni kuşakların insanların geleceğini Soğuk Savaş’ın acımasız çarkına bırakmayacakları anlaşılıyordu. Sivil haklar için verilen mücadele savaş karşıtı radikal hareketlerle birlikte boy atması ilerisi adına umut vadediyordu” diye aktarır.14 1967’ye gelindiğinde özellikle İngiltere’de kampüslerdeki savaş karşıtı toplantılara katılanların sayısı kar topu gibi büyüyordu. İşçi Partisi iktidarının yarattığı hayal kırıklığı, Küba’yla Vietnam’da gerçekleşenler dışında başka faktörler de gençleri etkisi altına almıştı. Siyah göçmenlerin ülkeye girişini zorlaştıran yasalar, yabancı öğrencilerin harçlarının yükseltilmesi, Zimbabve’deki beyaz sömürge hükümetinin tek taraflı ırkçı bağımsızlık ilanı gibi gelişmeler hareketteki öfkeyi büyütüyordu. Dönemin savaş karşıtı gençlerine hakim olan ruh hali kısaca “Vietnamlılar Amerikalılara karşı başarıyla direnebiliyorlarsa, daha önemsiz düşmanlar da kuşkusuz alt edilebilir” şeklindeydi. Sosyal demokrasiyle ve Stalinist anlayışla bağı kopmaya başlayan birçok genç bakışlarını Marksist külliyata dikmeye başlamıştı.
Batı Berlin’de “nüfusun büyük çoğunluğu hala Amerika yanlısıydı, ama öğrenci nüfusunun giderek artan bir kesimi egemen ideolojiden kopmuştu.” Almanya’da öğrenci örgütü SDS, İkinci Dünya Savaşı sonrası genç kuşak için son derece anlamlıydı. Öğrenciler arasında da sağın hâlâ güçlü olmasına rağmen savaş sonrası düzende eski faşistlerin devlette etkisini sürdürüyor olması birçok genç için öfke uyandırıcıydı. “Hitler’in iktidarı almasıyla demokrasinin bütün kalıntılarının silinip süpürülmesi ve Avrupa’daki en büyük iki işçi partisinin ortadan kaldırılması, 50’li yılların çocuklarının üzerinde siyasal ve psikolojik izler bırakmıştı. Suskunluğun egemen olduğu dönemlerde bile bir şeylerin yanlış gittiğini biliyorlardı. Vietnam savaşı bir katalizör oldu.”15
Elbette öğrencilerin kitlesel bir şekilde sokaklara dökülmesinde öğrenci olarak karşılaşılan sorunlar ve üniversitelerin yapısına dair eleştiriler belirleyici bir faktördü. Kampüsler artık yönetici azınlığın elit mekânları olmaktan çıkıp öğrenci sayısı arttıkça radikalleşme yükseliyordu. Öğrenci hareketinin ilk kıpırtılarının adresi İtalya’ydı. Üniversiteler derslik, teknik ve akademik donanım bakımından son derece yetersizdi. 1923’te 40 bin öğrenciye iki bin öğretim üyesi düşerken, 1967’de bu rakam 400 bin öğrenciye karşılık sadece 3 bin öğretim elemanı şeklindeydi. Profesörlerin sert otoritesi altında, tartışmanın yasak olduğu dersler işleniyordu. “Özel uçağı” olan profesörlerin kibrine ve öğrencilerle kurulan hiyerarşik ilişkilere tepki olarak demokratik ve özgürlükçü bir eğitim talebi yükseliyordu. 1963’te demokratik üniversite talebiyle Torino ve Milano’da başlayan mimarlık fakültelerinde birkaç haftalık işgal sürdü. İtalya’daki öğrenci hareketi, ilerleyen yıllarda üniversite mezunlarının kolay iş bulacağına dair hülyalar dağıldıkça daha büyük bir ivme kazandı. 1967 başındaki beş ay süren üniversite işgalleri o döneme dek Atlantik’in iki yakasında da görülmemişti.16 İşgaller başladığında Vietnam, Cezayir, ABD’deki siyahlar, Küba veya Kongo için dayanışma eylemlerine katılmak öğrenciler için çoktan olağan bir iş haline gelmişti.
