100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara

Onur Devrim ÜÇBAŞ

2006 yılının Temmuz ayında resmi bir ziyaret için Moskova’ya giden dönemin TBMM Başkanı Bülent Arınç Kızıl Meydan’daki Lenin mozolesini ziyaret ettiğinde, “Lenin’i ölü olarak görmek çok güzel” demişti.1 Bu sözlerdeki düşmanlık yalnızca AKP’lilere has bir tutumu ifade etmiyordu elbette. Dünyadaki tüm egemen sınıflar, hükümet partileri, zenginler ve patronlar için hem Lenin’in, hem de onun önderlik ettiği Ekim Devrimi’nin geçmişte kalması, unutulması, “ölü olarak görülmesi” gerekiyor.

Ekim Devrimi’nin 100. yılında onun Rusya’da nasıl hatırlandığına veya hatırlanmadığına bakmak öğretici. Rusya devlet başkanı Vladimir Putin, Ekim Devrimi için bir anma yapılmayacağını, resmi tatil ilan edilmeyeceğini açıkladı. Medya kanalları Kremlin’in mesajını alarak Ekim Devrimi’nin önemini azaltmaya çalıştılar. Putin daha önce Lenin’i Rusya’nın altına zaman ayarlı bir atom bombası koymakla suçlamıştı. Rus medyasının 1917 ile kurabildiği tek benzerlik bugün tüm Putin karşıtlarının batının ajanı gibi yaftalanmasını hatırlatır şekilde, Ekim Devrimi’ni gerçekleştirenlerin İngilizlerin ve Almanların para verdiği hainler olduğu argümanı.2

Yüz yıl önce Bolşevikleri gözden düşürmek için kullanılan bu yalan, bugün de Rusya’nın yeni hükümdarları tarafından öne sürülüyor. 1917’yi unutmak veya karalamak egemen sınıflar için bir zorunluluktur. Çünkü 1917’ye yol açan sorunlar bugün hala toplumsal hayatın bir parçası olmaya devam ediyor. Tarihçi Nikita Solokov Putin’in bu politikası hakkında şunları söylüyor:

Resmi makamlar 1917’yi kutlayamaz. Sonrasında ne olursa olsun, devrimin itici gücü sosyal adalet isteğiydi. Böylesi bir eşitsizliğin olduğu bir ülke, bu yıldönümünü kutlayamaz. Ayrıca yetkililer tüm devrimlerin ‘renkli devrim’ olduğunu düşünüyorlar.3

1917 Ekim Devrimi’nin bu farklı yorumları çoğu kez onu yorumlayanların sınıfsal kimliği ve ideolojik arka planı ile doğrudan ilgilidir.

SSCB’nin egemen sınıfını oluşturan stalinist bürokrasi ve onun birer uydusu haline gelen resmi komünist partilerinin üst düzey yöneticileri onu dini bir olay gibi yorumladılar ve kendi siyasal hatlarını doğrulayan ve meşrulaştıran bir olay olarak gördüler. Bu kesim tarafından yazılan Ekim Devrimi tarihleri, Bolşevik Partisi’ni Lenin’in kesin liderliği altında uyumlu bir şekilde hareket eden yekpare bir yapı, işçi sınıfını ise Bolşeviklerin liderliğini kabul eden yığınlardan ibaret sayar.

Tıpkı Stalin’in yanında olduğu fotoğraflardan silinen pek çok Bolşevik gibi, Ekim Devrimi’nin öncesindeki pek çok tartışma ve devrimde önemli rol oynayan pek çok devrimci de bu tarihten çıkarıldılar. Bunun belki de en tipik örneği 1930’lardan sonra yapılan Ekim Devrimi konulu pek çok tabloda Stalin’e Lenin’in hemen yanında yer verilirken, Troçki’nin bu devrimden çıkarılması oldu. Stalinist bürokrasi için Ekim Devrimi gelecek devrimler için bir ilham kaynağı, işçi sınıfının kendi eyleminin potansiyelini gösteren bir örnek değil, kutsallık halesiyle çevrilerek efsaneleştirilecek, araçsallaştırılacak bir olaydı.

Madalyonun diğer yüzünde ise Ekim Devrimi’ni bir darbeden ibaret gören liberal tarihçiler vardı. Devrimden hemen sonra savunulmaya başlanan bu tez farklı on yıllarda farklı şekiller alarak bugüne kadar geldi. Ekim Devrimi’nin ardından Lenin’i kana susamış bir radikal olarak gören burjuva basınının tezleri zaman içinde inceltilip karmaşıklaştı. Ancak bu tezlerin temelleri pek az değişti. Bu tarihçiler Ekim Devrimi’ni, konspiratif olarak örgütlenen profesyonel devrimcilerin, kitle hareketini istismar ederek kendi iktidarlarını kurduğu bir darbe olarak görüyorlardı. Dolayısıyla Lenin’in Ne Yapmalı kitabı ile Ekim Devrimi arasında, Ekim ile Stalin’in gulagları arasında kopmaz bir bağ vardı.

Bu tezler Soğuk Savaş koşullarında, SSCB’nin düşman olarak görüldüğü yıllarda dünya geneline yayıldı. Bolşevikler ülkedeki kaosu istismar ederek, bir tek parti diktatörlüğü kurmuşlardı, Ekim ise Bolşeviklerin iyi planlanmış bir darbesiydi. Bu ekoldeki pek çok tarihçi açısından Şubat Devrimi “normal” bir devrimdi; Rus imparatorluğu aşamalı bir şekilde modern, demokratik bir sanayi toplumuna dönüşecekti. Ancak aşırılık yanlısı Bolşevikler Ekimdeki darbeyle ülkenin batı tarzında demokrasi ve insan hakları temelli bir ülke olmasını engellediler. Rejimin temel sınıfsal niteliği ise bu analizlerde elbette eksikti, yukarıda sayılan tüm bu özelliklerin yanında Şubat Devrimi’nin ardından kurulan rejim kapitalist bir rejim olmayı sürdürüyordu. Ekim asıl olarak bunu değiştirdi.

Her iki yorumda da ortak olan nokta Ekim Devrimi’nin kitlelerin kendi eseri olarak değil “büyük adamların” eseri olarak görülmesidir. Stalinistler Ekim Devrimi’ni partinin planlanmış bir hareketi, kapitalist sınıf ise kanlı bir darbe olarak göstermeye çalışmıştır.

Oysa Ekim Devrimi’nin tarihi bu iki yaklaşımın gösterdiğinden çok daha zengin ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Onun gerçek tarihi her şeyden önce başta Petrograd ve Moskova olmak üzere büyük şehirlerde toplanan işçi sınıfının bilinçli eyleminin ve siyasal radikalleşmesinin tarihidir. Bu tarih aynı zamanda kitlelerin kendiliğinden eylemi karşısında önce bocalayan ancak daha sonra işçi sınıfından öğrenme ve ona liderlik etme başarısı gösteren bir partinin, Bolşevikler’in tarihidir.

Devrimin liderlerinden biri tarafından yazılan Rus Devriminin Tarihi kitabını bir kenara koyarsak Ekim Devrimi’nin bu anlayışla yazılan belki de en başarılı tarihi Alexander Rabinowitch’in Devrime Doğru, Bolşevikler İktidara Geliyor ve Bolşevikler İktidarda kitaplarıdır. Özelikle son kitap olan Bolşevikler İktidarda, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından açılan arşivlerden yararlandığı için diğer ikisine göre öne çıkar.

Bir azınlığın darbesi mi?

Ekim Devrimi’nin Bolşevik Parti’nin Petrograd’da iktidarı ele geçirdiği 7 Kasım –Rus takvimine göre 25 Ekim– gecesine indirgenmesi ve bir darbe olarak anılması hem akademide hem de sağcı ana akım medya organlarında yaygın bir tutum. Devrimin tarihini yazan liberaller de, onu yüzüncü yılında “anan” ana akım medya organları da Ekim’i bir darbe olarak etiketlerken onun kapitalizme sunduğu alternatifi karartmaya çalışıyor. Birkaç örnek açıklayıcı olacaktır.

Liberal tarihçi Richard Pipes 1995’te yazdığı bir kitapta şöyle diyordu:

“Geçici Hükümet’in devrilmesine neden olan olaylar kendiliğinden değildi, onlar dikkatlice planlanmış ve sıkı bir şekilde örgütlenmiş bir komplo şeklinde gerçekleştirilmişti. Ekim bir hükümet darbesinin (coup d’etat) klasik bir örneğiydi. Hükümet otoritesi küçük bir grup tarafından, çağın demokrasi iddialarını dikkate alarak bir kitlesel katılım gösterisiyle, ancak hemen hemen hiçbir kitlesel katılım olmadan ele geçirildi.”4

Financial Times’ta geçen yıl yayınlanan bir makalede Ekim Devrimi ile ilgili bir dizi kitabın değerlendirildiği yazının sonuç paragrafı ise şu şekilde:

“2017 yaklaşırken Bolşevik darbesinin Rusya’ya istikrar getirmediğini, aksine onun sonraki yıllarda birbirini izleyen feci olaylar zincirinin bir parçası olduğunu hatırlamalıyız. (…) 1916-1926 arasında milyonlarca kişi vahşi çatışmalarda hayatını kaybetti, bu çatışmalar yalnızca Rusya’nın merkezindeki topraklarda gerçekleşmedi, Polonya ve Ukrayna’dan Orta Asya’ya kadar uzandı. Liberalizme dönüş konusundaki umutlar Bolşevikler Mart 1921’de Kronstadt’taki işçi ayaklanmasını ezip binlerce kişiyi öldürdüğünde ortadan kalktı. Ekim darbesi ve onu izleyen yıllarda Bolşeviklerin iktidarda kalma mücadelesi Komünist Parti’nin diktatörlüğünün, Stalin’in köylülüğe karşı yürüttüğü nefret dolu saldırının ve 1930’lardaki kitlesel siyasi tasfiyelerin tohumlarını attı. 1917’nin gölgesi hala Rusya’nın üzerinde, ağır ve karanlık ”5

Türkiye’deki sol düşmanı bazı köşe yazarları da darbe kavramını kullanır:

“(…) işte bizim ölü sevici komünistler sapkın hazzı Bolşevik Darbesi’nin 97. yıl kutlamasında ararken, aynı gün özgürlük âlemi de ölü değil canlı ve somut bir olgunun sevinciyle Duvar’ın yıkılışının çeyrek yüzyılını idrak etti.”6

Ekim Devrimi, Şubat Devrimi’nden ve iki devrim arasındaki süreçten ayrı değerlendirilemez. Bu sürece baktığımızda Bolşevik Partisi’nin nasıl işçi sınıfı arasında güç kazandığını, Rus Devrimi’nde belirleyici öneme sahip temel sorunlara -barış, toprak, işçi denetimi vb- net çözüm öneren tek güç olarak, nasıl büyüdüğünü görüyoruz. Bu süreç aynı zamanda Bolşevik Partisi’nin çeşitli dönemlerde egemenlik kurduğu şehirlerde iktidara gelmeye çalışmadığını, bunun yerine sabırla işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmaya çalıştığını gösteriyor.

İki devrim arasındaki dönemde kâğıt üzerinde iktidarda olan Geçici Hükümet, ne toprakların köylülere adil bir şekilde paylaştırılmasını sağlamış, ne savaşı bitirmek konusunda adım atmış, ne de işçilerin isteklerine yanıt vermişti. Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler bu devrimin ancak bir burjuva devrimi olabileceğini savunuyorlardı, bu yüzden Geçici Hükümet’te yer almaktan çekinmediler. Kitleler giderek radikalleştikçe bu partilerin Geçici Hükümet içindeki ağırlığı arttı ancak bu durum işçilerin taleplerinin yerine getirilmesini sağlamadı. Aksine Geçici Hükümet’te bulunan Kadetler ve Çarlık ordusu subayları bu partileri Geçici Hükümet’in sınıfsal doğasını gizlemek ve ona halk desteği sağlamak için kullanıyorlardı.

Hem Sosyalist Devrimciler hem de Menşevikler devrimin acil sorunlarına yanıt vermekte başarısız oldular. Sosyalist Devrimcilerin kontrolündeki ordu komitesi Rus Genelkurmayı ile birlikte çalışıyor, savaşı sürdürmeye çabalıyordu. Çoğu üniforma giymiş köylülerden oluşan askerlerin buna cevabı kitlesel bir şekilde cepheden firar etmek oldu. Sadece Haziran ayı içinde 30.507 asker firar etti, Ekim ayına gelindiğinde ise tüm ülkeye dağılmış iki milyon asker kaçağı vardı.7 Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler toprağın köylülere verileceğini söylüyor ama harekete geçmiyorlardı, Menşevikler fabrikalarda işçi denetimine karşı çıkarken, Bolşevikler bu talebi sloganlarından biri haline getirdiler.8

Temmuz ayında karşı devrim güçlerinin kuvvetlenmesi, Troçki başta olmak üzere Bolşevik liderlerin hapse atılması, örgütün matbaasının yakılıp yıkılması, Bolşevikler’in Alman ajanı olduğu suçlamasıyla karşılaşması partinin etkisinde kısa süren bir gerileme yarattıysa da bu etki Ekime doğru artmaya devam etti. Bu süreçteki en önemli gelişme Ağustos ayındaki Kornilov’un darbe girişimine karşı mücadeleydi. Bu mücadelenin sonunda işçiler Menşeviklerden ve Sosyalist Devrimcilerden kopup kitlesel olarak Bolşevikleri desteklemeye başladılar. Bu süreç de eşitsiz ve birleşik bir şekilde gelişti, Bolşevikler Kronstadt, Vyborg gibi bazı bölgelerde güçlendiğinde hem partinin hem de işçi sınıfının içindeki bazı güçler hemen ayaklanmak gerektiğini savundu. Lenin buna pek çok kez karşı çıktı.