ABD’nin Berkeley gibi köklü üniversitelerinde ise sermayenin ihtiyaçlarını karşılamak için “yetiştirilmelerine” odaklı, yaratıcı sorgulamalara tahammülsüz, beklentileriyle kendilerinden beklenenler arasında uçurumun olduğu bir eğitime tepki büyüyordu. Berkeley Üniversitesi’nde 1964’te yaşananlar, öğrenci hareketi açısından dönemin önemli duraklarından birisiydi. Üniversite yönetimi siyasal grupların masa açmak, bildiri dağıtmak gibi faaliyetlerini yasaklama kararı almıştı. Masa açan bir öğrenci gözaltına alınmaya çalışılınca öğrenciler polis arabasının etrafında oturma eylemi başlattı. Sayıları birkaç yüzden hızla birkaç bine çıkan öğrenciler tam 30 saat oturmaya devam etti. Burada başlayan hareket hızla siyahların sivil haklar hareketi ve Vietnam savaşına karşı mücadelelerle ortaklaşıp, kolluk güçlerinin sert müdahalelerine rağmen güçlü bir işgal ve boykot eylemliliğine dönüştü. Sürecin sonunda öğrencilerin talepleri kazandı ve kampüsteki siyasal faaliyetleri yasaklamaya çalışan rektör işten atıldı. Berkeley deneyimi Vietnam savaşına karşı hareketin yükselişiyle tüm Avrupa’da yaşanacakların adeta fragmanı gibiydi.
68’de çakan şimşek: Tet Saldırısı
Tarihler 31 Ocak 1968’i gösterdiğinde, her şeyi değiştirecek bir olay yaşandı. Vietnam’ın yeni yıl bayramı Tet, ABD emperyalizmine en ağır yenilgilerinden birisini yaşatan olayların başlangıcı oldu. Direnişçi ordular sahip oldukları tüm güçleri seferber ederek ABD güçlerine karşı bir saldırı başlattı. Saygon’daki ABD konsolosluğu gerillalar tarafından işgal edildi. Eski imparatorluk kenti Hue’nun büyük bir kısmı direnişçilere geçmişti. Tet Saldırısı savaşın gidişatı açısından şoke ediciydi.
Tuhaf olan, direnişçi orduların başarısızlığa uğramasına, ağır bir şekilde yenilmesine, çok büyük kayıplar vermesine rağmen yaşanılanlar tüm dünyayı ABD’nin Vietnam savaşını asla kazanamayacağına ikna etmişti. Savaş karşıtı hareketi müthiş bir “başarabiliriz” duygusu sarmıştı; direnişçilerin askeri yenilgisine rağmen Tet Saldırısı ABD’nin mağlup edilebileceğini göstermişti. “ABD, sürekli varlığıyla desteklediği Güney Kore tipi bir rejim kurmayı başarabilseydi savaşa karşı çıkanların çoğu susturulabilecekti. Tet saldırısının gerçek anlamı buydu. Amerika’nın yarısını savaşın kazanılmayacağına ikna etti”.17 Üstelik ABD egemen sınıfı da bu fikre ikna olmuştu. ABD ekonomisinde silahlanmaya dayalı hızlı bir büyüme ve tam istihdam yaşanıyordu. Ancak kamuoyunda neredeyse hiçbir desteğin kalmadığı savaş yüzünden vergileri arttırmak pek mümkün görünmüyordu. Vergileri arttırmadıkça giderek daha pahalıya mal olan savaşı devam ettirmek güçleşiyordu. Mevcut durum ödemeler dengesinde ekonomiyi zora sokuyordu. Tet Saldırısı egemen sınıfın savaşın sona ermesi gerektiğine karar vermesinde esas gelişme olmuştu.
Tet’in ardından zaman tüm dünya için daha hızlı akmaya başlamıştı. Gökyüzünü karartan bulutlarda fırtına başlamıştı. Dört gün sonra ABD’de siyahların politik önderlerinden Martin Luther King öldürülünce yüzden fazla şehirde siyahlar gettolarda ayaklandı. Cinayetten sonra genç siyah aktivistler hızla radikalleşti ve devrimci politikalar yürüten Kara Panterler’e akın etti. Savaş karşıtı hareket zirveye çıktı. Vietnam’dan sorumlu general Westmorland görevinden alındı, Kuzey Vietnam’a bombardıman durdu ve ABD Başkanı Lyndon Johnson seçimlerde yeniden aday olmayacağını açıkladı. Seçimleri kazanması beklenen Robert F. Kennedy suikaste uğradı. ABD ciddi bir politik krizle ve sokaklara dökülen savaş karşıtlarıyla siyahların hareketiyle sallanıyordu.