Nisan ayında on binlerce kişinin Geçici Hükümet’e karşı yürüdüğü bir gösterinin ardından şunları söyledi:

“Hükümetin yıkılması gerekiyor, fakat bunu herkesin olması gerektiği gibi kavramış olduğu da söylenemez. Geçici Hükümet İşçi Vekilleri Sovyeti’nin desteğini aldığı sürece onu kesinlikle deviremezsiniz. Geçici Hükümet’i devirmenin yegâne yolu Sovyetlerin çoğunluğunun desteğini sağlamaktır ve bu böyle olmak zorundadır.”9

Temmuz ayında Lenin iktidarı ele geçirme güçleri olmasının yeterli olmadığını vurguladı:

“Fraksiyonumuzun Sovyet içindeki gerçek ağırlığı nedir? Diğerlerini boşverelim, iki büyük şehirdeki Sovyetlerde bile kayda değer olmayan küçük bir azınlık durumundayız. Bu gerçek neyi gösteriyor? Bu gerçeği yok sayıp bir kenara itemeyiz. Görünen gerçek şu ki kitlenin çoğunluğu kararsızlık gösterip duraksamakla birlikte hala Sosyalist Devrimcilere ve Menşeviklere inanıyor. Proletarya partisi, iktidarı ciddi bir biçimde (Blankici yöntemlerle değil) elde edebilmek için sabırla, sağa sola yalpalamadan, kitlelere her gün sahip oldukları küçük burjuva yanılsamaların yanlışlığını gösterip açıklayarak Sovyet içindeki nüfuzunu arttırmak için savaşmak zorundadır.”10

İşçi sınıfının çoğunluğunu kazanmak konusundaki bu ısrar Lenin’e özgü bir tutum değildi. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da bunu vurgulamış, “Daha önceki bütün tarihsel hareketler, azınlık hareketleri, ya da azınlıkların çıkarına olan hareketlerdi. Proleter hareket, büyük çoğunluğun, büyük çoğunluğun çıkarına olan bilinçli, bağımsız hareketidir.” demişlerdi. Marx hayatı boyunca sosyalizmin bir darbe veya bir komplo ile gerçekleşemeyeceğini ancak geniş yığınların kendi eyleminin sosyalizmi kurabileceğini anlattı. Bu tutum bireysel terörizme karşı keskin polemikler yazan Troçki’de de Alman devrimci Rosa Luxemburg’un Spartaküs örgütünün tüzüğünde de belirgindir:

“Spartakusbund, Almanya’nın her yanındaki işçi sınıfının büyük çoğunluğunun açık ve kapsamlı iradesi bu yönde olmadıkça, onun görüşlerini, hedeflerini ve mücadele yöntemlerini bilinçli bir şekilde desteklemedikçe asla devlet iktidarını ele geçirmeyecektir.”11

Lenin için önemli olan işçi sınıfının ülkedeki en büyük iki merkezi olan St. Petersburg ve Moskova’daki sovyetlerdi. 9 Eylül’de Bolşevikler Petrograd’da çoğunluğu kazandı, onu Moskova sovyeti izledi. Benzer bir süreç askerler içerisinde de işliyordu. Şubat Devrimi’nden iki ay sonra Petrograd’daki 160.000 işçinin içinde ancak 500 kadar bolşevik varken bu rakam Temmuz sonlarında 1.800, Ekim sonlarında ise 5.800’e çıktı. Ekim Devrimi günlerinde Bolşevik Partisi’nin cephedeki üyelerinin sayısı on binlerle ifade ediliyordu.12 6-7 Kasım gecesi Bolşevik Partisi’nin önderliğindeki işçi ve askerler Petrograd’daki stratejik noktaları ele geçirdiler, bu süreçte çok az direnişle karşılaştılar. Direnişin azlığı bunun bir darbe olmasından değil, Bolşeviklerin Petrograd işçi sınıfını çoktan kazanmış olmasından kaynaklanıyordu. Geçici Hükümet’in iktidarı neredeyse Kışlık Saray ile sınırlıydı. İşçi ve askerlerin iktidarı alma sürecini fiilen Leon Troçki yönetti.

Ertesi gün toplanan İkinci Sovyet Kongresi’nde Bolşevik Partisi’nin ülkedeki diğer sovyetlerde de çoğunlukta olduğu açıkça gözüküyordu. Bolşevikler toplam 650 sandalyeden 390 kadarına sahiptiler. Sosyalist Devrimciler 160-190 sandalyeye sahipken, Menşevikler 60-70 delegeyle temsil ediliyorlardı. Bu iki parti de kendi içlerinde bölünmüştü, Sol Sosyalist Devrimciler Bolşevikleri destekliyordu.13 Bolşevik Partisi Ekim ayında bir darbe yapmamıştı, o önce sabırla sovyetlerde çoğunluğu kazanmaya çalışmış, bunu başarmasının ardından iktidara gelmişti. Petrograd’daki süreç Rusya’nın pek çok yerinde tekrarlandı, güç kazanan Bolşevikler sovyetlerde çoğunluğu elde ettiler. Ekim Devrimi, Şubat’ın antitezi değil onun devamı ve uzantısıydı.

Bütün devrimler yenilgiye mahkûm mudur?

Hem 1917 devriminin önemi belirtildiğinde, hem de bugün sosyalist bir devrimin güncel olduğu savunulduğunda en çok karşılaşılan itirazlardan biri, daha önceki devrimlerin her zaman diktatörlüklere, baskıcı rejimlere neden olduklarıdır. “Devrimler her zaman kendi çocuklarını yer” ifadesiyle özetlenen bu argümanı savunanlara göre devrimlerin arkasında yatan talepler meşru olsa da, devrim süreçleri daima bir grubun diğerini devrim adına tasfiye ettiği süreçlerdir ve her zaman kanlı olaylara neden olur. Argümanın mantıksal sonucu ise devrim fikrinin rafa kaldırılması ve onun yerine reformizmin kutsanmasıdır. Eğer bütün devrimler başarısızlığa mahkûmsa, geriye kalan tek yol reformlar yoluyla yavaş ve tedrici bir ilerlemedir.

Bu argümanı dile getirenlerin pek çoğu Ekim Devrimi’ni darbe olarak nitelendiren sağcı akademisyenlerden veya gazetecilerden farklıdır. Geçmişte gerçekten dünyayı değiştirmek istediği için stalinist örgütlerde yer almış,

kendisini komünist olarak tanımlamış pek çok kişi, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından, yıkılan bürokratik ve baskıcı rejimlerin yanında tutum almadı. Onlar haklı olarak Doğu Bloku ülkelerinde ve SSCB’deki rejimleri reddettiler, ancak bu karşı çıkışları bu rejimlerin sonuç olarak sosyalizm olduğu düşüncesini de içeriyordu. Dolayısıyla bu rejimlerin yıkılmasını siyasal bir devrim ile devlet kapitalizminden serbest piyasa kapitalizmine doğru geçişin bir birleşimi olarak değil, Lenin’in, sosyalizmin, marksizmin ve en önemlisi devrim fikrinin de yenilgisi olarak gördüler. Günlük siyasal mücadelede çoğu zaman doğru tutumlar almalarına rağmen SSCB’nin sosyalist olduğu fikri pek çoğunun 1917 deneyimini geride kalmış bir olay olarak görmesine neden oldu.

Bu iddiayı ele alırken önce devrimler arasında önemli iki ayrım yapmamız gerekiyor. “Devrimler” denilerek aynı kefeye konulanların içinde hem iktidardaki bir sınıfın yerini başka bir sınıfın aldığı sosyal devrimler, hem de son tahlilde aynı sınıfın iktidarda olduğu, ancak daha öncekinden farklı bir toplumsal kesimin iktidarı ele geçirdiği siyasal devrimler vardır. Burjuva devrimleri ile Ekim Devrimi gibi sosyalist bir devrim aynı torbaya konulmamalı, bu kategoriler ayrı ayrı ele alınmalıdır.

“Bugünkü pek çok demokratik kapitalist devletin arkasında geçmişteki başarılı devrimler yatıyor. En açık örnekler; 16. yüzyılda İspanya İmparatorluğu’na karşı patlak veren ve Hollanda’nın temellerini atan Felemenk İsyanı, 1642-49’da monarşinin ve feodal aristokrasinin iktidarını parçalayan ve parlamenter yönetimin kapısını açan İngiliz Devrimi, 16. Louis’in kafasını uçuran, Fransız aristokrasinin gücünü kırıp Fransa’da feodalizmi bitiren 1789-94 Fransız Devrimi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyanın önde gelen kapitalist ulusu olarak ortaya çıkmasının önünü açan 1775 Amerikan Devrimi.”14

Bu devrimlerde sıradan insanlar büyük kitleler halinde mücadele ettiler ve var olan düzeni zor kullanarak değiştirdiler. Onların eylemi yeni bir sosyal ve ekonomik düzenin gelişmesini sağladı. Ancak elbette sıradan insanların çok azı bu değişimden doğrudan fayda sağlayabildi, bu durum devrimin sınıfsal doğasından, onun bir burjuva devrimi olmasından kaynaklanıyordu. Bir diğer sebep ise bu devrimlere katılanların sınıfsal konumuydu, onların çoğu köylülerden oluşuyordu. Köylüler birleşip bir hükümdarı devirebiliyorlardı ancak sonuç olarak toprağa, mahsule ve tarıma bağlıydılar. Üretim ilişkilerindeki yerleri gereği iktidarın asıl merkezi olan şehirlerde kalıp yeni bir toplum biçimi yaratma güçleri yoktu. Üstelik bu devrimlere önderlik eden burjuvazi toplumun içinde bir azınlıktı ve sokakta devrim için ölen kitlelerin bu azınlığın liderlerinden hesap sorabileceği bir mekanizma yoktu.

Sosyalist devrim, burjuva devrimlerinden nitelik olarak farklıydı, onun tek başarılı örneği olan Ekim Devrimi’nde işçi sınıfı ilk kez iktidara gelmişti. Peki, neden bu devrimin sonunda Stalin devrimi yapan Bolşevikleri katlederek, işçi sınıfını baskı altına alarak iktidara gelebildi? Stalin’in yükselişi devrimlerin kaçınılmaz kaderi değil, Rusya’daki sınıfsal dengelerin bir sonucuydu. Rusya’da devrimin ardından gelen iç savaşta devrimi yapan işçi sınıfının büyük kısmı hayatını kaybetti, geri kalanlar devlet aygıtının ve bürokrasinin bir parçası oldu. Kızıl Ordu güçlenirken bürokratikleşme işçi devletinin her aşamasına sızdı. Yeni devletin temelini oluşturan işçi sınıfının fiziksel olarak imha olması ve Lenin’in sözleri ile “sınıf olmaktan çıkması”, liderliğini Stalin’in yaptığı bürokrasinin kendisini egemen sınıf olarak örgütlemesinin önünü açtı. Gerçekleşen karşı devrim sürecinin ardından kısa bir süre yaşayan sosyalizm tarihe karıştı, 1930 yılına gelindiğinde Rusya’daki yapı ancak bürokratik devlet kapitalizmi olarak tanımlanabilecek bir garabete dönüşmüştü.

Geçmişteki bu deneyimler devrimlerin her zaman yenilgiye uğrayacağını, “kendi çocuklarını yiyeceğini” mi gösteriyor? Sınıfsal güçlerin 20. yüzyılın başından beri nasıl geliştiğine bakarsak karşımızda umutsuz bir durum, kaçınılmaz bir son değil, önceden belirlenmemiş bir gelecek, bir kurtuluş olanağı görüyoruz. Bugün işçi sınıfının sayısı çok daha fazla, köylülüğe göre önemi ise kıyaslanmayacak kadar artmış durumda. Dünyadaki teknolojik gelişmelerin de yardımıyla bilgiye ulaşmak çok daha kolay, ulaşım imkânları çok daha gelişkin. Bunlar şu açıdan önemli; artık dünya işçi sınıfı kendisini ikame edecek liderler olmadan da öne çıkabilir.

İşçi sınıfı adına yapılan bunca vahşeti, Stalin’in büyük temizlik hareketlerini, Mao’nun, Pol Pot’un yaptıklarını mümkün kılan işçi sınıfının bağımsız bir güç olarak pasifize edilmiş veya dağılmış olmasıydı. İşçi sınıfı devrim döneminde sokaklara dökülebilir. Ancak sonuçta hayatını kazanmak için çalışmak zorundadır. Kapitalizm altında işçi sınıfı politikayla, devletin işleyişiyle sürekli meşgul olamaz, bir yandan günde sekiz saat çalışıp diğer yandan daha büyük işler için zaman ve enerji harcayamaz. Bunu yapabilmesi için işçilerin demokratik bir yönetim kültürünü mümkün kılacak koşullarda yaşaması gerekir.

Bugün dünyanın önemli bir kısmındaki üretim ve teknoloji düzeyi böyle bir kültürü mümkün kılacak kadar gelişmiş durumda. Bunun potansiyeli var, ancak bu potansiyel çoğunluğun yararı yerine bir avuç multi-milyonerin kârı için kullanılıyor. İşçi sınıfı ayaklandığında bu kez tecrit edilmiş bir azınlık değil, dünyanın her yerinde benzer şartlarda yaşayan, benzer acılardan geçen ve en önemlisi birbiriyle milyonlarca şekilde temas içinde bulunan bir güç olarak ayaklanabilir. Böylesi bir isyanla başlayan bir devrim başarısızlığa uğramak zorunda değil. Kendi egemen sınıfını deviren bir işçi sınıfı başına başka bir zorbanın gelmesini de engelleyebilecek güce sahip, ne kadar çok işçi devrimci sürecin bilinçli bir parçası olursa, bu korkunç ihtimal de o kadar azalacaktır.

Ekim Devrimi’nin gerçek tarihi

Ekim Devrimi, tüm devrimler gibi geniş kitlelerin siyasal özneler haline geldiği ve tarih yaptığı bir an olarak ortaya çıkıyor. Devrim, sıradan işçilerin, köylülerin, denizcilerin ve askerlerin ülkede yüzlerce yıldır egemen olan güçleri zor yoluyla devirdiği ve o zamana kadar –Paris Komünü’nü saymazsak– emsali görülmeyen yeni bir çeşit demokrasiyi, bir işçi demokrasisini uygulamaya koydukları bir süreçti. Devrimi anlamak için Şubat Devrimi’nden Ekim Devrimi’ne uzanan süreci, bu süreçte kitlelerin siyasal bilincinde yaşanan değişimleri ve bu değişimin sonucu olarak güçlenen ve zayıflayan siyasal aktörleri anlamak gerekir.

Şubat Devrimi: Kendiliğinden bir devrim

Ekim Devrimi, Çar’ın devrildiği ve ülkenin yönetiminin Geçici Hükümet’e geçtiği Şubat Devrimi olmadan anlaşılamaz. Şubat Devrimi, devrimleri partinin yaptığına ilişkin ikameci anlayışa karşı devrimlerin kitlesel ve kendiliğinden hareketler olduğunu, partilerin onlara yalnızca yön vermeye, liderlik etmeye çalıştığını açıkça göstermesi açısından büyük önem taşır. Şubat Devrimi’ni hazırlayan koşulların başında Birinci Dünya Savaşı geliyordu. İşçiler hem savaş nedeniyle daha büyük bir disiplin altına alınmaya çalışılıyor ancak aynı zamanda çoğu savaş sanayisi için üretim yaptığından onların önemi artıyordu. Ülkenin bütün kaynakları savaşı sürdürmeye odaklandığından halk zor durumdaydı, büyük şehirlerde ekmek karneye bağlanmıştı. Bütün bu koşullar, on yıldan fazla zamandır Rus devrimcilerinin siyasal olarak eğittiği işçi sınıfının tepkisinin patlamasına neden oldu.

9 Ocak’ta yani 1905’teki Kanlı Pazar’ın yıldönümünde 114 işyerinden 137.500 işçi greve çıktı.15 Şubat sonunda greve giden Putilov işçilerinin işten atılması ve diğer işçilerin onlara destek vermesi üzerine bu devasa fabrikanın geçici bir süreliğine kapatılması, 30.000 işçinin sokağa çıkmasının önündeki son engeli de kaldırdı. 23 Şubat’taki Uluslararası Kadın Günü’nde sokağa çıkan kadın işçilerin “Ekmek istiyoruz” sloganlarına kısa zaman sonra “Kahrolsun otokrasi” sloganları karıştı, kızıl bayraklar açıldı. Petrograd’daki gösterilere 180.000 kişi katılırken 26 Şubat’ta 300.000 kişi grevdeydi. Çar sayısı giderek artan göstericilerin üzerine ateş açılması emrini verdi, ancak askerler ateş açmayı reddetti ve işçilere katıldılar. O gün birkaç yüz asker ilk kez emirlere uymadı. Ertesi gün emre itaatsizlik edenlerin sayısı 70.000’i buldu ve durum kontrolden çıktı. 28 Şubat’ta 120.000, 1-2 Mart’ta 170.000 asker isyan ediyordu, yani Petrograd garnizonun tamamı. Bu askerlerin eylemi Çar’ı iktidarı bırakmaya zorlayan asıl etmenlerden biri oldu ve ülkedeki diğer şehirlerin de sola savrulmasına yol açtı.16

Bolşevik Partisi bu olaylarda önemli bir rol oynamadı. Troçki “hiç kimse, ama hiç kimse 23 Şubat’ın mutlakiyete karşı kesin ve nihai bir hareketin başlangıcına işaret ettiğini düşünmemişti” diye yazar.17 Sukhanov da “Büyük ayaklanamaya hazırlanmakta olan tek bir parti bile yoktu” diye kaydeder.18 Bolşevikler işçilerin gerisinde kalmıştı; genel grev çağrısı yapan ilk bildirilerini 25 Şubat’ta 2000 işçinin greve gitmesinden sonra çıkarabilmişlerdi.19

Elbette bu işçiler saf bir kendiliğindenlikle hareket etmiyorlardı. Onların öncüleri on yılı aşkın süredir Bolşevik Partisi tarafından eğitilen işçilerdi, daha fazla fabrikayı eyleme katmaya çalışanlar, ekonomik sloganların yanı sıra siyasal sloganları öne çıkaranlar, kızıl bayrakları eyleme getirenler, askerleri tarafsızlaştırmaya veya kazanmaya çalışanlar. Ancak bunları partinin talimatıyla değil, bütün bir şehrin işçilerini ileriye iten ruh haliyle, doğru zamanın geldiğini anladıkları için yapmışlardı. Devrim “kendiliğinden” patlak vermişti ve hiçbir partinin çağrısı, eylemi veya girişimi bu kitlesel hareketin yerine geçemezdi. Ekim’in ilk dersi budur ve hem devrimlerin hem de kitlesel toplumsal hareketlerin tarihi bu dersi defalarca doğrulamıştır. Devrimi devrimciler değil kitleler yapar, devrimciler yalnızca ona yön vermeye çalışabilirler.

Nisan Tezleri: Hayatın sınavında değişen teori

Şubat Devrimi’nin ardından kurulan Geçici Hükümet liberal Anayasal Demokratik Parti (Kadet) üyelerinden, Rus Narodnik hareketinin devamcısı olan Sosyalist Devrimcilerden ve Menşeviklerden oluşuyordu. Bu hükümet bir yandan genel af ilan etti, basın özgürlüğü getirdi, genel oyla seçilecek bir Kurucu Meclis’in toplanacağı çağrısı yaptı. Ancak bunlar devrimci işçi ve askerlerin yarattığı basınç sayesinde alınan kararlardı. Hükümet asıl önem taşıyan konuları, toprak ve savaş sorununu çözemedi. Lenin devrimden beş hafta sonra Rusya’ya döndü.

1903’teki Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi kongresinde doğan Bolşevik ve Menşevik Partiler Rusya’daki devrimin doğası konusunda bazı noktalarda uzlaşıyorlardı. İki parti de bir köylü toplumu olan, monarşinin egemen olduğu Rusya’da gelmekte olan devrimin bir burjuva devrimi olacağını savunuyordu. Bu devrim kapitalizmin üretici güçleriyle, çarlık yanlısı toprak sahipleri ve feodalizmin diğer kalıntıları arasındaki çatışmadan patlak verecekti. Bu devrim sosyalizmi getirmeyecek, ulusların kendi kaderini tayin hakkını da tanıyan bir demokratik cumhuriyeti kurmakla, feodalizmin tasfiyesiyle ve sekiz saatlik işgünü hakkını sağlamakla yetinecekti, böylece kapitalizmin gelişmesinin koşullarını yaratacaktı. Sosyalist bir devrim ancak bundan sonra mümkün olabilirdi. Bu iki partinin ayrıştığı nokta bu tespitten kaynaklanan taktiklerdi. Menşevikler bir burjuva devriminde liderliğin burjuvazide olacağından hareketle onu ürkütecek “aşırı” talepler öne sürmemeyi savunuyorlardı. Bolşevikler ise “işçilerin ve köylülerin demokratik diktatörlüğü” formülünü ileri sürüyorlardı.

Şubat Devrimi’nin ardından Rusya’daki Bolşeviklerle, Rusya dışında sürgünde bulunan Lenin arasında devrimin doğası ve sosyalistlerin izlemesi gereken politika konusunda ayrılıklar ortaya çıktı. Devrimin ardından Sibirya’daki sürgünden dönen Stalin ve Kamenev Bolşeviklerin gazetesi Pravda’nın başına geçtiler. Bunun ardından gazete Geçici Hükümet’i şartlı da olsa destekleyen sağ bir hat savunmaya başladı. Lenin Rusya’daki duruma önce 7 Mart ve 26 Mart arasında yazdığı “Uzaktan Mektuplar” ile müdahale etti. Bu mektuplarda ikinci bir devrimin gerekliliğini, aciliyetini, geçici hükümetten bağımsızlığın önemini vurguladı, savaşın sona erdirilmesi talebinin savunulmaya devam edilmesi gerektiğini anlattı:

“İşçi yoldaşlar, Dün çarcı monarşinin yıkılmasında proletarya kahramanlığının mucizesini gösterdiniz. Az çok yakın bir gelecekte (belki hemen şimdi bu cümlelerin yazıldığı anda), emperyalist savaşı sürdürmekte olan toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin egemenliğini yıkmak için aynı mucizevi kahramanlığı tekrarlamak zorunda kalacaksınız. Eğer proletarya örgütlülüğünün mucizelerini yaşama geçiremezseniz, bu ikinci ‘gerçek’ devrimde sağlam bir zafere ulaşamayacaksınız.”20

Lenin Rusya’ya döndüğü anda bu politikaları işçi sınıfı önünde savunmaya başlar. Finlandiya Tren İstasyonu’nda yaptığı konuşmada bir burjuva devrimine soldan basınç yapmak değildir konu:

“Emperyalist yağma savaşı bütün Avrupa’daki iç savaşın başlangıcıdır… Yoldaşımız Karl Liebknecht’in çağrısıyla halkların silahlarını kendi kapitalist sömürücülerine karşı çevireceklerini gün çok uzakta değildir… Dünya sosyalist devrimi ufukta gözükmüştür… Almanya için için kaynamaktadır. Tüm Avrupa kapitalizmi her an çökebilir. Sizin başarınız olan Rus Devrimi yeni bir çağı hazırlamış, kapısını aralamıştır.21

Lenin’in, sovyet iktidarı ve işçi sınıfının ikinci bir devrim yapmasının gerekliği üzerine savundukları Bolşevik Partisi içinde büyük tepkiyle karşılaşır. Daha önce Bolşevik Partisi Merkez Komitesi üyeliği yapanlardan Lenin’i anarşist olmakla suçlayanlar olur. 4 Nisan’da Lenin parti konferansına görüşlerini yazılı olarak sunar. Bu metinde Lenin hükümetin savaş çabasına ve “devrimci savunmacılığa” yani Rusya’nın kendisini savunması gerektiğini söyleyerek savaşı meşrulaştıranlara en ufak bir taviz verilmemesini, iktidarın işçilerin ve köylülerin eline alınacağı devrimin ikinci aşamasına geçilmekte olduğunu, Geçici Hükümet’e destek verilmemesi gerektiğini anlattı. Sovyetler ortaya çıkmışken bir parlamenter cumhuriyet hedeflemenin geri bir adım olduğunu, “tüm ülkede aşağıdan yukarı doğru bir İşçi, Tarım İşçisi ve Köylü Vekilleri Sovyetleri cumhuriyeti kurulması gerektiğini”22 savundu. Polis, ordu ve bürokrasi dağıtılmalıydı.

Lenin’in tezleri Kollontay dışında kimseden destek bulmadı, önde gelen Bolşeviklerin hepsi tezlere karşı veya mesafeliydi. Kamenev “tezlerde hiçbir somut öneri yok” diyor, Zinovyev tezleri şaşırtıcı buluyor, Stalin ise onların gerçeklerle örtüşmediğini, bu yüzden de tatminkâr olmadığını iddia ediyordu.23 Lenin’in cevabı teorinin, gerçeklikten çıktığıydı.

“Marx ve Engels, en iyi ihtimalle tarihsel sürecin her özgül döneminin somut ekonomik ve siyasi koşullara bağlı olarak ve kaçınılmaz bir biçimde değişim gösteren genel görevlerine işaret etme kapasitesine sahip formülasyonların ezberlenip yinelenmesiyle haklı olarak alay etmişler, her zaman ‘bizim teorimiz bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur’ demişlerdi.”

(…)

“Proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü, hali hazırda Rus devriminde gerçekleşmiş durumdadır… ‘İşçi ve Asker Vekilleri Sovyeti’ –işte size ‘proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünün pratik olarak gerçekleşmiş hali… İçinde bulunduğumuz şu gün hala ‘proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünden’ bahseden kişi, zamanın gerisinde kalmış kişidir ve dolayısıyla, fiili olarak proleter sınıf mücadelesine karşı küçük burjuvazinin safına geçmiş durumdadır.

(…)

“Teori gridir dostlarım, yeşil ise yaşamın canlı pratiğinin rengidir… Eski düşünüş tarzına göre, burjuvazinin egemenliği, proletarya ve köylülüğün egemenliği, bu ikisinin diktatörlüğü tarafından izlenebilir ve izlenmesi de gerekir. Oysa gerçek yaşamda işler hâlihazırda farklı bir biçimde gelişmiştir; son derece orijinal, alışılmamış ve önceden düşünülmemiş bir biçimde birinin diğeriyle iç içe geçmiş olduğu görülüyor.”24

Lenin ancak uzun tartışmalardan sonra tezlerini kabul ettirebildi. Nisan Tezleri her örgütün kendi muhafazakârlığını nasıl yarattığını da gösteriyor. Bolşevik Partisi, gelişen olaylara hızla tepki verebildiği, Geçici Hükümet’in sınıfsal doğasını hızla analiz edebildiği için bu hükümetten bağımsız kalabildi. Bolşeviklerin hükümete yönelttikleri eleştiri ve yükselttikleri ekmek, barış ve özgürlük sloganları onların Ekim’e gelindiğinde işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmalarını sağladı.

Kornilov darbesi ve birleşik cephe

Lenin’in Nisan Tezleri’nde ifade edilen politikalara Bolşevik Partisi’ni kazanması, partinin etkisinde ve üye sayısında büyük bir artışa sebep oldu. Bolşevikler sovyetler içerisinde giderek güç kazandılar. Aynı zamanda savaş şartları kötüleştikçe işçi sınıfının daha büyük bir kısmı savaşa cephe almaya başlıyor, milliyetçi propagandadan kurtuluyordu. Asker ayaklanmaları başladı ve orduda Bolşeviklerin etkisi giderek arttı. Köylüler toprakları işgal etmeye, soyluların malikânelerini yakmaya başladılar. Fabrikalardaki işçi komiteleri üretimi kontrol etmeyi talep ediyor, patronlar ise buna işten çıkarmalarla cevap veriyorlardı. Başta Finlandiya ve Ukrayna olmak üzere Rus imparatorluğunun pek çok bölgesinde azınlıklar ayaklanmaya başladılar.