ABD’de Martin Luther King’in öldürülmesinden bir hafta sonra, Batı Almanya’daki öğrenci lideri Rudi Dutschke başından vuruldu ve ölümcül bir şekilde yaralandı. On binler sokağa döküldü. Belçika’da öğrencilerin hareketiyle hükümet düştü. Meksika’da yaz ayları boyunca kitlesel öğrenci gösterileri gerçekleşti. Ülkede gerçekleştirilecek Olimpiyat oyunları öncesinde hareketi bastırmak isteyen devlet, üniversitelere askerleri yollayınca öğrenciler sokağa döküldü. Yaklaşık 300 öğrenci katledildi. Tet saldırısı ABD’nin hegemonyası için nasıl bir sarsıntı olduysa Ağustos’ta Çekoslovakya’da yaşananlar da Rusya için benzerdi. Grevler ve kitle eylemleriyle Stalinist baskı aygıtı kırılmaya başlamıştı. Ayaklanma sadece Moskova’daki Stalinist bürokratları değil genel olarak Avrupa egemen sınıfını tedirgin ediyordu. Bu ayaklanma diğer Doğu Bloku ülkelerinde bir isyanı tetikleyebilir ve genel olarak tüm Avrupa’da denklemleri değiştirebilirdi. Rus tankları hareketi bastırmak üzere Prag’a girdi. Ancak üniversite işgalleri ve işçi direnişleriyle halk hareketi devam etti. Üstelik bu müdahale dünyanın geri kalanındaki birçok muhalif için SSCB’nin “sosyalizm” maskesinin düşmesine neden oldu. “Pakistan’daki öğrenci gösterileri ve işçi grevleri Karaşi’de askeri diktatörlüğü devirdi. İtalya’da iki kızıl yıllık grevler başladı. Almanya, Polonya, Arjantin, Japonya, Tayland, Sri Lanka, Afganistan, İran, Türkiye, Yugoslavya, Bolivya ve Şili’de öğrenciler gösteriler yaptı, işçiler greve gitti, herkes devrim havası soluyordu”.18 Tüm bu ülkeler 1968’de devasa işçi grevleri, öğrenci boykotları, üniversite işgalleri, kitle gösterileriyle sarsıldı ve siyasal sistemlerini sonraki on yıllar boyunca etkileyecek ciddi politik krizler yaşadı.
Fransa: Yenilgi yok ihanet var
Fransa ve İtalya’da 1968 ivmesine hızla işçi sınıfının grev mücadelesi eklenmişti. Mayıs başında Fransa’da Vietnam ve öğrenci sorunlarıyla ilgili gösteriler artmaya ve polis şiddetine karşılık büyümeye başlayınca Sorbonne Üniversitesi’nin kapatılmasına karar verildi. Ancak polisin şiddeti gibi bu karar da geri tepti. 10 Mayıs gecesinde sokaklarda kızıl bayrakların dalgalandığı barikatlar kurulmuş, hareket boyut değiştirmişti. Kamuoyunda öğrencilere dönük sempati giderek artmaktaydı. Öğrencilere yönelik şiddeti, 50’ler ve 60’lar boyunca yaşanan grevlerdeki çatışmalardan işçiler gayet iyi biliyordu. Ancak sınıf içerisinde o zamana kadar birlik duygusu ve De Gaulle’ün yenilebileceği fikri zayıftı. 13 Mayıs’ta sendikalar genel grev çağrısı yaptı. Bunun üzerine Başbakan Pompidou, Sorbonne’nun yeniden açılmasını kabul etmek zorunda kaldı. İleride “öğrencilerin Sorbonne’u zorla ele geçirmelerini görmektense, onu öğrencilere vermeyi tercih ettim” diyecekti. 13 Mayıs’taki grev gösterisi işçi sınıfının neredeyse tüm kesimlerini yan yana getirmişti. “Bütün fabrikalar ve bütün büyük işyerleri temsil ediliyor gibiydi. Demiryolu işçileri, postacılar, matbaacılar, metro personeli, metal işçileri, havalanı işçileri, pazarcılar, elektrikçiler, avukatlar, kanalizasyon işçileri, banka çalışanları, inşaat işçileri, cam ve kimya işçileri, garsonlar, belediye işçileri, boyacılar ve döşemeciler, petrol işçileri, tezgahtar kızlar, sigorta işçileri temsilcileri, yolları süpürenler, film stüdyosu operatörleri, otobüs şoförleri, öğretmenler, yeni plastik sanayi işçileri…”19 Ertesi gün Sud-Aviation uçak fabrikasındaki işçiler fabrikayı işgal etti, yöneticiler ofislerine kilitlendi ve süresiz grev başlattı. Fabrika işgalleri ve grevler Fransa’nın dört bir yanına, herhangi bir sendika veya örgüt kararı olmaksızın hızla yayıldı. Mureaux Çimento Farbrikası işçileri oylamayla müdürü görevden aldılar ve fabrikanın başka bir birimine gönderdiler ardından oradaki işçiler de greve çıktı. Citroen fabrikasında 16 yıldan sonra ilk kez greve çıkıldı. Matbaa işçileri gerçekliği çarpıtan gazeteleri basmayı reddederken iktidarın medyadaki hegemonyasına karşı halkın haber alma hakkını korumak için geri kalan yayınları basmaya karar verdi. Paris’te Katolikler kilise işgal etti, futbolcular kızıl bayraklar ve “futbolcular için futbol” sloganıyla Fransa Futbol Federasyonu merkezini 6 gün boyunca işgal etti, genel sekreteri odasına kilitledi. Tarihler 22 Mayıs’ı gösterdiğinde dokuz milyon işçi grevdeydi. Tarihin en büyük genel grevi yaşanıyordu.