Bütün bu gelişmeler bir tarafta işçilerin temsilcisi olan sovyetlerin, diğer tarafta ise burjuvazinin aygıtı haline gelmiş olan Geçici Hükümet’in yer aldığı ikili iktidar durumunu sürdürülemeyecek bir noktaya ulaştırdı. Temmuz ayında büyük bir işçi gösterisine ateş açıldı, Bolşevik liderler tutuklandı, Lenin saklanmak zorunda kaldı. Alman ordusu 21 Ağustos’ta Riga’yı alıp Petrograd’a yaklaştığında Geçici Hükümet’in başında bulunan Kerenski, General Kornilov’dan güçleriyle Petrograd’a gelip burada sıkıyönetim ilan etmesini istemişti. Ancak Kornilov birlikleri ile şehre yürürken, son anda bu plandan vazgeçti ve Kornilov’u Genelkurmay Başkanlığı görevinden aldı. Ancak darbe bir kez harekete geçmişti, Kornilov Sovyetleri ezmeyi hedefliyor, Geçici Hükümet’i de Bolşevikler gibi düşmanla işbirliği ile suçluyordu. Kornilov bütün yüksek rütbeli subayların, büyük patronların, İngiliz ve Fransız büyükelçisinin desteğini almıştı, şehrin içindeki askeri okul öğrencilerinin de ona destek vereceğini tahmin ediyordu.

Lenin Bolşevik Partisi’nin darbeye tüm gücüyle karşı çıkması gerektiğini savundu. Bolşevikler darbeye karşı, Bolşevikleri desteklemeyen işçilerle birlikte mücadele ederek onları da kazanacaklardı. Troçki Bolşeviklerin nasıl hareket ettiklerini anlatıyor:

“Bolşevik Parti nasıl tutum aldı? Kendilerini hapse atanlarla Kornilov’a karşı fiili bir ittifaka girmekte bir an bile tereddüt etmediler. Her yerde devrimci savunma komiteleri oluşturuldu, Bolşevikler bu komitelerde bir azınlıktılar. Bu durum Bolşeviklerin önderliği ele almalarını engellemedi, devrimci kitle eylemine yönelik anlaşmalarda en esaslı ve cesaretli devrimci parti her zaman kazançlı çıkar. Bolşevikler en öndeydiler, onları Menşeviklerden ve özellikle Sosyalist Devrimci askerlerden ayıran engelleri yıktılar ve onları uyandırdılar.”25

Petrograd’ın her yerinde 40.000 kadar işçiyi kapsayan Kızıl Muhafız birlikleri oluşturuldu. Demiryollarında ve telgraf hizmetlerinde çalışan işçiler Kornilov’un birliklerini sabote ettiler. Sonuçta darbe girişimi dört gün içinde çöktü. Darbeye karşı mücadele içinde Bolşevikler devrimin en kararlı koruyucuları olduklarını göstererek Menşevik ve Sosyalist Devrimci işçileri kazandılar. Önce Petrograd Sovyeti’nde, daha sonra ise Moskova Sovyeti’de çoğunluğu kazandılar. Petrograd Sovyeti’nin başına Troçki geçerken başka şehirlerde de benzer bir süreç yaşandı. Kornilov darbesine karşı süreç birleşik işçi cephesi taktiğinin ilk uygulandığı örnek oldu. Bolşevikler bu yolla başka işçilerle birlikte içinde bulundukları örgütlerde öncülüğü ele alarak hem diğer işçileri Bolşevizme kazanmış, hem de Menşevik ve Sosyalist Devrimcilerin liderliklerini teşhir etmişlerdi. Daha sonra Troçki’nin faşizme karşı da formüle ettiği bu yöntem pek çok kez başarılı sonuçlar verdi.

Dünya derviminin bir parçası olarak Ekim Devrimi

Bolşevik Partisi her zaman işçi sınıfının vatanı olmadığını, bu sınıfın dünyanın her yerinde egemen sınıflar tarafından birbirine karşı kışkırtılmasına rağmen özünde aynı sömürü koşullarının altında ezildiğini savundu. Bolşevikler Marx ve Engels’in milliyetçiliğe ve şovenizme karşı tutumuna ve enternasyonalist ilkelerine Rusya’da özellikle vurgu yapıyorlardı. Rus imparatorluğu bünyesinde onlarca halk bulunuyordu ve bu halklar Çarlık rejiminin baskısı altındaydılar. Ülkedeki çoğunluk grup olan Ruslar diğer halklardan üstünkonumdaydılar. Lenin Rus şovenizmine karşı mücadeleye büyük önem verdi, partiyi başka halklara, Yahudilere yönelik katliam ve pogrom hareketlerine karşı mücadele içinde sürekli eğitti.

Birinci Dünya Savaşı başladığında Bolşevikler İkinci Enternasyonal’deki partilerin ezici çoğunluğundan farklı olarak “kendi” egemen sınıflarının savaş çabasını desteklemediler, “kendi” devletlerine bu emperyalist paylaşım savaşında arka çıkmadılar. Alman işçilerini ölüme gönderirken kendileri hükümet ortağı olan SPD liderlerinin aksine Bolşevik liderler savaşa karşı çıktıkları için tutuklandılar, sürgün edildiler, hapse atıldılar. Lenin Rus devrimini her zaman dünya devriminin bir parçası olarak düşündü. O tıpkı Marx ve Engels gibi kapitalizmin bir dünya sistemi olduğunu ve yalnızca dünya çapında bir devrimle tam anlamıyla yıkılabileceğini düşünüyordu. Bu teori, sıkça karikatürleştirildiği gibi eşzamanlı bir devrim tasarısına sahip değildi, ancak bir ülkede başlayan bir devrimin diğer ülkelere yayılmasının önemine vurgu yapıyordu. Kapitalist bir dünyada tek ülkede sosyalizm imkânsızdı.

Lenin, Ekim Devrimi’nin ardından gelişen stalinist karşı devrimin argümanlarının aksine tek ülkede sosyalizmin hayatta kalabileceğine asla inanmadı. Rus devrimi ancak dünya devrimi bağlamında önem kazanıyordu. 1917’de toplanan Bolşevik Partisi kongresinde şöyle diyordu:

“Devrimi başlatmanın büyük onuru Rus proletaryasına düştü. Fakat Rus proletaryası unutmamalı ki, onun hareketi ve devrimi sadece, örneğin Almanya’da her geçen gün ivme kazanmakta olan, bir dünya devrimci proletarya hareketinin parçasıdır. Görevlerimizi yalnızca bu açıdan tanımlayabiliriz.”26

İşçilerin kendi demokrasisi: Sovyet

Ekim Devrimi’nin bugüne ışık tutan en önemli noktalarından biri işçi demokrasisinin o dönemki en gelişkin organları olarak ortaya çıkan Sovyet (konsey kelimesinin Rusçası) organıydı. Sovyet’in ortaya çıkışını anlamak için Rusya’nın sanayileşmesine ve Rus işçi sınıfının oluşumuna bakmak gerekir.

Rusya’nın Avrupa’daki rakiplerinin basıncıyla rekabet edebilmesi, Çarlık yönetiminin bir yandan tebaasının elinden daha fazla kaynağı çekebilmesine diğer yandan ise hızla sanayileşmesine bağlıydı. Rusya’da yerli burjuvazinin eksikliği devletin ve yabancı sermayenin belirgin bir rol oynamasına neden oldu. Rusya’da sanayi İngiltere ve Fransa’daki gibi küçük atölyelerin uzun sürede önce büyük işletmelere daha sonra ise devasa fabrikalara dönüşmesi şeklinde olmadı. Rusya kapitalizmin eşitsiz ve birleşik gelişimine uygun bir şekilde bu yolu çok daha kısa zamanda aldı. 1905 ile 1914 arasında sanayinin büyüme hızı iki kat arttı. 1917’ye gelindiğinde, Petrograd ve Moskova’daki on binlerce metal işçisinin çalıştığı büyük fabrikalarda dönemin en ileri teknolojileri kullanılıyordu. Petrograd’daki dört yüz bin işçinin yüzde 60’ı metal sanayisinde çalışıyordu. Moskova’da elli yedi bin metal, elli bin tekstil işçisi vardı.27

1900’lerin ilk yarısında gelişen işçi mücadelesi 1905 yılında doruğa ulaştı, Rusya’da o yıl yaklaşık 3 milyon işçi greve gitti. Siyasal mücadelenin en yoğun olduğu Petrograd’da 13 Ekim’de ilk Sovyet (konsey) oluşturuldu. Sovyet başlangıçta siyasal bir genel grev başlatmak isteyen delegelerin bir toplantısından ibaretti. Bu organ batıdaki gibi işçi sendikalarının olmadığı Rusya’da kısa zamanda işçilerin kitlesel örgütü haline geldi. Üç gün içerisinde fabrikalardan her 500 işçiyi bir kişinin temsil etmesi temelinde seçilen 226 temsilci St. Petersburg Sovyeti’nde bir araya geldi.28 Sovyet bir yandan sekiz saatlik işgünü sloganını yükseltirken diğer yandan kendi milislerini kurmaya ve işçileri silahlandırmaya çalıştı, ancak bunu çok sınırlı bir ölçekte yapabildi. Leon Troçki’nin başkanlığını yaptığı Sovyet elli gün yaşayabildi.

1914 yılına gelindiğinde Rusya hala büyük oranda bir tarım ülkesiydi, 120 milyonluk nüfusunun yalnızca 10 milyonunu işçiler oluşturuyordu. Ancak işçiler ülkenin batı kesimindeki kentlerde oldukça yoğunlaşmışlardı. 1917’nin Şubat ayındaki devrimi iki mücadele tetiklemişti, Putilov fabrikasından atılan işçilerle dayanışma grevi ve çoğunlukla işçi kadınlar tarafından yürütülen ekmek mücadelesi.

Petrograd Sovyeti için delegeler 24 Şubat’ta seçilmeye başlandı, sovyet ise 27 Şubat’ta toplandı. Bir hafta sonra günlük toplantılara 1200 temsilci katılıyordu. Sovyetler bu kez 1905 Devrimi’nden farklı olarak ordunun alt düzeylerinin de desteğine sahipti. Uzun süren savaş askerleri radikalleştirmiş, pek çoğunun generallerine karşı işçilerin yanında tutum almasını sağlamıştı.

Sovyetler demokrasiyi toplumun her alanında, emir –komuta zincirinin esas olduğu orduda bile ilerletmeye başladı. Şubat Devrimi’nin ardından Petrograd Sovyeti yayınladığı 1 Numaralı Bildiri’de ordunun tabanının, erlerin desteğini kazanmaya çalıştı. Devrimi korumak için eski ordu mekanizmasının dağıtılması gerekiyordu. Bildiri dört önlem içeriyordu. Birincisi kara birlikleri ve denizciler komiteler kurup temsilcilerini seçecekler ve bu temsilcileri sovyete göndereceklerdi. İkinci madde “silahların bölük ve tabur komitelerinin kontrolü altına alınması ve hiçbir durumda, subaylar talep etse dahi verilmemesi” idi. Üçüncü madde üst rütbelilerin erleri aşağılamasına karşı çıkıyor ve onların birer yurttaş olarak görülmesi gerektiğini söylüyordu. Sonuncu maddede ise “askeri organ”ın artık eski düzenin bir parçası olmadığı ve “İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti”ne tabi olduğu vurgulanıyordu.29

1917 yılında Rusya’nın dört bir tarafında erler komiteler kurdular. Bu komitelere katılanların sayısının 50.000 ile 300.000 arasında değiştiği tahmin ediliyor.30 Asker Sovyetleri yetkilerini giderek genişlettiler, hiçbir emir Sovyetin onayı olmadan uygulanamıyordu.

1917’deki sovyetler 1905’deki öncüllerinden farklıydı. Büyük oranda siyasi grevler yürüten ve devlet iktidarını zayıflatan 1905’deki sovyetlerden farklı olarak bu kez sovyetler yukarıda gördüğümüz gibi kendi iktidarlarını uygulamaya başlamışlardı. Sovyetler Petrograd ile sınırlı kalmadı. 17 Mart’ta 49 şehirde sovyetler kurulmuştu, beş gün sonra bu rakam 77’ye ve Haziran ayında 519’a yükseldi.

Şubat ve Ekim arasında hem sovyet, hem de Geçici Hükümet’in var olduğu ikili bir iktidar döneminden geçildi. İşçi sınıfının büyük oranda sovyete odaklanması Geçici Hükümet’in işlemesini fiilen imkânsız kılıyordu. Savaş Bakanı Guçkov durumu 22 Mart’ta şöyle özetliyordu:

“Geçici Hükümet’in gerçek bir gücü yok ve onun emirleri İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti izin verdiği sürece uygulanıyor. Sovyet gerçek iktidarın en önemli unsurlarını elinde tutuyor; askerler, demiryolları, posta ve telgraf hizmetleri. Geçici Hükümetin yalnızca İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyet’inin müsaade ettiği kadar var olabildiğini söylemek mümkündür.”31

Sovyetler yalnızca büyük fabrikalarda çalışan sanayi işçilerinin değil, burjuva demokrasisinin temsil kurumlarında yer alması imkânsız olan tüm sıradan insanlar için bir odak oluşturmuştu. Toplumun alt katmanlarından farklı mesleklerden pek çok kişi sovyete yöneliyordu.

“Kitleler, yığınlar halinde Sovyetle ilişkilendirdikleri sosyalistlere katıldılar. Katılanlar yalnızca devasa garnizonlardaki işçiler ve askerler değildi, kasabaların çok renkli ahalisi; tamirciler, işportacılar, küçük memurlar, taksi şoförleri, kapıcılar, her türden uşaklar da vardı içlerinde. Geçici Hükümet’i ve onun bürolarını yabancı olarak görenler, daha yakın ve ulaşılabilir bir otorite aradılar.”32

Sovyetin temsil ettiği demokrasi, burjuva demokrasisinden çok daha kapsamlıydı. İlk olarak sovyet demokrasisinde toplum sanki sınıflara bölünmemiş, birbirine eşit bireylerden oluşuyormuş gibi bir seçim yapılmıyordu.