Üretimin ve dağıtımın nasıl olacağına işçiler karar veriyordu. İşçilerin işyeri temelli eylemliliği toplumun bütününde sıradan insanların kendi kendilerini yönetmesinin temel zemini olmuştu. Nantes’te işçiler tüm şehri kontrol etmeye başladı ve bir süre ikili iktidar yaşandı. 24 Mayıs’ta De Gaulle referandum çağrısı yaptı ancak oy pusulalarını basacak herhangi bir matbaa bulunamadı. Belçika’daki matbaa işçileri de sınıf kardeşleriyle dayanışmak için pusula basmayı kabul etmedi.
Fransa 68’indeki öğrenci hareketi aşılıp işçi sınıfının devlete ve bizzat kapitalizme alternatif olarak kendisini ortaya koymasıyla kurulu düzene karşı ciddi bir tehdit olmaya başlamıştı. Ancak sınıfın devlete ve sermayeye yönelttiği tehditin daha ileri gitmesi mümkün olamadı. Fransa’daki hareket bazı sorunlarla karşı karşıyaydı. Öncelikle işçi sınıfının sendika bürokratlarına tepki olarak Mayıs ayında kendiliğinden geliştirdiği işyeri temelli örgütlenmeler vardı ama genel olarak grevdeki dokuz milyon işçiden sadece üç milyonu sendikalıydı. Sendikalı olanlar genel olarak Fransız Komünist Partisi denetimindeki, Genel İş Konfederasyonu (CGT) ve Demokratik İşgücü Konfederasyonu arasında bölünmüştü. Son yıllardaki gelişmelerle itibarı sarsılmış ve güç kaybetmiş olsa da Fransa’daki solun en güçlü örgütü FKP’ydi; gücü esasen CGT sendikasını kontrol edebilmesinden geliyordu. Parti siyasi olarak tamamen Moskova’ya bağlı bir örgüttü ve Fransa’da devrimci bir kırılmayı hedefleyen bir stratejiden tamamen yoksundu.
FKP ve CGT sendikası önceleri öğrenci eylemlerine küçümseyen, grevlere ise mesafeli bir tavır takınmıştı. Tabandan gelen basıncın yanı sıra hareketi kontrol altında tutmak istemesi onu grevlere dahil etti. Ancak hareketin yükselişinden korkuyordu. Parti esas olarak parlamentoda yer almayı, seçimlerle iktidara gelmeyi hedefliyordu ve bu hedefine engel olacak kitlesel hareketi, anayasal düzenin dışına taşan maceracı eğilimler olarak suçluyordu. FKP’nin mücadeleyi kontrol altına alma çabası ve sistemle uzlaşan siyasi çizgisi hareketi geriye çekti. Birçok işyerinde CGT sendikasının bürokratları kendilerini grev komitesi olarak dayattı. Hareketin yükselişiyle militanlaşan işçiler bu komitelerden dışlandı, öğrencilerle işçilerin yan yana gelebilecekleri fabrika forumları engellendi. İşçilere dağıtılan broşürlerle, öğrenci hareketiyle işçilerin buluşmasını engellemeye çalıştı. Öğrenci militanların arasında öne çıkan Daniel Cohn Bendit hakkında “Fransız işçilerinin bir Alman Yahudisi’nden ders almaya ihtiyacı olmadığını” söylüyorlardı. Bu tutuma karşı en etkili yanıtı, sokaklardaki 50 bin kişinin “hepimiz Alman Yahudisiyiz” sloganı verdi. Nantes’te valilik merkezi işçiler tarafından kuşatılmışken, CGT temsilcileri işçilere dönük konuşma yapan öğrenci liderinin kulağına “şimdi onlara evlerine dönmelerini söyle” diye fısıldıyordu.20
Hareket kendisini ileri taşıyacak güçte devrimci örgütlenmelerden yoksundu ve denizin ortasında kayık inşa edilemedi. Kendiliğinden oluşan komiteler umut vericiydi ama grevlerin ve öğrenci hareketinin bütünü arasında ilişkiyi sağlayacak ve talepleri genelleştirip mücadeleyi sıçratacak organlar olamadılar. Devletin yaşadığı kargaşa ve iktidar boşluğu bağımsız bir devrimci önderlik olmadığı için doldurulamadı. Dünya tarihinin o zamana kadarki en büyük genel grevinin karşılaştığı şey bir yenilgi değil, ihanetti.