Üretim araçlarına, basına, propaganda güçlerine, servete sahip olan ve bu gücünü sürekli politikayı manipüle etmek için kullanan patronlar ve demokrasiye tek katılımı beş yılda bir beş dakikalık bir sürede oy kullanmak olan işçi eşit değildir. Yargının, ordunun, siyasi partilerin, polisin, medya organlarının en üst tabakasıyla birleşik bir güç oluşturan patronların sovyet demokrasisinde yeri yoktu. Seçimler üretim yeri esasına göre yapılıyordu, bu yüzden temsilciler kendilerini seçenlerin doğrudan kontrolü altındaydı. İşçiler kendilerini temsil etmeyen delegeleri her an geri çağırabiliyorlardı. Seçimlerin ikamet temeline göre yapıldığı burjuva demokrasisinin aksine sovyet demokrasisinde işçiler üretim yerlerinde kolektif bir siyasal tartışma yürütebiliyorlardı.

Lenin, bir partinin tasarısından değil, işçilerin kendi mücadelesinin içinden çıkan sovyetlerin, yeni tarz bir devletin çekirdeği olabileceğini savundu. Bunu da “Tüm İktidar Sovyetlere” sloganıyla formüle etti, bunu bir hükümet değişikliği olarak değil farklı tipte bir devletin ortaya çıkmasının başlangıcı olarak görüyordu:

“‘İktidar Sovyetlere’ sloganı çok sık ‘Sovyet çoğunluğu içindeki partiler kurulu’ anlamına geliyormuş gibi yanlış yorumlanmaktadır… ‘İktidar Sovyetlere’ eski devlet aygıtını tümüyle kökten yeniden şekillendirmek demektir. Yani, Sovyetlerin gerçek bir demokratik aygıtı, yani, halkın –işçi, asker ve köylülerin– örgütlü ve silahlı çoğunluğudur. Halkın çoğunluğuna inisiyatif ve bağımsızlık tanımak demektir.”33

Onun baktığı en önemli kaynak Marx’ın Paris Komünü üzerine yazdıklarıydı. Marx ve Engels 1871 Paris Komünü deneyimini gözlemlemiş, işçi sınıfının var olan devlet aygıtını basitçe devralamayacağını, onun hâlihazırdaki devlet aygıtını parçalaması ve yıkması gerektiğini yazmıştı. Onun yerine konulacak şey ise burjuva devletinden çok daha farklı olan proletarya diktatörlüğüydü. Bugün bu kavram “diktatörlük” kelimesinin çağdaş çağrışımları, Nazi Almanya’sı ve Franco İspanyası’ndaki dehşetler nedeniyle çok olumsuz bir tınıya sahip. Oysa Marx ve Engels’in zamanında bu kelime çok daha farklı kullanılıyordu. Daniel Bensaid açıklıyor:

“[Bu kavram] bizi 19. yüzyıl terminolojisine götürüyor. Hatta 18. yüzyılda bile önce Rousseau, iktidarın keyfi oluşunu olumsuz anlamda ifade etmek için ‘tiranlık’ sözcüğünü kullanır, ‘diktatörlük’ sözcüğünü değil. Çünkü diktatörlük Klasik Roma tarihi meraklıları için gayet saygın bir kurumdur, ayrıcalıklıların iktidarının, gayet kontrollü bir biçimidir aslında. Yani 19. yüzyılın ilk yarısı boyunca, hiç de olumsuz bir anlam içermiyor. Belçika Devrimi’nde 1830’dan 1832’ye dek örneğin, geçiş sürecinde iktidarın ne olduğu tartışması ‘Halkın Selameti Komitesi’ fikrinin yeniden üretilmesiyle, aydınlıktan alıkonulmuş halkın bu karanlıktan çıkmasını sağlayacak erdemli kişilerden oluştuğu fikri etrafında döner.”

“Dolayısıyla dünden farklı olarak, ‘proletarya diktatörlüğü’ denilince aklımızdaki bu değil ama o dönemde, proletarya diktatörlüğü, çoğunluğun demokratik diktatörlüğüdür. Marx bize iktidarın faziletli bir azınlığa emanet edilmesi yerine bu iktidarı çoğunluğun dayatmasına dayalı nihai biçimden söz ettiğinde, hüküm süren çoğunluk olduğu için bu bir demokrasi biçimidir.”34

Engels Fransa’da İç Savaş’a Paris Komünü’nün 20. yılında yazdığı giriş yazısında kavramın kendisi için ne ifade ettiğini açıkça anlatmıştı: “Proletarya Diktatörlüğü. Bu diktatörlüğün neye benzediğini mi merak ediyorsunuz beyler? Paris Komünü’ne bakın. Proletarya Diktatörlüğü oydu.”35 Marx Paris Komünü’nün uyguladığı politikaları şöyle özetliyordu:

“Komün’ün yayınladığı ilk emir, sürekli ordunun dağıtılması ve onun yerine silahlı halkın geçirilmesi idi. Komün, Paris’in çeşitli bölgelerinden genel oy esasına dayalı olarak seçilmiş, sorumlu ve her an görevden alınabilir belediye meclisi üyelerinden oluşuyordu. Doğal olarak, üyelerinin çoğunluğu işçi ya da işçi sınıfının onanmış temsilcileriydi. O zamana kadar hükümetin elinde bir araç işlevi görmüş olan polis örgütü derhal siyasi niteliklerinden arındırıldı, Komün’ün sorumlu ve her an görevden alınabilir bir aracı durumuna getirildi. Aynı şey, idarenin tüm diğer dallarındaki memurlar için de geçerliydi. Komün üyelerinden aşağıya doğru her basamakta, kamu hizmeti karşılığı ödenecek ücret, işçi ücretleri düzeyinde olmak zorundaydı. Yüksek devlet görevlilerinin ayrıcalıkları ve bunlara verilen temsil ödenekleri, bu yüksek devlet görevlilerinin kendilerinin tasfiye edilmesiyle birlikte ortadan kalktı. Eski hükümetin fiziksel güç aygıtları olan sürekli ordunun ve polis örgütünün dağıtılmasıyla birlikte, Komün vakit yitirmeksizin manevi baskı aygıtını, rahiplerin iktidarını tasfiyeye girişti. Adli görevliler sahte bağımsızlıklarını yitirdiler, bunlar bundan böyle seçimle göreve gelen sorumlu ve geri alınabilir görevliler olacaklardı.”36

Lenin de işçi demokrasisine dayanan devletin temelinin sovyetler olacağını savunuyordu. Sovyetlerin seçimleri birden fazla partinin sınırsız bir basın, ifade ve örgütlenme özgürlüğü içinde yarışacağı seçimler olacaktı. Onun aklındaki işçi demokrasisi buydu, ancak olayların gelişimi buna izin vermedi.

İşçi demokrasisinin potansiyelleri

Ekim Devrimi işçi sınıfının kendi öz örgütlenme organlarıyla iktidara gelebildiği tek örneği oluştursa da bu organlar yalnızca Rusya ile sınırlı kalmadı. İşçi mücadelesinin geliştiği, kitlesel grevlerin yoğunlaştığı veya işçi sınıfının siyasal gücünün arttığı her zaman Rusya’daki işçi konseyleri olan sovyetlere benzeyen kurumlar ortaya Ekim 1915’te Glasgow’daki işçiler, İngiltere’nin savaşı gerekçe göstererek işçilerin maaşları ve çalışma koşulları üzerinde sıkı bir denetim kuran, grevleri yasaklayan Cephane Yasası’na karşı çıkmak için Clyde İşçileri Komitesi’ni kurdu. Komite sendika yöneticilerinden bağımsız olduğunu ilan ediyordu:

“Yalnızca işçileri doğru bir şekilde temsil ettikleri sürece sendika görevlilerini destekleyeceğiz ve onları temsil etmedikleri anda bağımsız hareket etmeye başlayacağız. Her işyerinden temsilcilerden oluşan komitemiz köhne kanun ve kurallarla kendisini kısıtlamayacak. İşçilerin gerçek duygularının temsilcisi olduğumuzu savunuyoruz. Durumun niteliğine ve tabanın isteklerine bağlı olarak derhal harekete geçebiliriz.”37

Komitenin gücü sendikal bürokrasinin etkisiyle kırılsa da, Clyde İşçileri Komitesi on binlerce işçinin katıldığı gösterilere ve yüz bin kişinin katıldığı grevlere önderlik etti. Birinci Dünya Savaşı’ndaki Almanya’da da işçiler kendi örgütlenmelerini kurdular. Fabrika temsilcilerinin başta Berlin olmak üzere pek çok şehirde kurdukları komiteler Almanya’da monarşinin devrilip ülkenin savaştan çekilmeye zorlandığı Alman Devrimi’nde önemli rol oynadı. Bu süreçte işçilerin komiteleri aynı Rusya’da olduğu gibi askerlerin komiteleriyle birlikte hareket etmeye başlamıştı. Savaşa karşı çıktığı için yargılanan Alman devrimci Karl Liebknecht 1 Mayıs 1916’da savaşa karşı bir konuşma yaptığı için tutuklandığında onun yargılanmasını fabrika temsilcileri hareketinin örgütlediği 55.000 işçi protesto ediyordu.38

Aynı tarz örgütlenmelere daha sonraki yıllarda dünyanın farklı yerlerinde de rastlıyoruz. 1972-73 yıllarında Şili’deki Cerillos’ta yapılan grevlerde birleşen işçi ve köylüler cordon (dişli kayışı) adını verdikleri komitelerde örgütlendiler. Onlar “parlamentonun onların çıkarlarını temsil etmediğini” savunup “üretim üzerinde işçilerin denetiminin kurulması ve parlamentonun yerine bir işçi meclisi getirilmesini” talep ettiler.39 İran’da 1979’daki devrimin öncesinde on binlerce kişinin katıldığı grevler, şura olarak adlandırılan yapıların ortaya çıkmasını sağladı. 1980’lerin başlarında bağımsız şuraların yerini İslami şuralar aldı ancak grevler, resmen yasadışı olmalarına rağmen bir süre devam ettiler.40

Bu örnekler elbette sovyetlerle tam olarak aynı değillerdi, ancak tümü bir işçi demokrasisine temel oluşturabilecek, sınıf tabanlı bir örgütlenme potansiyelini barındırıyorlardı. Şili’de Allende hükümetinin cordonları bağımsız işçi örgütlenmeleri olarak kabul etmek yerine Halk Birliği’nin bir parçası olarak görmesi ve işçi sınıfını silahlandırmaması, İran’da ise siyasal İslamcıların karşısına net fikirlere sahip sol bir alternatifin çıkmaması, bu ülkelerdeki örgütlerin güçlerini giderek kaybetmelerine neden oldu. Daha sonra ise Şili’de Pinochet, İran’da İslamcılar bu örgütleri ezdiler.

Ekim Devrimi’nin derslerinin bir kez daha sınandığı çok daha yakın bir süreç daha beş yıl önce yaşandı: Arap Devrimleri.

Mısır Devrimi’nde işçi sınıfı

21. yüzyılın ilk devrimci dalgası olan Arap Baharı süreci Ekim Devrimi derslerinin hala geçerli olduğunu, hem bu dalganın ulaşabildiği büyük güçle hem de sınırları ile net bir şekilde ortaya koyuyor. 2011 yılının Ocak ayında Tunus’ta başlayıp bütün Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesine yayılan bu hareket gerçek bir devrimci dalgaydı. Arap Devrimleri ülkelerini yıllardır yöneten ve onları oğullarına veya varislerine bırakmanın yolunu arayan diktatörlere olduğu kadar onların uyguladığı neoliberal politikalara da bir tepkiydi. Bunu en net şekilde Tunus ve Mısır örneklerinde görmek mümkün. Genç işsizliğinin zirve yaptığı, 2008 ekonomik krizinin etkisiyle daha da büyüyen bir ekonomik durgunluk ortamında Tunus ve Mısır’da Bin Ali ve Mübarek’e yakın aileler zenginleşirken halkın büyük bir çoğunluğu yoksulluk şartlarında yaşıyordu. Bu nedenle patlak veren harekette kent yoksulları ve işçi sınıfı önemli bir rol oynadı.

Bölgenin en büyük ve en kalabalık ülkesi olan Mısır bu açıdan önemli bir örnektir. Enver Sedat’ın İnfitah (Açılma) politikalarını neoliberal politikalarla sürdüren Hüsnü Mübarek karşısında 2006 yılından itibaren giderek güçlenen bir işçi hareketini buldu. Tıpkı Şubat Devrimi’nde greve giden ve fabrika camlarına kartopları atarak erkekleri kendilerini katılmaya çağıran işçiler gibi Mısır’da da 7 Aralık 2006 tarihinde çoğunluğunu kadınların oluşturduğu tekstil işçileri “Kadınlar burada, erkekler nerede” sloganları ile fabrikalardan çıktılar

ve verilmeyen ikramiyelerini istediler. 2006’daki bu grevin iki gün sürmesi, polis tarafından dağıtılmamış olması ve başarıya ulaşması bir kitle grevi dalgasını ve örgütlenme seferberliğinin önünü açtı. 2008 yılında 12.000 işçi asgari ücretin arttırılması için eylem yaptı, vergi memurlarının greve gidip sendikalaşması başka mücadelelerin de önünü açtı.

25 Ocak 2011’de ülkede polis günü “kutlanırken” polis şiddetine ve adaletsizliklere karşı sokağa çıkma çağrısı yapan eylemciler çağrılarına muazzam bir kitlenin karşılık verdiğini gördüler. Tahrir meydanı işgal edildi ve 18 günün ardından Mübarek istifa etmek zorunda kaldı. Ancak bu süreçte işçi sınıfının oynadığı rol, kendisine sol diyen pek çok yapının dahi gözünden kaçtı. Oysa Tahrir’de sokağa çıkanların büyük kısmını işçiler oluşturuyordu. Bir araştırmaya göre, Tahrir’de ölen ve meslek bilgisine ulaşılabilen 120 kişiden 74’ü işçiydi.41 Başka bir araştırma ise bu süreçte yaralanan 4500 kişinin yüzde 70’inin eğitimsiz işçi, yüzde 12’sinin orta düzey eğitimli işçi, yüzde 11’inin ise öğrenci olduğunu ortaya koyuyor. Mübarek rejimi ilk hafta tüm kamu kurumlarını tatil ederek işçilerin elindeki en önemli silah olan grevi etkisiz hale getirmeye çalıştı. Ancak işçiler buna kendi mahallelerinde, Nil deltasındaki şehirlerde isyana katılarak verdiler. Süveyş’teki gösterilere işçiler önderlik etti ve Süveyş’teki tersane işçileri 26 ve 27 Ocak’ta greve başladılar.