30 Mayıs’ta De Gaulle ulusa seslendi. Günlerdir ortada olmayan de Gaulle, Cezayir’deki işkence ve katliamlarıyla nam salmış general Massu’yla görüşmek için gizlice Batı Almanya’ya gitmişti. Buradaki Fransa garnizonunun askeri desteğini alan De Gaulle orduyu devreye sokma tehditiyle, genel seçimlere gideceğini duyurdu. Mayıs sonu, Haziran başında hükümetin yolladığı toplum polisleri grevlere şiddetle saldırmaya başlamışken FKP’nin gazetesi “birlik içinde ve zaferle işe geri dönüş” manşeti atıyordu. FKP, De Gaulle’ün seçim öncesi reform vaatlerini işçi sınıfı için ciddi bir kazanım olarak sunmaya çalışıyordu. Sendika temsilcileri grevdeki ulaşım işçilerini işe dönmeye ikna etmek için istasyon istasyon gezip “sizden başka herkes işe dönmek istiyor” diyerek kandırıyordu. İktidar o zamana kadarki en yüksek asgari ücret zammını kabul etmişti ve bu bir kazanımdı ancak hareket bu talebin çok ötesine geçmişti artık. CGT lideri Georges Seguy kendisini bekleyen işçi kitlelerine anlaşmayı açıkladığında yuhlanmıştı, işçiler greve devam etmek istiyordu.
Mücadele aynı düzeyde olmasa da Haziran boyunca devam etti. Ay sonundaki seçimlerde De Gaulle meclisteki vekil sayısını yaklaşık 120 arttırdı, FKP’nin oyları ise 600 bin düştü. Sendika liderlerinin ve Stalinistlerin ihanetinin karşılığı sağın zaferi olmuştu. Hareketin daha ileri taşınmasını savunan ve bunun için sınıf içerisinde mücadele eden Troçkist ve Maoist örgütler yasadışı ilan edildi.
İtalya’nın kızıl yılları
Fransa’da sistemi kilitleyen hareket bastırılmıştı ancak İtalya en az iki yıl boyunca sarsılmaya devam etti. Burada yangın esas 1968 sonrasında alevlendi. İtalya’nın dört bir yanındaki grev hareketinin etkisi 1970’lerin ortalarına kadar hissedilecekti. Giderek kent proleteryası olan köylü kökenli gençlerin çoğu fabrikalardaki ağır çalışma koşulları, bant sistemi ve kötü yaşam koşullarından öfkeliydi. Fiat fabrikalarında dönemin en güçlü grevleri başlamıştı. Öğrenciler “Fiat bizim üniversitemizdir” sloganıyla kampüslerden çıkıp fabrika kapılarını kırıyordu. Liseler işgal altındaydı. Fiat’ta çalışan yirmili yaşlarındaki işçilerden biri manzarayı şöyle tarif ediyordu: “İşçiler yaşamlarını değiştirmeye başladılar, artık parya olmadıklarını düşünmeye ve onurla kendi sorunlarının herkesin sorunu olduğunu anlayıp, ancak ortak eylemle çözülebileceğini anladıklarında insanlar kendilerini özgürleştirdiler, fabrikada yaşam kökten değişti.”21 Milyonlarca işçinin katılımıyla, kilit sektörlerde aralıksız süren grevler hükümeti düşürdü. Grevlerle geçen aylarda 250 milyon iş saati kaybedildi. Bölgesel ve statüye dayalı ücret eşitsizliklerine, düşük ücretlere ve uzun çalışma saatlerine karşı fabrika konseyleri mücadeleyi sürüklüyordu. 1969’daki metal işçilerinin toplu sözleşme döneminde sendika bürokrasisi o zamana kadar ancak seyirci kalabildiği hareketin kontrolünü eline almak için hamle yaptı. Metal işkolundaki taleplerin büyükçe kısmı kazanılmış olsa da işçi sınıfından mücadeleye atılan kesimler çoğalıyordu. İnşaat, nakliyat, posta hizmetleri, hukukçular, teknisyenler ve birçok kesim grev hareketinin parçasıydı.