Kamu kurumları, Mübarek tarafından 6 Şubat’ta hayatı normale döndürmek amacıyla yeniden çalışmaya başlatıldı. Bu durum devrimci hareketi sakinleştirmek bir yana hareketin işyerlerine yayılmasını sağladı. Bütün ülkeye yayılan kitlesel grevler patlak verdi. Haftanın sonunda grevlere katılanların sayısı 300.000’i bulmuştu.42 Grevlere işçi eylemleri eşlik etti, sadece Şubat ayında bir önceki yılın tamamı kadar işçi eylemi gerçekleşti. Süveyş, Mahalla, İskenderiye ve Kahire’deki işçiler mücadeleye önderlik ettiler. Telekom Mısır’ın binlerce çalışanı, şirket müdürünün istifasını ve ücretlerde yüzde 10’luk bir artışı talep ettiler. Petrol sektörü tamamen felç olurken, İskenderiye ve Kahire arasındaki ulaşımı sağlayan işçilerin grevi önemli bir etki yarattı. Doktorlar hastanelerin önünde oturma eylemlerine ve grevlere başladılar. En önemlisi, eylemler askeri disiplinin geçerli olduğu, ordunun kontrolündeki fabrikalara da yayıldı.43 Gübre ve çelik fabrikalarındaki işçiler, kanal işçileri, çimento işçileri, temizlik işçileri, demiryolu, petrol ve tekstil işçileri grev dalgasına katıldılar. Eyleme kamu çalışanlarının da katılması devlet aygıtını paralize etti.

Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi (SCAF) 11 Şubat günü Mübarek’in görevi bıraktığını açıkladı. Onların Mübarek’i feda ederek rejimi korumaya çalışmasında bu grevler kritik önemdeydi. Üç unsur kritikti; ordunun işçilere saldırmasını emretmek ordu saflarında bir bölünmeye neden olabilir, erler subaylara karşı çıkabilirlerdi. İkincisi, ordunun elindeki ekonomik gücün korunması gerekiyordu. Bu yüzden en iyi seçenek ordunun Mübarek’i yalnız bırakmasıydı. Üçüncüsü ise işçi hareketinin kitlesel doğası, orduyu, hareketi sermaye için daha güvenli bir yere doğru saptırmak için müdahale etmeye zorladı.44

Mısır Devrimi’nde tıpkı Ekim Devrimi’nde olduğu gibi izole edilmiş ve köşeye sıkışmış bir hükümdar (Mübarek), rejimi korumak için onu satmaya hazır olan egemen bir sınıf, ordu (Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi) ve toplumun geniş kesimlerinin isyan duygusunun ifadesi olan geniş bir koalisyon bulunuyordu. Tıpkı Şubat Devrimi’nin ardından yaşandığı gibi 25 Ocak devriminde Mübarek’i deviren işçiler rejim yanlısı patronlara ve devlet görevlilerine yöneldiler. Sokağa çıkanların içinde her birinin farklı amaçları ve farklı hedefleri olan Nasırcılar, Müslüman Kardeşler, Selefiler, liberaller ve sosyalistler vardı. Liberallerin ufku Mübarek’in devrilmesi ve yerine bir burjuva demokrasisi kurulmasıyla ve serbest pazarın geliştirilmesiyle sınırlıydı. Müslüman Kardeşler Türkiye’deki AKP’yi örnek alıyor ve iktidara gelmeye çalışıyorlardı. Onların siyasal planlarını, Mursi’nin iktidarındaki uygulamalar ortaya koyacaktı.

1990’ların sonundan itibaren illegal olarak mücadele eden sosyalistler ise sınırlı güçlerine rağmen işçi hareketi içindeki bağlantıları sayesinde hareketin organik bir parçası olabildiler. İşçi sınıfının bağımsızlığını sağlamaya, devrimin ardından yaşanan kitle grevleri arasında bağ kurmaya, Mübarek yanlısı yöneticilerin görevden uzaklaştırılması anlamına gelen tathir’i derinleştirmeye çalıştılar. Ancak onlar Bolşeviklere kıyasla çok daha az kişiye sahip, çok daha sınırlı güçleri olan bir örgüttü ve bu yüzden devrimin hemen ardından yaşadıkları büyüme de sınırlı oldu. Mısır Devrimi, sosyalist bir örgütün devrimin ateşinde inşa edilemeyeceğini gösterdi.

Mısır Devrimi Ekim Devrimi ile pek çok benzerlik taşıyordu ve devrimlerin çağının geçtiğini iddia edenlere

bir kez daha aksini ispat etti. Başlangıcında kendiliğinden bir nitelik taşıyordu, örgütlü güçler çağrı yapmış olsa da Tunus’a bakarak doğru zamanın geldiğini hisseden ve 25 Ocak’ta sokağa çıkan milyonlarca Mısırlı bu örgütlerin üyesi değildi. Devletin zor aygıtıyla kitleler karşı karşıya geldi ve polis aygıtı dağıldı, halk polisleri pek çok yerde üniformasını parçalayarak kaçmak zorunda bıraktı.

Mısır ordusu erlerin de göstericilere katılabileceğini bildiğinden orduyu gösterilerden uzakta tuttu ve Mübarek’in görevden alındığını açıklayan Tantawi ordu ile halkın birlik olduğu yanılsamasını yaratmaya çalıştı. Ordu önce Müslüman Kardeşler’le devrimci hareketin sönümlenmesi üzerinden uzlaştı, İhvan bunu başaramayınca Türkiye’den hayli tanıdık olan taktikleri kullanarak hükümeti devirmeye yönelik kendi girişimlerine bir halk muhalefeti görünümü verdi. Sonunda 3 Temmuz’daki darbeyle Mursi’nin baskıcı politikalarına ve ekonomik uygulamalarına karşı milyonlarca kişinin iradesini 25 Ocak devrimini bütünüyle ezecek bir karşı devrimi başlatmak için kullandı. Önce Müslüman Kardeşler baskı gördü, sonra bütün muhalifler ve devrimciler.

Bir referans noktası olarak Ekim Devrimi

Ekim Devrimi’nin yukarıda açıklanan her aşaması bugün için de önemli dersler içeriyor. Bugün Ekim Devrimi’ni savunmak bu derslerin her birinden çıkan temel ilkeleri bugünkü mücadelelere uygulamak, onlara bu mercekten bakmak anlamına geliyor. Bunlardan ilki şu; devrimler, devrimcilerin, sosyalistlerin veya partilerin iradesiyle gerçekleştirilemez. Tarihteki devrimler incelendiğinde devrimi başlatan, kitle hareketinin patlak vermesine neden olan kıvılcımın çok fazla sayıda faktörün bir araya gelmesiyle kendiliğinden parladığı savunulabilir. Bu büyük kitlesel hareketler açısından da böyledir. Şubat 1917’de ekmek için sokaklara dökülen Rus işçiler de, Tunus’ta kendini yakan Muhammed Bouazizi de kendi eylemlerinin devrimleri tetikleyeceğini bilmiyordu.

Elbette her ülkenin egemen sınıfı, kitlesel hareketleri ve devrimleri kullanmaya, ondan kendi çıkarı için yararlanmaya çalışır. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya Lenin’in mühürlü trenle Rusya’ya gitmesine izin verirken, onun yaratacağı etkinin Alman ordusunun hızla ilerlemesine katkı sağlayacağını düşünüyordu. Ancak Rusya’daki devrimci hareketin nedeni Almanya’nın geçişine izin verdiği farklı partilerden onlarca sosyalist değildi. Devrimci hareketler o gün olduğu gibi bugün de komplolar, planlar veya büyük devletlerin müdahaleleri tarafından yaratılmazlar. 1989-91 sürecinde Doğu Avrupa’daki bürokratik devlet kapitalisti rejimleri yıkan siyasal devrimler CIA tarafından yapılmadı. Çeşitli istihbarat teşkilatlarının ayrıntılarını hiçbir zaman bilemeyeceğimiz müdahaleleri elbette olmuştur, ancak bu rejimlerin devrilmesinin asıl nedeni işçi sınıfının büyük çoğunluğunun bu rejimlere karşı sokağa çıkması, itaatsizlikte bulunması veya onları savunmamasıdır. Bu devrimlerin nedenleri batının müdahalelerinde, CIA arşivlerinde değil, Demirperde ülkelerinin ekonomik ve sosyal yapısında aranmalıdır.

Bu yaklaşım bize Arap Devrimleri’ni anlarken de rehberlik ediyor. Mısır Devrimi’nin dinamiklerini yukarıda gördük ancak bölgedeki pek çok ülkedeki isyanlar benzer dinamiklerden kaynaklandı. Tunus’ta, Libya’da, Bahreyn’de, Yemen’de ve elbette Suriye’de ekmek, özgürlük ve sosyal adalet isteği ile sokağa çıkan kitleler emperyalizmin oyuncağı değil, tarihin özneleriydiler. Ekim Devrimi’nden ilham alan devrimciler için birinci görev bu devrimlerden heyecan duymak, onlardan öğrenmek, onlarla dayanışmak olmalıdır. Milyonlarca kişiyi harekete geçiren muazzam bir toplumsal mücadele dalgasını emperyalizmin bölgeyi yeniden tasarlama çabası olarak yaftalamak, dünyayı sınıfların mücadelesi olarak değil, devletlerin komploları şeklinde algılamanın bir sonucudur.

Devrimlerin kendiliğinden niteliğinden çıkarılabilecek hem doğru hem de yanlış dersler var. Devrimlerin başladıkları gibi kendiliğinden bir şekilde zafere ulaşacaklarını düşünmek, hareketi kutsamak veya “dışarıdan” her türlü müdahalenin önüne geçmeye çalışmak yanlış bir tutum olur. Her toplumsal hareketin ve onun en uç formu olan her devrimin kendisi de bir mücadele alanıdır. Her türlü siyasal güç devrim sürecine müdahale eder ve olaylara kendi siyasal gündemine uygun bir şekilde yön vermeye çalışır. Devrimin ilk günlerinde ortak bir düşmana karşı birlikte hareket eden güçler, kısa sürede sınıfsal çıkarlarına göre bölünür. Bu yüzden bir devrim sürecinde işçi sınıfının kendi bağımsız çıkarlarını savunması çok derece önemlidir. Devrimci parti tam da bu noktada devreye girer. Parti sınıfın içindeki ileri unsurları devrimci süreçten önce bir araya getirir, onları eğitir, onları geçmiş mücadelelerin dersleriyle donatır. Devrimci süreçte ancak böylesi bir parti bütün hareketi önceki rejimden tam bir kopuşa yöneltebilir. Devrimci parti normal dönemlerde egemen sınıfın fikirlerinin etkisi altında olan ancak devrimci mücadele içinde bu fikirlerden kısmen kopan işçi sınıfını kazanmaya, ona liderlik etmeye çalışır. Troçki bunu veciz bir şekilde ifade eder;

“Yönetici bir örgüt olmazsa, kitlelerin enerjisi pistonlu bir silindir içinde sıkışmayan buhar misali uçup gider. Bununla birlikte, hareket silindir ya da pistondan değil, buhardan ileri gelir.”45

Devrimci parti, devrimci olmayanlar dönemlerde hem burjuva siyasal demokrasinin alanını genişletmek için hem de en küçük ekonomik temelli grevden, anayasaların oluşum sürecine, işçi sınıfının büyük çoğunluğu ile her fırsatta yan yana gelmeye, birlikte mücadele etmeye çalışır. Bunlar işçi sınıfının kendisini eğittiği reform mücadeleleri olabilir. Kornilov darbesi örneğinde olduğu gibi darbeye karşı mücadeleler olabilir. Veya faşizme karşı birleşik cephe örneğinde olduğu gibi faşist örgütlere karşı mücadeleler olabilir. Devrimci partinin amacı bu mücadelelerde en etkin ve siyaseten net unsur olarak öne çıkmayı başararak işçi sınıfının güvenini kazanmaktır. Birleşik cephe taktiği, farklı örgütlerden, farklı işkollarından, farklı siyasal görüşlerden işçilerin birliğini temel alır. Dolayısıyla bu taktik, farklı sınıfların birliğini temel alan 1930’ların sonlarındaki “Halk Cephesi” politikalarıyla karıştırılmamalıdır.

Devrimin kendiliğinden niteliği, onun işçi sınıfının kendi eylemi olmak zorunda olmasından kaynaklanır. İşçi sınıfının milliyetçilikten, ırkçılıktan, cinsiyetçilikten kopabilmesi sadece kendi eylemiyle, bu kitlesel eylemlilik sırasında bilinçlenmesiyle mümkündür. Marx Alman İdelojisi’nde “Bir toplumsal devrim sadece kapitalizmi yerinden etmenin tek yolu olduğu için değil, aynı zamanda onu yerinden eden sınıfın çağların pisliğinden temizlenmesi için de gereklidir” diyerek bunu vurgular.

Bir azınlık kendisini işçi sınıfının yerine koyamaz, ikame edemez. Bu azınlığın, ister kendisini sınıfın öncüsü ilan eden bir parti, ister “ilerici subaylar”, isterse bir parlamento grubu ve “işçi dostu” milletvekilleri olması durumu değiştirmez. İşçi sınıfının oy verdiği partinin iktidar olması da sosyalizmin kurulabilmesi için yeterli değildir. Tarih bu dört durumun da örneklerini sunuyor. Birinci Dünya Savaşı öncesinde kendilerini işçi sınıfının temsilcisi olarak gören Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) milletvekilleri işçileri cepheye ölüme gönderirken kendileri hükümete katıldı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında Doğu Avrupa’ya giren Kızıl Ordu tankları yerel Komünist Partileri iktidara getirdiler ve bu partiler SSCB’nin kuklaları haline geldiler. Nazilerden kurtulan halkın Kızıl Ordu’ya yönelik sempatisi, yerel partizan güçler önemliydi elbette, ancak “sosyalizmi” kuran işçi sınıfının çoğunluğu değil sovyet birlikleri oldu. Şili’de iktidara gelen Allende hükümetini bu açıdan da hatırlayabiliriz. Halkın Birliği iktidardaydı ancak burjuvazinin, ordunun ve ABD’nin ortak müdahalesi işçi sınıfının silahlanmamış olmasıyla birleşince Allende bir darbeyle yıkıldı.