Ancak İtalya’daki hareket Fransa’da olduğu gibi kendisini taşıyacak devrimci odaktan yoksundu ve halihazırdaki bürokrasiye ve Stalinist geleneğe teslim olmuştu. Faşistlerin Milano’da 17 işçinin ölümüne neden olan bombalı saldırısının ardından mevcut örgütlü mekanizmalara, komünist partisine mesafeli olan pek çok radikalleşmiş genç kitle eylemlerinden uzaklaşan farklı siyasal gruplar kurmaya girişti.
Fırtınanın dinmesi
Tüm dünyayı kasıp kavuran rüzgarın dinmesinde, kapitalizmin ve siyasi temsilcilerinin düzeni yeniden güvence altına almasında birçok faktör etkili. Üstelik hareketler birçok yerde bıçakla kesilmiş gibi bir anda sona ermedi. Ancak tüm dünyada işçilerin potansiyellerini sonuna kadar kullanamamış olmasında sınıfın örgütlülük düzeyi ve muhalefette hakim olan politik fikirler oldukça belirleyiciydi.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından birçok ülkede sosyalistler ciddi baskılar altındaydı. Soğuk Savaş döneminde sadece ABD’de değil tüm Batı blokunda anti-komünist iklim çok güçlüydü. Düzen işçi sınıfı hareketini ve muhalefeti bastırmak için sıklıkla “Moskova’nın ajanlığı” damgasına başvuruyordu. Diğer yandan Avrupa’daki komünist partiler genel olarak Rusya’nın şubeleri gibi davranıyordu. Yani “anavatan” Rusya’nın politik çıkarları ve eğilimleri geri kalan ülkelerdeki komünist partilerin siyasi gelişmeler karşısındaki pozisyonunu belirliyordu, çoğu zaman bu işçi sınıfının çıkarlarının aleyhine olsa da. Hakim olan tutum parlamentodaki varlığını korumak için ana akım siyasetle ve düzenle uzlaşmaktı. Doğu ve Batı bloklarındaki muhalif ruh hali garip bir tezatlık içeriyordu. Doğu Bloku’ndaki devlet kapitalisti rejimlerin otoriter bürokrasisinin dayattığı ağır koşullarda yaşayan muhalifler NATO’nun bir gün gelip kendilerini özgürleştireceğini düşünürken, Batı’daki çoğu işçi militanı SSCB’nin yöneticilerini dünya mücadelesindeki yoldaşları olarak görüyordu.22
1950’lerde Stalinist Rusya ve Maoist Çin birbirine bağlı ve dünyanın geri kalanındaki muhalif güçleri etkisi altına almış görünüyordu. 1956’da Macaristan’da yaşanılanlarla birlikte bu manzarada değişimler başladı. Macaristan’da Stalinist bürokrasiye karşı başlayan gösteri ve grev dalgası Rusya’nın tanklarıyla ezilmişti. Batı ülkelerindeki komünist partilerinden binlerce kişi ayrılmaya başladı.23 1960’lara doğru Sovyet Rusya ve Çin’in arası giderek açılmaya başladı. Bu gerilimin bir yansıması olarak Vietnam Savaşı sırasında Rusya’nın direnişçilere destek vermekte tutuk davranması, ABD’nin müdahalesine karşı açıkça direnişten yana bir tavır takınmak yerine “birarada yaşamayı savunmak” söyleminin arkasında aslında tavırsız kalması, Avrupa’daki muhalif militanların Sovyetlere yaklaşımında dönüşümlere neden oldu. Çin’e ve genel olarak Maoizme ilgi arttı. Ancak Çin son derece yoksul bir ülkeydi ve Maoizmden etkilenen çoğu militan görmek istemese de rejimin batı ülkelerine ekonomik olarak yetişme arzusu yüzünden halkın yaşam koşulları Stalinist rejimlerden farklı değildi.
1968’de Batı’daki öğrenci hareketinin içerisinde Mao’nun fikirlerinin yaygınlaşmasının ardındaki nedenlerden biri Rusya’ya, kendi ülkelerindeki komünist partilerin uzlaşmacı siyasetine ve katı bürokratik yapısına büyüyen tepkiydi. Diğer yandan Herbert Marcuse gibi isimlerin dünyanın mevcut durumuna dair analizleri de Maoizmin öğrenciler arasında yükselen bir akım olmasında etkiliydi. Herbert Marcuse savaş öncesindeki Frankfurt Okulu’nun filozoflarındandı. 1960’larda hakimiyet kuran “refah” argümanından yola çıkarak işçi sınıfının devrimci rolünü artık yitirdiğini iddia ediyordu. Bu bakış açısına göre kapitalizm büyümekteydi, tam istihdam sağlanmıştı, sendika liderlikleri hükümetlerle işbirliği içerisindeyi bunun sonucu olarak işçi sınıfı sisteme entegre edilmiş, sistemle uzlaşmış durumdaydı. Toplumda “bastırıcı hoşgörü” egemendi ve bu edilgen, “tek boyutlu” insanı yaratmıştı. İşçiler devrimciliğini, sistemi yıkma kabiliyetini artık yitirmişti. Marcuse için geride kalan tek devrimci potansiyel “üçüncü dünya ülkeleri” ve üçüncü dünyaya dahil ettiği siyahlar, aydınlar, kadınlar gibi “marjinal” gruplardan gelecekti çünkü düzene tam olarak uyum gösteremiyorlardı.