Ekim Devrimi’ne bakmak, onu temel almak işçi sınıfının değişim potansiyeline güvenmekle de ilgilidir. 1905 Devrimi Çar’a taleplerini iletmek için barışçıl bir yürüyüş yapan işçilere ateş açılmasıyla başlamıştı. 12 yıl sonra Ekim Devrimi’nde işçiler Çar’ın heykellerini deviriyor, portrelerini parçalıyor ve iktidarı ele geçiriyorlardı. Rus işçi sınıfı Avrupa’daki işçi sınıfıyla kıyaslandığında çok “geri” idi. Ortodoks kilisesi güçlüydü, işçilerin büyük çoğunluğunun cinsiyetçi, Yahudi karşıtı, ırkçı önyargıları vardı. İşçiler egemen sınıfın bütün bu fikirlerinden devrim sürecinde aşamalı olarak koptular. Yahudileri hedefleyen katliamlara karşı harekete geçtiler, Yahudi devrimcileri sovyetin lider kadrosuna seçtiler, kadınlar dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen özgürlükleri kazandı.

Ekim Devrimi işçi sınıfının hem kendini, hem de dünyayı değiştirme gücünün ölçeğini gösterdi. Bunu hatırlamak siyasal gericilik ve baskı dönemlerinde daha büyük bir önem kazanıyor. Bugün Türkiye’de işçi sınıfının çoğunluğunun AKP’ye oy verdiği koşullarda solun bir bölümün içine düştüğü umutsuzluk, bu gücün küçümsenmesinden kaynaklanıyor. Bugün işçiler çok büyük oranda milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi fikirler tarafından kuşatılmış durumda. Sendikalar bölünmüş halde, sendikal örgütlülük çok düşük düzeyde, taşeronlaşma ve güvencesizleştirme süreçleri devam ediyor, kıdem tazminatına saldırılar sürüyor. OHAL koşulları altında grevler yasaklanıyor, işçi sınıfının haklarına saldırılıyor. Bütün bu şartlar altında Türkiye işçi sınıfının göreli olarak hareketsizliği işçi sınıfına ve onun gücüne olan inancın zayıflamasına neden oluyor.

1989 Bahar eylemleri, 1991 Zonguldak yürüyüşü, 1990’ların ikinci yarısındaki kamu çalışanları mücadelesi… Bir süreklilik taşıyan bu hareketlerin ardından 2000’li yıllar boyunca işçi sınıfı sermayenin saldırılarına karşı, aynı ölçekte bir cevap üretemedi. Tekel eylemleri, tersanelerde yaşanan iş cinayetlerine karşı mücadele ve metal işçilerinin Bursa merkezli “Metal Fırtına” eylemleri önemliydi ancak yukarıda bahsedilen eylemler kadar büyük bir etki yaratamadılar. Gezi günlerinde sokağa çıkan genç eylemciler işçi sınıfının gücüne tanık olmadılar. Ancak bu koşullarda dahi, dünyayı değiştirecek tek güç işçi sınıfı, bu gücü uyandırmanın tek yolu ise yıllarca, sabırlı bir şekilde sınıf için devrimci çalışma yürütmek. İşçi sınıfının en ileri kesimlerini bir araya getirmek ve onları geçmiş deneyimlerin dersleriyle donatmak. Böyle bir devrimci partinin inşası için kestirme bir yol yok. Geride bıraktığımız on yılın deneyimi böyle bir partinin toplumsal hareketin ortasında inşa edilemeyeceğini de, Kürt hareketinin böyle bir hareketi ikame edemeyeceğini de gösterdi. Bu zor görevi başarmanın belki de en önemli adımı, devrim fikrini yeniden güncel bir seçenek olarak ortaya koymak

Güncel bir seçenek olarak sosyalist devrim

En geniş anlamıyla tanımladığımızda sol politikalar dünyanın her yerinde o veya bu şekilde temsil ediliyor. Sosyal adalet, iş güvencesi, eğitim ve sağlık hakkı, cinsiyetçiliğe, milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı mücadele bu solun belirleyici özellikleri. Elbette sol yekpare bir bütün değil, önce 20. yüzyılın başındaki reform-devrim ikilemine göre ayrılıyor. Devrimi savunduğunu söyleyen akımlar da kendi aralarında –stalinizm, troçkizm, anarşizm, maoizm vb– ayrılıyorlar.

Ancak “sosyalist devrim” fikri bırakın toplumun geniş kesimlerini, antikapitalist hareketin içinde bile egemen bir fikir değil. “Sosyalist devrim” fikri dünyanın dört bir yanında hala stalinist partilerle özdeşleştiriliyor ve onların yeni bir Stalin yaratmasından korkuluyor. Yazının başlarında belirttiğimiz iki argüman yani Ekim Devrimi’nin bir darbe olduğu fikri ve devrimlerin 20. yüzyıldaki deneyimler gibi totaliter rejimler kurulmasına neden olacağı fikri halen çok yaygın. Bu durumun somut temelleri var elbette.

İlk faktör egemen sınıfların devrim fikrini dünya halklarının kolektif hafızasından silmek için yürüttükleri politikalardı. Marx’ın dediği gibi “Egemen fikirler egemen sınıfın fikirleri” ise belki de en egemen olan fikir içinde yaşadığımız dünyanın hâlihazırdaki işleyiş şekline bir alternatif olmadığıydı. 1980’lerde başlayan neoliberal saldırı da bu fikrin yaygınlaşmasını sağladı. Siyasal olarak SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinin bürokratik baskıcı rejimlerine karşı Batı’nın ve NATO’nun özgür dünyası tek alternatifti. Ekonomik olarak ise kapitalizmden ve neoliberalizmden başka bir seçenek yoktu, serbest piyasa ekonomisi insan toplumlarının organize etmenin tek rasyonel yolunu temsil ediyordu. Bu fikirler Margaret Thatcher’ın “There is no Alternative – Başka bir alternatif yok” (TINA) doktrini olarak öne çıktı. Egemen sınıflar 1917 Ekim Devrimi’nin anısı tarihe gömmekte de büyük oranda başarılı oldular. İngiliz sosyalist George Orwell’in stalinizmi eleştirdiği Hayvan Çiftliği kitabı sosyalizmin mutlaka başarısız olacağının propagandasını yapmak için kullanıldı. Dünya savaşları hakkında sayısız film yapılırken Ekim Devrimi son otuz yılda sinema ekranında 1981 yapımı Reds filmini saymazsak yer bulamadı.

İkinci faktör Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku rejimlerinin yıkılmasının yarattığı etkidir. Bu rejimlerin yıkılması geniş kitleler tarafından stalinizmin veya devlet kapitalizminin değil sosyalizmin başarısızlığı olarak algılandı. Bu rejimler çökünce Stasi’nin Alman halkını nasıl fişlediğini saklamak imkânsızlaştı, Polonya’daki Dayanışma hareketinin grevinden sonra bu rejimin işçileri temsil ettiğini iddia etmek mümkün olmadı. Bu rejimleri 1920’lerin ortasından beri eleştiren troçkist hareketin tezlerinin kısıtlı bir etkisi oldu, bu rejimlerin niteliğini açıklayabilen örgütler bir ölçüde büyüdüler ancak dünya genelinde asıl egemen açıklama marksizmin tarihe gömüldüğü oldu. Bu tarihten sonra kapitalizme muhalif olan, onun sonuçlarına karşı çıkan, başka bir dünya özlemi duyanların ilk yöneldikleri yer marksizm olmadı. Kapitalizmin ne olduğu ve onunla nasıl mücadele edilmesi gerektiği konusundaki onlarca farklı fikir, yeni kuşaktan eylemcileri farklı düzeyde etkiledi.

Üçüncü faktör ise antikapitalist hareketin kendi iç çelişkilerinden kaynaklanıyor. Antikapitalist hareket ortaya çıktığı günden beri çok farklı düşüncelerin, akımların bir birliğiydi. Bu durum bir yandan onun farklı kesimlerden destek almasını, kitleselleşmesini kolaylaştırırken diğer yandan hareketin stratejik tartışmalar yürütmesini ve bütünlüklü bir rota izlemesini zorlaştırdı. Kapitalizm karşıtlığı hareket için birleştirici bir noktaydı, ancak kapitalizmden hareketin her kesimi aynı şeyi anlamıyordu. Kapitalizm özellikle 2008 ekonomik krizinin ardından finans sektörüyle, milyon dolarlık ikramiyeler alan bankacılarla özdeşleşti. Kriz öncesinde de kapitalizmin sembolleri çok uluslu şirketler, Coca Cola ve McDonalds gibi markalar olarak öne çıkıyordu. Antikapitalist hareketin bir bölümü ve ağırlıklı olarak ortaya çıkan “antikapitalist kültür” hedefine bu sembolleri koydu. Ancak bu durum çelişkili bir etki yarattı.

Kapitalizmin etrafımızı saran, tüm üretim ve tüketim ilişkilerimizi belirleyen bir ekonomik sistem olarak değil, merkezinde finansın, çok uluslu şirketlerin ve ünlü markaların olduğu dışsal bir varlık olarak algılanması, ona karşı bu sembollerin yadsınması ve reddedilmesiyle mücadele edilebileceği yanılsamasını yarattı. Büyük markalardan alışveriş yapmak yerine “yerel üreticileri” tercih etmek, “etik ürünler” satın almak vb. Oysa kapitalizm ne tükettiğimizle veya nasıl yaşadığımızla değil, üretim ilişkilerindeki rolümüzle ilgilidir. Kapitalizme karşı mücadele de onun en görünen sembollerinden kaçınmakla değil, onun tam merkezindeki süreç olan üretim sürecindeki öznelerin -işçi sınıfının- potansiyeli ile ilgilidir. Alternatif bir tüketim ve yaşam kültürünün “antikapitalizm” olarak sunulması çoğunlukla en alttakileri, kent yoksullarını, mavi yakalı emekçileri kapsamayan eylemcilerin hayatlarında bir kaç değişiklik yaparak kendilerini antikapitalist hissetmelerini sağladı. İhtiyacımız olan ise bu kesimlere odaklanan, onlara her gün içinde yaşadıkları ve deneyimledikleri gerçekliğin arkasında yatan mekanizmaları anlatan, kapitalizmi teşhir ederken bu teşhiri işçi sınıfının merkezi önemine ve potansiyeline bağlayan bir strateji.

Bütün bu faktörler devrim seçeneğinin ideolojik alanda baskılanmasına neden olsa da içinde yaşadığımız dünyaya baktığımızda sosyalist bir dünya devriminin koşullarının olgunlaşmış olduğunu görüyoruz. Dünya işçi sınıfının sayısal gücü Marx ve Engels’in Komünist Manifesto yazdığı günlerden bu yana hızla arttı. Bugün Çin’deki işçi sınıfı 800 milyon kişiyi aşmış durumda. Onu neredeyse 400 milyon kişiyle Hindistan, yaklaşık 150 milyon ile ABD, 100 milyon ile Endonezya ve Brezilya işçi sınıfları izliyor. İşçi sınıfı yalnızca büyümüyor, dünyanın her yerinde mücadele ediyor. 2 Eylül 2015’te Hindistan’da 150 milyon işçi hükümetin yeni iş yasasına karşı greve gitti.46 2012 yılında New York’ta saatlik 15 dolar ücret talep eden 200 fast food çalışanının greve gitmesiyle başlayan saatlik 15 dolarlık asgari ücret mücadelesi altı kıtada 300 kente yayıldı. İşçiler bu ücretin yanı sıra sendikalaşmak da istiyorlar.47 İşçiler en zor koşullarda bile mücadeleden vazgeçmiyor; 2016 yılının ilk yarısında Çin’deki işçilerin grev ve eylemleri bir önceki yıla göre %20 arttı. Bu dönemde Çin’de 1456 grev gerçekleşti.48

Sermaye ABD ve Avrupa’daki emek maliyetinin yüksek olmasından –yani onlarca yıldır süren sendikal mücadelenin sonucunda işçi sınıfının kazanımlarından– kaçmak için üretimi her zaman ücretlerin daha düşük olduğu yerlere taşıdı. Üretim 1960’larda Brezilya ve Güney Amerika’ya, 1970’lerde Güney Kore’ye dün Çin’e, bugün ise Vietnam, Kamboçya ve Bangladeş gibi ülkelere kaydırıldı, ancak üretimi işçilerin mücadeleleri de izliyor.49 Hem Güney Asya ve Uzakdoğu’daki yeni oluşan işçi sınıfı, hem de Avrupa ve ABD’deki sanayisizleşme nedeniyle işsiz kalan eski işçiler mücadele ediyor. Kapitalizmin dönüşümü ve küreselleşme bazı durumlarca işçilerin önemini arttırabiliyor bile; örneğin stok maliyetlerini düşürmek için uygulanan yedek parçaların tedarikçiden montaj fabrikalarına “tam zamanında” ulaştırılmasını temel alan just in time sistemi bir fabrikadaki işçilerin bütün bir otomotiv sektörünü felç etmelerine olanak tanıyor. 2010 yılında Çin’de bir otomobil parçaları fabrikasındaki grev nedeniyle Çin’deki tüm Honda üretimi kısa sürede durma noktasına geldi. Türkiye’de Mayıs 2015’te başlayan metal işçilerinin eylemlerinde otomotiv işçileri kısa sürede Renault’un başka ülkelerdeki fabrikalarını da çalışamaz duruma getirmişti.