Almanya veya İtalya gibi ülkelerde Marcuse ve benzerlerinin görüşlerinin etki yaratmasının pratik bir takım sonuçları vardı. Bunlardan ilki ve hareketin yenilgisinde belki de en belirleyici olanı, kapitalizmi işçi sınıfı yerine farklı toplumsal kesimlerin ve öğrencilerin devirebileceği fikriydi. Öğrencilerin kitleselliği ve eylemlerin radikalliği bu yanılsamaya kapılmayı kolaylaştırıyordu. Öğrenciler dayanıştıkları Vietnam’ı inceliyor sonra kendi devletlerinin baskıcı uygulamalarına bakıp özdeşlik kuruyordu. Almanya’daki öğrenci liderleri Rudi Dutschke ve Bernd Rabehl, Marcuse’dan yola çıkarak öğrenci hareketine dair teorik açılımlar yapmaya çalıştı. Her ikisi de Doğu Almanya’dan Batı’ya göçmüş gençlerdi ve geldikleri Stalinist rejimi kıyasıya eleştiriyordu. Dutschke’nin Mao’dan da etkilenmiş “kurumlar arası uzun yürüyüş” açıklaması Almanya’daki öğrenci hareketinde çok alıcı bulmuştu. “Uzun yürüyüş ‘içeriden baltalamak’ değil, kendi siyasal bilincini korurken, her cephede, eğitimde, bilgisayarlar alanında, kitle iletişiminde, üretimin örgütlenişinde deneyim kazanmak anlamına gelmekteydi. Uzun yürüyüşün hedefi karşı kurumları yaratabilmekti. Burjuva toplumundaki kurtarılmış alanlar, Çin’de Mao partizanlarının uzun iç savaş süresince kurtardığı ve Çin komünistlerince yönetilen bölgelerle eşdeğer olabilecekti”.24 Fransa ve İtalya’dan farklı olarak Almanya veya ABD gibi yerlerde işçi sınıfının eylem düzeyi grev hareketliliğiyle mücadeleye güç katıp iktidarı tehdit edecek bir aşamaya varmamıştı. Dolayısıyla Batı Almanya iktidarı öğrenci hareketine sert bir şekilde saldırıp eylemleri bastırdıkça, bu saldırılar Dutschke’nin neredeyse öldürüleceği aşamaya vardıkça öğrenci hareketinin içerisinde doğrudan eylem taktiklerine dair fikirler yayılmaya başladı. 1968 sonrası kent gerillası taktiğinin yükselmesi ve kitle hareketinin düşmesinin köklerinde bu eğilim yatıyordu. Bernd Rabehl’in “yıkıcı eylem” üzerine analizleri aynı dönemdeki birçok farklı ülkede işçi sınıfının devrimci rolünü reddeden öğrenci radikalliğiyle benzer bir söylemdir. Rabehl’e göre devleti baskıcı karşı eylemlere zorlayacak eylemler yapılmalıydı. Böylece devletin yapay merhamet maskesi düşecek ve gerçek baskıcı sınıf niteliği ortaya çıkacaktı. “Yürürlükteki yasal düzeni kabul etmek yönetici sınıfın iktidarını kabul etmek demektir”, dolayısıyla yıkıcı eylem dışındaki taktikler de yasal düzenin kabulü anlamına gelmekteydi. Rabehl için esas devrimci güç olan “üçüncü dünyanın ulusal kurtuluş hareketlerinin zafer kazanması için birinci dünyadaki insanlar kendi düzenlerini felce uğratmalıydı”.