Üstelik bugünkü dünya, bir dünya devrimine, dün olduğundan çok daha elverişli. 2011 kışında başlayan Arap Baharı’nın dünyadaki diğer mücadeleleri nasıl tetiklediğini hatırlamak faydalı olacak. Tunus’ta Muhammed Bouazizi’nin 4 Ocak’ta öldürülmesi ülkede eylemlere neden oldu. Eylemler kısa sürede Umman, Yemen, Mısır, Suriye ve Fas’a sıçradı. 25 Ocak’ta Mısırlılar Tahrir meydanında toplandılar, 15 Şubat’ta Libya’da, 15 Mart’ta Suriye’de eylemler başladı. 15 Mayıs’ta İspanya’da yüz binlerce kişi Öfkeliler adıyla sokağa çıktı. 25 Mayıs’ta hareket Yunanistan’a sıçradı, yüz binlerce kişi Atina’nın merkezindeki Syntagma meydanını işgal etti. 17 Eylül’de hareket okyanusun diğer yakasına ulaştı ve New York’ta Wall Street’i işgal et hareketi başladı. Bütün bu hareketler Arap Baharı nedeniyle başlamadı elbette ama her hareket diğerini etkiledi ve dönüştürdü. Dünya işçi sınıfı bugün birbiriyle çok daha fazla iletişim kuran bir kitle.

İşçi sınıfı büyüyor ve mücadele ediyor, bu mücadeleler yalnızca ekonomik değil siyasal talepleri de içeriyor. Ancak bu mücadelelerde eğitilen işçilerin devrim fikrine kazanılması zor ve uzun bir süreç gerektiriyor. Bu süreçteki en büyük engellerden biri ise yukarıda açıklanan ideolojik hegemonya ve devrim fikrinin geniş kitlelerin tahayyül sınırlarının dışına çıkarılması. Mark Fisher Kapitalist Gerçekçilik kitabında kapitalizmin kendisini nasıl tek mümkün olan gerçeklik olarak inşa ettiğini incelerken Children of Men (2006) ve Wall-E (2008) filmleri üzerinden kapitalizme muhalefetin kapitalizm tarafından içerilerek nasıl etkisizleştirildiğini anlatır:

“Son Umut’u seyretmek, bize kaçınılmaz biçimde Frederic Jameson ve Slavoj Zizek’e atfedilen, dünyanın sonunu hayal etmenin, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay olduğu deyişini hatırlatıyor. Bu slogan, tam da benim “kapitalist gerçekçilik” ile kastettiğim şeyi yakalıyor: Kapitalizm tek geçerli siyasal ve ekonomik sistem olmakla kalmaz, aynı zamanda artık ona tutarlı bir alternatif hayal etmek bile imkânsızdır.”50

Fischer kapitalizmin alternatifsizliğinin doğallaşmasının hegemonik etkisini vurgular:

“Berlin Duvarı’nın yıkılışının üzerinden tam bir kuşak geçti. 1960’lar ve 1970’lerde, kapitalizm dışarıdan enerjileri nasıl sınırlandırıp soğuracağı sorunuyla yüzleşmek zorunda kalmıştı. Şimdiyse, aslında, sorunu bunun tam tersi; dışsallığı, olanca başarıyla eklemlemiş olarak, kolonize edip sahipleneceği bir dışarısı olmaksızın nasıl işlev görebilecek? Avrupa ve Kuzey Amerika’da yaşı 20’nin altındakilerin çoğu için, kapitalizme alternatifin yokluğu artık bir mesele bile değil. Kapitalizm, tasavvur edilebilir olanın ufuklarını kesintisiz olarak işgal ediyor. Jameson, kapitalizmin halkın düş yaşamını sömürgeleştirmiş olması gerçeğinin doğal gibi kabul edildiğini, o kadar ki artık üzerine yorum yapmaya değer görülmediğini dehşet içinde yazıyordu.”51

İşçi sınıfı sayısal olarak büyürken, siyasal ve ekonomik mücadeleleri yoğunlaşırken Lenin’in tasvir ettiği devrimci sürecin üçüncü ve kritik öğesi olan devrimci partinin dünyanın her yerindeki eksikliği ile karşı karşıyayız. Stalinist olmayan akımların inşa ettiği devrimci partiler 1968’deki büyük işçi ve öğrenci hareketi dalgasından büyüyerek çıksalar da 1980’lerin başından beri yaşanan sermayenin büyük saldırısı sonucu zayıfladılar, bugün pek azı sınıf mücadelesinde bir anlam ifade etmeyen sektlerden fazlasını ifade ediyor. Sınıfın öncüsü olduğunu iddia eden onlarca küçük grup ise ikameciliğin veya reformizm şu veya bu türüne saplanıp kalmış durumda.

Bir devrimci partinin bu kaderden kurtulması için kestirme bir yol, hazır bir reçete yok. Belki yapılacak en iyi şey işçi hareketinin köklerine, Marx ve Engels’in dönemine bakıp o dönemde sosyalistlerle işçi hareketinin yakınlığından ders almak. Doğrudan işçi sınıfının içinden çıkan teorisyenler, işçi sınıfının tüm düşünce ve tutumlarını devrimci parti içinde doğrudan yansıtabileceği araçlar ikameciliğe karşı mücadelede ilk akla gelenler. Elbette bütün bunlar canlı bir sınıf mücadelesi döneminde gerçekten sürdürülebilir ve tam potansiyeline ulaşabilir.

Geçmiş günler yeniden gelecek

Dünya son derece istikrarsız günlerden geçiyor. Küresel ekonomik kriz 2009 yılındaki kadar etkili olmasa da, onun dünyanın pek çok ülkesinin büyüme oranları üzerinde yarattığı olumsuz etki bugün bile devam ediyor. Güney Avrupa başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde kemer sıkma politikalarının uygulanması sürüyor. Eğitime, sağlığa ayrılan bütçeler azalırken şirketlerin önü açılıyor. Küresel ekonomik krizin daha akut bir sorun haline getirdiği temsil krizi de devam ediyor. Ana akım partiler güç kaybederken siyasal yelpazenin iki ayrı ucundaki partilerin hızla güç kazanabildiğini görüyoruz.

Bir yanda ABD’de Trump, Rusya’da Putin, Fransa’da Le Pen tarafından temsil edilen sağ güçler varken diğer yandan sola doğru da bir yöneliş var. Bugün geldiği nokta ne olursa olsun Yunanistan’da Syriza’ya oy verenler bunu sol bir alternatif arayışıyla yapıyorlardı. İspanya’da Öfkeliler hareketinin siyasal temsilcisi olan Podemos ilk girdiği genel seçimlerden yüzde 20’lik bir oy oranıyla çıktı. İngiltere’de İşçi Partisi liderliğine aday olduğunda büyük medya kuruluşlarının alayları ile karşılaşan partinin en solcu kanadının temsilcisi Jeremy Corbyn’in başında olduğu İşçi Partisi bugün anketlerde sağcı Muhafazakâr Parti’den daha önde gözüküyor. ABD’de geçtiğimiz Başkanlık seçimlerinin aday belirleme sürecinde Bernie Sanders’ı desteklemiş olan Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri’nin (DSA) üye sayısı 2016 yılının başından bu yana 7.000’den 28.000’e çıktı. Fransa’da Sosyalist Parti’nin solundaki aday Melenchon Fransız Başkanlık seçimlerinin ilk turunda yedi milyon oy ile oyların yüzde 19,5’unu aldı.

Dünya bir yandan ekonomik krizin, diğer yandan ekolojik krizin etkisiyle sarsılırken, burjuva demokrasisi halkın meşru temsilcisi olarak merkez sağ ve sol partilerin inandırıcılığını sağlayamıyor. Seçimlere katılım oranı, büyük partilerin üye sayıları düşüyor. Görünen o ki geniş kitleler bir alternatif arıyor. Bu alternatifin sol bir alternatif olacağı garanti değil elbette; Trump’ın başkanlığından Avrupa’daki sağcı partilerin yükselişine bütün göstergeler bunun aksine işaret ediyor. Sola yönelen kitleler ise merkeze en yakın sol reformist partilere yöneliyorlar ilk olarak. Devrimci sosyalistler bütün dünyada bir azınlık olmaya devam ediyor. Ancak küresel ekonomik krizin derinleşmesi veya sınıf mücadelesindeki bir yükselme bu tabloda radikal değişikliklere neden olabilir.

Lenin’in deyimiyle yine “yönetilenlerin eskisi gibi yönetilemediği, yönetenlerin de eskisi gibi yönetemediği” günlerden geçiyoruz. Eğer ABD’de sosyalistleri öldüren ırkçıların, ABD ve Kuzey Kore arasında artan gerilimin hatırlattığı nükleer savaş tehdidinin, milyonların öleceği feci bir iklim değişiminin veya Çin’de örneklerini gördüğümüz kölelikten beter çalışma koşullarının temsil ettiği barbarlıktan kaçınmak istiyorsak tek seçeneğimiz yeni Ekimler yaratmak. Bunun potansiyelleri dünyanın her ülkesinde farklı derecelerde mevcut. Bugün dünyadaki gerçeklik, elinizdeki derginin 1997 yılında yayınlanan ilk sayısının kapağının hala geçerli olduğunu gösteriyor: “Ekim Devrimi geleceğimizdir.”

Dipnotlar:

  1. “Arınç: Lenin’i ölü olarak görmek çok güzel” Hürriyet İnternet, 12 Temmuz 2006
  2. Mikhail Zygar, “Putin Likes to Pretend 1917 Never Happened” 1 Nisan 2017, The Atlantic
  3. MacFarquhar, Neil “Revolution? What Revolution? Russia Asks 100 Years Later” 10 Mart 2017, The New York Times
  4. Richard Pipes, A Concise History of the Russian Revolution, Vintage Books, 1995, 113.
  5. Tony Barber “Red October: Russia’a Road to Revolution” 30 Eylül 2016, Financial Times.
  6. Hadi Uluengin, “Duvar ve Nekrofili” Taraf, 14 Kasım 2014
  7. Tony Cliff, Lenin, Cilt 2: Tüm İktidar Sovyetlere, Z Yayınları, 1994, s. 244
  8. John Rees, Ekimin Savusunu, Sosyalist İşçi Broşür Dizisi, 17
  9. Tony Cliff, Lenin, Cilt 2, Z Yayınları, 210
  10. a.g.e., s. 318
  11. Paul Frolich, Rosa Luxemburg: Ideas in Action, Pluto ve Bookmarks, 1994, s. 275
  12. Tony Cliff, Lenin, Cilt 2, Z Yayınları, s. 246
  13. Tony Cliff, Lenin, Cilt 3: Kuşatılmış Devrim, Z Yayınları, 1996, s. 15
  14. John Molyneux, “Do Revolutions Always Fail?” Socialist Review, Sayı 390, Nisan 2014
  15. Tony Cliff, Lenin, Cilt 2: Tüm İktidar Sovyetlere, Z Yayınları, s.
  16. Mike Haynes, “Soldiers, Sailors and Revolution: Russia 1917” (Ed) Mike Gonzalez, Houman Barekat Arms and The People: Popular Movements and the Military from the Paris Commune to the Arab Spring içinde, Pluto, 2012, 21.
  17. Leon Troçki, Rus Devrimi’nin Tarihi Cilt 1: Çarlığın Yıkılışı, Yazın, 1998, 111.
  18. N. Sukhanov, The Russian Revolution 1917: A Personal Record, Princeton University Press, 1984, s. 122
  19. Tony Cliff, Lenin, Cilt 2: Tüm İktidar Sovyetlere, Z Yayınları, s. 106
  20. a.g.e., s. 142.
  21. a.g.e., s. 149.
  22. a.g.e., s. 154.
  23. a.g.e., s. 160.
  24. a.g.e., s. 156-157.
  25. Leon Troçki, “Şimdi Nereye: Alman Proletaryası’nın yaşamsal sorunları”, 1932, Aktaran Joseph Choonara, “The United Front”, International Socialism Journal, Sayı 117, Kış 2008.
  26. I. Lenin, RSDİP’nin 7. Tüm Rusya Konferansı, Açılış Konuşması, 24 Nisan 1917
  27. Kevin Murphy, Revolution and Counterrevolution: Class Struggle in a Moscow Metal Factory, Haymarket, 2007, 11.
  28. Donny Gluckstein, The Western Soviets: Workers’ Councils versus Parliment 1915-1920, Bookmarks, 1985, 16.
  29. Mike Haynes, “Soldiers, Sailors and Revolution: Russia 1917”, Arms and The People: Popular Movements and the Military from the Paris Commune to the Arab Spring içinde, s.
  30. a. g. e., s. 26.
  31. Donny Gluckstein, The Western Soviets, 21.
  32. Donny Gluckstein, a.g.e., s.23.
  33. Alexander Rabinowitch, Bolşevikler İktidara Geliyor, Yordam Kitap, 2016, 200
  34. “Daniel Bensaid ve Proletarya Diktatörlüğü” https://www.ycom/watch?v=fn9wL8XzZZs
  35. Friedrich Engels, Fransa’da İç Savaş’ın 1891 baskısına sonsöz.
  36. Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Sol Yayınları, 1977, s.
  37. Donny Gluckstein, The Western Soviets, 67
  38. a.g.e., s. 100.
  39. Mike Gonzalez, “Şili 1972-73” (Ed) Colin Barker, Devrim Provaları, Yordam Kitap, 2010, s. 91.
  40. Elaheh Rotsami-Povery, “1979 Devrimi’nden bu yana İran” Devrim Provaları içinde, s. 222.
  41. Anne Alexander & Mostafa Bassiouny, Bread, Freedom and Social Justice: Workers and Revolution, London, Z Books, 2014, 198.
  42. Gianni Del Panta, “The Role of the Egyptian Working Class in Mubarak’s Ouster”, The Open Journal of Sociopolitical Studies, 2016, 632.
  43. Anne Alexander & Mostafa Bassiouny, Bread, Freedom and Social Justice, 200.
  44. The Role of the Egyptian Working Class in Mubarak’s Ouster, s. 634
  45. Leon Troçki, a.g.e, s.9.
  46. Marksiorg “Hindistan’da 150 milyon işçi grevde!” 3 Eylül 2015
  47. http://fiorg/about-us/
  48. “China: Strikes and Protest numbers jump %20”, 14 Temmuz 2016, Financial Times.
  49. Beverly Silver, Küresel işçi sınıfının yeniden yapılanması, Başlangıç, 29 Eylül 2017 http://baslangicdergi.org/kuresel-isci-sinifi/
  50. Mark Fischer, Kapitalist Gerçekçilik, Habitus Kitap, 2010, s.8.
  51. a.g.e., s. 14.

sosyalizm