Marksizmden kopuk Maoist fikirler Fransa’dan İtalya’ya birçok yerde öğrencilerin okullarını bırakıp fabrikalarda işe girerek işçileri bilinçlendirmeye çalışması, fabrikalara gidip gördükleri işçilere sömürüldüklerini söylemeleri, kamyonlar dolusu “kurtarılmış tavuğu” gecekondularda dağıtma girişimleri, köylere gidip kızıl bayraklar açınca kovalanmaları gibi bir dizi iyi niyetli ama hareketi zafere ulaştırmaktan çok uzak faaliyet biçimlerine sürükledi. Sendika liderliklerinin ihaneti gibi nedenlerden dolayı grev dalgaları geriye çekilmeye başladıkça öğrenci hareketi de fraksiyon kavgalarında boğuldu. Bazı militanlar ilerleyen yıllarda kitle mücadelelerine sırtını dönen bireysel terör eylemlerine sığındı. Kısaca bu dönem öğrenci hareketinin kapitalizmle bağını kurup, işçi sınıfı mücadelesindeki rolünü doğru kavrayamayanlar “ya Herbert Marcuse ve takipçileri gibi sisteme entegre edilmiş ve kayıtsız bir işçi sınıfının yerini alan yeni devrimci öncü öğrencileri göklere çıkarıyor, ya da komünist partiler gibi öğrenci radikalizmini işçi sınıfına yabancı bir şeymiş gibi reddediyorlardı”.25
1968’in üzerinden çok sular aktı. Öğrenci kitleselliğinin geri çekilişi hareketin aktivistlerinden bazılarını intihara sürükledi bazılarınıysa politik olarak karşı kutuplara. Bolivya dağlarına Che ile birlikte savaşmaya giden Regis Debray, Fransa Cumhurbaşkanı’nın danışmanı oldu. O yıllarda dünya çapında militanlığıyla gençler arasında ikona dönüşen, devletin ise kendisine karşı ciddi bir tehdit olarak gördüğü anarşist öğrenci lideri Daniel Cohn-Bendit, önce her yıl dönümünde 1968’in “öğrenci lideri otoritesi” olarak medyanın başvuru kaynağı oldu, sonra da parlamentoda bir milletvekili. Kimileri geçmişlerini inkar etti, kimileriyse köşesine çekildi. Ancak egemen sınıfları ve devletleri sarsan işçi sınıfı Fransa’dan Yunanistan’a başka bir dünya için mücadeleye devam ediyor hâlâ.
Dipnotlar:
1 Kristin Ross, Mayıs 68 ve Geriye Kalanlar, çev. Yağız Ay – Fahrettin Ege, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara, Ayrıca bkz. Daniel Bensaid – Alain Krivine, 1968 Son ve Devam, çev. Gülüm Şener, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 2008.
2 Kristin Ross, age, s.
3 Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi, çev. Uygur Kocabaşoğlu, Yordam Kitap, İstanbul, 2010, 551.
4 Chris Harman, The Fire Last Time: 1968 and After, Bookmarks, Londra, 1988, s. 2-4.
5 Aktaran Ronald Fraser, İsyancı Bir Öğrenci Kuşağı, çev. Kudret Emiroğlu, Belge Yayınları, İstanbul, 1988, 83.
6 Michael Kidron, 1967’de yayınlanan “Sürekli Silahlanma Ekonomisi” başlıklı makalesinde, dönemin ekonomi politiğinin Marksist analizini yapar ve sistemin krize girmesinin kaçınılmaz olduğunu vurgular. Bkz. Michael Kidron, Sürekli Silahlanma Ekonomisi, çev. Tufan Takak, Sosyalist İşçi, İ
7 Jonathan Neale, Amerika’nın Derdi ne?, çev. Arhan Nur, Ayraç yayınları, Ankara,
8 Chris Harman The Fire Last Time: 1968 and After, s. 16.
9 Tony Cliff ve Ian Birchall, France – The Struggle Go On, https:// marxists.org/archive/cliff/works/1968/france/index.htm
10 Cliff ve Birchall,
11 Cliff ve Birchall,
12 Jonathan Neale, Amerikan Savaşı Vietnam 1960-1975, çev. Doğan Tarkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2004, s. 15.
13 Neale (2004), s. 107.
14 Tarık Ali, Sokak Savaşı Yılları, çev. Osman Yener, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, s. 65.
15 Tarık Ali, age, 179.
16 Fraser, age, s. 148.
17 Ali, age, s.
18 Neale (2004), s. 132.
19 Ian Birchall, “Bütün İktidar hayal Gücüne”, Devrim provaları (der. Colin Barker) içinde, çev. Umut Haskan ve İrem Yılmaz, Yordam Kitap, İstanbul, 2010, s. 28.
20 Fraser, age, s. 234.
21 Fraser, age, s. 277.
22 Harman (1988), s. 13.
23 Harman (1988), s. 33
24 Ali, age, s. 180.
25 Birchall, agm, s. 21.